Döner dolaşır en sonunda kendimize varırız.
Kendimize… Yani yolun başladığı yere… Onca portre onca imaj onca örnek onca lider onca seçenek içinde ulaşabildiğimiz tek şey “en son” şey yine kendimizdir. Boşunadır bir yönüyle tüm arayışlar…Başkası olmaya gayretle atılışlar... Neticesizdir nihayetinde tüm taklitler. En sonunda hepsi iğretidir.
İnsan didinir didinir de en sonunda gittiği yer yine kendidir.
Yanlış anlamayın ama…
Tilki ve kürkçü dükkânı bağıntısı kurmuyorum. Benim yapmak istediğim anlatmak istediğim şey bundan daha farklı daha başka… Ruhsal bir dönüp dolaşmadır benim kastettiğim. Bedensel değil. Dünyaya geldiğimiz ilk günden beri kendi içimizde çevrilmekteyiz. İnsandan insana devrilmekteyiz. Karakterden karaktere evirilmekteyiz. Devirler değişmekte gönlümüzde. Çağlar açılıp çağlar kapanmakta zihnimizde. Farkındasınızdır… Her gün yeni bir Ahmet’iz Serap’ız İlknur’uz Ayşe’yiz Engin’iz…
Fakat bunca değişim ve dönüşüm sonucunda vardığımız yer neresi?
Nereye gitmekteyiz?
Ben hayatı başladığımız noktanın çok da uzağında bırakmadığımız tahmin ediyorum. Zira kanaatimce dikey bir yükseliş değildir hayat. Sürekli daireler çizmektir. Helezoniktir… Tıpkı güneşin etrafında dönen dünya dünyanın etrafında dönen ay rızkın etrafında dönen canlılar zamanın etrafında dönen mevsimler protonların etrafında dönen elektronlar gibi bir şey bence hayat! Bir daire bir çember bir tekrar bir yeniden yaşama… Oğlun en çok benzediği şey babadır. Kızın da en çok kızdığı ve en çok benzediği şey yine annesidir.
Fakat yanlış anlaşılmasın yine kastettiğim şey reenkarnasyon da değil. Ruh sayısındaki bir sınırlamadan dolayı değil bu yaşadıklarımız. O bana çok saçma geliyor. Beden sayısı sürekli artarken ruh sayısı nasıl sabit kalıyor? Her neyse… Şimdi reenkarnasyona girmeyeceğim. Bugün beni sınırlarım farklı. Çarptığımız şey kendimiz bizzat kendi sınırlarımız bugün. Aşamadıklarımız yapamadıklarımız geçemediklerimiz ezemediklerimiz çizemediklerimiz ve daha başka birçok fiilin “me ma” ekleriyle yapılmış olumsuz türevleri…
Hayatın dairevi olmadığını düşünenler için tarihin de tekerrür olmaması gerekir. Fakat her bir yanım tekerrür. İnanmıyor musunuz? Bir ormanda ilerlerken kaybolduğunuzda en son çarptığınız şey ilk yola çıktığınız ağaç ise ne düşünürsünüz? Daire çizdiğinizi anlamaz mısınız?
İnsan da en sonunda kendine çarpar. En sonunda kendine varır. Sınırsız ve sonsuz olduğunu düşündüğü âlemde ilk çarptığı şeydir ölüm. (Ben dedemin ölümüne çarpmıştım ilk.) Ölüm de bir sınırdır. Ve tanıştığımız sınırların ilkidir. Belki bir açıdan bakınca en büyüğüdür. Çünkü aşılamazdır. Lakin çoğu yanılsamadır. Hayatımızda daha başka öyle sınırlar vardır ki kafamızı patlatır. Pişmanlığı ile yüreğimizi çatlatır. Yıllar yılı özgürken belimizde kamçılar şaklatır.
Sizinkileri bilemem… Size kendiminkilerden bahsedeceğim. Ben anlatırken hatırınıza gelecektir.
Mesela “söyleyememek” bir sınırdır. Çok sevdiğiniz birine çok gerektiği bir zamanda çok da istediğiniz halde onu sevdiğinizi söyleyememek hakikaten çok zor bir sınırdır. Aşamazsanız bir ömür yanarsınız. Üstelik bu sınır ölüm gibi aşılamayacak türden bir sınır olmadığından sürekli beyninizde asılı durur. “Neden yapmadım? Neden söylemedim? Niye sakladım?” sancıları yetmiş yaşında artıkın küllendiği sanılan ölüm kapısındaki anlarda bile tekerrür eder sancır. Sizi hep incitir canınızı acıtır. O artık fikrinizin ince gülü değildir. Çıkaramadığınız rahatsız edici bir kıymıktır.
Sonra “özür dileyememe” sınırlarımız vardır. Yaptığınız hatalarda hata olduğunu bildiğiniz ve gözlerinizi kapadığınızda bile gördüğünüz halde özür dileyememe cezasına çarptırılmışsınızdır. Hem de bizzat yine kendiniz tarafından… Diliniz her kelimeye döner de bir özre dönmez dönemez… Doğru olmadığını düşünseniz bile diliniz bunu yapmanıza izin vermez. Bu da ilki kadar olmasa da dehşetli bir sınırdır. Zira bu sefer de hata işlediğiniz insanın yüzünü görmek onunla karşılaşmak vicdanınızı sızlatır. Bu sızıyı hissetmemek için ondan kaçarsınız. Ve bir nevi kendinizi esarete atarsınız. Hayatınızda artık “onun” olamayacağı bir esarete… Çünkü onunla artık karşılaşamazsınız. Karşılaşsanız da kaçarsınız.
Montaigne “Denemeler” isimli eserinde “Hindistan’da hiç gitmeyeceğim bir köye gitmem yasaklansa bile özgürlüğüm elimden alınmış gibi hissederim” der. Öyledir hakikaten… Yazara çok hak veririm. İnsan gitmese de görmese de o köyün kendi köyü olduğunu düşünerek teselli olur hep. Fakat bu küçücük sınırdan rahatsız olan insan kendi eliyle kendisine ne çok sınırlar koyar da ruhu bile duymaz ne yazık ki... Haberi olmaz… Kendi elleriyle kendisini esir alır. Kendi eliyle kendisini hapseder. Kendi elleriyle kendi hayatını mahveder…
Hayat bir daire çizmektir hayali arkadaşım.
Bir daire… Başladığın yere dönmektir. İyisi mi başladığın yere dönerken ilk günkü kadar masum kalmaya çalış. Başka şeylerle uğraşma! Yoksa insan olarak başladığın hayatı bundan pişman olarak bitirirsin. Ve o dairesel yol boyunca sana verilmiş binlerce “yirmi dört altını” kumara mumara vermiş zarar etmiş ziyan etmiş adam gibi olursun.
İyisi mi sen sen ol; sen senden başkası olma
Kendimize… Yani yolun başladığı yere… Onca portre onca imaj onca örnek onca lider onca seçenek içinde ulaşabildiğimiz tek şey “en son” şey yine kendimizdir. Boşunadır bir yönüyle tüm arayışlar…Başkası olmaya gayretle atılışlar... Neticesizdir nihayetinde tüm taklitler. En sonunda hepsi iğretidir.
İnsan didinir didinir de en sonunda gittiği yer yine kendidir.
Yanlış anlamayın ama…
Tilki ve kürkçü dükkânı bağıntısı kurmuyorum. Benim yapmak istediğim anlatmak istediğim şey bundan daha farklı daha başka… Ruhsal bir dönüp dolaşmadır benim kastettiğim. Bedensel değil. Dünyaya geldiğimiz ilk günden beri kendi içimizde çevrilmekteyiz. İnsandan insana devrilmekteyiz. Karakterden karaktere evirilmekteyiz. Devirler değişmekte gönlümüzde. Çağlar açılıp çağlar kapanmakta zihnimizde. Farkındasınızdır… Her gün yeni bir Ahmet’iz Serap’ız İlknur’uz Ayşe’yiz Engin’iz…
Fakat bunca değişim ve dönüşüm sonucunda vardığımız yer neresi?
Nereye gitmekteyiz?
Ben hayatı başladığımız noktanın çok da uzağında bırakmadığımız tahmin ediyorum. Zira kanaatimce dikey bir yükseliş değildir hayat. Sürekli daireler çizmektir. Helezoniktir… Tıpkı güneşin etrafında dönen dünya dünyanın etrafında dönen ay rızkın etrafında dönen canlılar zamanın etrafında dönen mevsimler protonların etrafında dönen elektronlar gibi bir şey bence hayat! Bir daire bir çember bir tekrar bir yeniden yaşama… Oğlun en çok benzediği şey babadır. Kızın da en çok kızdığı ve en çok benzediği şey yine annesidir.
Fakat yanlış anlaşılmasın yine kastettiğim şey reenkarnasyon da değil. Ruh sayısındaki bir sınırlamadan dolayı değil bu yaşadıklarımız. O bana çok saçma geliyor. Beden sayısı sürekli artarken ruh sayısı nasıl sabit kalıyor? Her neyse… Şimdi reenkarnasyona girmeyeceğim. Bugün beni sınırlarım farklı. Çarptığımız şey kendimiz bizzat kendi sınırlarımız bugün. Aşamadıklarımız yapamadıklarımız geçemediklerimiz ezemediklerimiz çizemediklerimiz ve daha başka birçok fiilin “me ma” ekleriyle yapılmış olumsuz türevleri…
Hayatın dairevi olmadığını düşünenler için tarihin de tekerrür olmaması gerekir. Fakat her bir yanım tekerrür. İnanmıyor musunuz? Bir ormanda ilerlerken kaybolduğunuzda en son çarptığınız şey ilk yola çıktığınız ağaç ise ne düşünürsünüz? Daire çizdiğinizi anlamaz mısınız?
İnsan da en sonunda kendine çarpar. En sonunda kendine varır. Sınırsız ve sonsuz olduğunu düşündüğü âlemde ilk çarptığı şeydir ölüm. (Ben dedemin ölümüne çarpmıştım ilk.) Ölüm de bir sınırdır. Ve tanıştığımız sınırların ilkidir. Belki bir açıdan bakınca en büyüğüdür. Çünkü aşılamazdır. Lakin çoğu yanılsamadır. Hayatımızda daha başka öyle sınırlar vardır ki kafamızı patlatır. Pişmanlığı ile yüreğimizi çatlatır. Yıllar yılı özgürken belimizde kamçılar şaklatır.
Sizinkileri bilemem… Size kendiminkilerden bahsedeceğim. Ben anlatırken hatırınıza gelecektir.
Mesela “söyleyememek” bir sınırdır. Çok sevdiğiniz birine çok gerektiği bir zamanda çok da istediğiniz halde onu sevdiğinizi söyleyememek hakikaten çok zor bir sınırdır. Aşamazsanız bir ömür yanarsınız. Üstelik bu sınır ölüm gibi aşılamayacak türden bir sınır olmadığından sürekli beyninizde asılı durur. “Neden yapmadım? Neden söylemedim? Niye sakladım?” sancıları yetmiş yaşında artıkın küllendiği sanılan ölüm kapısındaki anlarda bile tekerrür eder sancır. Sizi hep incitir canınızı acıtır. O artık fikrinizin ince gülü değildir. Çıkaramadığınız rahatsız edici bir kıymıktır.
Sonra “özür dileyememe” sınırlarımız vardır. Yaptığınız hatalarda hata olduğunu bildiğiniz ve gözlerinizi kapadığınızda bile gördüğünüz halde özür dileyememe cezasına çarptırılmışsınızdır. Hem de bizzat yine kendiniz tarafından… Diliniz her kelimeye döner de bir özre dönmez dönemez… Doğru olmadığını düşünseniz bile diliniz bunu yapmanıza izin vermez. Bu da ilki kadar olmasa da dehşetli bir sınırdır. Zira bu sefer de hata işlediğiniz insanın yüzünü görmek onunla karşılaşmak vicdanınızı sızlatır. Bu sızıyı hissetmemek için ondan kaçarsınız. Ve bir nevi kendinizi esarete atarsınız. Hayatınızda artık “onun” olamayacağı bir esarete… Çünkü onunla artık karşılaşamazsınız. Karşılaşsanız da kaçarsınız.
Montaigne “Denemeler” isimli eserinde “Hindistan’da hiç gitmeyeceğim bir köye gitmem yasaklansa bile özgürlüğüm elimden alınmış gibi hissederim” der. Öyledir hakikaten… Yazara çok hak veririm. İnsan gitmese de görmese de o köyün kendi köyü olduğunu düşünerek teselli olur hep. Fakat bu küçücük sınırdan rahatsız olan insan kendi eliyle kendisine ne çok sınırlar koyar da ruhu bile duymaz ne yazık ki... Haberi olmaz… Kendi elleriyle kendisini esir alır. Kendi eliyle kendisini hapseder. Kendi elleriyle kendi hayatını mahveder…
Hayat bir daire çizmektir hayali arkadaşım.
Bir daire… Başladığın yere dönmektir. İyisi mi başladığın yere dönerken ilk günkü kadar masum kalmaya çalış. Başka şeylerle uğraşma! Yoksa insan olarak başladığın hayatı bundan pişman olarak bitirirsin. Ve o dairesel yol boyunca sana verilmiş binlerce “yirmi dört altını” kumara mumara vermiş zarar etmiş ziyan etmiş adam gibi olursun.
İyisi mi sen sen ol; sen senden başkası olma