ashli
Bayan Üye
Bir kavram, somutluklardan oluşan muazzam bir algısal topluluğa işaret eder; ve, kavram, bir sembolle (bir kelime ile) temsil edilir. Büyük bir miktar bilgiyi, minimum sayıda birimle temsil edebilmek (birim-ekonomisi prensibi), insanın o müthiş bilgilenme gücünün esasını teşkil eder. Birim-ekonomisi fonksiyonunu yerine getirebilmek için; bir kavramı temsil eden sembol (kelime), insan bilincinde otomatik hale getirilmiş olmalıdır; bir kavramın her kullanılışında, o kavramın realitedeki karşılıklarından oluşan muazzam topluluk, algısal bir görmeye gerek olmaksızın veya zihinde tekrar bütünleştirmeye girişmeksizin, derhal insanın bilinçli zihnine gelebilmelidir.
Mesela; bir insan, "adalet" kavramını tam olarak anlamışsa; bir mahkemedeki delilleri dinlerken, adaletin anlamı üzerinde uzun bir bilimsel tezi içinden geçirmez. Bir tek "Adil olmalıyım" cümlesini sarf ettiğinde, adaletin anlamı zihninde otomatik olarak belirir; ve, bilinçli dikkati, delilleri kavramak ve onları karmaşık bir prensipler setine göre değerlendirmek üzere serbest kalır. (Şüpheye düşmesi halinde; "adalet" kavramının kesin anlamını bilinçli olarak kendine hatırlatması, o şüpheyi ortadan kaldıracak bilgiyi ona sağlar.)
Birim-ekonomisi prensibi; kavramların tanımının, asli karakteristikler yoluyla yapılmasını gerekli kılar. Bir kavramın ne olduğu konusunda şüpheye düşen bir insan, o kavramın tanımını hatırladığında; tanımda belirtilen asli karakteristik(ler), ona kavramın anlamını (kavramın altındaki birimlerin tabiatını) hemen hatırlatır. Mesela; bir sosyal teoriyi değerlendirmeğe giriştiğinde; insanın, "rasyonel bir hayvan" olduğunu hatırlarsa, o teoriyi bu tanıma uygun olarak değerlendirir; ama, insanı, bazı antropologlar gibi "başparmağa sahip bir hayvan" olarak tanımlarsa, o teoriyi değerlendirmesi ve varacağı sonuçlar farklı olacaktır.
Konuşmayı öğrenme, kavramların kullanımını -kavramların anlamını ve tatbik edilme şartlarını- otomatikleştirme sürecidir. Otomatikleştirilmiş bilgi, kavramsal bilgiye, algısal bilgide varolan bazı nitelikleri verir: insana, algısal bir haberdarlıkta varolan doğrudanlığı, kolaylığı ve aşikarlıktan doğan kesinliği sağlar. Fakat, unutulmamalıdır ki; otomatikleştirilmiş bilgi, kavramsal bilgidir; ve, kavramsal bilginin geçerliği, bu bilgideki kavramların dakikliğine -bu kavramların anlamı konusunda edinilmiş dakikliğe, bu kavramlar altındaki spesifik birimlerin ne olduğu hakkındaki kesin bilgiye- bağlıdır. (Bir insanın yanlışları, çelişkileri ve tanımsız yaklaşıklıkları otomatikleştirmesi halinde, nasıl bir felaket doğacağı kolayca görülebilir.)
Kavramların bilgilenmedeki rolünün hayati bir yönüne, burada işaret etmek gerekir: kavramlar, yoğunlaştırılmış bilgiyi temsil eder; böylece, daha ileri bilgisel çalışmaları ve bilgisel işbölümünü mümkün kılar.
Hatırlayacak olursak: haberdarlığın algısal düzeyi, insanın kavramsal gelişmesinin temelidir. Algısal malumatın kapsamı, zihnin baş edemeyeceği ölçüde büyüdüğünde, bir sınıflama sistemi olarak kavramlar teşkil edilir. Kavramlar, spesifik tür mevcut-şeyler yerini tutar ve bu mevcut-şeylerin gözlemlenmiş ve henüz-gözlenmemiş, bilinen ve henüz-bilinmeyen bütün karakteristiklerini içerir.
Kavramların "açık-uçlu" bir sınıflama olduğu (verili bir gurup mevcut-şeyin daha-keşfedilecek karakteristiklerini de içerdiği) gerçeğini kavramak, hayati önemi haizdir; bütün insan bilgisi, bu gerçek üzerine bina olur.
Küçük bir çocuğun dilinden, bir sosyal bilimin terminolojisine kadar her düzeyde "insan" kavramı, realitedeki aynı spesifik varlığa işaret eder; her düzeyde yapılmış olan tanım, o düzeyde mevcut bilgisel bağlam dahilinde doğrudur. İnsan kavramını ilk defa kullanan bir çocuğun zihninde, "insan" için adeta bir dosya açılır; ve, hayatı boyunca bu konuda öğrendiği her şey, zihni bir gayretle bütünleştirilerek, bu dosya güncelleştirilir.
"Mantık Pozitivistleri" diye adlandırılan modern felsefe ekolü, kavramların işte bu tabiatına itiraz eder. Bu sözde-filozofların kelime kalabalıklarının gerisinde; ders çalışmak yerine, otomatik bilgi hapları yutarak öğrenmeyi hayal eden ve bu mümkün olmadığı için canı sıkılan şımarık bir çocuğun, realiteye tekme atarak şöyle sızlandığını duymak mümkündür: "Bağlam, bütünleştirme, zihni gayret ve birinci-elden araştırma, benden çok şey istemek olur. Böylesine talepkar bir bilgilenme metodunu reddediyorum! Şu andan itibaren, kendi "yapılar"ımı imal edeceğim!" (Bu sızlanmayla şunu söylemek isterler: "Kavramların kökenini bizatihi şeylerde aramak bizi başarısızlığa götürdü; tek alternatifimiz sübjektivizmdir.")
Gerçek şudur ki: bazı modern insanlarca, akışkan, dinamik, ilerici bir bilimin avukatları zannedilen bu sözde-filozoflar; gerçekte, hiç gayretsiz elde edilen, içeriği değişmeyen, otomatik bir bilgi arayan (Alim-i Mutlak olmak isteyen) antika mistiklerin günümüzdeki temsilcilerinden başka birileri değildirler.
İnsanlar arasında bilgisel işbölümünü mümkün kılan şey, kavramların "açık-uçlu" karakteridir. Bir bilim adamının özel bir inceleme alanında uzmanlaşabilmesi, ancak daha geniş bir bağlamın varlığıyla, yani aynı konunun başka yönlerinde varolan çalışmalara kendi çalışmasını bütünleştirip parelellikler kurabilmesiyle mümkündür. Mesela, tıp bilimini ele alalım. Eğer, "insan" kavramı bu bilimin birleştirici kavramı olarak ortada bulunmasaydı (eğer; bazı bilim adamları, sadece insan ciğerlerini; bazıları, sadece mideyi; bazıları, sadece kan dolaşımını; vs. inceleselerdi); eğer, bu konudaki her yeni keşif, aynı varlığa atfedilmeseydi, yani Kimlik Kanunu'na tam bir itaat halinde "insan" kavramı içinde bütünleştirilmeseydi; tıp bilimi diye bir bilim olmazdı.
Tek başına hiçbir zihin, bugün mevcut insan bilgisinin tamamını taşıyacak güçte değildir -hele, insan bilgisinin bütün teferruatının ne ölçüde geniş olduğu düşünülürse. Ancak; eğer, bilimin; bağlantısız, isbatsız, çelişkili detayların ağırlığı altında yıkılması istenmiyorsa; insan bilgisi, bütünleştirilmelidir; bu bilgi, bireyin anlayabilmesine ve doğruluğunu tahkik edebilmesine müsait bir biçimde olmalıdır. Sadece kuvvetli bir epistemolojik kesinlik, bilimin ilerlemesini sağlar ve ilerlemenin sürmesini garantiler. Sadece en kesin bir şekilde belirlenmiş
-bağlamsal olarak mutlak addedilen- kavram tanımları, insan bilgisini bütünleştirebilir; sadece böyle tanımlar, kavramsal yapının, katı bir hiyerarşik düzen içinde, gerektiğinde yeni kavramlar teşkil edilerek geliştirilmesini; böylece, bilginin yoğunlaştırılmasını ve kullanılacak zihni birimlerin sayısının azaltılmasını mümkün kılar.
Oysa, bilimsel epistemolojinin muhafızları olması gereken filozoflardan bazıları, bunun tersini söylemektedir. Onlara göre: kavramsal kesinlik imkansızdır; bütünleştirme arzu edilir birşey değildir; kavramların, olgusal karşılıkları yoktur; kavram, tanımlayıcı karakteristiğinden başka birşey değildir; kavram, hiçbir şeyi değil, sosyal bir konvansiyonu temsil eder. ("Anlamın ne olduğunu araştırma, kullanımına bak" derlerken; adeta, bilim adamına, kullandığı kavramın anlamını kamuoyu yoklamalarıyla tesbit etmeleri tavsiyesinde bulunmaktadırlar.)
Kavramlar, zihni bir dosyalama ve çapraz-dosyalama sistemini temsil eder. Bu sistem öylesine geniş ve karmaşıktır ki; bugünkü en güçlü bilgisayar bile, yanında çocuk oyuncağı kalır. Raslanan her mevcut-şeyin, realitenin her veçhesinin anlaşılabilmesi, sınıflandırılabilmesi (ve daha derinlemesine incelenebilmesi); bu kavramlar sisteminin, bir bağlam olarak, bir referans-çerçevesi olarak kullanılmasıyla mümkün olur. Bu sistemi tatbikata geçiren fiziki (görsel-işitsel) vasıta, lisandır.
Kavramlar, dolayısiyle lisan, genellikle varsayıldığı gibi bir haberleşme aracı değildir. Kavramlar (ve lisan), birincil olarak bir bilgilenme aracıdır. Haberleşme, kavram-teşkilinin ne sebebi, ne de birincil amacıdır, sadece onun sonucudur; insan için paha biçilmez öneme sahip, hayati bir sonuçtur, ama yine de sadece bir sonuçtur. Bilgilenme, haberleşmeden önce gelir; haberleşmenin gerekli önşartı, birisinin muhabere edeceği birşeyin bulunmasıdır. Kavramların ve lisanın birincil amacı; insana, bilgisel bir sınıflama ve organizasyon sistemi sağlayarak; onu, sınırsız bir ölçekte bilgi elde etmeğe muktedir kılmaktır; yani, insan zihninde düzen sağlayarak, onu düşünmeye muktedir kılmaktır.
Bir çok tür mevcut-şey, kavramlar halinde bütünleştirilir ve özel kelimelerle temsil edilir; fakat, başka bir çoğu, bu işleme uğramaz ve sadece sözlü bir tasvirle tanıtılırlar. İnsanın, verili bir gurup mevcut-şeyi, bir kavrama bütünleştirme kararını ne belirler? Cevap: bilgilenme ihtiyacı (ve birim-ekonomisi prensibi).
İnsanın kavramlar lügatinin sınırları, büyük bir serbesti içindedir; yani, hangi kavramların teşkil edileceği konusunun seçimsel olduğu geniş bir alan vardır; fakat, belirli bazı merkezi kategorilerde kavramların teşkili, mecburidir. Bu kategoriler:
a) İnsanların günlük olarak ilişkide bulunduğu, ilk düzey soyutlamalarla temsil edilen, algısal somutluklar;
b) Bilimin yeni keşifleri;
c) Daha önce bilinen nesnelerden asli karakteristikleri itibarıyle farklı olan ("televizyon" gibi) yeni insan-yapısı nesneler;
d) Fiziki ve psikolojik davranışları içeren, karmaşık insan ilişkileri ("evlilik," "kanun," "adalet" gibi).
Bu dört kategori mevcut-şeyi, insan zihninde algısal imajlarla veya uzun sözlü tasvirlerle taşımak o kadar büyük bir külfettir ki; hiçbir insan zihni, bu yükü kaldıramaz. Yoğunlaştırma ihtiyacı, birim-ekonomisi ihtiyacı, bu gibi hallerde aşikardır.
Yeni kavramlar teşkilinin temel sebepleri: en başta bilgilenme ihtiyaçları olmak üzere; verili bir gurup mevcut-şeyin tasvirindeki güçlük derecesi ve bunların kullanımındaki sıklık derecesidir.
Hem tecrit etme, hem de bütünleştirme açısından, mevcut-şeylerin keyfi olarak guruplandırılması, insanın bilgilenme sisteminin ihtiyaçlarınca yasak edilmiştir. Bu ihtiyaçlar, herhangi bir karakteristikler kombinasyonu kurarak, mevcut-şeylerin her gurubuna rasgele özel kavramlar darbetmeği yasaklamıştır. Mesela, "Sarışın, mavi gözlü, 170 cm boyunda ve 24 yaşında güzel kızlar" için bir kavram teşkil edilmez. Bu tür varlıklar veya guruplar, tasvir yoluyla kimliklendirilir. Eğer, böyle bir özel kavram teşkil edilmiş olsaydı, bilgilenme gayretinde anlamsız bir mükerrerliğe (ve kavramsal bir kaosa) yol açardı: bu gurup hakkında keşfedilen her önemli şey, diğer bütün genç kızlara da uygulanabileceğinden; zihin dahilinde, bir yerine en az iki dosyanın güncelleştirilmesi söz konusu olurdu.
Kavramsal sınıflamalar yapılırken, gözlemlenmiş olan hiçbir asli benzerliğin veya hiçbir asli farklılığın görmezden gelinmesi veya dışarıda bırakılması meşru değildir. İnsanın bilgilenme sisteminin ihtiyaçları, kavramların keyfi olarak bölünmesini nasıl yasaklamışsa; aynı şekilde, kavramların, asli farklar gözardı edilerek daha geniş bir kavrama bütünleştirilmesini de yasaklanmıştır. Böyle bir yanlışa düşmek, gayrı-asli karakteristiklerle yapılmış tanımlara (yanlış tanımlara) sahip olmakla mümkündür.
Mesela; bir insan, insanın kendi etrafında dönebilme kapasitesini asli karakteristik olarak alıp, onu "dönen hayvan" olarak tanımlarsa; bir sonraki aşamada, kendince "gayrı-asli" ayrımları düşürerek, "dönen varlıklar" olarak tanımlanabilecek yeni bir kavram teşkil edebilir ve bunun içine (varlıkların, eylemler karşısındaki epistemolojik önceliğini göz ardı ederek) "dönen derviş," "dönen gezegen," "dönen fırıldak" gibi varlıkları sokabilir. Varacağı sonuç, bilgilenme mekanizmasında tutukluk ve epistemolojik parçalanma olur.
Böyle bir teşebbüsün bilgilenme mekanizmasındaki ürünü: her anlama çekilebilecek cümleler, dışı cilalı içi boş metaforlar ve "çalıntı kavramlar" olur. Aynı teşebbüsün epistemolojik sonucu ise: ayrım yapabilme kapasitesinin felç olması; muazzam, ayrımsız bir kaos halindeki veriler karşısında içine düşülen panik duygusudur; yani, yetişkin bir insan bilincinin, haberdarlığın algısal düzeyine gerileyerek, ilkel insanın içinde bulunduğu çaresizlikten kaynaklanan terörün aynısını hissetmesidir.
Bilgilenme sisteminin ihtiyaçları, kavramlaştırmanın objektif kriterlerini belirler. Bu kriterler epistemolojik bir "endaze" şeklinde şöyle özetlenebilir: kavramlar, ne ihtiyaçlar ötesinde çoğaltılmalı; bunun pareleli olarak: ne de, ihtiyaç gözönüne alınmadan bütünleştirilmelidir.
Kavram-teşkilinin mecburi değil, seçimsel olan alanına gelecek olursak; bu alanın en büyük kısmı, (sıfatlar gibi) ince anlam nüanslarına karşılık düşen bölme işlemlerinden doğar ki; bunlar, hemen hemen eş-anlamlıdır (sinonimdir). Bu alan, edebiyat sanatçısının özel alanıdır: bu alan, ifade zarafetine ve duygusal çağrışımlara imkan veren bir tür birim-ekonomisini temsil eder. Birçok lisan, başka lisanlarda tek-kelimelik bir karşılığı olmayan kelimelere sahiptir. Fakat, kelimeler objektif şeylere karşılık düşmek zorunda olduğundan; bir lisanın bu tür "seçimsel" kavramları, başka bir lisana, tasvir yoluyla çevrilebilir.
Bu seçimsel alan, modern filozofların, kavramların geçersizliğini iddia etmek üzere ortaya attığı "Sınırdaki Vakalar" kategorisini de içerir. "Sınırdaki Vakalar"la kast ettikleri: ya, verili bir kavramın birimleriyle bazı karakteristikleri paylaşan, fakat başka bazılarına sahip olmayan; veya, iki farklı kavramın birimleriyle bazı karakteristikleri paylaşan ve gerçekten de epistemolojik olarak orta-yol'cu olan mevcut-şeylerdir; mesela: biyologların, hayvan veya bitki olarak tam sınıflayamadıkları bazı ilkel organizmalar.
Modern filozofların bu "problem" hakkındaki gözde örnekleri şu sorularla dile gelir: "Hangi kesin renk tonu, kırmızı ile turuncu arasındaki kavramsal sınırı temsil eder?"; veya, "Beyazdan başka hiçbir tür kuğu görmemişseniz; siyah bir tane keşfettiğinizde, onu bir 'kuğu' olarak sınıflamak veya yeni bir kavram darp ederek ona farklı bir isim vermek konusundaki kararınızı hangi kriterle belirlersiniz?"; veya, "Rasyonel bir zihine ve fakat bir örümcek gövdesine sahip bir Merihli varlığa raslasanız; onu, rasyonel bir hayvan, yani 'insan' olarak sınıflar mıydınız?"
Yukarıdakiler eşliğinde, bir de şikayet gelir: "Tabiat, hangi seçimi yapmak gerektiğini insana söylemez." Daha sonra; kavramların, insani (sosyal) kaprislerle yapılmış keyfi guruplamaları temsil ettiğini, objektif kriterlerle belirlenmediğini, yani bilgisel bir geçerliğe sahip olmadığını isbata çabalarlar.
Bu doktrinlerin teşhir ettiği şey, kavramların bilgilenmedeki rolünün (bilgilenme sisteminin ihtiyaçlarının, kavram-teşkilinin objektif kriterlerini belirlediği olgusunun), kavranmasındaki başarısızlıktır. Yeni keşfedilen mevcut-şeylerin kavramsal sınıflamasının ne olacağını tayin eden şey: bunların, daha önceden bilinen mevcut-şeylere nazaran sahip oldukları farklılıkların ve benzerliklerin tabiatıdır.
Siyah kuğular vakasında; onları, "kuğu" olarak sınıflamak objektif bir mecburiyettir; çünkü, onların bütün karakteristikleri, beyaz kuğuların karakteristiklerinin benzeridir ve renkteki farklılık, bilgilenme açısından anlamlı bir fark değildir. (Kavramlar, ihtiyacın ötesinde çoğaltılmamalıdır.) Merih'ten gelen rasyonel örümcek vakasında (böyle bir yaratığın varlığı mümkün olsaydı); o varlıkla insan arasındaki farklar o kadar büyük olurdu ki; bir tanesinin incelenmesinden çıkan sonuçlar, nadiren ötekine tatbik edilebilirdi; dolayısiyle, Merihlileri belirtmek için yeni bir kavramın teşkili objektif bir mecburiyet olurdu. (Kavramlar, ihtiyaç göz önüne alınmadan bütünleştirilmemelidir.)
Karakteristikleri, iki farklı kavramın birimleri arasında eşit olarak dengelenmiş olan mevcut-şeyler vakasında (ilkel organizmalar veya renk süreklisindeki geçiş tonları gibi); bunların, iki kavramdan herhangi bir tanesi altında sınıflanması gibi bir mecburiyet yoktur; hatta, herhangi bir kavram altında sınıflandırılması mecburiyeti yoktur. Herhangi bir seçim yapılabilir: bu tür mevcut-şeyler, iki kavramdan bir tanesinin bir alt-kategorisi olarak sınıflandırılabilir; veya, süreklilik içeren durumlarda, ("x'den fazla olmamak ve y'den az olmamak üzere" prensibi kullanılarak) yaklaşık sınır çizgileri çizilerek tanımlanabilir; veya, tasvir yoluyla kimliklendirilebilir.
Bu noktada şu soruyu sormak mümkün: O halde, insanın kavramsal lügatindeki organizasyonun düzenini kim koruyacaktır; tanımlarda değişikliği veya genişletmeleri kim önerecektir; bilgilenmenin prensiplerini ve bilimin kriterlerini kim formüle edecektir; özel bilimlerin kendi içlerinde ve birbirleriyle olan haberleşmelerindeki objektifliği, yöntemlerindeki objektifliği kim koruyacaktır; ve, insanlığın bütün bilgisinin bütünleştirilmesinin kurallarını kim sağlayacaktır? Cevap: felsefe. Daha dakik söylersek: Bunlar, epistemolojinin görevleridir. Filozofların en büyük sorumluluğu, insan bilgisinin muhafızları ve bütünleştiricileri olarak hizmet vermektir.
Modern felsefe, bu sorumluluğu sadece gözardı etmekle kalmadı; daha da kötüsü, bilgiyi parçalayıp yok etme sürecine ön ayak olup kendi sonunu hazırladı.
Felsefe, bilimin temelidir; epistemoloji, felsefenin temelidir. Felsefenin yeniden doğuşunu, ancak epistemolojiye yeni bir yaklaşım başlatabilir.
Mesela; bir insan, "adalet" kavramını tam olarak anlamışsa; bir mahkemedeki delilleri dinlerken, adaletin anlamı üzerinde uzun bir bilimsel tezi içinden geçirmez. Bir tek "Adil olmalıyım" cümlesini sarf ettiğinde, adaletin anlamı zihninde otomatik olarak belirir; ve, bilinçli dikkati, delilleri kavramak ve onları karmaşık bir prensipler setine göre değerlendirmek üzere serbest kalır. (Şüpheye düşmesi halinde; "adalet" kavramının kesin anlamını bilinçli olarak kendine hatırlatması, o şüpheyi ortadan kaldıracak bilgiyi ona sağlar.)
Birim-ekonomisi prensibi; kavramların tanımının, asli karakteristikler yoluyla yapılmasını gerekli kılar. Bir kavramın ne olduğu konusunda şüpheye düşen bir insan, o kavramın tanımını hatırladığında; tanımda belirtilen asli karakteristik(ler), ona kavramın anlamını (kavramın altındaki birimlerin tabiatını) hemen hatırlatır. Mesela; bir sosyal teoriyi değerlendirmeğe giriştiğinde; insanın, "rasyonel bir hayvan" olduğunu hatırlarsa, o teoriyi bu tanıma uygun olarak değerlendirir; ama, insanı, bazı antropologlar gibi "başparmağa sahip bir hayvan" olarak tanımlarsa, o teoriyi değerlendirmesi ve varacağı sonuçlar farklı olacaktır.
Konuşmayı öğrenme, kavramların kullanımını -kavramların anlamını ve tatbik edilme şartlarını- otomatikleştirme sürecidir. Otomatikleştirilmiş bilgi, kavramsal bilgiye, algısal bilgide varolan bazı nitelikleri verir: insana, algısal bir haberdarlıkta varolan doğrudanlığı, kolaylığı ve aşikarlıktan doğan kesinliği sağlar. Fakat, unutulmamalıdır ki; otomatikleştirilmiş bilgi, kavramsal bilgidir; ve, kavramsal bilginin geçerliği, bu bilgideki kavramların dakikliğine -bu kavramların anlamı konusunda edinilmiş dakikliğe, bu kavramlar altındaki spesifik birimlerin ne olduğu hakkındaki kesin bilgiye- bağlıdır. (Bir insanın yanlışları, çelişkileri ve tanımsız yaklaşıklıkları otomatikleştirmesi halinde, nasıl bir felaket doğacağı kolayca görülebilir.)
Kavramların bilgilenmedeki rolünün hayati bir yönüne, burada işaret etmek gerekir: kavramlar, yoğunlaştırılmış bilgiyi temsil eder; böylece, daha ileri bilgisel çalışmaları ve bilgisel işbölümünü mümkün kılar.
Hatırlayacak olursak: haberdarlığın algısal düzeyi, insanın kavramsal gelişmesinin temelidir. Algısal malumatın kapsamı, zihnin baş edemeyeceği ölçüde büyüdüğünde, bir sınıflama sistemi olarak kavramlar teşkil edilir. Kavramlar, spesifik tür mevcut-şeyler yerini tutar ve bu mevcut-şeylerin gözlemlenmiş ve henüz-gözlenmemiş, bilinen ve henüz-bilinmeyen bütün karakteristiklerini içerir.
Kavramların "açık-uçlu" bir sınıflama olduğu (verili bir gurup mevcut-şeyin daha-keşfedilecek karakteristiklerini de içerdiği) gerçeğini kavramak, hayati önemi haizdir; bütün insan bilgisi, bu gerçek üzerine bina olur.
Küçük bir çocuğun dilinden, bir sosyal bilimin terminolojisine kadar her düzeyde "insan" kavramı, realitedeki aynı spesifik varlığa işaret eder; her düzeyde yapılmış olan tanım, o düzeyde mevcut bilgisel bağlam dahilinde doğrudur. İnsan kavramını ilk defa kullanan bir çocuğun zihninde, "insan" için adeta bir dosya açılır; ve, hayatı boyunca bu konuda öğrendiği her şey, zihni bir gayretle bütünleştirilerek, bu dosya güncelleştirilir.
"Mantık Pozitivistleri" diye adlandırılan modern felsefe ekolü, kavramların işte bu tabiatına itiraz eder. Bu sözde-filozofların kelime kalabalıklarının gerisinde; ders çalışmak yerine, otomatik bilgi hapları yutarak öğrenmeyi hayal eden ve bu mümkün olmadığı için canı sıkılan şımarık bir çocuğun, realiteye tekme atarak şöyle sızlandığını duymak mümkündür: "Bağlam, bütünleştirme, zihni gayret ve birinci-elden araştırma, benden çok şey istemek olur. Böylesine talepkar bir bilgilenme metodunu reddediyorum! Şu andan itibaren, kendi "yapılar"ımı imal edeceğim!" (Bu sızlanmayla şunu söylemek isterler: "Kavramların kökenini bizatihi şeylerde aramak bizi başarısızlığa götürdü; tek alternatifimiz sübjektivizmdir.")
Gerçek şudur ki: bazı modern insanlarca, akışkan, dinamik, ilerici bir bilimin avukatları zannedilen bu sözde-filozoflar; gerçekte, hiç gayretsiz elde edilen, içeriği değişmeyen, otomatik bir bilgi arayan (Alim-i Mutlak olmak isteyen) antika mistiklerin günümüzdeki temsilcilerinden başka birileri değildirler.
İnsanlar arasında bilgisel işbölümünü mümkün kılan şey, kavramların "açık-uçlu" karakteridir. Bir bilim adamının özel bir inceleme alanında uzmanlaşabilmesi, ancak daha geniş bir bağlamın varlığıyla, yani aynı konunun başka yönlerinde varolan çalışmalara kendi çalışmasını bütünleştirip parelellikler kurabilmesiyle mümkündür. Mesela, tıp bilimini ele alalım. Eğer, "insan" kavramı bu bilimin birleştirici kavramı olarak ortada bulunmasaydı (eğer; bazı bilim adamları, sadece insan ciğerlerini; bazıları, sadece mideyi; bazıları, sadece kan dolaşımını; vs. inceleselerdi); eğer, bu konudaki her yeni keşif, aynı varlığa atfedilmeseydi, yani Kimlik Kanunu'na tam bir itaat halinde "insan" kavramı içinde bütünleştirilmeseydi; tıp bilimi diye bir bilim olmazdı.
Tek başına hiçbir zihin, bugün mevcut insan bilgisinin tamamını taşıyacak güçte değildir -hele, insan bilgisinin bütün teferruatının ne ölçüde geniş olduğu düşünülürse. Ancak; eğer, bilimin; bağlantısız, isbatsız, çelişkili detayların ağırlığı altında yıkılması istenmiyorsa; insan bilgisi, bütünleştirilmelidir; bu bilgi, bireyin anlayabilmesine ve doğruluğunu tahkik edebilmesine müsait bir biçimde olmalıdır. Sadece kuvvetli bir epistemolojik kesinlik, bilimin ilerlemesini sağlar ve ilerlemenin sürmesini garantiler. Sadece en kesin bir şekilde belirlenmiş
-bağlamsal olarak mutlak addedilen- kavram tanımları, insan bilgisini bütünleştirebilir; sadece böyle tanımlar, kavramsal yapının, katı bir hiyerarşik düzen içinde, gerektiğinde yeni kavramlar teşkil edilerek geliştirilmesini; böylece, bilginin yoğunlaştırılmasını ve kullanılacak zihni birimlerin sayısının azaltılmasını mümkün kılar.
Oysa, bilimsel epistemolojinin muhafızları olması gereken filozoflardan bazıları, bunun tersini söylemektedir. Onlara göre: kavramsal kesinlik imkansızdır; bütünleştirme arzu edilir birşey değildir; kavramların, olgusal karşılıkları yoktur; kavram, tanımlayıcı karakteristiğinden başka birşey değildir; kavram, hiçbir şeyi değil, sosyal bir konvansiyonu temsil eder. ("Anlamın ne olduğunu araştırma, kullanımına bak" derlerken; adeta, bilim adamına, kullandığı kavramın anlamını kamuoyu yoklamalarıyla tesbit etmeleri tavsiyesinde bulunmaktadırlar.)
Kavramlar, zihni bir dosyalama ve çapraz-dosyalama sistemini temsil eder. Bu sistem öylesine geniş ve karmaşıktır ki; bugünkü en güçlü bilgisayar bile, yanında çocuk oyuncağı kalır. Raslanan her mevcut-şeyin, realitenin her veçhesinin anlaşılabilmesi, sınıflandırılabilmesi (ve daha derinlemesine incelenebilmesi); bu kavramlar sisteminin, bir bağlam olarak, bir referans-çerçevesi olarak kullanılmasıyla mümkün olur. Bu sistemi tatbikata geçiren fiziki (görsel-işitsel) vasıta, lisandır.
Kavramlar, dolayısiyle lisan, genellikle varsayıldığı gibi bir haberleşme aracı değildir. Kavramlar (ve lisan), birincil olarak bir bilgilenme aracıdır. Haberleşme, kavram-teşkilinin ne sebebi, ne de birincil amacıdır, sadece onun sonucudur; insan için paha biçilmez öneme sahip, hayati bir sonuçtur, ama yine de sadece bir sonuçtur. Bilgilenme, haberleşmeden önce gelir; haberleşmenin gerekli önşartı, birisinin muhabere edeceği birşeyin bulunmasıdır. Kavramların ve lisanın birincil amacı; insana, bilgisel bir sınıflama ve organizasyon sistemi sağlayarak; onu, sınırsız bir ölçekte bilgi elde etmeğe muktedir kılmaktır; yani, insan zihninde düzen sağlayarak, onu düşünmeye muktedir kılmaktır.
Bir çok tür mevcut-şey, kavramlar halinde bütünleştirilir ve özel kelimelerle temsil edilir; fakat, başka bir çoğu, bu işleme uğramaz ve sadece sözlü bir tasvirle tanıtılırlar. İnsanın, verili bir gurup mevcut-şeyi, bir kavrama bütünleştirme kararını ne belirler? Cevap: bilgilenme ihtiyacı (ve birim-ekonomisi prensibi).
İnsanın kavramlar lügatinin sınırları, büyük bir serbesti içindedir; yani, hangi kavramların teşkil edileceği konusunun seçimsel olduğu geniş bir alan vardır; fakat, belirli bazı merkezi kategorilerde kavramların teşkili, mecburidir. Bu kategoriler:
a) İnsanların günlük olarak ilişkide bulunduğu, ilk düzey soyutlamalarla temsil edilen, algısal somutluklar;
b) Bilimin yeni keşifleri;
c) Daha önce bilinen nesnelerden asli karakteristikleri itibarıyle farklı olan ("televizyon" gibi) yeni insan-yapısı nesneler;
d) Fiziki ve psikolojik davranışları içeren, karmaşık insan ilişkileri ("evlilik," "kanun," "adalet" gibi).
Bu dört kategori mevcut-şeyi, insan zihninde algısal imajlarla veya uzun sözlü tasvirlerle taşımak o kadar büyük bir külfettir ki; hiçbir insan zihni, bu yükü kaldıramaz. Yoğunlaştırma ihtiyacı, birim-ekonomisi ihtiyacı, bu gibi hallerde aşikardır.
Yeni kavramlar teşkilinin temel sebepleri: en başta bilgilenme ihtiyaçları olmak üzere; verili bir gurup mevcut-şeyin tasvirindeki güçlük derecesi ve bunların kullanımındaki sıklık derecesidir.
Hem tecrit etme, hem de bütünleştirme açısından, mevcut-şeylerin keyfi olarak guruplandırılması, insanın bilgilenme sisteminin ihtiyaçlarınca yasak edilmiştir. Bu ihtiyaçlar, herhangi bir karakteristikler kombinasyonu kurarak, mevcut-şeylerin her gurubuna rasgele özel kavramlar darbetmeği yasaklamıştır. Mesela, "Sarışın, mavi gözlü, 170 cm boyunda ve 24 yaşında güzel kızlar" için bir kavram teşkil edilmez. Bu tür varlıklar veya guruplar, tasvir yoluyla kimliklendirilir. Eğer, böyle bir özel kavram teşkil edilmiş olsaydı, bilgilenme gayretinde anlamsız bir mükerrerliğe (ve kavramsal bir kaosa) yol açardı: bu gurup hakkında keşfedilen her önemli şey, diğer bütün genç kızlara da uygulanabileceğinden; zihin dahilinde, bir yerine en az iki dosyanın güncelleştirilmesi söz konusu olurdu.
Kavramsal sınıflamalar yapılırken, gözlemlenmiş olan hiçbir asli benzerliğin veya hiçbir asli farklılığın görmezden gelinmesi veya dışarıda bırakılması meşru değildir. İnsanın bilgilenme sisteminin ihtiyaçları, kavramların keyfi olarak bölünmesini nasıl yasaklamışsa; aynı şekilde, kavramların, asli farklar gözardı edilerek daha geniş bir kavrama bütünleştirilmesini de yasaklanmıştır. Böyle bir yanlışa düşmek, gayrı-asli karakteristiklerle yapılmış tanımlara (yanlış tanımlara) sahip olmakla mümkündür.
Mesela; bir insan, insanın kendi etrafında dönebilme kapasitesini asli karakteristik olarak alıp, onu "dönen hayvan" olarak tanımlarsa; bir sonraki aşamada, kendince "gayrı-asli" ayrımları düşürerek, "dönen varlıklar" olarak tanımlanabilecek yeni bir kavram teşkil edebilir ve bunun içine (varlıkların, eylemler karşısındaki epistemolojik önceliğini göz ardı ederek) "dönen derviş," "dönen gezegen," "dönen fırıldak" gibi varlıkları sokabilir. Varacağı sonuç, bilgilenme mekanizmasında tutukluk ve epistemolojik parçalanma olur.
Böyle bir teşebbüsün bilgilenme mekanizmasındaki ürünü: her anlama çekilebilecek cümleler, dışı cilalı içi boş metaforlar ve "çalıntı kavramlar" olur. Aynı teşebbüsün epistemolojik sonucu ise: ayrım yapabilme kapasitesinin felç olması; muazzam, ayrımsız bir kaos halindeki veriler karşısında içine düşülen panik duygusudur; yani, yetişkin bir insan bilincinin, haberdarlığın algısal düzeyine gerileyerek, ilkel insanın içinde bulunduğu çaresizlikten kaynaklanan terörün aynısını hissetmesidir.
Bilgilenme sisteminin ihtiyaçları, kavramlaştırmanın objektif kriterlerini belirler. Bu kriterler epistemolojik bir "endaze" şeklinde şöyle özetlenebilir: kavramlar, ne ihtiyaçlar ötesinde çoğaltılmalı; bunun pareleli olarak: ne de, ihtiyaç gözönüne alınmadan bütünleştirilmelidir.
Kavram-teşkilinin mecburi değil, seçimsel olan alanına gelecek olursak; bu alanın en büyük kısmı, (sıfatlar gibi) ince anlam nüanslarına karşılık düşen bölme işlemlerinden doğar ki; bunlar, hemen hemen eş-anlamlıdır (sinonimdir). Bu alan, edebiyat sanatçısının özel alanıdır: bu alan, ifade zarafetine ve duygusal çağrışımlara imkan veren bir tür birim-ekonomisini temsil eder. Birçok lisan, başka lisanlarda tek-kelimelik bir karşılığı olmayan kelimelere sahiptir. Fakat, kelimeler objektif şeylere karşılık düşmek zorunda olduğundan; bir lisanın bu tür "seçimsel" kavramları, başka bir lisana, tasvir yoluyla çevrilebilir.
Bu seçimsel alan, modern filozofların, kavramların geçersizliğini iddia etmek üzere ortaya attığı "Sınırdaki Vakalar" kategorisini de içerir. "Sınırdaki Vakalar"la kast ettikleri: ya, verili bir kavramın birimleriyle bazı karakteristikleri paylaşan, fakat başka bazılarına sahip olmayan; veya, iki farklı kavramın birimleriyle bazı karakteristikleri paylaşan ve gerçekten de epistemolojik olarak orta-yol'cu olan mevcut-şeylerdir; mesela: biyologların, hayvan veya bitki olarak tam sınıflayamadıkları bazı ilkel organizmalar.
Modern filozofların bu "problem" hakkındaki gözde örnekleri şu sorularla dile gelir: "Hangi kesin renk tonu, kırmızı ile turuncu arasındaki kavramsal sınırı temsil eder?"; veya, "Beyazdan başka hiçbir tür kuğu görmemişseniz; siyah bir tane keşfettiğinizde, onu bir 'kuğu' olarak sınıflamak veya yeni bir kavram darp ederek ona farklı bir isim vermek konusundaki kararınızı hangi kriterle belirlersiniz?"; veya, "Rasyonel bir zihine ve fakat bir örümcek gövdesine sahip bir Merihli varlığa raslasanız; onu, rasyonel bir hayvan, yani 'insan' olarak sınıflar mıydınız?"
Yukarıdakiler eşliğinde, bir de şikayet gelir: "Tabiat, hangi seçimi yapmak gerektiğini insana söylemez." Daha sonra; kavramların, insani (sosyal) kaprislerle yapılmış keyfi guruplamaları temsil ettiğini, objektif kriterlerle belirlenmediğini, yani bilgisel bir geçerliğe sahip olmadığını isbata çabalarlar.
Bu doktrinlerin teşhir ettiği şey, kavramların bilgilenmedeki rolünün (bilgilenme sisteminin ihtiyaçlarının, kavram-teşkilinin objektif kriterlerini belirlediği olgusunun), kavranmasındaki başarısızlıktır. Yeni keşfedilen mevcut-şeylerin kavramsal sınıflamasının ne olacağını tayin eden şey: bunların, daha önceden bilinen mevcut-şeylere nazaran sahip oldukları farklılıkların ve benzerliklerin tabiatıdır.
Siyah kuğular vakasında; onları, "kuğu" olarak sınıflamak objektif bir mecburiyettir; çünkü, onların bütün karakteristikleri, beyaz kuğuların karakteristiklerinin benzeridir ve renkteki farklılık, bilgilenme açısından anlamlı bir fark değildir. (Kavramlar, ihtiyacın ötesinde çoğaltılmamalıdır.) Merih'ten gelen rasyonel örümcek vakasında (böyle bir yaratığın varlığı mümkün olsaydı); o varlıkla insan arasındaki farklar o kadar büyük olurdu ki; bir tanesinin incelenmesinden çıkan sonuçlar, nadiren ötekine tatbik edilebilirdi; dolayısiyle, Merihlileri belirtmek için yeni bir kavramın teşkili objektif bir mecburiyet olurdu. (Kavramlar, ihtiyaç göz önüne alınmadan bütünleştirilmemelidir.)
Karakteristikleri, iki farklı kavramın birimleri arasında eşit olarak dengelenmiş olan mevcut-şeyler vakasında (ilkel organizmalar veya renk süreklisindeki geçiş tonları gibi); bunların, iki kavramdan herhangi bir tanesi altında sınıflanması gibi bir mecburiyet yoktur; hatta, herhangi bir kavram altında sınıflandırılması mecburiyeti yoktur. Herhangi bir seçim yapılabilir: bu tür mevcut-şeyler, iki kavramdan bir tanesinin bir alt-kategorisi olarak sınıflandırılabilir; veya, süreklilik içeren durumlarda, ("x'den fazla olmamak ve y'den az olmamak üzere" prensibi kullanılarak) yaklaşık sınır çizgileri çizilerek tanımlanabilir; veya, tasvir yoluyla kimliklendirilebilir.
Bu noktada şu soruyu sormak mümkün: O halde, insanın kavramsal lügatindeki organizasyonun düzenini kim koruyacaktır; tanımlarda değişikliği veya genişletmeleri kim önerecektir; bilgilenmenin prensiplerini ve bilimin kriterlerini kim formüle edecektir; özel bilimlerin kendi içlerinde ve birbirleriyle olan haberleşmelerindeki objektifliği, yöntemlerindeki objektifliği kim koruyacaktır; ve, insanlığın bütün bilgisinin bütünleştirilmesinin kurallarını kim sağlayacaktır? Cevap: felsefe. Daha dakik söylersek: Bunlar, epistemolojinin görevleridir. Filozofların en büyük sorumluluğu, insan bilgisinin muhafızları ve bütünleştiricileri olarak hizmet vermektir.
Modern felsefe, bu sorumluluğu sadece gözardı etmekle kalmadı; daha da kötüsü, bilgiyi parçalayıp yok etme sürecine ön ayak olup kendi sonunu hazırladı.
Felsefe, bilimin temelidir; epistemoloji, felsefenin temelidir. Felsefenin yeniden doğuşunu, ancak epistemolojiye yeni bir yaklaşım başlatabilir.