islami hıkaye arsıvi. 1

Biz Diriltiriz Biz


Ahmed-i Nâmıkî Câmî hazretleri Herat'ta bulunduğu sırada bir gün Abdullah-i Ensârî'nin konağına dâvet ettiler. Ahmed Câmî'nin hizmetçisi yola çıkmaları için ayakkabılarını önüne koydu. Ahmed Câmî hazretleri;
"Bir saat beklememiz îcâb ediyor. Bir iş var." buyurdu. Beklediler. Bir saat sonra bir Türkmen hanımı ve yanlarında 12 yaşlarındaki oğulları ile geldiler.
Çocuğun babası;
"Efendim! Allahü teâlâ bize çok mal verdi. Bundan başka çocuğumuz yoktur. Bu da âmâ olup gözleri görmemektedir. Her tarafı gezdirdik. Gitmediğimiz yer varmadığımız doktor kalmadı. Fakat hiçbirisi çare bulamadı. Biz siz Allahü teâlâya her ne duâ ederseniz cenâb-ı Hakkın lutfedip kabûl ettiğini biliyoruz. Eğer çocuğumuzun göz nûruna kavuşması için duâ ederseniz çok bahtiyar oluruz. Tek gözleri açılsın îcâb ederse bütün malımızı fedâ etmeye hazırız. İhsân ederseniz lutfederseniz çok seviniriz. Eğer bu arzumuz yerine gelmezse üzüntümüzden mahvoluruz." dedi.
Ahmed Câmî hazretleri bu sözleri dinledikten sonra;
"Nasıl olur? Ölüleri diriltmek cild hastasını iyi etmek Îsâ aleyhisselâmın mûcizesi idi. Bu hâlde Ahmed kim olur ki bu hastalığın tedâvisini benden istiyorsunuz?" buyurdu. Sonra ayağa kalkıp yürümeye başladı. Biraz sonra;
"Biz ederiz biz." dedi. Orada bulunan herkes bu sözü işittiler. Fakat bir şey anlayamadılar. Bundan sonra hemen geri dönüp bir yere oturdu ve;
"O çocukcağızı bana getirin." buyurdu. Getirdiler. İki mübârek başparmağını çocuğun iki gözüne sürüp;
"Azîz ve celîl olan Allahü teâlânın izni ile açılın." buyurunca çocuğun gözleri görür oldu. Bundan sonra orada bulunan ileri gelenler dediler ki:
"Efendim birinci defâ ölüleri diriltmek ve cild hastalarını iyi etmek mûcizesi Îsâ aleyhisselâma âittir. Kendiniz için bu yolda Ahmed kim olur ki? dediniz. Daha sonra da biz ederiz biz dediniz. Bu iki sözünüz arasındaki irtibâtı anlayamadık. İzâh buyurur musunuz?"
Bunun üzerine Ahmed Câmî hazretleri;
"Evvelki söz kendime âitti. Bundan başkasını diyemezdim. Ama sonradan bana şöyle ilhâm ettiler: Ey Ahmed! Ölüleri Îsâ aleyhisselâm mı diriltti? Dilsizleri ve cild hastalarını o mu iyi etti? Biz ederiz biz. Geri dön. O çocuğun gözlerinin açılması için seni sebep kıldık. Bu söz kalbime öyle ilhâm olundu ki ağzımdan da çıkıverdi. O söz ve fiillerin hepsi Allahü teâlâdan idi. Ahmed'i (beni) sâdece vâsıta kıldı." buyurdular.
 
Bizi Hatırlayın!

Rumelili yüzbaşı İbrâhim Ağa adında bir kimse Bolu'da bir müddet vazîfe yaptı. Memleketine döneceği zaman Mustafa Sâfî Efendiyle vedâlaşmak için ziyâretine gitti. Vedâlaşıp giderken yüzbaşı İbrâhim Efendiye;
"Yolculuğunuz sırasında sıkıntıya düşerseniz bizi hatırlayınız. Selâmetle memleketine ulaşırsın." dedi.


Yüzbaşı İbrâhim Ağa bir gemiye binip yola çıktı. Denizde bir müddet yol aldıktan sonra fırtına çıkıp bindiği gemi batmaya yüz tuttu. Yüzbaşı İbrâhim Ağa suyun dibine doğru batarken Mustafa Sâfî Efendinin kendisine vedâlaşırken söylediği sözü hatırlayıp Allahü teâlânın izniyle Mustafa Sâfî Efendinin rûhâniyetinden yardım istedi. O anda Mustafa Sâfî Efendi gözüküp onu elinden tuttu ve sudan çıkardı.
Sonra da;
"Suyun üzerinde bağdaş kur otur! Korkma bir gemi gelip seni kurtaracak!" buyurmuştur. Biraz sonra bir gemi gelip onu kurtarmış ve memleketinin sâhiline götürüp bırakmıştır. Bu hâdiseden sonra Yüzbaşı İbrâhim Ağa memleketinden Bolu'ya giderek Mustafa Sâfî Efendiye talebe olmuş ve ömrü boyunca orada kalmıştır.
 
Bizi Tanımaz Oldun

Bir Ramazân-ı şerîf ayında türbesinin inşâsı sırasında bu işle meşgul olanlar oruç olmaları sebebiyle kabri yanında ona karşı lâzım olan edebi tam gösterememişlerdi. Türbe inşâsında çalışan ustalar edebe uymayan şekilde ayaklarını uzatarak oturmuşlardı. Yine bir defâsında kabri yanında böyle ayaklarını uzatıp oturdukları sırada Sâfî Efendinin rûhâniyeti kendi sûretinde gözüktü. Ayaklarını uzatıp oturanlara tebessüm edip aralarından İbrâhim adındaki kimseye;
"İbrâhim Bey! Artık sen büyüdün bizi tanımaz oldun." dedi.
Hemen yerinden fırlayıp;
"Aman efendim ben kimim ki sizi saymayayım." diyerek ağladı. Çok gözyaşı döktü. Sonra ayaklarına kapanıp affetmesini istedi. O böyle ağlayıp yalvararak affetmesini isteyince onu affetti. Kendinden öyle geçmişti ki affedilince kendini toparlayabildi. Artık bu hâdiseden sonra türbenin yanına yaklaşırken tâ uzaktan ayakta durarak edep gösterirdi.

Bu menkıbeyi yazan müellif şöyle demektedir: Bunu anlatmaktan maksadım nefsin terbiyesi içindir. Allahü teâlânın sevgili kulu olan bir mürşid-i kâmil yetişmiş ve yetiştirebilen bir rehber mahâretli mesleğinde mütehassıs bir doktor gibidir. Talebesinin ıslahı ve yetişmeleri için ne lâzım olursa ona göre muâmele eder. Kimisine sert muâmele eder. Çünkü iltifat ona zararlıdır. Bâzısına da yumuşak muâmele eder. Her talebe meşrebine yapısına huyuna göre terbiye edilir. Eğer bunun tersi yapılırsa rehber ne kadar mâhir olursa olsun talebe onu herhangi bir sûretle inkâra kalkışır. Buna gücü yetmezse istikâmetine zarar verir. Güneş her meyveye ve bitkiye yapısına göre parlar. Meyve tatlı ise tadını acı ise acılığını artırır. Mürşid-i kâmiller de talebenin meşrebine hâline bakıp ona göre yetiştirirler.
 
Boşa Yorulmuş

Râbia-tül Adeviyye bir gece evinde geç vakitlere kadar namaz kılarken hasırın üzerinde uyuya kaldı. Bu arada evine bir hırsız girdi. Her tarafı aradı çalacak bir şey bulamadı.
Giderken;
"Girmişken boş çıkmayayım" diyerek Râbia hazretlerinin dışarıda giydiği örtüsünü aldı. Evden çıkarken yolunu şaşırdı kapıyı bulamadı. Geri dönüp örtüyü aldığı yere bıraktı. Bu sefer rahatlıkla kapıyı buldu. Kapıyı bulunca tekrar geri dönüp örtüyü aldı. Fakat yine kapıyı bulamadı. Bu hâl yedi defa tekrarlandı.
Yedinci defâ tekrar örtüyü eline alınca şöyle bir ses duydu:
"Ey kişi kendini yorma. O yıllardır kendini bize ısmarladı. Şeytanın ona yaklaşma gücü yok iken hırsızın onun örtüsüne yaklaşması mümkün müdür? Git yorulma boşuna uğraşma. O uyuyorsa da dostu uyanıktır ve onu korumaktadır."


Bu hâdiseden korkup dışarı fırlayan hırsız tövbe edip bu kötü huyundan vazgeçti.
 
Boynumu Eğmiş Beklirem



Değerli mimar arkadaşımız Hilmi Şenalp Türkmenistan'ın başşehri Aşkabat'ta selatin bir cami inşa etmiştir. “Selatin” kelimesi "sultanlar' demek olduğu halde bir cami-i şerif hakkında bu kelimenin kullanılması o cami-i şerifin sultanlara yakışır şekilde azametli olduğunu ifâde eder. Osmanlı'da çifte minareli cami yapmak -bir an'ane olarak- padişahlara bırakılmış ondan maaqa kimseler büyük bir cami yaptırsalar bile ona tek minare ikame ederlerdi. Osmanlı tarihinde en zengin bir sadrazam olarak ün yapmış bulunan hırvat asıllı Rüstem Paşa bile Eminönü'nde çinileriyle dünyaca ünlü camie çifte minare yapmamıştır. Lakin o devlet tarihe karıştıktan sonra bu an'ane unutulmuş; şahıslar ve dernekler de çifte minare yaptırır olmuşlardır.



Eski mimarının bütün hususiyetlerini akıllara durgunluk verecek bir liyakatle bilen ve bunu inşa ettiği camilerde gerçek�*leştirmeye muvaffak olan değerli mimar Hilmi Şenalp Japonya'nın başşehri Tokyo'da inşa ettiği cami-i şerifle mimarı tarihimizde haklı yerini almış bulunmaktadır. Onun Aşkabat'ta inşa ettiği klasik Osmanlı mimarı tarzındaki selatin ünvanına layık cami-i şerif de çifte minarelidir. Bu .cami-i şerifin inşaatı devam ederken bir gün Aşkabat'ta mesaı arkadaşlarından bir grupla caddede yürüyorlarmış. Önlerine şab-r emred (sakalı çıkmamış bir delikanlı) Türkmenistanlı bir genç çıkmış ve:



"-Bir dakika beyler! Siz Türkiye'den gelmiş olmalısınız öyle değil mi?"
Hilmi bey ve arkadaşları:

"Evet!" cevabını verince Türkmenistanlı genç: "-Size bir sual sorabilirem mi?" demiş. Onlar da: "-Buyur sor!" demişler.

Türkmenistanlı genç:

"-Türkiye'de hatun kişiler başlarını örtirler mi?" demiş. Muhatabları:

"-Evet." Cevabını verince ilave etmiş: "-Bacaklarını örtirler mi?"

Buna da "Evet." karşılığını alınca:

"-Kusura bakman beyler!ı'. Zannımca siz doğru söylemirsinizl.. Men (ben) tilifisyon seyredirem. Sizin rus�*laştığınızı görürem."

ihtimal bu Türkmenistanlı genç "ruslaşmışsıız' sözüyle "batılılaşmış olmayı” kasdediyordu. Kendi memleketinin şartIarına göre böyle söylüyordu. Sonra ilave etmiş:

"-Halinize bakırem size müslüman demekte zorlanırem. Hiç güven duymirem. Lâkin düşünürem ki. Cenab-ı Allah birine ruhsat fırsat verip de "Mukaddes Emanetler"i elinizden .aldırmadı. Onları sizde kodi. Bunu düşününce sizin bir gün yeniden adam olacağınıza ihtimal verirem. Lakin ne zaman bilemirem? Boynumu eğmiş beklirem!.." demiş.



Muhatabları bu arifane cevab karşısında söyleyecek söz bulamamış ve delikanlıyla kucaklaşarak:
"-Ümidin boşuna değildir kardeş! Milletimizin Allah yolunda sebkat etmiş olan hizmetleri bereketine çok geçmeden umduğun güzel günlere şahid olacaksın. Cenab-ı Allah neye kaadir değil! Bak işte Rusya topsuz-tüfeksiz yıkıldı. Bugünkü hal adetullah icabıdır. Kainatta kahır ve lütuf bir arada mevcud olup onlar arasında bir galebe nöbetleşmesi vardır. Şu senin gönlündeki güzel ümid o güzel günlere aid mümin ferasetiyle bir sezişten ibarettir. Me'yus olma!" demişler.

Not: . Gayr-i islamı sayısız tatbikattan ruhları bunalarak ümidsizliğe düşen müminlere ithaf olunur.
 
Boyayı mı beğenemedin yoksa boyacıyı mı?

Hep hikmetli konuşan Lokman Hekim’in derisi siyah dudakları da kalınmış. Değerli sözlerini duyarak hayranı olan biri bir gün bakmış ki hayalinde büyüttüğü Lokman siyah yüzlü kalın dudaklı biri. Şaşkınlıkla yüzüne bakarken Lokman Hekim adamın içinden geçenleri sezmiş olacak ki şöyle çıkışmış:
– Birader neden öyle şaşkın bakıyorsun? Boyayı mı beğenemedin yoksa boyacıyı mı?

Sonra da ilave etmiş.

– Bak demiş benim ne yüzümün siyahlığında ne de dudaklarımın kalınlığında bir tesirim vardır. Onları Yaratan öyle yaratmış öylesine uygun görmüş. Benim tercihim değil...

Evet insanların yüz güzelliği yahut da çirkinliğiyle kendilerine bir pay çıkarmaları son derece yanlıştır. Ne güzellikte bir etkisi vardır ne de çirkinlikte. Her ikisini de yaratan ve layık gören Allâh-ü azimüşşandır. İnsan kendi iradesiyle kazandığından sorumludur.
 
Böceğin Rızkı

Hazret-i Süleymân (a.s.) bir gün deniz kenârında oturmuşlar idi. Bir karıncanın geldiğini gördü. Ağzında bir yeşil yaprak tutardı. Deniz kenârına ulaşdı. Sudan bir kurbağa çıkdı. O yaprağı karıncadan alıp denize döndü. Karınca geri döndü.
Karıncadan sordular ki
- Bunun hikmeti nedir.
Karınca cevâb verdi ki
-Bu deryânın ortasında Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretleri bir taş halk etmişdir. O taşın içinde bir böcek halk etmişdir. Beni onun rızkına sebeb etmişdir. Ben her gün o nesneyi ona yetecek kadar rızkı getiririm. Deniz kenârına ulaşdırırım. Allahü teâlâ hazretlerinin kurbağa sûretinde yaratdığı bir meleği o rızkı benden alır o böceğe verir. O böcek Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin kudreti ile fasîh dil ile söyler ki;
-Sübhânallah ki beni halk etdi deniz ortasında ve taş arasında bana mekân verdi. Benim rızkımı unutmadı. İlâhî ümmet-i Muhammedi ümîdsiz etme!
 
Böyle Sultana Böyle Kadı

Hızır Bey İstanbul kâdısı ve belediye başkanı olarak vazifeye başladıktan bir müddet sonra bir hıristiyan mîmâr geldi. Hızır Beyi buldu. Kâdı efendiye hâlini arzedip pâdişâh Fâtih Sultan Mehmed Hândan şikâyetçi olduğunu söyledi. O zamanlar Avrupa ülkelerinde değil kralı mahkemeye vermek aleyhinde konuşmak bile bir insanın kendi hayâtından olması demekti. O günlerde İspanya'da hıristiyanlar binlerce müslümanı; kadın ihtiyar çocuk demeden kılıçtan geçirmekteydi. Bir hıristiyan ise bir müslüman devletinde o devletin kâdısına devletin pâdişâhını şikâyet edebilme hakkını kendisinde bulabiliyordu.

Hızır Bey hıristiyan mîmârı dinledi. Fâtih Sultan Mehmed Hân bugünkü Ayasofya Câmiinden daha yüksek kubbeye ve daha üstün mîmârî husûsiyetlere sâhip bir câmi yaptırmak istemiş ve o hıristiyan mîmâr da bu işe tâlib olmuştu. Ama bir hıristiyan olarak müslümanların meşhûr Ayasofya kilisesinden daha üstün husûsiyetleri hâiz bir esere sâhib olmalarına gönlü râzı olmamıştı. Bu gâyesini gerçekleştirebilmek için de böyle bir câmiyi kendisinin yapabileceğini söyleyerek işe tâlib oldu. Câminin inşâatı başladı. Mısır'dan binbir zahmetle getirilmiş sütunların yüksekliklerini kısa tutmuş dolayısıyle kubbenin yüksekliği de Ayasofya'dan alçak olmuştu. İnşâatın bitmesine yakın ziyârete giden Fâtih Sultan Mehmed Hân sütunların kasıtlı olarak küçültülüp meşhûr Ayasofya'dan daha üstün bir binânın yapılmaması gayreti güdüldüğünü anladı. Bu hâle çok hiddetlendi. Hıristiyan mîmârın cezâlandırılmasını emretti. Emir yerine getirildi. Eli kesildi. Yüzlerce kilometreden binbir emekle gelen mermer sütunlar hıristiyan gayreti ile kısaltılmış Sultanın emri ve iyi niyeti ayaklar altına alınmıştı. Üstelik devletin kânun ve nizâmına uymak karşılığında zımmîlik hakkı bahşedilmiş olmasına rağmen böyle bir yola tevessül etmişti.

Bir mîmâr için el her şeyden daha fazla lüzumluydu. Ama mâlesef düşünmeden işlediği bir suça diyet olmuş elsiz kalmıştı. İki çocuğu bir hanımı vardı. Müslümanların hâlini Osmanlıların adâletini bilenler;
-Bu işte bir acelelik var müslümanlar bu işi yapanı suçlu bulurlar hele onların âdil kâdıları pâdişâhın bile gözünün yaşına bakmaz cezâsını verirler dediler.

Hıristiyan mîmâr pek inanmadıysa da ısrârlar karşısında dayanamayıp kâdıya gitmeye karar verdi. İşte onun için Hızır Beyin huzûrunda bulunmaktaydı. Bütün bunları âdil Osmanlı'nın âdil kâdısına tek tek anlattı. Hızır Bey tam bir sükûnetle hâdiseyi dinledi. Daha sonra soruşturup meseleye vâkıf oldu. Şâhidlerle berâber Fâtih Sultan Mehmed Hânı imparatorların kralların beylerin taht ve mülkleri iki dudağı arasından çıkacak bir çift söze bağlı olan Osmanlı pâdişâhını mahkemeye dâvet etti. Bildirilen saatte mahkeme teşkîl edildi. O sırada Fâtih Sultan Mehmed Hân da geldi. Eli kesilen hıristiyan mîmâr ayakta duruyor ürkek ürkek etrâfını seyrediyordu. Böyle bir mahkemeyi ilk defâ görüyordu. Çünkü onların bildiği güçlü olanın hâkim olmasıydı ve gücü yetene her şey mübahtı. Köhne Bizans zayıf olan herkesin ezildiği güçsüzün elinden ekmeğini kapanın kahraman olduğu mahkemelerin değil suçluya cezâ vermek zulüm gören mâsûmu cezâlandırdığı bir yerdi. Böyle bir toplumdan gelen bir kimse Osmanlının âdil idâresini hayâl bile edemezdi.

İstanbul Fâtihi Sultan Mehmed Hân mahkeme salonu olarak kullanılan yere girince baş köşede bulunan yere oturmak arzusuyla o tarafa doğru yöneldi. Pâdişâhın bu hâlini gören kâdı Hızır Bey hiç çekinmeden;
-Oturma begüm!.. Hasmınla yüzleşmek üzere mahkeme huzûrunda ayakta dur! dedi.
Sultan sözü ikiletmeden söylenilen yere geçti. Mahkemenin pâdişâhı Hızır Beydi. Çünkü Hızır Beyin şahsında İslâmiyetin âdil hükümleri karşısında bulunmaktaydı. Hızır Bey;
-Sen Murâd oğlu Mehmed! Bu zımmînin elini kestirdin mi?" deyip söze başladı.

Mahkeme neticesinde;
-Sen Murâd oğlu Mehmed! Mahkeme edilmeden bu zımmînin elini kestirdiğin için kısas olunacaksın! Senin elin de onunki gibi kesilecek! Eğer zımmîyi râzı edebilirsen ölünceye kadar onun ve çoluk-çocuğunun maîşetini temin etmek karşılığında elini kesilmekten kurtarabilirsin!" dedi.
Herkesle birlikte Pâdişâh da tam bir sükûnet içerisinde kararı dinledi. Hıristiyan mîmâr bu ulvî karar karşısında daha fazla dayanamadı. Ağlayarak Pâdişâhın ellerine kapandı. Ölünceye kadar maîşetini temin etmek karşılığında anlaştılar. Zâlimleri bile ağlatacak böyle bir adâletin ancak hak bir dînin mensupları tarafından icrâ edilebileceğini düşünen hıristiyan mîmâr âile efrâdı ile birlikte müslüman olmakla şereflendi. O da yüce İslâm dîninin yayılması için gayret eden kimseler arasına katıldı.

Bu mahkemeden birkaç gün sonra Fâtih Sultan Mehmed Hân Kâdı Hızır Beyi ziyâret etti. Mahkeme esnâsında gösterdiği adâlete teşekkür edip;
-Eğer bana bir suçlu gibi değil de bir pâdişâh gibi muâmele etseydin seni şu kılıcımla parçalardım dedi.
Hızır Bey de Pâdişâha mahkeme esnâsındaki hâl ve hareketleri için teşekkür ettikten sonra;
- Eğer pâdişâhlığına güvenip dînin emri olan hükmüme karşı gelseydin seni bu arslanlara parçalattırırdım dedi ve paltosunun iki eteğini çekti.

Bakanlar Hızır Beyin eteği altındaki iki arslanın sert bakışlarını gördüler. "Böyle sultana böyle kâdı." demekten kendilerini alamadılar.
 
Böyle Yemek Pişirirler

Bir gün ikindi vakti yanına bir misâfir geldi. Tencerede bir parça et vardı. Eti pişirip misâfire ikrâm edeyim diye düşündü. Fakat yemeği hazırlamak için de misâfirin yanından ayrılamadı.

Nihâyet akşam vakti oldu. Namazlarını kıldılar. Kendisi de misâfiri de oruçlu idiler. Nihâyet evde bulunan bir kuru ekmek ve bir mikdar suyu misâfire ikrâm için hazırladı. Sonra etin bulunduğu tencerenin Allahü teâlânın izni ile kaynadığını ve yemeğin çok güzel piştiğini gördü. Misâfire ikrâm ile iftarı birlikte yaptılar.

Misâfir;
-Hayâtımda bu kadar lezzetli bir yemek yemedim deyince

Râbia-tül Adeviyye;
-Her hâlinde Allahü teâlâyı hatırlıyan ve sâdece O'nun rızâsını istiyenlere işte böyle yemek pişirirler buyurdu.
 
BU AKŞAM HİNDİSTAN'DA
Hz. Süleyman'ın sarayına kuşluk vakti saf bir adam telaşla girer. Nöbetçilere hayati bir mesele için Hz. Süleyman'la görüşeceğini söyler ve hemen huzura alınır. Hz. Süleyman (a.s) benzi sararmış korkudan titreyen adama sorar:
- Hayrola ne var? Neden böyle korku içindesin? Derdin nedir? Söyle bana...
Adam telaş içinde:
- Bu sabah karşıma Azrail (a.s) çıktı. Bana hışımla baktı ve hemen uzaklaştı. Anladım ki benim canımı almaya kararlı..
- Peki ne yapmamı istiyorsun?"
Adam yalvarır:
- Ey canlar koruyucusu mazlumlar sığınağı Süleyman! Sen her şeye muktedirsin. Kurt kuş dağ taş senin emrinde. Rüzgarına emret de beni buradan ta Hindistan'a iletsin. O zaman Azrail (a.s) belki beni bulamaz. Böylece canımı kurtarmış olurum. Medet senden!
Hz. Süleyman adamın haline acır. Rüzgarı çağırır ve:
- Bu adamı hemen al. Hindistan'a bırak!" emrini verir. Rüzgar bu... Bir eser bir kükrer. Adamı alır ve bir anda Hindistan'da uzak bir adaya götürür.
Öğleye doğru Hz. Süleyman divanı toplayarak gelenlerle görüşmeye başlar. Bir de ne görsün Azrail (a.s.) da topluluğun içine karışmış divanda oturmaktadır. Hemen yanına çağırır:
- Ey Azrail! Bugün kuşluk vakti o adama neden hışımla baktın? Neden o zavallıyı korkuttun?" der.
Azrail (a.s) cevap verir:
- Ey dünyanın ulu sultanı! Ben o adama öfaaalehışımla bakmadım. Hayretle baktım. O yanlış anladı. Vehme kapıldı. Onu burada görünce şaşırdım. Çünkü Allah (cc) bana emretmişti ki:
- "Haydi git bu akşam o adamın canını Hindistan'da al!" Ben de bu adamın yüz kanadı olsa bu akşam Hindistan'da olamaz. Bu nasıl iştir diye hayretlere düştüm. İşte ona bakışımın sebebi bu idi.
 
Bu Kadın Defnedilemez

Ebu Hanife’nin meclisine gelen biri şöyle bir suâl sordu:
– Hamile bir kadın doğum sırasında vefat etti. Onu yıkamak üzere tahtanın üzerine koyduklarında karnındaki çocuğun yaşadığı anlaşıldı. Bu kadın böylece defnedilecek mi yoksa bekletilecek mi? Kadın şu anda yıkama tahtası üzerinde beklemektedir. Mecliste hazır bulunanlar birbirlerine bakıştılar. Bazıları:

– Bu kadın defnedilemez. Ancak bekletilir. Ola ki bekleme sırasında çocuk dünyaya gele dediler.

Bazıları da:

– Cenaze bekletilmez. Efendimizin hadisi vardır cenazenizi bir an önce toprağa verin buyurdu dediler. Böyle söylenmesine rağmen yine de gözler Ebu Hanife Hazretleri’ndeydi. O söylenenleri dikkatle dinledikten sonra fikrini açıkladı:

– Bu cenaze ne defnedilir ne de çocuğun doğması için bekletilir?

Dinleyenler şaşırdılar.

– Ne yapılır öyleyse? Geride başka ihtimal mi var sanki?

Evet Hazret-i İmam’a göre asıl ihtimal geridedir ve olması gerekeni şöyle dile getirmiştir:

– Bu hamile kadının karnı ameliyatla açılır çocuğu alınır sonra defnedilir!

Dinleyenler hep birden bu görüşe iştirak ettiler. Doktor geldi. Hamile kadının karnı yarılıp çocuk sağ olarak çıkarıldı. Sonra defnedildi çocuk bakıma alındı.

Daha sonra ne oldu biliyor musunuz? Bu çocuk büyüdü sıhhatli ve akıllı bir çocuk olup Ebu Hanife’nin ilminden irşadından istifade etti. Ebu Hanife’nin gösterdiği fıkhî çare ile hayata gelişinden dolayı halk ona Ebu Hanife’nin oğlu adını takmıştı.
 
Yarın bir Çinli Kardeşim vefat edecek....


Bundan altı yedi ay önce Çin’in değişik bölgelerinden on kişi İstanbul’a gelir. Bunların ortak özelikleri yeni Müslüman olmalarıdır. Umre için İstanbul üzerinden Arabistan’a gideceklerdir. Kimi yirmi gün önce kimi bir ay kimi iki ay önce Müslüman olmuştur. Ne yeterince İslâmî bilgileri ne de yapacakları umre ile ilgili bir bilgileri vardır. Yanlarına kendilerine yardımcı olacak hem Çince’yi hem Arapça’yı iyi bilen hem de İslâmî bilgisi olan birini rehber olarak alacaklardı. Türkistan’daki Çin zulmünden kaçıp İstanbul’a yerleşmiş bir Uygur kardeşimiz bu on Çinliye rehber olur. Bundan sonra hâdiseyi bu kardeşimizden dinleyelim:

“Yeni Müslüman olmuş bu on Çinli ile birlikte yola çıktık. Kısa zamanda aramızda iyi bir dostluk kuruldu. Yeni Mü’min olmuş bu insanlar büyük bir heyecan yaşıyorlardı. Hiçbirinin İslâmî bilgisi yoktu. Hatta namazda okuyacakları sûreleri bile bilmiyorlardı. Namazlarda sadece “Elhamdülillah Allahu Ekber” diyebiliyorlardı. Önce Mekke’ye gittik. Kâbe’de onların hâli görülmeye değerdi. Yeni doğmuş çocuklar gibiydiler. Kah ağlıyor kah gülüyorlardı.

İsimlerini değiştirmiştik: Muhammed(Çan Çing) Hasan(Çun Fang) gibi her biri yeni ismi ile çağrılıyordu. On Çinli kardeşimizden biri olan Muhammed’te bir farklılık vardı. Bu durum dikkatimi çekmişti. Her namazını gözleri yaşlı olarak bitiriyordu. Bir gün Muhammed sordu:


- İçki nedir İçkiye dinimiz nasıl bakar?
- Rabbimiz içkiyi kesin olarak yasaklamıştır içilmesi yapılması taşınması satılması yasaktır.


Kaldığmız otele gelmiştik. Muhammed bir telefon edeceğini söyledi ve ona memleketine telefon etme imkânı sağladık. Çin’deki kardeşini arıyordu. Kardeşine aynen şöyle diyordu:


- İçki fabrikamızı kapat Allah’ımız öyle emretmiş. Bize bu emre uymak düşer.


Kardeşi bunu yapamayacağını birçok bağlantısının olduğunu durup dururken kapatırlarsa yüz binlerce dolar zarar edeceklerini hiç olmazsa kendisine biraz zaman vermesini söyler. Fakat Muhammed kararlıdır:


-Allah emretmiş bize uymak düşer. Fabrikayı hemen kapat ben gelince borçları hallederim.


Mekke’deki ziyaretimizi bitirdik ve Medine’ye gittik. Medine’de bir sabah namazı. Efendimizin “Burası cennet bahçesidir” buyurduğu yerde sabah namazının farzını kılıyoruz. Muhammed benim yanımda. Diğer Çinli kardeşlerimizle aynı saftayız. Muhammed secdeye varıyor ancak bir daha kalkmıyor. Biz namazı bitirdiğimiz halde o hâlâ secdede. Zannettim ki Muhammed secdede kendinden geçti. Ancak uzun süre beklememize rağmen kalkmayınca merak ettim. Seslendim. Cevap vermedi. Tekrar seslendim yine tepki yok. Tedirgin oldum. Elimi uzattım omzuna dokundum ve hafifçe çeaaaim dedim ki sağ tarafının üzerine yuvarlanıverdi. Hemen ambulans çağırdık hastaneye götürdüler. Biz de arkasından gittik. Hastanedeki ilk muayenede çoktan vefat ettiğini söylediler. Muhammed’i hastanenin morguna kaldırdılar. Çinli kardeşlerimle birlikte hastanenin önünde ne yapacağmızı bilemez bir hâlde üzüntü içinde bulunuyorduk. O sırada bir araba ile makam mevki sahibi biri olduğu anlaşılan bir zat geldi. Herkes onu hürmetle karşıladı sonradan öğrendik ki bu zat Medine’nin ileri gelen yöneticilerinden biri imiş. Hastane yetkililerine sordu:


- Bugün burada ölen bir Çinli var mı?


- Evet dediler.


Biz de meraklanıp


-Biz O Çinli’nin arkadaşıyız. Neden sordunuz?” diye sorunca şu açıklamada bulundu:


-Dün gece Efendimiz rüyamda bana göründü ve buyurdular ki


‘Yarın burada bir Çinli kardeşim vefat edecek onun cenazesi ile ilgilenin’


Bir anda her şey değişti. Muhammed’i morgdan aldılar bir devlet yetkilisi defnedilir gibi defnedildi.”
 
Bir gün Harun Reşit cami cemaatine ziyafet vermek istiyor ve Behlül Dana’ya “Camiye git namazdan sonra namaz kılanları al gel” diyor.
Behlül de akşam namazından sonra cami çıkışında kapıda duruyor ve çıkanlara “ İmam namazda ne okudu” diye soruyor. Bir çoğu hatırlayamadığını söylüyor. Birkaç kişi doğru cevap veriyor. Behlül de onları alıp saraya götürüyor. H.Reşit yahu bu akşam camiye gelenlerin hepsi bu kadar mıydı? Diyor. Behlül de “Evet efendim bana göre bu kadar. Böyle böyle yaparak kimin hakikaten namaz kıldığını anlamaya çalıştım ve onları alıp getirdim.” Diyor
 
İbrâhim aleyhisselâmı ateşe attıkları zaman bütün melekler vahşi hayvanlar ve kuşlar ağlaştılar ve etrafında toplanıp ibrâhim aleyhisselâma bir yardım yapabilmenin çâresini aradılar. Bunların arasında zayıf bir bülbül yavrusu vardı. Kendini ataşe atacağı sırada Allahü teâlâ Cebrâil aleyhisselâm emredip buyurdu ki:

- O kuşu tut ve ne dileği olduğunu sor?

Cebrâil aleyhisselâm kuşu tutup istediğini sorunca kuş dedi ki:

- Halilullah'ı ataşe atıyorlar. Madem ki kurtarmağa kâdir değilim bâri onunla beraber yanayım.

Cebrâil aleyhisselâm kuşun bu cevabını Allahü teâlâya arzedince: buyurdu ki:

- O kuşun benden dilediği nedir?

Bülbül şöyle arzetti.

Benim dünyada Hak teâlânın adını anmaktan başka arzum yoktur.Binbir ismi olduğunu işittim. Yüzbirini biliyorum. Dokuz yüz ism-i şerifini de bilmek isterim.

Hak teâlâ kuşun dileğini yerine getirdi.

Şimdi sahralarda feryat eden bülbül Hak teâlânın ismini söylemektedir.

Nemrud'un ateşi İbrâhim aleyhisselâma gülüstan olunca bülbül gelip gül ağacında nağmeye başladı. O zamandan kıyâmete kadar gül ağacına muhabbet etti âşık oldu.
 
Evliyanın büyüklerinden İbrahim bin Edhem k.s. Hazretleri anlatıyor:
Babam Horasan ' Belh hükümdarlarındandı. Bir gün atına binip ava çıkmıştım. Önüme çıkan -tilki veya tavşan- bir hayvanı kovalıyordum. Arkadan bir ses duydum:

- Ey İbrahim sen bunun için yaratılmadın bununla emrolunmadın!

Sağa-sola bakındım fakat kimseyi göremedim. Aynı sesi daha açıktan sonra da pek yakından yine iki kere duydum. Bu sefer durdum ve dedim ki: Bu bana Allah'tan bir uyarıdır. Vallahi bugünden sonra Rabbime isyankârlık yapmam.

Atımı sürüp babamın bir çobanına geldim. Onun çoban elbisesini aldım kendi kıymetli elbiselerimi ona bıraktım. Dağları ovaları aşarak yürüdüm; Irak ülkesine ulaştım. Oralarda günlerce işçi olarak çalıştım. Fakat helal kaygısından hiçbir şey bana huzur vermiyordu.

Bazı olgun kişiler safi helal kazanç için Şam ve Tarsus tarafına gitmemi tavsiye etmişlerdi. Oralara gittim. Tarsus'ta iken nice günler bostanlarda bekçilik yaptım. Bir gün bostan sahibinin arkadaşları gelmişti. Adam dedi ki:

- Ey bağ bekçisi! Git de narların en iyisinden biraz getir.

Bir miktar nar getirdim. Adam narı kesince ekşi olduğunu gördü. O zaman dedi ki:

- Sen bunca zamandır bahçemizde bekçisin; meyve ve narlarımızdan da yiyorsun. Tatlıyı ekşiden ayıramıyor musun?

- Vallahi ben meyvelerinizden bir şey yemedim tatlısını da ekşisinden ayıramam!

Adam şaşkın bir edayla bana şunu söyledi:

- Hayret bir şeysin yahu! Sen İbrahim Edhem olsan bundan fazla olmazdın.

Ertesi gün bu haber halk arasında yayılıverdi. Meraklı insanlar gruplar halinde bahçeye akın etti. Gelenlerin çoğaldığını görünce ben bir yanda saklandım. İnsanlar bahçeye dolarken aralarından sıyrılıp kaçıverdim...
 
Padişahın yakınlarından bir Bey’in çok güzel bir atı vardı. Bir gün o ata binip padişahın alayına katıldı. Padişahın gözü ansızın o ata takıldı... Çalımı rengi padişahın gözünü aldı attan gözünü ayıramıyordu. Çevikliği güzelliğiyle beraber atta padişahı çeken bir şey vardı. Önce önemsemek istemedi ama gönlü atı istiyordu.

Beyninden vurulmuşa döndü!
Padişah geziden dönünce vezirine durumu açtı. Yolda bir at gördüğünü derhal gidip o atı sahibinden alıp getirmelerini emretti. Padişahın adamları hızla atın sahibi beyin yanına geldiler. Padişahın atı çok beğendiğini ne fiyat isterse hemen vereceklerini bildirdiler. Bey beyninden vurulmuşa döndü. O güzelim canı gibi sevdiği atını padişah istiyordu ha! Ne yapacağını ne söyleyeceğini şaşırdı. Padişahın adamlarını oyalamak için onlara yemek ikram etti. Onlar yemeklerini yerken İmadülmülk aklına geldi. Hemen durumu ona danışmalı ondan akıl almalıydı. Çünkü o zamanın en bilgini en akıllısı en güzel ahlaklısıydı. Kaç kere vezirliği bırakıp ibadet için uzlete çekilmişse de padişah ona izin vermemişti. Atın sahibi üzüntülü bir halde zamanın şeyhülislamının yanına koştu.
-Ey benim en büyük yardımcım! Yardımına ihtiyacım var. Padişah benim herşeyden daha çok sevdiğim atımı istemiş. Onu alırsa ben yaşayamam. Her şeye dayanırım da atımın elimden alınmasına dayanamam...
Bey hem söylüyor hem ağlıyordu. Şeyhülislam beyin bu halini görünce gözleri yaşardı. Ona yardım etmeye karar verdi. Doğru padişahın huzuruna gitti. Bir taraftan Cenab-ı Allah’a: “Ya Rabbi! Genç bey padişaha karşı gelmekte hata ediyor ama Sen yine de ona yardımcısı ol” diye yakarıyor inşaallah atını padişah almaz diye dua ediyordu. O sırada seyisler beyin o güzel atını padişahın yanına getirdiler. Şeyhülislam “gerçekten de eşine nadir rastlanan bir at” diye düşündü.
Padişah bir müddet ata hayran hayran baktı yüzünü İmadülmülk’e döndü.
-Ey büyük insan! Güzel bir at değil mi? Sanki cennetten gelmiş gibi” dedi.

Öküz başlı at!
Şeyhülislam:
-Padişahım! Ata gönlünü öyle kaptırmışsınız ki hatalarını göremiyorsunuz. İyice bir bakın bakalım. Aslında çok güzel çok çevik bir at ama bedenine göre başı kusurlu. Başı adeta **** başına benziyor.
Padişah fikirlerine her zaman hürmet ettiği İmadülmülk’ten bu sözleri duyunca at gözünden düştü ve:
-Doğru söyledin! Artık eskisi gibi güzel göremiyorum. Bunu sahibine geri verin” dedi.
Padişah at hakkındaki bu yermeyi bir kerecik duymakla gönlü attan soğudu. Kendi gözünü ve aklını bıraktı şeyhülislamın sözünü kabul etti.
 
Halife Harun Reşit İmam Ebu Yusuf’u zamanın temyiz mahkemesi reisliğine getirmişti. Bir adamın biri Ona bir soru sordu ve bilmiyorum cevabını aldı. Adam;
-Nasıl bilmezsin bir de devlet hazinesinden maaş alıyorsun diye çıkıştı. Ebu Yusuf;
-Kardeşimbize bildiğimiz şeylere maaş veriliyor. Eğer bilmediklerimiz için ücret alsaydık devletin hazinesi yetmezdi.
 
Ebû Müslim-i Saftar evliyânın büyüklerinden biriydi.

Birgün gemi ile yola çıktı. Yanında çok kimseler de vardı. Âniden ters yönden bir rüzgâr çıktı. Dalgalar yükseldi.

Gemi batacak gibi oldu.

Gemide olan yükü denize attılar.

Yardım istediler.

Ebû Müslim diyor ki:

- Bizimle beraber gemide bir köylü vardı.

Yanında bir mushafı vardı.

Oradan kalktı ve o mushafı elinin üzerine koydu ve şöyle yalvararak duâ etti: ''Ya Rabbi! Eğer bir kimsenin elinde dünya sultanından bir mektup bulunuyorsa hiç kimse ona saldıramaz zarar veremez belâlardan emin olur.

Mushafı kaldırdı ve Yâ Rabbi! Bu senin kitabındır bunu bize verdin.

Ellerinde senin kitabın bulunan kullarını suda boğmak keremine yakışmaz. '' Derhal dalgalar söndü ve deniz süt liman oldu ve gemidekiler sağ salim gitti.
 
Azraİlle ArkadaŞ Adamın biri bir vesile ile Azrail ile tanışmış ve arkadaş olmuş ve arkadaşına “Biliyorum senin elinden kurtuluş yokancak benim senden bir istirhamın olacak: Geleceğin zaman bana haber verirsen hiç değilse hazırlık yapar ve bazı işlerimi tamamlamaya çalışırım” der. Fakat aradan bir süre geçtikten sonra Azrail bu arkadaşının canını almaya gelir. Arkadaşı “Hani bana söz vermiştinniçin habersiz geldin?” der. Azrail de “Ben sana haber verdim ama sen anlamadın. Önce saçın sakalın ağardı sonra dizlerinin dermanı kesildi ellerin titremeye başladı bütün bunlar ölümün birer habercisiydi.” der.
 
Ay Mi GÜzel İnsan Mi? Bir gün Harun Reşit ile hanımı bahçede oturmuşlar.Bahçenin havuzuna da ay'ın ışığı aksetmişHarun Reşit hanımınaşu Allah'ın nuruna bakne kadar da güzel demiş.Hanımı dabenden daha mı güzel deyinceHarun Raşit kızarak;sen kim oluyorsun da Allah'ın nurundan daha güzel olasın diyerek hanımını mahkemeye veriyor.Biliyorsunuz eskiden mahkemeler şeriat mahkemesi idi.Şeriat alimleri toplanıyorfetva fetva derken hanımın idamına karar veriyor.Nasıl olur da bir insan Allah'ın nurundan daha güzel olabilirbu mümkün olamaz diyorlar ve hasılı kadına idam emri veriyorlar.

Bir gün hanımcağız derin derin düşünürken oradan geçen Behlül Dane yengesinin üzgün halini görüpyenge ne düşünüyorsun?der.Yengesi o zaman;Behlül senin bir şeyden haberin yokmu?Benim idamıma karar çıktı.Beni bir kaç gün sonraidam edecekler diye cevaplar.Behlül sebebini soruyoryengesi de olanları anlatıyor.

Behlül Dane yengesinin başından geçen olayı dinledikten sonra yengesinesen bu hususta hiç telaşlanmaben bu işi hallederim diyor.Bunun üzerine bir tellal çıkarıp cuma namazını falan camide kıldıracağını halka duyuruyor.Bu ilan üzerine halk akın akın camiye koşuyor.Çünkü daha önceleri Behlül'e böyle şeyler teklif edildiğinde kabul etmemişti.

Cuma günü kalabalık bir cemaat topluluğuna hitaben önce hutbeyi okuyorsonra mihraba geçiyornamazı kıldıracak.Namaza duruyorlar Fatiha-i Şerif'i okuyor.Sonra zammı sure koşuyor Vettini suresini okuyor.İnsanın methi bu surededir.(Vettini vezzetüni ve turisinine ve hazel beledil emin lekat halaknal insane fi ahseni takvim)Diyeceği yerde öyle demiyor "Lekat halaknal kamere fi ahseni takvim" diyerek durmadan devam ediyor sureyi bitiriyor.

Namazdan sonra bütün fetva alimleri Behlül'e efendim namazda yanlış okudunuz bu nasıl olurKur'an da sizin okuduğunuz gibi mi yazıyor?Diye sorulunca:Behlül Dane:peki böyle yazmıyor da bir insan ben aydan daha güzelim dediği zaman ona neden idam kararı verirsiniz?Eğer ay insandan daha güzel olmuş olsaydıCenabı Allah Kur'an 'ı Kerimde insan yerine ay'ı metederdi.Bu olaydan sonra fetva geri alınıp kadıncağız kurtulmuş oluyor.
 
bayigram takipçi satın al instagram beğeni satın al instagram takipçi satın al tiktok takipçi satın al Buy Followers bugün haber
bypuff
Geri
Üst