ashli
Bayan Üye
“Olmak ya da olmamak...” Günlük yaşamımızda yanıtını vermek zorunda olduğumuz sorular, neyse ki Hamlet’inki kadar güç ve derin türden değil. Arada başımızı ellerimizin arasına alıp uzun uzun düşünsek de, kararlarımızın çoğunun farkında bile değiliz. Raftan bir kitap almak, kediye süt vermek, teslim günü sinsi sinsi yaklaşan bir dergi yazısına artık nihayet başlamak üzere masa başına oturmak, ya da kalan geceleri de hesaba katıp “nasılsa yetiştiririm” aldatmacasıyla sinemaya gitmek... Kararlarımızın kimi “doğru” kimi “yanlış”. Kimi yalnızca bizim için “doğru”, kimi yalnızca bizim için “yanlış”. Kimi akılcı, kimi değil. Ama öyle ya da böyle, en akılcı ve duygusal etkilenimlerden uzak görünen düşünce ve kararların bile, çok eskilerden kalan beyinsel ve zihinsel bir geleneğin etkisiyle, ancak duyguların girdileriyle oluşturulabildiğini söylüyor araştırmacılar. Ve bu girdiler olmadan, basit ya da karmaşık herhangi bir karara varmanın en iyi olasılıkla çok güç olduğunu. Duygular, akılcı karar verme sürecine ters düşme dikleri gibi, sürece hem hız, hem verimlilik bakımından katkıda bulunan bir işleyiş sağlıyorlar.
“Şu buğday tarlalarını görüyor musun? Ben ekmek yemem. Buğday benim hiçbir işime yaramaz. Buğday tarlalarının da hiçbir anlamı yoktur benim için. Bu da çok üzücü. Ama senin saçların altın sarısı. Beni evcilleştirdiğini bir düşün! Buğday da altın sarısı. Buğday bana hep seni hatırlatacak. Ve ben, buğday tarlalarında esen rüzgarın sesini de seveceğim “
Yazımıza, Fransız yazar Saint-Exupéry’nin unutulmaz klasiği Küçük Prens’in bu unutulmaz bölümüyle başlamamızın amacı, süslü bir giriş yapmak değil. Küçük Prens’i tanıyanların yüreklerini ister istemez kıpırdatacak olan bu sade cümlelerin içeriği, böylesine bir güzellikle olmasa da, bilimadamlarınca da dile getirilmiş:
“Tüm duygularınızdan aniden sıyrılıverdiğinizi farzedin -tabii mümkünse ve dünyayı şimdi umııtlarınızla, kaygılarınızla, sevdiklerinizle, sevmediklerinizle değil; olduğu gibi, hiçbir kişisel değerlendirmeniz olmaksızın hayal edin. Böyle bir ölümcül dünyayı hayal etmek neredeyse olanaksız. Düşünün, evrenin hiç bir köşesinin sizin için bir diğerinden farkı yok. İçinde geçen tüm olaylar, içinde yer alan tüm nesnelerin artık birbirine herhangi bir üstüniöği tercih edilebilirliği, özelliği ifade biçimi yok Bakış açısı diye birşey de yok.. Her birimizin kendi dünyamıza atfettiği değer, ilgi ya da anlam, zihinlerimizin ona yüklediklerinden ibaret”
Bu sözler de, felsefe, fızyoloji ve psikoloji alanlarındaki çalışmalarıyla tanınmış ve duyguları fızyolojik işlevlerle ilişkilendiren ilk kuramları ortaya atmış William James ’e (1842-1910) ait. Duyguların, otonom sinir sisteminin ortaya çıkardığı fızyolojik mekanizmaların sonucu olduklarını ileri sürdüğü görüşü artık geçerli sayılmasa da, yukarıdaki sözleri, bilimsel anlamıyla “duygu” (emotion) kavramının, “duygulanım”lardan fazlasını içerdiğinin ipuçlarını veriyor.
“Duygu” nedir? Yalnızca sevgiliden ayrılmakla duyulan üzüntü, film seyrederken dökülen gözyaşlarının kaynağı ya da bir kediyi severken hissettiklerimiz mi?
Geleneksel anlamıyla gündelik yaşamda pek bir kavram kargaşası yaratmasa da, bilimsel olarak duygunun tanımlanması zor, Nedeni de birden fazla yönü olması: Bilinçli farkındalığı da beraberinde getiren kişiye özel, içsel duygular (üzüntü, sevinç gibi), gözlenebiler davranışlar (yüz ifadeleri, be den dili gibi) ve fizyolojik tepkiler (terleme, yüz kızarması gibi).
Duygular, akılcı düşüncenin tersine istemli olarak oluşmuyor, kişinin bilinci dışında da varolabiliyorlar. Başlattıkları fizyolojik tepkilerse (kalp atımının hızlanması gibi) yine bilincin dışında gerçekleşebiliyor.
Nörobiyolojik açıdan bakıldığında da duygular evrimsel olarak daha eski, bilinçli ve akılcı düşünceyse daha yeni beyinsel tepki mekanizmalarının ürünleri.
Karar verme işleyişine gelince... Bir birinden farklı davranış biçimleri sergileyebilen her canlı, en azından yaşamını’ sürdürmek için bilinçli ya da bilinçsiz, karşısına çıkan olasılıklar arasından seçim yapmak zorunda. Canlının karmaşıklığı arttıkça, yani evrimsel ölçeğin daha üst seviyelerine ulaştıkça, karar verme süreci de karmaşıklaşıp güçleşir. İki nedenle: Birincisi, daha gelişmiş bir beynin, yaşama şansını artıracak bir özelliğe; çevresel farklılıkları daha büyük kesinlikle algılama becerisine sahip olması. İkincisiyse, bu beyne sahip canlının, daha fazla sayıda ve daha gelişmiş davranış seçenekleriyle karşı karşıya olması. Asıl önemli nokta, evrimsel olarak daha yeni ve gelişmiş bir beynin, yalnızca o anın çevresel koşullarına tepki vermekle kalmayarak, gelecekteki olası koşullar için de modeller üretebilme becerisine sahip olması. Bu da kaçınılmaz olarak, seçimini daha fazla sayıda olasılık üzerinden yapmak zorunda kalması demek. Duyguların devreye girdiği nokta, tam da burası.
Bilim Ve Teknik
Şubat 2005
“Şu buğday tarlalarını görüyor musun? Ben ekmek yemem. Buğday benim hiçbir işime yaramaz. Buğday tarlalarının da hiçbir anlamı yoktur benim için. Bu da çok üzücü. Ama senin saçların altın sarısı. Beni evcilleştirdiğini bir düşün! Buğday da altın sarısı. Buğday bana hep seni hatırlatacak. Ve ben, buğday tarlalarında esen rüzgarın sesini de seveceğim “
Yazımıza, Fransız yazar Saint-Exupéry’nin unutulmaz klasiği Küçük Prens’in bu unutulmaz bölümüyle başlamamızın amacı, süslü bir giriş yapmak değil. Küçük Prens’i tanıyanların yüreklerini ister istemez kıpırdatacak olan bu sade cümlelerin içeriği, böylesine bir güzellikle olmasa da, bilimadamlarınca da dile getirilmiş:
“Tüm duygularınızdan aniden sıyrılıverdiğinizi farzedin -tabii mümkünse ve dünyayı şimdi umııtlarınızla, kaygılarınızla, sevdiklerinizle, sevmediklerinizle değil; olduğu gibi, hiçbir kişisel değerlendirmeniz olmaksızın hayal edin. Böyle bir ölümcül dünyayı hayal etmek neredeyse olanaksız. Düşünün, evrenin hiç bir köşesinin sizin için bir diğerinden farkı yok. İçinde geçen tüm olaylar, içinde yer alan tüm nesnelerin artık birbirine herhangi bir üstüniöği tercih edilebilirliği, özelliği ifade biçimi yok Bakış açısı diye birşey de yok.. Her birimizin kendi dünyamıza atfettiği değer, ilgi ya da anlam, zihinlerimizin ona yüklediklerinden ibaret”
Bu sözler de, felsefe, fızyoloji ve psikoloji alanlarındaki çalışmalarıyla tanınmış ve duyguları fızyolojik işlevlerle ilişkilendiren ilk kuramları ortaya atmış William James ’e (1842-1910) ait. Duyguların, otonom sinir sisteminin ortaya çıkardığı fızyolojik mekanizmaların sonucu olduklarını ileri sürdüğü görüşü artık geçerli sayılmasa da, yukarıdaki sözleri, bilimsel anlamıyla “duygu” (emotion) kavramının, “duygulanım”lardan fazlasını içerdiğinin ipuçlarını veriyor.
“Duygu” nedir? Yalnızca sevgiliden ayrılmakla duyulan üzüntü, film seyrederken dökülen gözyaşlarının kaynağı ya da bir kediyi severken hissettiklerimiz mi?
Geleneksel anlamıyla gündelik yaşamda pek bir kavram kargaşası yaratmasa da, bilimsel olarak duygunun tanımlanması zor, Nedeni de birden fazla yönü olması: Bilinçli farkındalığı da beraberinde getiren kişiye özel, içsel duygular (üzüntü, sevinç gibi), gözlenebiler davranışlar (yüz ifadeleri, be den dili gibi) ve fizyolojik tepkiler (terleme, yüz kızarması gibi).
Duygular, akılcı düşüncenin tersine istemli olarak oluşmuyor, kişinin bilinci dışında da varolabiliyorlar. Başlattıkları fizyolojik tepkilerse (kalp atımının hızlanması gibi) yine bilincin dışında gerçekleşebiliyor.
Nörobiyolojik açıdan bakıldığında da duygular evrimsel olarak daha eski, bilinçli ve akılcı düşünceyse daha yeni beyinsel tepki mekanizmalarının ürünleri.
Karar verme işleyişine gelince... Bir birinden farklı davranış biçimleri sergileyebilen her canlı, en azından yaşamını’ sürdürmek için bilinçli ya da bilinçsiz, karşısına çıkan olasılıklar arasından seçim yapmak zorunda. Canlının karmaşıklığı arttıkça, yani evrimsel ölçeğin daha üst seviyelerine ulaştıkça, karar verme süreci de karmaşıklaşıp güçleşir. İki nedenle: Birincisi, daha gelişmiş bir beynin, yaşama şansını artıracak bir özelliğe; çevresel farklılıkları daha büyük kesinlikle algılama becerisine sahip olması. İkincisiyse, bu beyne sahip canlının, daha fazla sayıda ve daha gelişmiş davranış seçenekleriyle karşı karşıya olması. Asıl önemli nokta, evrimsel olarak daha yeni ve gelişmiş bir beynin, yalnızca o anın çevresel koşullarına tepki vermekle kalmayarak, gelecekteki olası koşullar için de modeller üretebilme becerisine sahip olması. Bu da kaçınılmaz olarak, seçimini daha fazla sayıda olasılık üzerinden yapmak zorunda kalması demek. Duyguların devreye girdiği nokta, tam da burası.
Bilim Ve Teknik
Şubat 2005