Gözde'
Bayan Üye
İngiliz hekim Richard Russell 1753’te yazdığı bir risaleyle, insanları deniz banyosunun sağlık için şart olduğuna inandırdı. Michelet’nin deyişiyle 'denizi icat etti.' İnsanların bunun sadece bir tedavi değil, bir keyif olduğunu itiraf etmesi neredeyse 150 yıl sürdü.
İngiltere’nin güney sahillerinde Brighthelmstone adlı küçük bir balıkçı kasabasında kocasıyla birlikte tatil yapan July Clarke, bir arkadaşına şunları yazmıştı: “Şu anda Brighthelmstone’da plajda güneşleniyoruz... Burası çok güzel. Sabahları güneş banyosu yapıyoruz, sonra gidip balık satın alıyoruz; öğleden sonra açıkhavada dolaşıp eski Sakson yerleşiminin kalıntılarını geziyoruz, yolda giderken limandaki gemileri sayıyoruz...”
Sanki günümüzün deniz-güneş-kültür turizmini özetleyen bu paragraf, aslında 276 yıl önce 22 Temmuz 1736’da kaleme alınmıştı. Elbette July Clarke, mektubunun ileride modern deniz turizminin başlangıç belgelerinden biri olarak şöhrete kavuşacağını bilemezdi. Onun zamanında Brighthelmstone denilen kasaba da, sonradan Brighton adıyla bu turizmin ilk adreslerinden biri olacaktı.
İnsanlar denize ilk defa 18. yüzyılda girmemişti elbette. Sağlık için denize girme fikri de çok eskiye uzanıyordu. Suyla çok haşır neşir olan Roma uygarlığından sonra bütün Ortaçağı, ünlü Fransız tarihçi Michelet’nin deyişiyle “kaşınarak geçiren” Avrupalılar, yine de zaman zaman denizin nimetlerinden yararlanmışlardı. Denizden ürkseler bile kaplıcalar, Michelet’nin iddiasının aksine, ortadan kalkmış değildi. Rönesans döneminde kaplıcalar daha da canlandı. Montaigne, İtalya gezisinde bunu denemiş ve “çektiğimiz sıkıntıların çoğunu eski zamanlardaki bu âdeti terketmiş olmamıza bağlıyorum” diye yazmıştı (1581). O sıralarda tıp tarihinin tanınmış ismi, parlak cerrah Ambroise Paré de Fransa kralı için yazdığı reçetenin uygulandığını kaydeder: “Salı 3 Haziran 1578’de Kral III. Henri ve kraliçeler, Ecouen’a gidip yattılar, ertesi gün Kral uyuz tedavisi için Dieppe’de denize girdi.”
Sonraki yüzyıllarda hekimler denizin sağlığa iyi geldiğinden bahseden pek çok risale yayımlandı. Ancak bunlardan birinin bütün Avrupa’yı dalga dalga etkileyen bir moda yaratması için İngiliz hekim Richard Russell’ın (1687-1759) Latince kaleme aldığı Deniz Suyunun Kullanımı Üzerine adlı kitabı beklemek gerekti (1753). Bu kitap öyle bir yankı uyandırdı ki, ileride Michelet her zamanki abartma huyuyla “Russell denizi icat etti” diyecekti. Russell hastalarına, “deniz suyu içmeyi, denizde yıkanmayı ve her türlü deniz ürününü yemeyi” tavsiye ediyordu. Deniz, özellikle sıraca hastalığına, kolite, inmeye, obeziteye karşı birebirdi. Girilecek denizin soğuk olması gerekiyordu. Seçilecek yer de çok önemliydi. İnsanlar güneş alan tepelik yerlerde gezinir, açıkhavada dolaşıp ata binerse deniz banyosunun etkisi artardı. Koruyucu hekimlik açısından deniz çok önemliydi. Yaptığı gözlemlere göre, sahil şeridinde yaşayan insanlar arasında vereme yakalananlar daha azdı.
Russell’ın önerileri o kadar etkili olmuştu ki, 1783’te o sırada “deliren”, aslında porfiri hastalığı nedeniyle akli dengesini kaybeden İngiltere Kralı III. George, bütün saray halkıyla birlikte Weymouth kasabasına giderek denize girdi. Bir moda başlatmak için kraldan iyi öncü bulunamazdı. Daha sonra oğlu Galler Prensi (IV.) George arabayla Londra’dan altı saat mesafedeki Brighton’ı, torunu Prenses Charlotte da 1801’de Southend’i birer turistik sahil kasabası haline getirdiler.
Yalnız, denize zevk değil sağlık için girildiğini unutmamak gerekiyordu. Deniz yanlısı hekimler bunu tekrarlamaktan bıkmıyorlardı. Çünkü daha Russell ünlü kitabını yazdığı anda deniz düşmanları ahlak silahını çekmişlerdi. Suya girmek, ahlaksız düşünceleri, ensesti kışkırtıyordu. Hatta Russell’ın bu sapık fikri İtalya’daki Padua üniversitesinde edindiğini bile iddia ettiler. 18. yüzyılın ünlü karikatürcüsü Thomas Rowlandson’ın, denizde yüzen çıplak kadınları, onları uzaktan dürbünle izleyen erkekleri gösteren komik resimleri, halkın deniz banyosunu sadece bir terapi olarak görmediğini ortaya koyar. Zevkle sağlık arasındaki çelişki, uzun yıllar polemik konusu olmayı sürdürdü. 1795’te Margate’li deniz banyosu doktoru John Anderson, yazdığı risalede bu âdetin bilimsel bir temele oturduğunu kanıtlamaya çalışıyor, denizin yarattığı erotik duygulara karşı, sağlığı geri kazanmanın öneminden söz ediyordu.
Bütün uyarılara rağmen insanlar bu banyoların sağlık için şart olduğuna bir kere inanmıştı. Aristokratların arkasından orta sınıf için de bir sahil kasabasını birkaç yılda bir ziyaret etmek vazgeçilmez hale geldi. Jane Austen, Emma adlı romanında, hastalık hastası bir baba-kızın tartışmasını komik bir dille anlatır. Mr. Woodhouse’un kızı Mrs. Knightley, hekimi Wingfield’in önerisiyle, ailesiyle birlikte Southend’e deniz banyolarına gitmiştir. Babası, kızına çok hatalı davrandığını söyler. Çünkü kendi doktoru Perry’ye göre en iyi deniz banyosu adresi Southend değil Cromer’dır. İki hastalık hastası, doktorlarını ve sahil kasabalarını karşılıklı savunurken, damat nihayet patlayarak kayınpederinin hekiminin kendi işine bakması gerektiğini söyler. 1815’te yazılmış bu satırlar, deniz modasının boyutlarını ve hekimlerin bu konudaki otoritesini gösterir.
İngiltere’nin güney sahillerinde Brighthelmstone adlı küçük bir balıkçı kasabasında kocasıyla birlikte tatil yapan July Clarke, bir arkadaşına şunları yazmıştı: “Şu anda Brighthelmstone’da plajda güneşleniyoruz... Burası çok güzel. Sabahları güneş banyosu yapıyoruz, sonra gidip balık satın alıyoruz; öğleden sonra açıkhavada dolaşıp eski Sakson yerleşiminin kalıntılarını geziyoruz, yolda giderken limandaki gemileri sayıyoruz...”
Sanki günümüzün deniz-güneş-kültür turizmini özetleyen bu paragraf, aslında 276 yıl önce 22 Temmuz 1736’da kaleme alınmıştı. Elbette July Clarke, mektubunun ileride modern deniz turizminin başlangıç belgelerinden biri olarak şöhrete kavuşacağını bilemezdi. Onun zamanında Brighthelmstone denilen kasaba da, sonradan Brighton adıyla bu turizmin ilk adreslerinden biri olacaktı.
İnsanlar denize ilk defa 18. yüzyılda girmemişti elbette. Sağlık için denize girme fikri de çok eskiye uzanıyordu. Suyla çok haşır neşir olan Roma uygarlığından sonra bütün Ortaçağı, ünlü Fransız tarihçi Michelet’nin deyişiyle “kaşınarak geçiren” Avrupalılar, yine de zaman zaman denizin nimetlerinden yararlanmışlardı. Denizden ürkseler bile kaplıcalar, Michelet’nin iddiasının aksine, ortadan kalkmış değildi. Rönesans döneminde kaplıcalar daha da canlandı. Montaigne, İtalya gezisinde bunu denemiş ve “çektiğimiz sıkıntıların çoğunu eski zamanlardaki bu âdeti terketmiş olmamıza bağlıyorum” diye yazmıştı (1581). O sıralarda tıp tarihinin tanınmış ismi, parlak cerrah Ambroise Paré de Fransa kralı için yazdığı reçetenin uygulandığını kaydeder: “Salı 3 Haziran 1578’de Kral III. Henri ve kraliçeler, Ecouen’a gidip yattılar, ertesi gün Kral uyuz tedavisi için Dieppe’de denize girdi.”
Sonraki yüzyıllarda hekimler denizin sağlığa iyi geldiğinden bahseden pek çok risale yayımlandı. Ancak bunlardan birinin bütün Avrupa’yı dalga dalga etkileyen bir moda yaratması için İngiliz hekim Richard Russell’ın (1687-1759) Latince kaleme aldığı Deniz Suyunun Kullanımı Üzerine adlı kitabı beklemek gerekti (1753). Bu kitap öyle bir yankı uyandırdı ki, ileride Michelet her zamanki abartma huyuyla “Russell denizi icat etti” diyecekti. Russell hastalarına, “deniz suyu içmeyi, denizde yıkanmayı ve her türlü deniz ürününü yemeyi” tavsiye ediyordu. Deniz, özellikle sıraca hastalığına, kolite, inmeye, obeziteye karşı birebirdi. Girilecek denizin soğuk olması gerekiyordu. Seçilecek yer de çok önemliydi. İnsanlar güneş alan tepelik yerlerde gezinir, açıkhavada dolaşıp ata binerse deniz banyosunun etkisi artardı. Koruyucu hekimlik açısından deniz çok önemliydi. Yaptığı gözlemlere göre, sahil şeridinde yaşayan insanlar arasında vereme yakalananlar daha azdı.
Russell’ın önerileri o kadar etkili olmuştu ki, 1783’te o sırada “deliren”, aslında porfiri hastalığı nedeniyle akli dengesini kaybeden İngiltere Kralı III. George, bütün saray halkıyla birlikte Weymouth kasabasına giderek denize girdi. Bir moda başlatmak için kraldan iyi öncü bulunamazdı. Daha sonra oğlu Galler Prensi (IV.) George arabayla Londra’dan altı saat mesafedeki Brighton’ı, torunu Prenses Charlotte da 1801’de Southend’i birer turistik sahil kasabası haline getirdiler.
Yalnız, denize zevk değil sağlık için girildiğini unutmamak gerekiyordu. Deniz yanlısı hekimler bunu tekrarlamaktan bıkmıyorlardı. Çünkü daha Russell ünlü kitabını yazdığı anda deniz düşmanları ahlak silahını çekmişlerdi. Suya girmek, ahlaksız düşünceleri, ensesti kışkırtıyordu. Hatta Russell’ın bu sapık fikri İtalya’daki Padua üniversitesinde edindiğini bile iddia ettiler. 18. yüzyılın ünlü karikatürcüsü Thomas Rowlandson’ın, denizde yüzen çıplak kadınları, onları uzaktan dürbünle izleyen erkekleri gösteren komik resimleri, halkın deniz banyosunu sadece bir terapi olarak görmediğini ortaya koyar. Zevkle sağlık arasındaki çelişki, uzun yıllar polemik konusu olmayı sürdürdü. 1795’te Margate’li deniz banyosu doktoru John Anderson, yazdığı risalede bu âdetin bilimsel bir temele oturduğunu kanıtlamaya çalışıyor, denizin yarattığı erotik duygulara karşı, sağlığı geri kazanmanın öneminden söz ediyordu.
Bütün uyarılara rağmen insanlar bu banyoların sağlık için şart olduğuna bir kere inanmıştı. Aristokratların arkasından orta sınıf için de bir sahil kasabasını birkaç yılda bir ziyaret etmek vazgeçilmez hale geldi. Jane Austen, Emma adlı romanında, hastalık hastası bir baba-kızın tartışmasını komik bir dille anlatır. Mr. Woodhouse’un kızı Mrs. Knightley, hekimi Wingfield’in önerisiyle, ailesiyle birlikte Southend’e deniz banyolarına gitmiştir. Babası, kızına çok hatalı davrandığını söyler. Çünkü kendi doktoru Perry’ye göre en iyi deniz banyosu adresi Southend değil Cromer’dır. İki hastalık hastası, doktorlarını ve sahil kasabalarını karşılıklı savunurken, damat nihayet patlayarak kayınpederinin hekiminin kendi işine bakması gerektiğini söyler. 1815’te yazılmış bu satırlar, deniz modasının boyutlarını ve hekimlerin bu konudaki otoritesini gösterir.