Kani Karaca ile Klasik Musiki üzerine röportaj I
Arkadaşlar rahmetliyi tanımayanınız var mı bilmiyorum ama güzel bir röportaj.... Nelerimizi kaybetmişiz sorusuna da kısmî bir cevap niteliğinde... Sabredip hepsini okursanız müstefîd olacağınız kanaatindeyim...
***
[İstanbul’daki Anadolu [Gazetesi], Sayı: 25 – 26 – 27, 1 Mart 2001] ve [İbrahim Yarış, Orta Sayfa Konuşmaları, İstanbul Yayınları, İstanbul – 2001, ss: 135 – 143.]
Sizi genellikle kandil gecelerinde televizyon ekranlarındaki mevlit programlarından tanıyoruz. Ancak yaşam hikayeniz kamuoyu tarafından pek bilinmiyor.
Efendim ben 1930 yılında Adana’nın Adalı köyünde dünyaya geliyorum. Doğum hikayem ilginçtir. Babam ilk evliliğini yapıyor ve erkek çocuğu olmuyor. Bunun üzerine ikinci evliliğini yapıyor. Annem çok geçmeden beni dünyaya getiriyor. Ancak babamın ilk hanımı kıskançlığından mı yahut bu erkek çocuğu, tüm miras buna kalacak korkusundan mı bilemiyorum, gözüme kimyevî bir ilaç dökerek kör olmama neden oluyor. O zamanın şartlarına göre ulaşım kolay değil, hastaneye bir şekilde ulaştırıyorlar ancak, doktor geç kalmışsınız diyor. Babamın vefatının ardından öz annem evlenmek istiyor ve benim bu evliliğe mani olacağımı düşünüyor. Sonra köylülerin ve akrabaların söylediğine göre, beni başından atmak için toprağa gömerken yakalanıyor.
Üstadım, gerçekten toprağa mı gömüyor?
Evet efendim, basbayağı düz anlamıyla diri diri mezara gömmeye çalışırken köylüler ve halam görüyor. Halam beni yanına alıyor ve büyütüyor. Halam diyor ki”Bu, kardeşimin oğlu, kel de kör de olsa ben bakarım.”
Ya anneniz?
Onu daha sonraları gördüm, öylesine işte.
Haklarınız helal ediyor musunuz her iki annenize?
Allah’a havale ediyorum. Halime de şükrediyorum.
Halam beni hafızlığa yöneltti ve köy imamının hocalığında dokuz yaşında hıfzımı bitirdim. Yani Kuran-ı Kerim’in tamamını ezberledim. Çok otoriterdi rahmetli hocam. Köy çocukları yolun kenarlarına çivi çakar arabaların tekerlerini patlatırlardı. Onları muma çevirdi, ama çok sıkı bilgili bir adamdı. Sultan Hamid döneminde İstanbul’da okumuş. Zamanla ben mevlitlere, Kuranlara gitmeye başladım. Yavaştan ismim duyulmaya başladı. Adana civarında Hacı Şefik Hatun Camîi’nin imamı Abdi Efendi vardı. O beni yanına aldı ve musikîyi öğretmeye başladı. Adana Türk Ocağı Derneği’nde de meşk ediyorum Kemanî Galip Ongül, Klarnetçi Ali Bakır önderliğinde. Orada bazı işadamları, “Bu çocuk İstanbul’a gitsin, yoksa burada heba olur” diyorlar.
Bunun üzerine 1950 yılında İstanbul’a geldim. Kayserili işadamı Mustafa Özgür’ün evinde kalıyorum o zamanlar. Allah rahmet etsin. Onun dostu olan İbrahim Bey beni dinledi ve “Oğlum ne yapmak istiyorsun?” dedi. Ben de “Valla abi, Yeraltı Camîi’nin imamı, Hafız Ali Efendi’den ders almak, Sadettin Kaynak’la tanışmak istiyorum” dedim. Beni Hafız Ali Efendi’ye götürdü. Ali Efendi beni dinleyince şaşırdı. Herhalde bu kadar iyi okuyacağımı tahmin etmiyordu. Hafız Ali Efendi bana dedi ki “Oğlum kendine bir hoca seç ve onun tavrını iyi dinle. Böyle daha iyi kavrarsın Kuran-ı Kerim’in okunuşundaki inceliklerini.” Ben de “Efendim ben sizin için geldim” dedim. Ve başladık derslere.
Bu dersler neyi içeriyordu?
Kuran-ı Kerim’in inceliklerini.
Harfleri düzgün telaffuz etmekle tecvit veya talimi mi kastediyorsunuz?
Ondan daha ileri olan on farklı biçimde Kuran okuma dersleri. Buna aşere-i takrip deniyor. Derslerimiz devam etti. Ben yine İbrahim Ağabey’e “Ağabey ben Sadettin Kaynak ile tanışmak istiyorum” dedim. Sadettin Kaynak o zamanlar Ramazan aylarında Yeni Camîi’nde mukabele okurmuş.
Sadettin Kaynak’ın görevi neydi?
Sultanahmet Camîi’nin imamıydı. Kaynak Hoca’ya gittim. “Bana bir aşır oku” dedi. Okudum. “Bayramdan sonra benim Sıraselviler’deki evime gel, meşke başlayalım” dedi. Ben nasıl seviniyorum. Sevincimden uçacağım. İlk meşke başladığımız zaman kendi bestelemiş olduğu Şehnaz makamında bir ilahi vardı, “Bana bu ten gerekmez can gerektir” diye. Onun üzerinde çalıştık. Sonra nota ve solfejleri zihnen bana öğretti.
“Hocam” dedim, “24 makamlı ‘kâr-ı nâtık’ var, onu meşketmek istiyorum”. “Oğlum” dedi, “ben sana öyle bir kâr-ı nâtık meşkedeceğim ki. Ahmet Avni Bey’in 119 makamlık bir kâr-ı nâtıkını öğreteceğim”.
Kâr-ı nâtık ne demek?
Konuşan eser demek, bir güftede o makamın ismi geçiyor ve o makamda melodi halinde ortaya çıkıyor. Bu derslere devam ettim ve musiki bilgimi ilerlettim.
Bir gün Sıraselviler’deki evde çalışırken Sadettin Heper geldi. Sadettin Kaynak Hocam dedi ki: “Oğlum Kani, bir gün bana emr-i Hakk vaki olursa seni Sadettin Heper’e emanet ediyorum. Hatta o benden daha bilgilidir.” Heper ile birlikte de çalıştık. Onun da çok emeği var bende. Tophanede’ki Kadiriler Tekkesi’nde Perşembe günleri Mevlevî ayinleri ve bazı klasik eserler okunuyordu. Bu arada Sadettin Kaynak ile Hafız Ali Efendi’nin araları limonî. Birbirlerinin arkalarından olmadık şeyler söylüyorlar. Ben de ikisini de incitmemeye çalışıyorum. Ama bu arada neler çektiğimi bir ben bir de Allah bilir. Bir gün Sadettin Kaynak Hoca anladı. Bana dedi ki: “Kani, bana bak, sen iki tarafı da idare ediyorsun. Benden kaçmaz. Ben İstanbul çocuğuyum.” Allah rahmet etsin ikisi de beni çok severdi.
Bu sırada Hakkı Süha Bey vardı. Efebiyat hocası. Cuma akşamları fasıl meşkediyoruz. O da beni Tanburi Cemil’in oğlu Mesut Cemil’in oğlu ile tanıştırdı. Radyoda Mesut Cemil’e gittik. “Bir şey oku” dedi bana Mesut Cemil.Hicaz makamında bir durak, güftesi Yunus Emre’nin bestesi de Hacı Arif Bey’e ait, “Senin aşıkların kılmaz nazar firdevs-i âlâya” diye bir eser. Mesut Cemil çok beğendi, duygulandı. Ve Sadettin Heper’den meşkettiğim eserleri de okumamı istedi. TRT henüz teşekkül etmemişti. Yıl 1953. İstanbul Radyosu daha müstakil haldeydi. Radyoya başladım. Bir yandan derslere de devam ediyorum. Sonra Aralık aylarında Mevlevi ayinleri düzenlenirmiş. Merhum Sadi Hoşses ve birkaç arkadaşı organize edermiş. Konya Şahin Sineması’nda yapılırmış. Hoşses naat okurmuş. Hocaya intikal ediyor ve Konya belediyesi ile antlaşma yapılıyor. 1955 yılında bir aralık gününde hocam Sadettin Kaynak bana bir telgraf çekti ve acele Konya’ya gelmemi istedi naat okumam için.
Tabii o zamanlar Konya’ya aktarmalı olarak gidiliyor. Konya’da Kitaplık denen bir bina var. Orada yapılıyor sema törenleri. İlk natı ben okudum. Sonra ilginç bir olay da yaşandı orada. Ayinin dördüncü selamında bir yer var. Ben hem okuyor hem de kudüm çalıyorum. Halil Can’ın talebeleri bayağı bozuldular, heyecandan okuyamadılar. Ancak bana uymak zorunda kaldılar. Ayin bittiğinde Halil Can döndü dedi ki öğrencilerine: “Çocuklar, eğer Kani olmasaydı ayin çorbaya dönecekti.”
O ilk gün Konya adeta çalkalandı. Sonra efendim, bu iş aldı yürüdü. Otuz yıl Mevlevî ayinlerine katıldım.
Mevlevî ayinlerinin geçmişi ne kadardır?
Valla benim bildiğim Sadi Hoşses ve arkadaşlarından önce yok. Onlar da kendi çabalarıyla yetersiz olarak yapabilmişler.
Çalışma hayatınız nasıl gerçekleşti? Geçim problemini nasıl aştınız?
Mevlitlere giderdik. Sadettin Kaynak Hoca’mın himayelerinde, radyoda söylerdik ancak af buyurun para bile almadığımız çoktur.
Bu arada yeri gelmişken artık mevlit filan okutulmuyor. İsmi lazım değil, televizyona çıkan bir İlahiyat profesörü, “Mevlüt diye bir şey yoktur, okutmayın” dedi. Artık kimse mevlit okutmaz oldu. Eski kültürlü insanlar da kalmadı tabii. O yüzden çoğu kimse bu fikirlere aldanıyor.
Kani Karaca ülkemizde istediği yere gelebildi mi?
Hayır, hayır bu konuda bir himaye görmedim. Yaptıklarım hep pasif kaldı.
Kuran okuma sanatına gelmek istiyorum. Her camide herkes Kuran okuyor. Bu hakkıyla yapılabiliyor mu? Kuran okuma sanatı nedir? Bu sanat unutuldu mu?
Efendim, Kuran okuma üzerine çalışan on imam ve bunların iki tane de ravileri var.Aşera-i takrip, on farklı okuma biçimi anlamına geliyor. Bizim okuduğumuz genellikle İmam-ı Asım kıratıdır. Ancak bunun dışında mana bozulmamak şartıyla, bazı farklılıkları taşıyan okuma biçimleri de var. Bunun çok şartları var. Kitapları var. Arapça bilenler daha iyi kavrıyor.
Günümüzde de eğitimi veriliyor mu?
Fatih Çolak, merhum İsmail Biçer, bunlar çok önemli isimler. Ehl-i Kuran olan insanlar var. Kuran-ı Kerim ortadan kalksa bu isimler yeniden her şeyi öğretebilecek donanıma sahiptir. Ancak öğrenci yetiştirebiliyorlar mı bilmiyorum. Bakın Kuran harflerinin hakkını vermemek, tecvid ve talimden uzak olmak bir Kuran okuyucusuna ve hafıza yakışmaz. Bazı arkadaşlar da hoca önünde talim okuyor gibi okuyorlar; belki yanlış diyemezsiniz ama musiki açısından tat vermez. Tavır filan arama.
Peki İstanbul tavrı ve Arap tavrı nedir?
Arap tavrı, Mısır’da tecelli ediyor. Ülkemizde bunu taklit etmeye çalışanlar var; ancak çok iyi beceremiyorlar. Mısır’da Muhammed Ferid-üs Sencuni diye bir zat var. Onun okuyuşunu daha sıhhatli buluyorum.
Siz Arap tavrını nasıl öğrendiniz?
Efendim küçük yaşlarda Adana’da hafızlık çalışırken, Arap radyolarını dinlerdim. O yayınların neticesinde kendi çabalarımla öğrendim.
İstanbul tavrı?
İstanbul tavrı esas Üsküdar tavrı imiş, benim hocam da o tavrın temsilcisiydi. Tavır sözle anlatılamaz. Ancak okunur. (Üstad Kani Karaca bu bölümde kısa bir sureyi Arap ve İstanbul tavrı ile okuyor. Biz de mest oluyoruz.)
Ülkemizde Arap tavrı yaygın değil mi?
Değişik olduğu için cazip geliyor. Ama bazı okuyucular İstanbul tavrı diye okuduklarınd onun Rumeli’den gelen bir tavır olduğunu bilmiyorlar. Esas tavır Üsküdar tavrıdır. Sanıyorum onu okuyan da pek kalmadı.
Bunun son temsilcisi siz misiniz?
Bunun son temsilcisi Hafız Ali Efendi idi. Biz de, hamdolsun ondan feyz aldık.
Bestelerinize gelmek istiyorum. Şarkılar, gazeller, ilahiler…
Hal-i hazırda beş altı şarkım birkaç da ilahim var. Daha ziyade yorumcu olmaya çalıştım. Muhatap bulamayacağınız için şevkiniz kırılıyor. Dolayısıyla beste yapamıyorsunuz.
Unutulan makamları sizin bildiğiniz söyleniyor…
Estağfirullah.Eski makamların çoğu unutuldu. Aslında bütün makamları severim. Gerek sûzinak, gerek mahur, nihavent, bunlar beylik makamlar. Ama öyle isimler var ki adı sanı duyulmamış, meselâ mâverâünnehir kimse bilmez, nihavend-i kebir kimse bilmez. Bugün kullanılan makamlar, bestenigâr, hüseynî, bayatî… Ama adama sorsan ne bilir adam ferah fezâyı, tarz-ı cedîdi… Bugün rahatü’l-ervah beste yapsam kim dinleyecek; şarkı veya ilahi. Bugün benim yapacağım sûzinak, mahur, ,uşşak, hüzeynî, zaten milletin kulağında bunlar yer etmiş.
Konservatuvarda öğretilmiyor mu?
Konservatuvardakiler ne biliyorlar ki ne öğretecek? Bilseler bile makamın şeklini ortaya koyamazlar ki…
Ellerinde nota olmasa sipsivri kalırlar ortada. Makamlara gelince toplam sayısı 500’ü bulur. Bir çoğu da isimlendirilmemiş. Benim Sadettin Kaynak Hocamdan öğrendiğim, 119 makamlık Ahmed Avni Bey’in çalışmasıdır. Bazı Mevlevî ayinlerinin bölümlerinde geçer bu makamlar.
Türk sanat musikisinin durumunu nasıl görüyorsunuz? Pek beste yapan kalmadı galiba?
Beste çıksa bile musikiye sığmayacak şeyler. Bir kere Türk Musikisinin temeli, makam ve usul gelir. Bunları öğrenmeden insan hiçbir şey okuyamaz. Musikiyi bilmiş sayılmaz insan. Nota bilmekle iş bitmiyor. Makam, usul bilmeden günde 50 tane nota yaz, bir kıymet-i harbiyesi yok.
Öğrencileriniz oldu mu?
Konservatuvarda bir dönem çalıştım, ancak bu işe heves eden olmadı.
Peki, bu kültür bitecek mi?
Valla, hükümet ilgilenmeli ama o da hangi konuyla ilgilenecek ki? Bu işin üstadlarını bulup onları finanse ederse bu iş ortaya çıkar.
Vefasızlıktan yakınıyorsunuz zaman zaman. Toplum halkıyla, yöneticisiyle kıymetinizi bilmedi mi?
Efendim doğru. Bir toplulukta bilgili biri bulunduğu zaman başkalarının işine gelmiyor. O yüzden harcanıp gidiyorsunuz.
Yurtdışı seyahatleriniz var. Amerika, İngiltere..
Evet, Amerika’da, oradan organize ediyorlar ve gidiyoruz. İki bin kişilik salonda çıt yok. Bizim burada gazoz sesleri, kıkırdamalar filan yaşanıyor. Sema törenini büyük dikkatle izliyorlar. Önümüzde Japonya ve Yunanistan seyahati var. Ameraka’daki verdiğimiz konserden sonra New York Times Gazetesi “efsanevî vokal seyircinin nefesini kesti” ifadesini kullanmıştı.
Bir de sizin Arabistanlı hafızlarla rekabetiniz var.
Efendim, beni İstanbul’a getiren ağabeyin evinde Arabistan’dan gelen misafirler ağırlanırdı. Çeşitli sohbetler yapılır, Kuran ve ilahiler okunurdu. Ben de oradaydım. Seyyid Muhammed isimli bir işadamı vardı. Ben okudum. Beni çok beğendiler. İlginçtir Arap tavrıyla okudum. Adam şaşırdı. “Bu kadar güzel okuyan bir Türk genci olacağını hiç bilmezdim” dedi. Bizi hacca davet etti. Tüm masraflarımızı o karşıladı.
Sonra Kral Faysal’ın sarayında İslam ülkelerinin temsilcileri bir araya gelerek, müzakerelerde bulunuyorlar. Orada benim Kuran okumamı istediler. Ancak Arabistan’ın ileri gelen hafızları bu işe bozulmuş ve zamanın İç İşleri Bakanına giden hafızlar buna itiraz etmişler. Ancak bakan bunları kovmuş. “Türkiye’den bir hafız gelip burada iki satır bir şey okusa sizin neyiniz eksilecek” diye kızmış. Ben euzu besmeleyi çektim ve Yunus sûresinden bir bölüm okudum. Tabîi çok büyük ilgi gördü. Arap hafızlar şaşırdı. Kral çok memnun oldu. Mekke Radyosu da bunu banda alıp zaman zaman yayınlamış.
Üstadım aileniz hakkında bilgi verir misiniz?
Görücü usulü ile evlendim. İki oğlum bir kızım var. Oğlum ve kızım evlendi. Diğeri benimle beraber. Büyük oğlum, Matematik mühendisidir. Bir ara gitar ve mandolin çalmıştı. Ancak şimdi ilgilenmiyor. Diğer oğlum org ve piyano çalıyor.
Türk sanat müziğinin üstadlarıyle birlikte oldunuz. Bir anınızı anlatır mısınız?
Allah rahmet etsin hepsi iyi insanlardı. Münir Nurettin çok hoş sohbet bir insandı. Hatta vefatına yakın bana şarkılarını bir kasede okumamı istedi. Ancak bunu yapamadık. Hiç unutmam bir gün konservatuvarda Cevdet Bey’in odasında oturuyorduk. Bir öğrenci gelerek Münir Nurettin’e “Hocam” dedi, “Kemanımın yayı yok derse giremeyeceğim”. Hoca “önemli değil, yay bulunur” dedi. Bu kez, “Kemanım yok” dedi. Hoca, öğrenciye, “Keman da bulunur” dedi. En nihayet öğrenci dedi ki: “Hocam Şişli Etfal’de bir akrabam var. Onu ziyarete gideceğim.”
Maksadı ortaya çıktı. Münir Nurettin dedi ki; “Şu işe bak, öğrencilerin peşinden koşuyoruz.”
Arkadaşlar rahmetliyi tanımayanınız var mı bilmiyorum ama güzel bir röportaj.... Nelerimizi kaybetmişiz sorusuna da kısmî bir cevap niteliğinde... Sabredip hepsini okursanız müstefîd olacağınız kanaatindeyim...
***
[İstanbul’daki Anadolu [Gazetesi], Sayı: 25 – 26 – 27, 1 Mart 2001] ve [İbrahim Yarış, Orta Sayfa Konuşmaları, İstanbul Yayınları, İstanbul – 2001, ss: 135 – 143.]
Sizi genellikle kandil gecelerinde televizyon ekranlarındaki mevlit programlarından tanıyoruz. Ancak yaşam hikayeniz kamuoyu tarafından pek bilinmiyor.
Efendim ben 1930 yılında Adana’nın Adalı köyünde dünyaya geliyorum. Doğum hikayem ilginçtir. Babam ilk evliliğini yapıyor ve erkek çocuğu olmuyor. Bunun üzerine ikinci evliliğini yapıyor. Annem çok geçmeden beni dünyaya getiriyor. Ancak babamın ilk hanımı kıskançlığından mı yahut bu erkek çocuğu, tüm miras buna kalacak korkusundan mı bilemiyorum, gözüme kimyevî bir ilaç dökerek kör olmama neden oluyor. O zamanın şartlarına göre ulaşım kolay değil, hastaneye bir şekilde ulaştırıyorlar ancak, doktor geç kalmışsınız diyor. Babamın vefatının ardından öz annem evlenmek istiyor ve benim bu evliliğe mani olacağımı düşünüyor. Sonra köylülerin ve akrabaların söylediğine göre, beni başından atmak için toprağa gömerken yakalanıyor.
Üstadım, gerçekten toprağa mı gömüyor?
Evet efendim, basbayağı düz anlamıyla diri diri mezara gömmeye çalışırken köylüler ve halam görüyor. Halam beni yanına alıyor ve büyütüyor. Halam diyor ki”Bu, kardeşimin oğlu, kel de kör de olsa ben bakarım.”
Ya anneniz?
Onu daha sonraları gördüm, öylesine işte.
Haklarınız helal ediyor musunuz her iki annenize?
Allah’a havale ediyorum. Halime de şükrediyorum.
Halam beni hafızlığa yöneltti ve köy imamının hocalığında dokuz yaşında hıfzımı bitirdim. Yani Kuran-ı Kerim’in tamamını ezberledim. Çok otoriterdi rahmetli hocam. Köy çocukları yolun kenarlarına çivi çakar arabaların tekerlerini patlatırlardı. Onları muma çevirdi, ama çok sıkı bilgili bir adamdı. Sultan Hamid döneminde İstanbul’da okumuş. Zamanla ben mevlitlere, Kuranlara gitmeye başladım. Yavaştan ismim duyulmaya başladı. Adana civarında Hacı Şefik Hatun Camîi’nin imamı Abdi Efendi vardı. O beni yanına aldı ve musikîyi öğretmeye başladı. Adana Türk Ocağı Derneği’nde de meşk ediyorum Kemanî Galip Ongül, Klarnetçi Ali Bakır önderliğinde. Orada bazı işadamları, “Bu çocuk İstanbul’a gitsin, yoksa burada heba olur” diyorlar.
Bunun üzerine 1950 yılında İstanbul’a geldim. Kayserili işadamı Mustafa Özgür’ün evinde kalıyorum o zamanlar. Allah rahmet etsin. Onun dostu olan İbrahim Bey beni dinledi ve “Oğlum ne yapmak istiyorsun?” dedi. Ben de “Valla abi, Yeraltı Camîi’nin imamı, Hafız Ali Efendi’den ders almak, Sadettin Kaynak’la tanışmak istiyorum” dedim. Beni Hafız Ali Efendi’ye götürdü. Ali Efendi beni dinleyince şaşırdı. Herhalde bu kadar iyi okuyacağımı tahmin etmiyordu. Hafız Ali Efendi bana dedi ki “Oğlum kendine bir hoca seç ve onun tavrını iyi dinle. Böyle daha iyi kavrarsın Kuran-ı Kerim’in okunuşundaki inceliklerini.” Ben de “Efendim ben sizin için geldim” dedim. Ve başladık derslere.
Bu dersler neyi içeriyordu?
Kuran-ı Kerim’in inceliklerini.
Harfleri düzgün telaffuz etmekle tecvit veya talimi mi kastediyorsunuz?
Ondan daha ileri olan on farklı biçimde Kuran okuma dersleri. Buna aşere-i takrip deniyor. Derslerimiz devam etti. Ben yine İbrahim Ağabey’e “Ağabey ben Sadettin Kaynak ile tanışmak istiyorum” dedim. Sadettin Kaynak o zamanlar Ramazan aylarında Yeni Camîi’nde mukabele okurmuş.
Sadettin Kaynak’ın görevi neydi?
Sultanahmet Camîi’nin imamıydı. Kaynak Hoca’ya gittim. “Bana bir aşır oku” dedi. Okudum. “Bayramdan sonra benim Sıraselviler’deki evime gel, meşke başlayalım” dedi. Ben nasıl seviniyorum. Sevincimden uçacağım. İlk meşke başladığımız zaman kendi bestelemiş olduğu Şehnaz makamında bir ilahi vardı, “Bana bu ten gerekmez can gerektir” diye. Onun üzerinde çalıştık. Sonra nota ve solfejleri zihnen bana öğretti.
“Hocam” dedim, “24 makamlı ‘kâr-ı nâtık’ var, onu meşketmek istiyorum”. “Oğlum” dedi, “ben sana öyle bir kâr-ı nâtık meşkedeceğim ki. Ahmet Avni Bey’in 119 makamlık bir kâr-ı nâtıkını öğreteceğim”.
Kâr-ı nâtık ne demek?
Konuşan eser demek, bir güftede o makamın ismi geçiyor ve o makamda melodi halinde ortaya çıkıyor. Bu derslere devam ettim ve musiki bilgimi ilerlettim.
Bir gün Sıraselviler’deki evde çalışırken Sadettin Heper geldi. Sadettin Kaynak Hocam dedi ki: “Oğlum Kani, bir gün bana emr-i Hakk vaki olursa seni Sadettin Heper’e emanet ediyorum. Hatta o benden daha bilgilidir.” Heper ile birlikte de çalıştık. Onun da çok emeği var bende. Tophanede’ki Kadiriler Tekkesi’nde Perşembe günleri Mevlevî ayinleri ve bazı klasik eserler okunuyordu. Bu arada Sadettin Kaynak ile Hafız Ali Efendi’nin araları limonî. Birbirlerinin arkalarından olmadık şeyler söylüyorlar. Ben de ikisini de incitmemeye çalışıyorum. Ama bu arada neler çektiğimi bir ben bir de Allah bilir. Bir gün Sadettin Kaynak Hoca anladı. Bana dedi ki: “Kani, bana bak, sen iki tarafı da idare ediyorsun. Benden kaçmaz. Ben İstanbul çocuğuyum.” Allah rahmet etsin ikisi de beni çok severdi.
Bu sırada Hakkı Süha Bey vardı. Efebiyat hocası. Cuma akşamları fasıl meşkediyoruz. O da beni Tanburi Cemil’in oğlu Mesut Cemil’in oğlu ile tanıştırdı. Radyoda Mesut Cemil’e gittik. “Bir şey oku” dedi bana Mesut Cemil.Hicaz makamında bir durak, güftesi Yunus Emre’nin bestesi de Hacı Arif Bey’e ait, “Senin aşıkların kılmaz nazar firdevs-i âlâya” diye bir eser. Mesut Cemil çok beğendi, duygulandı. Ve Sadettin Heper’den meşkettiğim eserleri de okumamı istedi. TRT henüz teşekkül etmemişti. Yıl 1953. İstanbul Radyosu daha müstakil haldeydi. Radyoya başladım. Bir yandan derslere de devam ediyorum. Sonra Aralık aylarında Mevlevi ayinleri düzenlenirmiş. Merhum Sadi Hoşses ve birkaç arkadaşı organize edermiş. Konya Şahin Sineması’nda yapılırmış. Hoşses naat okurmuş. Hocaya intikal ediyor ve Konya belediyesi ile antlaşma yapılıyor. 1955 yılında bir aralık gününde hocam Sadettin Kaynak bana bir telgraf çekti ve acele Konya’ya gelmemi istedi naat okumam için.
Tabii o zamanlar Konya’ya aktarmalı olarak gidiliyor. Konya’da Kitaplık denen bir bina var. Orada yapılıyor sema törenleri. İlk natı ben okudum. Sonra ilginç bir olay da yaşandı orada. Ayinin dördüncü selamında bir yer var. Ben hem okuyor hem de kudüm çalıyorum. Halil Can’ın talebeleri bayağı bozuldular, heyecandan okuyamadılar. Ancak bana uymak zorunda kaldılar. Ayin bittiğinde Halil Can döndü dedi ki öğrencilerine: “Çocuklar, eğer Kani olmasaydı ayin çorbaya dönecekti.”
O ilk gün Konya adeta çalkalandı. Sonra efendim, bu iş aldı yürüdü. Otuz yıl Mevlevî ayinlerine katıldım.
Mevlevî ayinlerinin geçmişi ne kadardır?
Valla benim bildiğim Sadi Hoşses ve arkadaşlarından önce yok. Onlar da kendi çabalarıyla yetersiz olarak yapabilmişler.
Çalışma hayatınız nasıl gerçekleşti? Geçim problemini nasıl aştınız?
Mevlitlere giderdik. Sadettin Kaynak Hoca’mın himayelerinde, radyoda söylerdik ancak af buyurun para bile almadığımız çoktur.
Bu arada yeri gelmişken artık mevlit filan okutulmuyor. İsmi lazım değil, televizyona çıkan bir İlahiyat profesörü, “Mevlüt diye bir şey yoktur, okutmayın” dedi. Artık kimse mevlit okutmaz oldu. Eski kültürlü insanlar da kalmadı tabii. O yüzden çoğu kimse bu fikirlere aldanıyor.
Kani Karaca ülkemizde istediği yere gelebildi mi?
Hayır, hayır bu konuda bir himaye görmedim. Yaptıklarım hep pasif kaldı.
Kuran okuma sanatına gelmek istiyorum. Her camide herkes Kuran okuyor. Bu hakkıyla yapılabiliyor mu? Kuran okuma sanatı nedir? Bu sanat unutuldu mu?
Efendim, Kuran okuma üzerine çalışan on imam ve bunların iki tane de ravileri var.Aşera-i takrip, on farklı okuma biçimi anlamına geliyor. Bizim okuduğumuz genellikle İmam-ı Asım kıratıdır. Ancak bunun dışında mana bozulmamak şartıyla, bazı farklılıkları taşıyan okuma biçimleri de var. Bunun çok şartları var. Kitapları var. Arapça bilenler daha iyi kavrıyor.
Günümüzde de eğitimi veriliyor mu?
Fatih Çolak, merhum İsmail Biçer, bunlar çok önemli isimler. Ehl-i Kuran olan insanlar var. Kuran-ı Kerim ortadan kalksa bu isimler yeniden her şeyi öğretebilecek donanıma sahiptir. Ancak öğrenci yetiştirebiliyorlar mı bilmiyorum. Bakın Kuran harflerinin hakkını vermemek, tecvid ve talimden uzak olmak bir Kuran okuyucusuna ve hafıza yakışmaz. Bazı arkadaşlar da hoca önünde talim okuyor gibi okuyorlar; belki yanlış diyemezsiniz ama musiki açısından tat vermez. Tavır filan arama.
Peki İstanbul tavrı ve Arap tavrı nedir?
Arap tavrı, Mısır’da tecelli ediyor. Ülkemizde bunu taklit etmeye çalışanlar var; ancak çok iyi beceremiyorlar. Mısır’da Muhammed Ferid-üs Sencuni diye bir zat var. Onun okuyuşunu daha sıhhatli buluyorum.
Siz Arap tavrını nasıl öğrendiniz?
Efendim küçük yaşlarda Adana’da hafızlık çalışırken, Arap radyolarını dinlerdim. O yayınların neticesinde kendi çabalarımla öğrendim.
İstanbul tavrı?
İstanbul tavrı esas Üsküdar tavrı imiş, benim hocam da o tavrın temsilcisiydi. Tavır sözle anlatılamaz. Ancak okunur. (Üstad Kani Karaca bu bölümde kısa bir sureyi Arap ve İstanbul tavrı ile okuyor. Biz de mest oluyoruz.)
Ülkemizde Arap tavrı yaygın değil mi?
Değişik olduğu için cazip geliyor. Ama bazı okuyucular İstanbul tavrı diye okuduklarınd onun Rumeli’den gelen bir tavır olduğunu bilmiyorlar. Esas tavır Üsküdar tavrıdır. Sanıyorum onu okuyan da pek kalmadı.
Bunun son temsilcisi siz misiniz?
Bunun son temsilcisi Hafız Ali Efendi idi. Biz de, hamdolsun ondan feyz aldık.
Bestelerinize gelmek istiyorum. Şarkılar, gazeller, ilahiler…
Hal-i hazırda beş altı şarkım birkaç da ilahim var. Daha ziyade yorumcu olmaya çalıştım. Muhatap bulamayacağınız için şevkiniz kırılıyor. Dolayısıyla beste yapamıyorsunuz.
Unutulan makamları sizin bildiğiniz söyleniyor…
Estağfirullah.Eski makamların çoğu unutuldu. Aslında bütün makamları severim. Gerek sûzinak, gerek mahur, nihavent, bunlar beylik makamlar. Ama öyle isimler var ki adı sanı duyulmamış, meselâ mâverâünnehir kimse bilmez, nihavend-i kebir kimse bilmez. Bugün kullanılan makamlar, bestenigâr, hüseynî, bayatî… Ama adama sorsan ne bilir adam ferah fezâyı, tarz-ı cedîdi… Bugün rahatü’l-ervah beste yapsam kim dinleyecek; şarkı veya ilahi. Bugün benim yapacağım sûzinak, mahur, ,uşşak, hüzeynî, zaten milletin kulağında bunlar yer etmiş.
Konservatuvarda öğretilmiyor mu?
Konservatuvardakiler ne biliyorlar ki ne öğretecek? Bilseler bile makamın şeklini ortaya koyamazlar ki…
Ellerinde nota olmasa sipsivri kalırlar ortada. Makamlara gelince toplam sayısı 500’ü bulur. Bir çoğu da isimlendirilmemiş. Benim Sadettin Kaynak Hocamdan öğrendiğim, 119 makamlık Ahmed Avni Bey’in çalışmasıdır. Bazı Mevlevî ayinlerinin bölümlerinde geçer bu makamlar.
Türk sanat musikisinin durumunu nasıl görüyorsunuz? Pek beste yapan kalmadı galiba?
Beste çıksa bile musikiye sığmayacak şeyler. Bir kere Türk Musikisinin temeli, makam ve usul gelir. Bunları öğrenmeden insan hiçbir şey okuyamaz. Musikiyi bilmiş sayılmaz insan. Nota bilmekle iş bitmiyor. Makam, usul bilmeden günde 50 tane nota yaz, bir kıymet-i harbiyesi yok.
Öğrencileriniz oldu mu?
Konservatuvarda bir dönem çalıştım, ancak bu işe heves eden olmadı.
Peki, bu kültür bitecek mi?
Valla, hükümet ilgilenmeli ama o da hangi konuyla ilgilenecek ki? Bu işin üstadlarını bulup onları finanse ederse bu iş ortaya çıkar.
Vefasızlıktan yakınıyorsunuz zaman zaman. Toplum halkıyla, yöneticisiyle kıymetinizi bilmedi mi?
Efendim doğru. Bir toplulukta bilgili biri bulunduğu zaman başkalarının işine gelmiyor. O yüzden harcanıp gidiyorsunuz.
Yurtdışı seyahatleriniz var. Amerika, İngiltere..
Evet, Amerika’da, oradan organize ediyorlar ve gidiyoruz. İki bin kişilik salonda çıt yok. Bizim burada gazoz sesleri, kıkırdamalar filan yaşanıyor. Sema törenini büyük dikkatle izliyorlar. Önümüzde Japonya ve Yunanistan seyahati var. Ameraka’daki verdiğimiz konserden sonra New York Times Gazetesi “efsanevî vokal seyircinin nefesini kesti” ifadesini kullanmıştı.
Bir de sizin Arabistanlı hafızlarla rekabetiniz var.
Efendim, beni İstanbul’a getiren ağabeyin evinde Arabistan’dan gelen misafirler ağırlanırdı. Çeşitli sohbetler yapılır, Kuran ve ilahiler okunurdu. Ben de oradaydım. Seyyid Muhammed isimli bir işadamı vardı. Ben okudum. Beni çok beğendiler. İlginçtir Arap tavrıyla okudum. Adam şaşırdı. “Bu kadar güzel okuyan bir Türk genci olacağını hiç bilmezdim” dedi. Bizi hacca davet etti. Tüm masraflarımızı o karşıladı.
Sonra Kral Faysal’ın sarayında İslam ülkelerinin temsilcileri bir araya gelerek, müzakerelerde bulunuyorlar. Orada benim Kuran okumamı istediler. Ancak Arabistan’ın ileri gelen hafızları bu işe bozulmuş ve zamanın İç İşleri Bakanına giden hafızlar buna itiraz etmişler. Ancak bakan bunları kovmuş. “Türkiye’den bir hafız gelip burada iki satır bir şey okusa sizin neyiniz eksilecek” diye kızmış. Ben euzu besmeleyi çektim ve Yunus sûresinden bir bölüm okudum. Tabîi çok büyük ilgi gördü. Arap hafızlar şaşırdı. Kral çok memnun oldu. Mekke Radyosu da bunu banda alıp zaman zaman yayınlamış.
Üstadım aileniz hakkında bilgi verir misiniz?
Görücü usulü ile evlendim. İki oğlum bir kızım var. Oğlum ve kızım evlendi. Diğeri benimle beraber. Büyük oğlum, Matematik mühendisidir. Bir ara gitar ve mandolin çalmıştı. Ancak şimdi ilgilenmiyor. Diğer oğlum org ve piyano çalıyor.
Türk sanat müziğinin üstadlarıyle birlikte oldunuz. Bir anınızı anlatır mısınız?
Allah rahmet etsin hepsi iyi insanlardı. Münir Nurettin çok hoş sohbet bir insandı. Hatta vefatına yakın bana şarkılarını bir kasede okumamı istedi. Ancak bunu yapamadık. Hiç unutmam bir gün konservatuvarda Cevdet Bey’in odasında oturuyorduk. Bir öğrenci gelerek Münir Nurettin’e “Hocam” dedi, “Kemanımın yayı yok derse giremeyeceğim”. Hoca “önemli değil, yay bulunur” dedi. Bu kez, “Kemanım yok” dedi. Hoca, öğrenciye, “Keman da bulunur” dedi. En nihayet öğrenci dedi ki: “Hocam Şişli Etfal’de bir akrabam var. Onu ziyarete gideceğim.”
Maksadı ortaya çıktı. Münir Nurettin dedi ki; “Şu işe bak, öğrencilerin peşinden koşuyoruz.”