John Locke

Salvo

Kayıtlı Üye
( 1632 - 1704 )



Locke aslında bir 17.yy. filozofu olmasına rağmen kendisinden sonra gelişecek olan 18.yy. aydınlanma döneminin özelliklerini taşır. Bir anlamda aydınlanmanın ilk filozofu denilebilir. Bu dönemde temel amaç pratik yaşamı, düşünceyi, bilimi kısacası herşeyi akla göre yorumlamak, tüm gelenek ve dogmatik inançlardan kurtarmak, aklın doğrularını ortaya çıkarmaktır. Oxford'da doğa bilimleri ve tıp öğrenimi almış, bir ara da siyasete girmiştir. Locke ile birlikte felsefe anlaşılması zor bir metafizik uğraş olmaktan çıkıp pratik yaşama yönelmiştir.
Locke insanda doğuştan gelen, insanın ruhunda hazır bulunan bazı temel düşüncelerin, idelerin olmadığını savunur. Aksi görüş daha önce Descartes ve ardılları tarafından savunulmuştur. Locke ise bu konuda Hobbes ile aynı fikirdedir. Bu tür doğuştan düşüncelerin tüm insanlarca doğru sayılması bu idelerin doğuştan olduğuna dair bir kanıt olarak ileri sürülür. Ama Locke bunun böyle olduğundan şüphe eder. Örneğin mantığın ana ilkeleri olan çelişmezlik ve özdeşlik ilkelerinin cahiller ve çocuklar tarafından bilinmediğini ve onların ruhlarında doğuştan olan bu ilkeleri bilmemelerinin bir çelişme olduğunu söyler. Ayrıca bütün pratik kurallar da temellendirilmelidir. Çünkü yalan söylemenin kötü olduğu düşüncesini bir din adamı, Tanrı böyle istiyor diye açıklarken bir başkası toplum böyle istiyor diyebilir ve yine bir başkası her zaman kötü olmayacağını savunabilir. Bu tür ilkelerin hem farklı anlaşılması hemde doğuştan tüm insanlarda aynı olması saçmadır.



Bu tür ilkelerde insanların birleşmelerinin nedeni de toplumun ve insanların varlığı ve mutluluğu için zorunlu olmasındandır. Yine Tanrı kavramı da doğuştan değildir. Çünkü çoktanrıcılar ile tektanrıcılar arasında bir farklılık olması yanında aynı dinden olan kişiler bile Tanrı kavramında birleşemeyebiliyorlar.

Peki ruhda doğuştan düşünceler, ilkeler yoksa bilgimiz nereden geliyor. Ona göre ruh başlangıçta düz beyaz bir kağıt gibidir ve tüm bilgimiz de deneyden gelir. Locke deneyleri ikiye ayırmış. İç deney ve dış deney. Dış deneyin konusu dışımızdaki nesnelerdir, iç deneyin ise ruhumuzda olup bitenlerdir. Dış deneyde vücudumuzdaki organlar sayesinde dış dünyadan edindiğimiz duyumlar beyne iletilir ve ruhumuzda bir duyuma yolçar. İç deney ise dış deney sayesinde ruhumzda oluşan bu duyumların oluşturduğu tasarımların yaşanması ve farkına varılmasıdır. Sonuçta ruhda algılamak, bilmek, istemek, şüphe etmek gibi tasarımlar oluşur.
Böylece oluşan tasarımlarımızın ise bazıları basit bazıları bileşiktir. Basit tasarımlar genelde tek bir duyumun yol açtığı tasarımlardır. Örneğin görme ile renkler, dokunma ile sertlik, sıcaklık tek bir duyumun yol açtığı basit tasarımlardır. Görme ve dokunma duyumları ile de yer kaplama, şekil, hareket gibi birden çok duyumun yol açtığı basit tasarımlar oluşur. Düşünme ve isteme ise iç deney ile edinilen basit tasarımlardır. hem iç hem dış deney ile edinilenler ise haz, acı, kuvvet, zaman vb.dir.
Bileşik tasarımlar ise basit tasarımların birleşmesinden oluşur. Bu birleştirme sayesinde run etkin olur. Bu etkinlik üçe ayrılır. 1. Birkaç basit tasarımdan tek bir bileşik tasarım üretmek ki bu tüm bileşik tasarımlar için zorunludur. 2. Basit ve bileşik ideleri anlamlı bir şekilde bir araya getiren etkinlik. Bu bir çeşit düzenleme tasnif etme gibidir. 3. Bir tasarımı bağlı olduğu tasarımlardan ayıran etkinlik.
Ruhun bu etkinliklerinin birinci grubundaki tasarımların kendi başlarına bir varlıkları yoktur. Örneğin sonsuzluk tasarımı. Nesne tasarımı da böyledir. Nesne tasarımı aslında o nesneye ait çeşitli duyularımızın birleştirilmesinden oluşmuştur. Tanrı tasarımı ise yine iç deneyin bazı manevi niteliklerini yüceltmenin bir sonucudur. İkinci grupta ise bağlantılı tasarımlar vardır. Örneğin neden-etki tasarımını, bazı nesne ve niteliklerinin başka nesne ve nitelikleri etkilemesini algılamakla üretiriz. Ahlak tasarımları da eylemlerimizin yasa tasarımlarıyla birleştirilmesinden oluşur. Üçüncu gruptakilier ise ayrılmış tasarımlardır. Mesela sıcaklık tasarımını ateş ve güneş gibi bağlı olduğu tasarımlardan ayırarak tek başına bırakmakla üretiriz. Böylece Locke tümel kavramların objektif gerçek bir varlığı olmadığına inanır.
Locke duyumlarımızı gerçeği yansıtmaları bakımından ikiye ayırır. Gerçeğin yansıları olan birinci tür duyumlarortadan kaldırıldığında nesnenin kendisi de ortadan kalkar. Örneğin büyüklük, sayı, şekil vb. Gerçeği yansıtmayan ikincileri ise rastalantılı olarak belli bir durumda nesneye bağlananlardır. Sıcaklık, tat, koku vb.gibi.
Dış deney sayesinde oluşan dış dünyaya ait bilgimiz oldukça zayıf ve güvenilmezdir. Bir cisimler dünyasının varlığı kesin olarak kanıtlanamaz. Ancak varlığı daha olasıdır. Kesin bilgimiz ise objeyi tam olarak karşılayan iç deney sayesinde oluşur. İç duyum yolu ile üretilen tasarımlar kendi aralaranda bir tasarımlar dünyası ortaya çıkarırlar. Ve bu tür tasarımlar ruhumuzdaki olup bitenleri tam olarak karşılar. Locke'un bu görüşü Descartes'in "düşünüyorum öyleyse varım" önermesine benzese de Locke bu sonuca soyut bir yolla değil deneysel bir çözümleme ile ulaştığı için ondan ayrılır.
Locke'un felsefesi kolay anlaşılabilir olduğundan büyük çevrelere yayılmış ve etkilemiştir. Ayrıca bu felsefe pek çok yönde geliştirilmeye açıktır. O tüm düşüncesini sadece aklın çıkarımları üstüne kurmuş, hiçbir dış etkene bağlı kalmamıştır. Bu yönü ile tam bir aydınlanmacıdır ve kendisinden sonra Kant'da zirveye ulaşacak bir dönemi başlatmıştır.






John Locke’un en önemli kitabı olan İnsan Anlığı Üzerine Bir Deneme ilk olarak 1689’da (başlık sayfasındaki tarih 1690) en çok tanınan öteki iki yapıtı A Letter Concerning Toleration ve Two Treatises of Government’le birlikte yayımlandı; son ikisi siyasal sebeplerle imzasız yayımlandı; ve yazarının adı uzun süre gizli kalmamakla birlikte Locke bunların kendi yapıtları olduğunu hiçbir zaman açıkça kabul etmedi. Locke, 29 Ağustos 1632’de Somerset’te Wrighton’da doğmuş olup, kitabın yayımlandığı tarihte 57 yaşındaydı. Şimdi yalnızca bir filozof olarak anılmakla birlikte, siyasal ve diplomatik etkinliklerle dolu bir yaşam sürdü ve doğal bilimler, tıp, ekonomi ve tanrıbilimde geniş çaplı düşünsel çalışmaları oldu. Gençlik yıllarının çoğunu Student and Senior Censor of Christ Church derecesini elde ettiği Oxford’daki bilim dünyasının çekiciliği, bir yandan da o zaman Oxford’da öğretilen felsefenin skolastik yavanlığı yüzünden, hiçbir zaman bir üniversite profesörünün dünyadan uzak yaşamı içine kapanmadı. Deneme’nin, yayımlanmasından iki yıl sonra Dublin’de Trinity College’de ders kitabı olarak okutulmasına karşın, 1704’te (Locke’un öldüğü yıl) Oxford’daki kimi Kolej başkanlarınca, Kolej öğretmenlerinin, öğrencilerinin onu okumasına izin vermesinin yasaklanması için bir girişimde bulunulması anlamlıdır.

Locke’un dolgun ve etkin yaşamının ayrıntıları, öteki başlıca kitaplarıyla ilişkili olmakla birlikte, Deneme yönünden, onun yazılışının birçok yıllara dağılmasının en çok uzun sürmesinin, bir de içerdiği kopuklukların, hatta yinelemelerin, bir bölümüyle açıklamasını vermesinin dışında, büyük bir önem taşımaz. Gerçekte bunların bile daha önemli bir nedeni, Locke’un felsefeye yeni bir yaklaşım için yollar aramakta ve bu yüzden de düşüncelerini sürekli olarak düzeltmekte ve genişletmekte oluşuydu. Deneme’nin, daha önce, ikisi 1671’de, birisi de 1685’de olmak üzere üç taslağını yazmıştı, ilk yayımlamasından sonra öteki basımlar için de birçok düzeltmeler yaptı. Kitabın, son biçimiyle de aşırı uzun olup birçok yinelemeler içerdiğini kendisi de kabul ediyordu; fakat “bu kısaltmaya gidemeyecek kadar aylak ya da dolu” (Okura Mektup) oluşunu özür olarak ileri sürüyor ve kısaltma işinden kaçınıyordu. İkinci basımı hazırlarken “kavrayışlı ve dikkatli okuyucuya gereksiz görünmemesi olanaksız olan büyük bir bölümü atmanın uygun olup olmadığı üzerinde” uzun uzun durmuştur, fakat belki yazık belki de değil, arkadaşı William Molineux onu bundan vazgeçirdi; ve kısaltma işi sonraki yayımlara kaldı.
Locke’u etkileyenler arasında ilki ve etkisi en açık olan Descartes’tır; onun Yöntem Üzerine Söylev’i 1637’de Locke’un doğumundan beş yıl sonra yayımlandı; bunu 1641’de Meditations, 1644’te de Rgulae izledi; bu sonuncusu Deneme’den 11 yıl sonra basılmışsa da el yazma kopyaları Hollanda’da çoktan beri dolaşmakta olduğuna göre Locke’un onu da bildiği düşünülebilir. Locke’un kendisi de “kendi zamanında okullarda alışılmış olan, felsefe üzerine anlaşılmaz biçimde konuşma yolundan ilk kurtuluşunun büyük minneti” diyerek Descartes’a büyük ölçüde borçlu olduğunu kabul ediyor. Deneme’nin kendisinin içerdiği birçok kanıtlar da bunu destekliyor: örneğin açık ve seçik ideler ve algılama terimleriyle sezgisel ve tanıtlamalı bilginin açıklanması (IV, ii) ve usun tanıtlamadaki dörtlü işlevi (IV, xvii, 3). Fakat Locke’un, Descartes’ın kendisini skolastik düşünceden kurtardığını öne sürmesine, gerçekten de, örneğin tartışma eleştirilerinde (IV, vii) ve tasımsal kanıtlamaya saldırılarında olduğu gibi, Oxford felsefesindeki akademik uygulamaları yerdiği birçok durumların bulunmasına karşın, Descartes’in olduğu gibi, Locke’un da kendini skolastik düşünceden tümüyle kurtardığı doğru değildir. Locke, tanımın cins (genus) ve ayırt (differantia) ile sınırlandırılmasını eleştirmekle (III, iii, 10) birlikte, töz, kip, öz ve ilineklerin dilini kullanıyor ve Descartes gibi o da nedensellik ilkesinin zorunluluğunu kuşku götürmez (cf. IV, x, 3) bir şey olarak görüyordu; bunu sorgulamak Hume’a kalmıştır.
Fakat Locke, Descartes’a çok borçlu olsa da, bir Descartes’çı değildir. Deneme’nin I. Kitabı tümüyle doğuştan ideler öğretisinin yıkılmasına ayrılmıştır. O, Descartes’ın zihnin özünün düşünce olduğu (II, i) ve yer kaplamanın cismin özü olduğu (II, xiii) biçimindeki iki temel ilkesine karşı çıkar. Hepsinden önemlisi de, Descartes’ın, matematiğin, bilginin tümüne bir ideal sağladığı görüşüne de karşı çıkar, çünkü o, bir a priori tümdengelimsel dizge kurmakla, doğa bilimlerinde olduğu gibi, gözlem ve deneyin tümevarımsal yöntemleriyle deneysel bilginin derece derece edinilmesi arasındaki ayrımı görüyordu; IV. Kitabın genel konusu budur. Tek ayrılığı, ya da bir ayrılık olabilirliğini, kendi kipler kuramına göre kabule hazırdır: “Törebilimin de, matematik gibi, tanıtlamaya elverişli olduğunu düşünmekten çekinmiyorum” (II, xi, 16; ce. IV, iii, 18-19). Fakat etik üzerine bir kitap yazmak için sıkıştırılmasına ve ideler üzerine yeniden düşünmeye de söz vermesine karşın, bu işe hiç girişmemiştir, belki de konumunun sağlamlığına güvenemiyordu, molineux’ye yazdığı bir mektupta “Törebilimin tanıtlamalı olarak kurulabileceğini gördüğümü sanıyorum, bunu yapabilip yapamayacağım ayrı bir konu diyor.
Böylece Descartes’a olan borcunun, uyuşamadıkları üzerinde olmasına karşın, Locke, Descartes’ın Meditations’una beşinci dizi karşı çıkışların yazarı olan Gassendi’den ve Deneme’ye başlamasında doğrudan etkili olan Robert Boyle’dan, daha olumlu yolda etkilenmiştir. Locke Gassendi’yi (ölümü 1655) hiç tanımamış ve onun etkisini açıkça kabul etmemiş olmakla birlikte, onun, Descartes’a karşı – çıkışlarını içeren yapıtlarını iyi biliyordu. Gassendi’nin görüşleriyle Deneme’nin birçok bölümleri arasındaki benzerlikler rastlantı olamayacak kadar büyüktür; öyle ki Leibniz, Locke için Gassendi’ci demiştir. İnsan zihninin başlangıçta bir tabular asa oluşu, Locke’taki “bütün niteliklerden yoksun ak kağıt” (II, i, 2) ya da “boş oda” (I, ii, 15) önermelerinin aynıdır. Epikiros’çu öğretideki, daha önce duyulardan gelmemiş olan hiçbir şeyin zihinde bulunmayışının Locke’taki karşılığı, idelerin “iki kaynağı”dır; bütün öteki idelerin bunlardan yapma ve geliştirmeyle oluşturulması Locke’un birleştirme ve soyutlama öğretisidir. Locke’un öteki görüşlerinden birçoğunun Gassendi’de benzer biçimde anlatıldığını görüyoruz: bedenle zihin arasındaki sıkı etkileşimin, belli türden bedensel sakatlık ya da sayrılıkları izleyen zihinsel bozukluklarla açıklanması (II, x, 5); özdeksel cisimlerin düşünmeye elverişli olabileceği önerisi (IV, iii, 6); insan-dışı hayvanlarda kimi bellek (II, x, 10) ve uslama güçlerinin (II, xi, 11) bulunması, özdeksel nesnelerin gerçek özlerini bulmanın olanaksızlığı (III, vi, 9) ve Descartes’ın uyanık denilen durumlardaki bütün deneylerin birer düş olabileceği biçimindeki yöntembilimsel kabulüne karşı çıkış (IV, ii, 14).
Boyle’un etkisi daha kişisel ve dolaysızdır. Locke’la ikisi yakın arkadaştılar ve Locke, Boyle’un bilimsel çalışmalarını yakından tanımakla kalmayıp bu çalışmaların bir bölümüne de katılmıştır. İkisi de, yeni deneysel, bilim üzerine tartışmaları ve ilgileri Royal Society’nin kurulmasına yol açan bir topluluğun üyesiydiler; Boyle derneğin kurucu üyelerinden oldu, Locke da birkaç yıl sonra seçildi. Deneme’nin düşüncesi 1670’de Londra’da yapılan tartışmalardan doğduysa da (Okura Mektup) Boyle’un o özel toplantıda bulunduğu konusunda bir kanıt yoktur. Locke’un Boyle’la tanışıklığı onun doğal bilimlere ilgisini arttırmakla kalmadı, Descartes’çıların ussalcı yöntemine karşı, dikkatli ve doğru gözlemin deneysel yönteminin felsefeye de uygulanması gerektiği konusundaki inancını pekiştirdi. Doğruca ikisinin yakın arkadaşlığına dayanarak etkinin tek yönlü olduğu sonucunu çıkaramayız. Bunun karşılıklı olması daha olasıdır, bu yüzden de ikisi arasındaki benzerlikleri saptamak yeterlidir. Deneme’nin temel öğretilerinden biri olan, birincil ve ikincil niteliklerin ayırt edilmesi (II, viii), Boyle’un The Origin of Forms and Qualities’inde (1666) hem de aynı terimlerle anlatılmıştır. Boyle’un korpüsküler fiziği Deneme’de geçer ve Locke’daki, insan bilgisinin olabilir genişliğine sınırlar konmasının kabul edilmesi gerektiği gerektiğini vurgulamasını Locke’tan önce o yapmıştır. Daha önemsiz bir konuda, Locke’un, Deneme’de, bir özdeksel nesnenin belirleyici özelliklerinden söz ettiği her durumda, her zaman ve değişmez olarak altını örnek göstermesi, Boyle’un altının simya yöntemiyle üretiminin bir formülünü bulduğu savı için beslediği ve Deneme’nin yayımından sonra Newton’un etkisiyle vazgeçtiği anlaşılan inancına bağlanabilir.
Deneme’nin yayımlanması, öğretilerin sözde şüpheci ve dine karşı araştırmalarına yönelik olarak sert ve zaman zaman aşırı eleştirilere yol açtı. Locke bunlardan çoğuna, haklı olarak, aldırmadı, çünkü yazarların çoğu ya yetenek ya da bilgi bakımından onun düşünce ve uslamalarını kavrayabilecek düzeyde değildi. Açık tartışmaya giriştiği tek kimse Worcester Piskoposu Edward Stillingfleet olmuş ve Locke ona, beşinci basıma, onun-karşı çıkmalarını özetleyen ve bunlara kendisinin verdiği yanıtları gösteren uzun dipnotları koyacak kadar önem vermiştir; bunun ayrıntıları Ek’te verilmiştir. Locke’un, tek önemli eleştiricisi olan Leibniz’e yanıt vermeyişi ve onun görüşlerini “en geniş zihinlerin bile sığlıkları vardır” diyerek, kısaca, sığ ve yüzeysel diye, yanıtlamayı gereksiz bulması üzücüdür. Locke’un, Leibniz’in eleştirilerini yanlış değerlendiren savsaması ve onunla mektuplaşmaya yanaşmaması için bulunabilecek tek özür, yaşamının son yedi yılında yakasını hiç bırakmayan sayrımlık olabilir. 28 Ekim 1704’te öldü.



Temel eserleri, An Essay concerning Human Understanding (İnsan Zihni Üzerine Bir Deneme) ve Two Treatises of Government (Yönetim üzerine İki Deneme)'dir.
Bilgi görüşleri: Empirist bir bilgi teorisinin temel ögretilerini, yani zihinde doğuştan düşünceler bulunduğunu ve bilginin deneyimden üretildigi ilkelerini mekanik bir gerçeklik görüşüyle birleştiren John Locke modern felsefenin tavrına uygun olarak, felsefesinde öncelikle bilgi konusunu ele almıştır. O insan bilgisinin sınırlarına ve kapsamına ilişkin araştırmasında, insan zihninde idelerin nasıl ortaya çiktigini araştırır. İdelerle de Locke, algı içeriklerini, izlenimleri, tasarımları, düşünceleri, kısacası bilincin tüm içeriklerini, insanın kendisiyle ilgili olarak bilinçli olduğu herşeyi anlar. Ona göre, insan bilgi sahibi olan bir varlıktır. Başka bir deyişle, o insan bilgisini açıklanmak durumunda olmayan, apaçık bir olgu olarak alır.
Bilmek ise, zihinde birtakım idelere sahip olmaktan başka bir şey değildir. Doğuştancılığa karşi çikan Locke, insanın bilgiye temel olan malzemeyi sonradan deneyim yoluyla kazandığını söyler. Onun deyimiyle karanlık bir oda olan insan zihnine ışık getiren tek pencere, deneyimdir. Bilginin kaynağı konusunda empirist olan Locke, biri dış deneyim, diğeri de iç deneyim olmak üzere, iki tür tecrübe bulunduğunu söyler. Bunlardan birincisinde, yani dış deneyimde, insan beş duyu yoluyla dış dünyadaki şeyleri tecrübe eder; insan zihni, Locke'a göre, burada tümüyle alıcı olup, pasif durumdadır. İkincisinde, yani refleksiyon veya içebakışta ise, insan varlığı, kendi zihninde, kendi iç dünyasında olup bitenleri tecrübe eder. İnsan zihnindeki tüm ideler, işte bu iki kaynağın birinden ya da diğerinden gelir.
İnsan zihnindeki tüm ideler, İngiliz empirizminin kurucusu olan Locke'a göre, basit ideler ve kompleks ideler olmak üzere, iki başlık altında toplanabilir. Bu ayırım, Locke'a zihnin tümüyle pasif olduğu durumlarla aktif olduğu durumları birbirlerinden ayırma imkanı verdiği için, önemli bir ayırımdır. Basit ideler, dış dünyadaki cisimlerin ve onların niteliklerinin duyu-organlarımız üzerindeki etkisi sonucunda, duyularımız aracılığıyla kazanılmış olan idelerdir. İnsan zihni bu basit ideleri birbirleriyle çesitli şekillerde birleştirdiği zaman kompleks idelere sahip olur. Locke'a göre, insan zihni basit ideleri biriktirdikten sonra, onları birbirlerinden ayırt eder, birbiriyle karşilaştırır ve birbiriyle çesitli şekillerde birleştirir. Locke, insanda yeni bir ide icad etme gücü olmasa bile, insan zihninin kompleks ideleri meydana getirirken tümüyle aktif durumda bulunduğunu söyler. Ona göre, basit ideler kompleks idelerden hem psikolojik ve hem de mantıksal bakımdan önce gelmek durumundadır.
İnsan zihni, Locke'a göre, belli şekillerde faaliyet gösterir. İnsan zihninin bu faaliyetleri ise, sırasıyla algı, bellek, ayırd etme ve karşilaştırma yetisi, birleştirme ve soyutlamadır. Bu yetilerden en önemlilerinden olan birleştirme yetisi söz konusu olduğunda, insan zihni sahip olduğu basit ideleri bir araya getirir ve bu ideleri birleştirerek kompleks ideler meydana getirir. Soyutlamada ise, insan zihni genel kavramları gösteren genel sözcüklere yükselir. Varolan herşey, Locke'a göre, bireyseldir. Bununla birlikte, insan varlığı çocukluktan yavaş yavaş çikarken, insanlarda ve şeylerdeki ortak nitelikleri gözlemler.
Locke, bilginin söz konusu yetilerin algı yoluyla kazanılan basit ideleri işlemesinin sonucunda ortaya çiktigini savunur. Ve bilgi, idelerin birbirleriyle olan bağlantısına ve uyuşmasına ya da birbirleriyle uyuşmayıp, birbirlerini kabul etmemelerine ilişkin algıdan başka bir şey değildir. Locke'a göre, ideler arasında dört tür bağıntı vardır ya da ideler birbirleriyle dört bakımdan uyuşur. 1 Özdeslik, 2 İlişki, 3 Birlikte varoluş ya da zorunlu bağıntı ve 4 Gerçek varoluş.
Locke, özdeslikten söz ettiği zaman, bir idenin ne olduğunun ve onun başka idelerden olan farklılığının bilincinde olmayı anlar. Burada söz konusu olan bilgi, her idenin kendi kendisiyle aynı olduğunu, her ne ise o olup, tüm diğer idelerden farklı olduğunu bilmekten oluşur. Bu bilgi, idelerimizden her birinin (örnegin, ağaç, masa, beyaz, kare, üçgen vb. idelerinin) tam olarak neyi içerdiğinin ve onun farklılıklarının (örnegin, beyazın siyah olmadığının, bir karenin daire olmadığının) bilgisidir. Buna karşin, ilişkiden söz ederken Locke, idelerimizden bazılarının diğer idelerle bazı bakımlardan ilişkili olduğu olgusuna dikkat çeker. Buna göre, beyaz ve kırmızı arasında, üçgenlerle yapraklar arasında söz konusu olmayan bir ilişki vardır; yine, bir ağaçla bir sandalye arasında, bir doğruyla bir bulut arasında söz konusu olmayan bir ilişki vardır.
Birlikte varoluş ya da zorunlu bağıntıdan söz ettiği zaman da, Locke kompleks bir idenin, örnegin bir sandalye idesinin, bir sandalyeyi düşündüğümüz zaman birlikte düşündüğümüz çok sayıda basit idenin birleşiminden oluştuğu olgusuna dikkat çeker. Burada söz konusu olan bilgi, belli bir kompleks ide gündeme geldiği zaman, hangi basit idelerin söz konusu kompleks idenin ayrılmaz parçaları olduğunun bilgisidir. Locke dördüncü kategoriye, yani gerçek varoluşa geldiği zaman, idelerin birbirleriyle olan bağıntılarından çok, dış dünyadaki bir şeyle olan bağıntılarının bilgisinden söz eder. Şimdiye dek olan bilgi türleri yalnızca kavramsaldı, ilk kez bu dördüncü bilgi türüyle varoluşla ilgili olan bir bilgiye ulaşilır. Başka bir deyişle, burada söz konusu olan bilgi, bir ideyle uyuşan gerçek bir varlığın bilgisidir.
Locke bu dört bilgi türüne ek olarak, insan için bu bilgi türlerine sahip olmanın üç farklı yolunun bulunduğunu söyler; bunlar sırasıyla sezgi, kanıtlama ve duyumdur. Bilgimizin kapsamı söz konusu olduğunda, Locke gerçek bilgiye sezgi ya da kanıtlama yoluyla ulaşildığına inandığı ve kanıtlama ya da sezginin kendilerine dayandığı idelere birtakım sınırlamalar getirdiği için, bilgimizin kapsamının oldukça sınırlı olduğunu savunmak durumunda kalmıştır. Özdeslik ya da farklılık bağıntısı söz konusu olduğunda, Locke'a göre, bizim tüm açık idelerimizin kendi kendileriyle aynı ve başka idelerden farklı olduklarına ilişkin olarak sezgisel bilgimiz vardır.
İlişki söz konusu olduğunda ise, burası bilgimizin çok büyük bir parçasını meydana getirmekle birlikte, bu bilgi de idelerin birbirleriyle olan ilişkileriyle ilgili kanıtlamalarla sınırlanmıştır. İdeler arasındaki karşilıklı bağıntılara ve içerme ilişkilerine dayanan bu bilgi, yalnızca kavramsal bir bilgidir. Bu alandaki doğrular matematiğin doğrularıyla, günümüzde analitik olarak doğru olduğunu söylediğimiz önermelerden oluşur. Ancak bu doğrular, yalnızca idelerimiz arasındaki ilişkilerle ilgili olan doğrular olduğu için, bize hiçbir zaman idelerimizden bağımsız olarak varolan bir şeyin bilgisini veremezler.
İdelerimizin birlikte varoluşu ya da idelerimiz arasındaki zorunlu bağıntıya gelince, Locke bilgimizin kapsamının burada daha da daraldığını savunur. Biz, birçok basit idenin birlikte ortaya çiktigini, belirli bir türden olan kompleks bir şeye ilişkin idemizin belirli basit idelerden oluşan bir toplamı içerdiğini gözlemleyebiliriz, fakat bu idelerin zorunlu olarak birbirlerine bağlanıp bağlanmadığını bilemeyiz. Locke'a göre, ikincil bir nitelikle söz konusu niteliğin kendilerine bağlı olduğu birincil nitelikler arasında, insan tarafından keşfedilebilir olan zorunlu bir bağlantı yoktur. Biz bir nesnenin şeklinden ve ebatlarından yola çikarak, onun belli bir renge ya da tada sahip olduğunu hiçbir zaman söyleyemeyiz.
İdelerimizin birlikte varoluşu ya da idelerimiz arasındaki zorunlu bağlantıya ilişkin bilgimiz deneyimin kapsamına bağlı olduğundan, idelerimiz arasındaki zorunlu bağlantıları saptarken, sezgi yoluyla da kanıtlama yoluyla da pek ilerilere gidemeyiz. Ve doğa bilimlerinin genel önermeleri farklı ideleri birbirlerine bağladıkları için, gerçek anlamda genel bir bilgi olmanın çok uzağında kalır. Zira, bu bilimlerin birbirine bağladığı ideler arasında zorunlu bir bağıntının olup olmadığı, sezgi yoluyla da kanıtlama yoluyla da kavranamaz.
Gerçek varoluş söz konusu olduğunda, bilgimiz kapsamı daha da daralır. Locke'a göre, biz sezgi yoluyla kesin olarak yalnızca kendimizin varolduğunu biliriz. Kanıtlama yoluyla ise, Tanrı'nın gerçek varoluşunu kanıtlarız. Bir de duyusal bilgiyle, duyularımıza sunulmuş olan nesnelerin varolduğunu biliriz. Bununla birlikte, kesin olmayan duyusal bilgi, bize gerçek bir bilgi veremez, çünkü bu bilgi herşeyden önce şimdi duyularımıza sunulmuş olan nesnelerle sınırlanmış olup, şimdi ve burada mevcut olan tikel nesnelerin ötesine geçemez. İkinci olarak, duyusal bilgi yoluyla, bizim dışımızdaki nesnelerin varolduğunu bilsek bile, Locke'a göre, bu nesnelerin gerçek doğalarına ilişkin olarak pek fazla bir bilgimiz olamaz.
Demek ki, Locke;
1 dolayımsız olarak bilincinde olduğumuz şeylerin, nesnelerin bizatihi kendileri değil de, zihinlerimizdeki ideler olduğunu, 2 idelerimizin tecrübeden türetilmek durumunda olduğunu, aksi takdirde anlamlı bir içerikten yoksun olacağını ve 3 genel bir önermenin sezgisel bakımdan ya da kanıtlama yoluyla kesin olmadıkça, gerçek anlamda bir bilgi olamayacağını kabul ettiği için, bilgimizin kapsamını oldukça daraltır. O, bir empiristtir ve dolayısıyla bilgide deneyime önem verip, empirik olmayan ilkelerden türetilmiş mantıksal bir sistemin bize gerçekliğin resmini hiçbir şekilde veremeyeceğini kabul eder.
Locke, bundan başka zihnimizde olan şeylerin, nesnelerin kendileri değil de, nesnelerle olan gerçek ilişkilerini hiçbir zaman bilemeyeceğimiz ideler olduğunu savunduğu ve neyin bilgi sayılıp neyin bilgi sayılamayacağı konusunda, hayli yüksek bir kesinlik ölçütü öne sürerek, yalnızca sezgi ya da kanıtlama yoluyla elde edilen bilgiyi kesin bilgi olarak gördüğü için, empirik ve bilimsel bilginin gerçek anlamda bilgi olamayacağını dile getirir.
Dine Dair Görüşleri: Dinle bağlamında, Locke Hıristiyanlığın ahlaki boyutunu vurgulamaya özel bir önem atfeder ve kutsal kitapta bulunan ahlak kurallarının aklın keşfettiği kurallarla tam bir ahenk içinde olduğunu belirtir. Akılla inanç arasındaki ilişkiler üzerinde de duran filozof, hem akıl ve hem de vahiy yoluyla keşfedilen hakikatler bulunduğunu öne sürerken, akılla çelisen hakikatler söz konusu olduğunda, bu doğruların, onların kaynağında vahyin bulunduğu söylense bile, hiçbir şekilde kabul edilmemesi gerektiğini savunur. Buna karşin, akılla ne örtüsen ne de çakisan hakikatlere gelince, Locke bunların gerçek dinin özünü meydana getirdiğini öne sürer. Fakat Locke aklın burada bile vazgeçilmez bir rol oynadığını vurgular: Akıl bir şeyin vahiy olup olmadığına karar vermeli ve vahyi ifade eden sözcüklerin anlamlarını incelemelidir. Ona göre, akıl her konuda nihai yargıç ve yolgösterici olmalıdır. O Hıristiyanlığın özünde pek az temel ve onsuz olunamaz inanç parçası bulunduğunu söylerken, mezhepler arasındaki çatismalara şiddetle karşi çikmis ve dini hoşgörüyü engelleyecek hiçbir şey bulunmadığını belirtmiştir. Bu bağlamda, ona göre, dinin görevi insan ruhunu günahtan, kötülüklerden; hükümetin görevi ise bireyin yaşam, özgürlük ve mülkiyet haklarını korumaktır.
Siyaset Felsefesi: Locke siyaset felsefesi alanındaki görüşleri bakımından da önemli bir filozoftur. O, mutlakiyetçiliğe şiddetle karşi çiktigi ve güçler ayrılığını hararetle savunduğu için, liberalizmin kurucusu olarak görülmektedir. Meşruti bir monarşiden yana olan ve toplumun bir sözleşme temeline dayanması gerektiğini savunan Locke, insanların hukuğun veya iktidarın sağladığı avantajlardan yoksun olarak birlikte yaşadıkları hipotetik bir doğa hali düşüncesinden yola çikmistir. Böyle bir doğa halinin dezavantajları, insanların hukuğun ve devletin yönetimi altına girmeleri için bileyerek ve isteyerek bir sözleşme yapmalarını fazlasıyla haklı kılar. Toplumsal sözleşmenin amacı, düzeni ve yasayı ihdas etmek, doğa halinin belirsizliklerini ortadan kaldırmak ve bireyin haklarını koruyacak kurumları yaratmaktır.
 
bayigram takipçi satın al instagram beğeni satın al instagram takipçi satın al tiktok takipçi satın al Buy Followers haber
vozol puff
Geri
Üst