Silencio
Kayıtlı Üye
Çelişki ve paradoks içinde hakikati bulabilirsiniz.
1967 doğumlu, Kanadalı yönetmen Denis Villeneuvee ait yukarıdaki söz, tam da onun sinemasının ana mantığının özeti niteliğinde. Sinemaya duyduğu tutkusu sebebiyle fen bilimleri öğrenimini yarıda bırakıp, Quebec Üniversitesinde sinema eğitimi almaya başlayan Villeneuveün yönetmenlik kariyeri 1998 yapımı filmi Un 32 aout sur terre ile başlamış olsa da, onu uluslararası alanda tanıtan filmi 2010 yılı yapımı Incendies (İçimdeki Yangın) olmuştur. Kendine has sinemasal kodlara, felsefeyle sinemayı birleştiren güçlü metaforik yapılara, çok katmanlı hikayelerle oluşturulmuş senaryo mantığına ve iç içe geçmiş, paralel ilerleyen ve genelde anaforik şekilde dizayn edilmiş, lineer olmayan kurgu biçimlerine, Villeneuveün filmlerinde sık sık rastlıyoruz.
Tesadüflere ve sürpriz sonlara filmlerinde çok sık yer veren yönetmenin filmlerinde fazlaca kullandığı ve kullanmaktan hoşnut göründüğü diğer şey ise, metaforik anlatımı güçlendirme amaçlı kullanılan hayvanlar. Balık, örümcek, yılan, geyik gibi hayvanları kullanarak ve bazen onları anlatıcı rolüne büründürerek filmlerine sürreal öğeler ekleyen yönetmen, böylece kendi sinemasal üslubunu da ortaya koymaktadır.
Ele aldığı konular bakımından belli bir sınıflandırmaya tabi tutamayacağımız Villeneuveün filmlerini, anlatım tekniği ve sinematografik anlamda ele almak sinemasal mantık çerçevesinde daha doğru görünmektedir. Filmlerini gerilim atmosferi üzerine kuran Villeneuve, anlatım tekniği olarak da kamerayla olan mesafesini, bu gerilim atmosferini seyirciye de geçirecek biçimde konumlandırarak, filmlerindeki tekinsizliği ve müphemlik duygusunu yoğunlaştırmaktadır.
Mekan kullanımı olarak da seçici davranan Villeneuve, filmlerindeki mekanları hikayesinin ana katmanları içine dahil ederek, onları da yaşayan organizmalar olarak nitelendirmektedir. Onun filmlerindeki mekanlar ya da kent görünümleri filmlerindeki karakterlerin yaşamının izdüşümü gibidir. Bu sebepten onun filmlerini izlerken, filmlerin geçtiği çevreyi ana hikayeden ayrı tutmak ya da görmezlikten gelmek, filmlerini ıskalamak olacaktır.
Çoğu sinemasever tarafından Incendies filmi ile keşfedilen Denis Villeneuve, şu ana kadar yapmış olduğu altı uzun metraj filmi ve kısa filmleri ile adından sıklıkla söz ettirmeyi başarmıştır. Özellikle 2013 yılında Prisoners(Tutsak) ve Enemy(Düşman) adlı iki filme imza atarak Hollywooda geçiş yapan ve böylece ünlü oyuncularla çalışma fırsatı yakalayan yönetmen, bu fırsatı ticari sinemaya teslim olmadan ve sahip olduğu auteur kumaşın da hakkını vererek, başarılı kariyer çizgisini sürdürmektedir. Hollywoodlu sanat yönetmenleriyle çalışma fırsatı yakalayan Villeneuve, sanat sineması anlayışı ile ticari sinema anlayışı arasındaki ince çizgiyi şu anlık korumuş gözüküyor ve dileriz ki diğer filmlerinde de bu çizgiyi korumayı sürdürebilir.
Kanada Sinemasını dünyaya tanıtan önemli yönetmenlerden biri olan Denis Villeneuveün sinema kariyerine ve filmlerine, 16 Mayıs Cuma günü Türkiyede gösterime girecek olan son filmi Düşman(Enemy) vesilesiyle bir göz atalım.
Un 32 Aout Sur Terre (1998)
Denis Villeneuveün bu ilk filmi, bir trafik kazası sonrası ölümün bilinciyle yüzleşerek hayatında köklü değişikliklere karar veren genç bir kadının, en yakın arkadaşından çocuk sahibi olmak istemesiyle birlikte, çıktıkları kısa bir yolculuk etrafında gelişen komik ve romantik olaylarla; aşkı, dayanışmayı ve kendini keşfetmeyi anlatıyor. Özellikle bu filmiyle hafıza ve bellek üzerine düşündürmeyi amaç edinen yönetmenin bu ilk filmi, diğer filmleriyle aynı çizgide olmasa da, gelecekte yapacağı filmlerdeki gerilimsel atmosferin ilk sinyallerini veriyor dersek, yanlış olmaz.
Maelström (2000)
Maelström filmini bir tür modern zaman masalı olarak düşünmek mümkün, çünkü yönetmen bu filminde hem ele aldığı konu itibariyle hem de daha filmin ilk sahnesinden anlatıcının bir balık olduğuna göstererek, bizleri bir masalın içine çekmeyi başarıyor. Filmin konusu adıyla fazlasıyla uyumlu aslında; çünkü maelström Norveç fiyortlarında meydana gelen girdabın diğer adıyla anaforun ismi. Filmde de işlenen konu bir tür girdap misali kesişen hayatların hikayesini sunuyor bize. Yine trafik kazası yapan bir kadının hayatına odaklanıp, film ilerledikçe karşımıza çıkan tesadüflerle yüzümüzde tebessümler ettiren Villeneuve, bu bunalımlı kadın karakterini öylesine ince bir mizah anlayışıyla aktarıyor ki bu durum, filmin durağan yapısı ve yoğun bir şekilde kullanılan metaforlardan daha çok dikkat çekiyor. Villeneuveün özellikle bu filmiyle başlayan içi içe geçmiş kurgusal anlatım mantığı, tesadüfü sürprizlere yaslanan senaryo yapısı ve sürreal öğeler taşıyan imgeleri, onun filmlerinin temel yapıtaşlarını oluşturdu. Festivaller tarafından da toplam 24 ödüle layık görülen bu filmi, film listenize eklemekten kaçınmayınız.
Next Floor ( Kısa Film- 2008)
Uzun metrajlı filmler dışında kısa metrajlı filmlere de imza atan Villeneuveün bu filmini dosyaya eklememin sebebi, Cannes Film Festivali olmak üzere bir çok festivalde yarışan ve 20den fazla ödülle taçlandırılan önemli bir yapım olması. Cannes Film Festivalinde Canal+ Ödülünü kazanan bu kısa filmde Villeneuve terk edilmiş bir binanın en üst katında özel olarak hazırlanmış bir sofrada, kırmızı etler ve içki eşliğinde ara vermeksizin yemek yiyen üst sınıf görünümlü insanları ve onlara bu ziyafeti hazırlayıp sunan hizmetkarları, absürd ve grotesk bir anlatım tarzıyla işler. Masayla birlikte bir alt kata düşen bu insanlar, üzerlerine ve yemeklere bulaşan toz yığınlarına rağmen yemek yemeye devam ederler ve hizmetkarlar da her seferinde bir alt kata inerek yemekleri yenilerler. Dantenin Infernosundaki Cehennem katları gibi katlar arasında giden bu kısa film, Villeneuveün tüm sinemasal kodlarını da yanına alarak işlediği, görsel bir şölen.
Polytechnique ( 2009)
Denis Villeneuve bu filminde, yaşanmış bir hikayeden yola çıkarak, kurmaca ve belgesel mantığını bir araya getirip 77 dakikalık siyah-beyaz bir filme imza atıyor. Aralık 1989 yılında Kanadada, Ecole Polytechnique Katliamı adıyla yaşanan olayda 14 kadın mühendislik öğrencisi, elinde koca tüfeğiyle üniversiteyi basan feminist düşmanı Marc Lepine tarafından öldürülür. Villeneuve bu katliamı toplumsal travmatik bir olay olduğu için filme alır ve olayda hayatını kaybedenlere adar. Filmi siyah-beyaz işlemesinin en önemli sebebini, gerçek ve travmatik bir vaka olması sebebiyle kanı göstermek istememek olarak açıklayan yönetmen, filmde kurbanların gerçek isimlerini de kullanmamıştır. Polytechnique, özellikle olaydan sonraki travmalara da odaklandığı için benzeri olan filmlerden ayrılmakta ve yaşanan olayları belgesel gerçekçiliği ile ortaya koymaktadır. Filmin başlarında katilin hayatına odaklanarak hikayeye başlayan yönetmen, Hollywood yapımı filmlerin hatasına düşmeden, anlatı yapısını, seyirciyi karakterle özdeşleştirmeden uzak bir biçimde kurmuştur. Villeneuve ölüm temasını yine odak noktasına alarak, tesadüflerle serpilen olay örgüsünü, iç içe geçen kurgusal teknik ile aktarmayı başarmış ve sinema çevreleri tarafından 16 ödüle layık görülerek, kesinlikle ıskalanmaması gereken bir filme imza atmıştır.
Incendies ( İçimdeki Yangın-2010)
Denis Villeneuve sineması içerisinde, kuşkusuz en önemli olarak görülen ve yönetmenin adını dünyaya duyuran bu film, aynı zamanda Villeneuveün yönetmenlik kariyerinde de bir zirve noktasıdır. 2010 yılında En İyi Yabancı Film dalında Oscar adayı olan film, Lübnanlı Kanadalı yazar Wajdi Mouawadın oyunundan uyarlanarak beyazperdeye aktarılmıştır. Çocuklarına bıraktığı vasiyet mektubunda Lübnana giderek babalarını bulmalarını isteyen bir kadının, gençliğinde yaşadığı zor durumları ve çocuklarının bu geçmişle yüzleşmesini anlatan film; töreleri, sonu gelmeyen savaşları ve nefret söylemini çok katmanlı anlatım tarzıyla ve muhteşem sinematografisiyle dile getirmiştir. Finaliyle, sinema tarihinin en vurucu sürpriz sonlarından birine imza atan Villeneuve ve Mouawad ikilisinin karın boşluğumuza attığı bu sert yumruk, uzun süre hafızalardan çıkacak gibi gözükmüyor. Kısacası, bu film anlatılmaz, yaşanır!
Prisoners ( Tutsak-2013)
Incendies filmiyle birlikte adını uluslararası camiaya duyuran Villeneuve, yapımını Hollywood stüdyolarına geçiş yaparak gerçekleştirdiği ve ünlü oyuncularla çalışma fırsatı yakaladığı bu filminde, süresi iki buçuk saati bulan kasvetli, karanlık ve gerilim atmosferinin sık sık yakamıza yapıştığı bir labirentin içine sokuyor bizleri. Şükran gününde küçük kızları kaçırılan iki ailenin, sıkıntılı günlerine odaklanan ve kaçırılma sonrası polisiye bir hikayeye evrilen film, aslında Hollywoodda sık sık karşımıza çıkan bir hikaye olsa da, Villeneuveün hikayeyi anlatım biçimi ve anaforik kurgu tekniği, filmi bir Hollywood klişesi olmaktan kurtarıyor. Metaforik anlatım tekniğinin doruk yaptığı filmlerinden biri olan Prisonersda yönetmen, bu kez yılanı bir metafor olarak biçimlendirerek hikaye yapısını güçlendiriyor. Polisin arama çabalarını yetersiz bularak, kendi adaletini sağlamaya çalışan babanın hikayesi her ne kadar klişe olsa da; filmin belki de en büyük başarısı, küçük kızları kaçıran kişiye odaklanmak yerine, kendi çaresizliklerinin ve endişelerinin tutsağı olan ebeveynlere odaklanarak, onların psikolojik tahlillerini ortaya koymasında. Hem iki buçuk saatlik süresiyle en uzun hem de 46 milyon dolarlık bütçesiyle maliyeti en yüksek olan film, aynı zamanda sinema çevreleri tarafından da 6 ödüle layık görülmüştür.
Enemy ( Düşman-2013)
Kaos henüz anlaşılamamış bir düzendir cümlesiyle açılan film, Portekizli yazar Jose Saramagonun Kopyalanmış Adam romanından uyarlanan bir yapım. Enemy yönetmenin Hollywooda geçiş filmi olarak nitelendirilse de aslında çok daha fazlasını hak ediyor. Film kısacası, içe dönük ve aslına bakılırsa yalnız olan bir tarih profesörünün, akademisyen bir arkadaşı tarafından kendisine önerilen bir filmi izlerken, tesadüfü bir biçimde karşısına çıkan kendine tıpatıp benzeyen bir adamı fark etmesiyle, onu bulmaya çalışmasını ve kendisiyle yüzleşmesini anlatıyor. Ama bu kısa özetten de anlaşılacağı üzere film, oldukça karmaşık benlik ve kimlik kavramlarını sorgulayan bir yapıya sahip. Örümcek metaforuyla belirginleşen ve ana karakterlerimizi çepeçevre saran ağlar, gerilim düzeyi fazlasıyla yüksek ve kafkaesk motiflerle örülmüş anlatım teknikleriyle iyice iç içe geçerken, seyirci de bu ağlardan nasibini alıyor. Sürreal sürpriz bir sonla biten filmi, spoiler vermeden anlatmak neredeyse imkansız olduğu için, özellikle filmdeki psikolojik tahlilleri ve filmin geçtiği kentle özdeşleşen karakterleri görmenizi ısrarla önermekten başka bir çarem yok.
İlk cümle gibi son cümleyi de Denis Villeneuveün kendisine bırakmakta yarar var:
Prisoners filminin prömiyerindeydim ve 2000 kişinin aynı anda çığlık attığını duydum. Sonra eşime döndüm ve Sinemaya aşığım! dedim. Sinema, birlikte paylaşılan duygulardır ve kolektiftir. Sinema, sahip olduğumuz son topluluklardan ve duygu ortaklıklarından biridir.
1967 doğumlu, Kanadalı yönetmen Denis Villeneuvee ait yukarıdaki söz, tam da onun sinemasının ana mantığının özeti niteliğinde. Sinemaya duyduğu tutkusu sebebiyle fen bilimleri öğrenimini yarıda bırakıp, Quebec Üniversitesinde sinema eğitimi almaya başlayan Villeneuveün yönetmenlik kariyeri 1998 yapımı filmi Un 32 aout sur terre ile başlamış olsa da, onu uluslararası alanda tanıtan filmi 2010 yılı yapımı Incendies (İçimdeki Yangın) olmuştur. Kendine has sinemasal kodlara, felsefeyle sinemayı birleştiren güçlü metaforik yapılara, çok katmanlı hikayelerle oluşturulmuş senaryo mantığına ve iç içe geçmiş, paralel ilerleyen ve genelde anaforik şekilde dizayn edilmiş, lineer olmayan kurgu biçimlerine, Villeneuveün filmlerinde sık sık rastlıyoruz.
Tesadüflere ve sürpriz sonlara filmlerinde çok sık yer veren yönetmenin filmlerinde fazlaca kullandığı ve kullanmaktan hoşnut göründüğü diğer şey ise, metaforik anlatımı güçlendirme amaçlı kullanılan hayvanlar. Balık, örümcek, yılan, geyik gibi hayvanları kullanarak ve bazen onları anlatıcı rolüne büründürerek filmlerine sürreal öğeler ekleyen yönetmen, böylece kendi sinemasal üslubunu da ortaya koymaktadır.
Ele aldığı konular bakımından belli bir sınıflandırmaya tabi tutamayacağımız Villeneuveün filmlerini, anlatım tekniği ve sinematografik anlamda ele almak sinemasal mantık çerçevesinde daha doğru görünmektedir. Filmlerini gerilim atmosferi üzerine kuran Villeneuve, anlatım tekniği olarak da kamerayla olan mesafesini, bu gerilim atmosferini seyirciye de geçirecek biçimde konumlandırarak, filmlerindeki tekinsizliği ve müphemlik duygusunu yoğunlaştırmaktadır.
Mekan kullanımı olarak da seçici davranan Villeneuve, filmlerindeki mekanları hikayesinin ana katmanları içine dahil ederek, onları da yaşayan organizmalar olarak nitelendirmektedir. Onun filmlerindeki mekanlar ya da kent görünümleri filmlerindeki karakterlerin yaşamının izdüşümü gibidir. Bu sebepten onun filmlerini izlerken, filmlerin geçtiği çevreyi ana hikayeden ayrı tutmak ya da görmezlikten gelmek, filmlerini ıskalamak olacaktır.
Çoğu sinemasever tarafından Incendies filmi ile keşfedilen Denis Villeneuve, şu ana kadar yapmış olduğu altı uzun metraj filmi ve kısa filmleri ile adından sıklıkla söz ettirmeyi başarmıştır. Özellikle 2013 yılında Prisoners(Tutsak) ve Enemy(Düşman) adlı iki filme imza atarak Hollywooda geçiş yapan ve böylece ünlü oyuncularla çalışma fırsatı yakalayan yönetmen, bu fırsatı ticari sinemaya teslim olmadan ve sahip olduğu auteur kumaşın da hakkını vererek, başarılı kariyer çizgisini sürdürmektedir. Hollywoodlu sanat yönetmenleriyle çalışma fırsatı yakalayan Villeneuve, sanat sineması anlayışı ile ticari sinema anlayışı arasındaki ince çizgiyi şu anlık korumuş gözüküyor ve dileriz ki diğer filmlerinde de bu çizgiyi korumayı sürdürebilir.
Kanada Sinemasını dünyaya tanıtan önemli yönetmenlerden biri olan Denis Villeneuveün sinema kariyerine ve filmlerine, 16 Mayıs Cuma günü Türkiyede gösterime girecek olan son filmi Düşman(Enemy) vesilesiyle bir göz atalım.
Un 32 Aout Sur Terre (1998)
Denis Villeneuveün bu ilk filmi, bir trafik kazası sonrası ölümün bilinciyle yüzleşerek hayatında köklü değişikliklere karar veren genç bir kadının, en yakın arkadaşından çocuk sahibi olmak istemesiyle birlikte, çıktıkları kısa bir yolculuk etrafında gelişen komik ve romantik olaylarla; aşkı, dayanışmayı ve kendini keşfetmeyi anlatıyor. Özellikle bu filmiyle hafıza ve bellek üzerine düşündürmeyi amaç edinen yönetmenin bu ilk filmi, diğer filmleriyle aynı çizgide olmasa da, gelecekte yapacağı filmlerdeki gerilimsel atmosferin ilk sinyallerini veriyor dersek, yanlış olmaz.
Maelström (2000)
Maelström filmini bir tür modern zaman masalı olarak düşünmek mümkün, çünkü yönetmen bu filminde hem ele aldığı konu itibariyle hem de daha filmin ilk sahnesinden anlatıcının bir balık olduğuna göstererek, bizleri bir masalın içine çekmeyi başarıyor. Filmin konusu adıyla fazlasıyla uyumlu aslında; çünkü maelström Norveç fiyortlarında meydana gelen girdabın diğer adıyla anaforun ismi. Filmde de işlenen konu bir tür girdap misali kesişen hayatların hikayesini sunuyor bize. Yine trafik kazası yapan bir kadının hayatına odaklanıp, film ilerledikçe karşımıza çıkan tesadüflerle yüzümüzde tebessümler ettiren Villeneuve, bu bunalımlı kadın karakterini öylesine ince bir mizah anlayışıyla aktarıyor ki bu durum, filmin durağan yapısı ve yoğun bir şekilde kullanılan metaforlardan daha çok dikkat çekiyor. Villeneuveün özellikle bu filmiyle başlayan içi içe geçmiş kurgusal anlatım mantığı, tesadüfü sürprizlere yaslanan senaryo yapısı ve sürreal öğeler taşıyan imgeleri, onun filmlerinin temel yapıtaşlarını oluşturdu. Festivaller tarafından da toplam 24 ödüle layık görülen bu filmi, film listenize eklemekten kaçınmayınız.
Next Floor ( Kısa Film- 2008)
Uzun metrajlı filmler dışında kısa metrajlı filmlere de imza atan Villeneuveün bu filmini dosyaya eklememin sebebi, Cannes Film Festivali olmak üzere bir çok festivalde yarışan ve 20den fazla ödülle taçlandırılan önemli bir yapım olması. Cannes Film Festivalinde Canal+ Ödülünü kazanan bu kısa filmde Villeneuve terk edilmiş bir binanın en üst katında özel olarak hazırlanmış bir sofrada, kırmızı etler ve içki eşliğinde ara vermeksizin yemek yiyen üst sınıf görünümlü insanları ve onlara bu ziyafeti hazırlayıp sunan hizmetkarları, absürd ve grotesk bir anlatım tarzıyla işler. Masayla birlikte bir alt kata düşen bu insanlar, üzerlerine ve yemeklere bulaşan toz yığınlarına rağmen yemek yemeye devam ederler ve hizmetkarlar da her seferinde bir alt kata inerek yemekleri yenilerler. Dantenin Infernosundaki Cehennem katları gibi katlar arasında giden bu kısa film, Villeneuveün tüm sinemasal kodlarını da yanına alarak işlediği, görsel bir şölen.
Polytechnique ( 2009)
Denis Villeneuve bu filminde, yaşanmış bir hikayeden yola çıkarak, kurmaca ve belgesel mantığını bir araya getirip 77 dakikalık siyah-beyaz bir filme imza atıyor. Aralık 1989 yılında Kanadada, Ecole Polytechnique Katliamı adıyla yaşanan olayda 14 kadın mühendislik öğrencisi, elinde koca tüfeğiyle üniversiteyi basan feminist düşmanı Marc Lepine tarafından öldürülür. Villeneuve bu katliamı toplumsal travmatik bir olay olduğu için filme alır ve olayda hayatını kaybedenlere adar. Filmi siyah-beyaz işlemesinin en önemli sebebini, gerçek ve travmatik bir vaka olması sebebiyle kanı göstermek istememek olarak açıklayan yönetmen, filmde kurbanların gerçek isimlerini de kullanmamıştır. Polytechnique, özellikle olaydan sonraki travmalara da odaklandığı için benzeri olan filmlerden ayrılmakta ve yaşanan olayları belgesel gerçekçiliği ile ortaya koymaktadır. Filmin başlarında katilin hayatına odaklanarak hikayeye başlayan yönetmen, Hollywood yapımı filmlerin hatasına düşmeden, anlatı yapısını, seyirciyi karakterle özdeşleştirmeden uzak bir biçimde kurmuştur. Villeneuve ölüm temasını yine odak noktasına alarak, tesadüflerle serpilen olay örgüsünü, iç içe geçen kurgusal teknik ile aktarmayı başarmış ve sinema çevreleri tarafından 16 ödüle layık görülerek, kesinlikle ıskalanmaması gereken bir filme imza atmıştır.
Incendies ( İçimdeki Yangın-2010)
Denis Villeneuve sineması içerisinde, kuşkusuz en önemli olarak görülen ve yönetmenin adını dünyaya duyuran bu film, aynı zamanda Villeneuveün yönetmenlik kariyerinde de bir zirve noktasıdır. 2010 yılında En İyi Yabancı Film dalında Oscar adayı olan film, Lübnanlı Kanadalı yazar Wajdi Mouawadın oyunundan uyarlanarak beyazperdeye aktarılmıştır. Çocuklarına bıraktığı vasiyet mektubunda Lübnana giderek babalarını bulmalarını isteyen bir kadının, gençliğinde yaşadığı zor durumları ve çocuklarının bu geçmişle yüzleşmesini anlatan film; töreleri, sonu gelmeyen savaşları ve nefret söylemini çok katmanlı anlatım tarzıyla ve muhteşem sinematografisiyle dile getirmiştir. Finaliyle, sinema tarihinin en vurucu sürpriz sonlarından birine imza atan Villeneuve ve Mouawad ikilisinin karın boşluğumuza attığı bu sert yumruk, uzun süre hafızalardan çıkacak gibi gözükmüyor. Kısacası, bu film anlatılmaz, yaşanır!
Prisoners ( Tutsak-2013)
Incendies filmiyle birlikte adını uluslararası camiaya duyuran Villeneuve, yapımını Hollywood stüdyolarına geçiş yaparak gerçekleştirdiği ve ünlü oyuncularla çalışma fırsatı yakaladığı bu filminde, süresi iki buçuk saati bulan kasvetli, karanlık ve gerilim atmosferinin sık sık yakamıza yapıştığı bir labirentin içine sokuyor bizleri. Şükran gününde küçük kızları kaçırılan iki ailenin, sıkıntılı günlerine odaklanan ve kaçırılma sonrası polisiye bir hikayeye evrilen film, aslında Hollywoodda sık sık karşımıza çıkan bir hikaye olsa da, Villeneuveün hikayeyi anlatım biçimi ve anaforik kurgu tekniği, filmi bir Hollywood klişesi olmaktan kurtarıyor. Metaforik anlatım tekniğinin doruk yaptığı filmlerinden biri olan Prisonersda yönetmen, bu kez yılanı bir metafor olarak biçimlendirerek hikaye yapısını güçlendiriyor. Polisin arama çabalarını yetersiz bularak, kendi adaletini sağlamaya çalışan babanın hikayesi her ne kadar klişe olsa da; filmin belki de en büyük başarısı, küçük kızları kaçıran kişiye odaklanmak yerine, kendi çaresizliklerinin ve endişelerinin tutsağı olan ebeveynlere odaklanarak, onların psikolojik tahlillerini ortaya koymasında. Hem iki buçuk saatlik süresiyle en uzun hem de 46 milyon dolarlık bütçesiyle maliyeti en yüksek olan film, aynı zamanda sinema çevreleri tarafından da 6 ödüle layık görülmüştür.
Enemy ( Düşman-2013)
Kaos henüz anlaşılamamış bir düzendir cümlesiyle açılan film, Portekizli yazar Jose Saramagonun Kopyalanmış Adam romanından uyarlanan bir yapım. Enemy yönetmenin Hollywooda geçiş filmi olarak nitelendirilse de aslında çok daha fazlasını hak ediyor. Film kısacası, içe dönük ve aslına bakılırsa yalnız olan bir tarih profesörünün, akademisyen bir arkadaşı tarafından kendisine önerilen bir filmi izlerken, tesadüfü bir biçimde karşısına çıkan kendine tıpatıp benzeyen bir adamı fark etmesiyle, onu bulmaya çalışmasını ve kendisiyle yüzleşmesini anlatıyor. Ama bu kısa özetten de anlaşılacağı üzere film, oldukça karmaşık benlik ve kimlik kavramlarını sorgulayan bir yapıya sahip. Örümcek metaforuyla belirginleşen ve ana karakterlerimizi çepeçevre saran ağlar, gerilim düzeyi fazlasıyla yüksek ve kafkaesk motiflerle örülmüş anlatım teknikleriyle iyice iç içe geçerken, seyirci de bu ağlardan nasibini alıyor. Sürreal sürpriz bir sonla biten filmi, spoiler vermeden anlatmak neredeyse imkansız olduğu için, özellikle filmdeki psikolojik tahlilleri ve filmin geçtiği kentle özdeşleşen karakterleri görmenizi ısrarla önermekten başka bir çarem yok.
İlk cümle gibi son cümleyi de Denis Villeneuveün kendisine bırakmakta yarar var:
Prisoners filminin prömiyerindeydim ve 2000 kişinin aynı anda çığlık attığını duydum. Sonra eşime döndüm ve Sinemaya aşığım! dedim. Sinema, birlikte paylaşılan duygulardır ve kolektiftir. Sinema, sahip olduğumuz son topluluklardan ve duygu ortaklıklarından biridir.