Çok eski bir web tarayıcısı kullanıyorsunuz. Bu veya diğer siteleri görüntülemekte sorunlar yaşayabilirsiniz.. Tarayıcınızı güncellemeli veya alternatif bir tarayıcı kullanmalısınız.
Abdullah-ı Rûmî bir sohbetinde Ebülleys-i Semerkandî'den naklen şöyle anlattı:
Bir târihte Bağdât'ta zenginler hacca gidiyorlardı. Peygamber efendimizin aşkıyla yanan bir fakîr de o sene hacca gitmeye niyet etti ve hac kâfilesiyle yola çıktı. Kâfile hareket etmeden önce herkes eşi-dostu ile helâllaştı.
Şehir dışına çıkıldığında zenginlerden biri bir fakîrin de hacca gittiğini görünce;
"Bineğin yok azığın yok. Sen hacca nasıl gideceksin? Bâri cebinde birkaç bin altının var mıdır?" diye alay etti.
Fakîr bu zenginin alaylı sorusuna çok üzüldü ve;
"Allahü teâlâ ne güzel vekîldir. Mahlûkâtın rızkını o vermektedir. Hepimiz O'nun verdiklerini yiyoruz." diyerek zenginin bulunduğu yerden mahzûn bir şekilde ayrıldı. Hac vazîfelerini yapana kadar da o zengine hiç görünmedi. Herkes Mekke-i mükerremeden Medîne-i münevvereye yola çıktıkları zaman o zengin fakîri sağ sâlim tekrar karşısında görünce hayret etti ve;
"Komşu sen de buraya kadar gelip hac vazîfeni yapabildin mi?" diye sormaktan kendini alamadı.
Fakîr de;
"Allahü teâlâya sonsuz hamdü senâlar olsun. Yüzümüzün karasına bakmayıp bu mübârek makâmı ziyâret etmeyi nasîb etti. Geldim Beyt-i şerîfi tavaf ettim. Sağ sâlim dönüyorum." dedi.
Zengin;
"Hacı efendi! Acabâ sana da berât verdiler mi?" diye sordu.
Fakîr; "Bu ne berâtıdır ki?" dedi.
Zengin;
"Beyt-i şerîfi ziyâret edenlere Cehennem'den âzâd olduğuna dâir berât kâğıdı verilir." diyerek koynundan herhangi bir kağıt çıkarıp fakîri aldattı.
Fakîr berât kâğıdının kendisine verilmediğine çok üzüldü. Derhal geriye dönüp Harem-i şerîfe geldi. İki gözü iki çeşme hâlinde kanlı yaşlar akıtarak çok inledi. Allahü teâlâya kırık bir gönülle duâlar etmeye yalvarmaya başladı:
"Ey âlemleri yaratan yüce Rabbim! Sen herşeye kâdirsin ganî bir pâdişâhsın. İhsânların bütün kullarına her ân yağmaktadır. Cehennem'den âzâd olup orada incinmemeleri için kullarının bâzısına berat vermişsin. Bu fakîr kuluna berât verilmedi. Yoksa bu garîb kulun âzâd olmadı mı?" deyip bayıldı. Baygın hâlde iken mânâ âleminden yanına bir kimse gelip;
"Ey fakîr! Başını kaldır ve şu berâtını alıp arkadaşlarına yetiş!" diyerek elindekini ona verdi. O ânda fakîr kendine gelerek ayıldı. Elinde dünyâ kâğıtlarına hiç benzemeyen yeşil renkli nûrdan yazıları olan ve misk gibi kokan bir berât kâğıdı vardı. Kâğıdı defâlarca öpüp başına koyan fakîrin sevincinden neredeyse aklı gidecekti. Şükür secdesine kapandı. Ömründe hiç görmediği o berâtı yüzüne ve gözüne sürdü bağrına bastı ve koynuna sokarak arkadaşlarına yetişmek için hızlı adımlarla yürümeğe başladı. Arkadaşları geriden fakîrin geldiğini görünce gülüşmeğe başladılar. Yanlarına soluk soluğa gelen fakîre alayla;
"Cehennem'den âzâd olma berâtını alabildin mi?" diye sordular.
Fakîr de koynundan berâtını çıkararak;
"İşte! Rabbimizin ihsânı olan berâtım!" diyerek misk kokulu berâtını zengine sunuverdi. Herkes yerinde donakalmıştı. Berâtı alan zengin nûrdan yazılarla fakîrin Cehennem'den âzâd olduğunu okuyunca aklı başından gidip atından düştü. Bir süre yerde baygın yatan zengini zor ayılttılar. Kendine gelen zengin kâğıdı öpmeye misk kokusunu koklamağa başladı. Kendi kendine de; "Vâh vâh benim boşa geçen ömrüme! Keşke ben de bu fakîr gibi sâdık bir fakîr olsa idim. Onun kavuştuğu bu saâdete ben de kavuşsaydım. Bu fakîr sadâkati sebebiyle bu mertebelere ulaştı. Ben ise zenginliğim sebebiyle gurûra kapıldım ve bundan mahrûm oldum. Bütün malımı versem bu kâğıttakilerin bir noktasını alamam" diyerek âh eyledi. Gözlerinden kanlı yaşlar döktü.
Fakîr;
"Hacı efendi! Berâtım sende kalsın. Sakla. Ben öldüğüm zaman kefenimin arasına koyun da kabrimde suâl meleklerine onu göstereyim." dedi.
Hacı efendi berâtı büyük bir îtinâ ile koynuna koydu. Uzun yolculuktan sonra evlerine ulaştılar. Zengin olan hacı berâtı sandığına koydu. Aradan günler geçti. Zengin ticâret için başka memlekete gittiğinde fakir vefât etti. Yıkayıp kefenlediler fakat berâtını bulup kefenin içine koyamadılar. Fakîrin cenâzesini kabre defnettiler. Ancak birkaç ay geçtikten sonra zengin ticâretinden döndü. Fakîri sorduğunda; "Sizlere ömür! Sen gittikten sonra vefât etti." dediler.
Zenginin sanki dünyâsı başına yıkıldı. Çok ağladı ve;
"O zavallının bende pek kıymetli bir emâneti vardı. Onu yerine getiremedim. Böylece vasiyetini yapamamış oldum. O âhirete göçtü berâtı ise bende kaldı. Berâtını yanına koyamadım." dedi. Hemen sandığın yanına varıp ağzını açtı. Fakat berâtı koyduğu yerde bulamadı. Tekrar tekrar aramasına rağmen yine bulamadı. "Kabrine gidip bakayım. Belki birisi beratı alıp ona vermiştir." dedi.
Kazma kürek alarak kabre gitti. Mezarını açmak istedi. O anda;
"Kabri açma! Biz ona o berâtı verdik dışarıda bırakmadık!" diyen bir ses işitti. Nereden geldiği belli olmayan bu ses karşısında zengin düşüp bayıldı. Mânâ âleminde fakîri gördü.
Fakîr;
"Ey hacı efendi! Allahü teâlâ sana selâmet versin. O berât bana verildi. Hamdolsun. Münker ve Nekîr meleklerine gösterdim. Onu görünce sorgu suâl bile etmediler. Bu berâtı almama hacdan dönerken sen sebeb olmuştun. Cenâb-ı Hak senden râzı olsun." deyip kayboldu. Zengin ayıldığında doğru evine gidip fakir için hatimler okuttu. Yemekler pişirtip yetimleri fakirleri doyurdu."
Benî İsrail zamanında salih bir kimsenin üç tane oğlu varmış. Bir gün o zat ağır hastalanır ve artık hayatından ümid kesilince büyük oğlu küçük kardeşlerini çağırır ve:
- Ey kardeşlerim pederimizin epeyce malı var. Fakat bugün kendisinin hizmeti ise ağırdır. İsterseniz sizler malına varis olun ve hizmetini bana bırakın isterseniz malı bana verin hizmetini sizler yapın der.
Kardeşleri malı almayı tercih ederler. Babalarının hizmetini büyük biraderlerine bırakırlar. Büyük kardeşleri salih bir kimse olduğu için pederinin hizmetini kendisine nimet ganimet ve ibadet bilir. Vefatına kadar bu hizmeti yapar. Fakat ailesinin bu işe hiç gönlü razı olmaz ve malı almadığı için O'nunla münakaşa eder. O ise ailesine:
- Ey hatun ben babama miras için hizmet etmiyorum. Ancak Allah rızası için hizmet edip hayır duasını almak istiyorum. Hayır sizin bildiğinizin hilafınadır. Bir kimsenin dünya dolusu malı olsa da bereketi olmasa onda hayır yoktur. Hayır ancak berekettedir der.
Babasına hizmette hiç gurur etmeden devam eder.
Bir gece rüyasında kendisine şöyle derler:
- Git filan yerde yüz akçe vardır. Onu al nafaka yap.
- Onda bereket var mıdır?
- Hayır yoktur.
- Bereket olmayan şey bana lâzım değildir der.
Bu hali ailesine söyleyince kadın yine almadığı için O'nunla münakaşa eder.
Ertesi gece rüyasında yine «Filan yerde 10 akçe vardır git al.» denilir. O yine bereket olup olmadığını sorar. Bereket olmadığını anlayınca yine almaz.
Üçüncü gece ise yine «Filan yerde bir altun vardır onu al da harçlık yap.» denilir. O da bereketi olup olmadığını sorunca «Çok bereketlidir.» cevabını alınca hemen gider ve onu alır. Sabahleyin ise altun ile pazara gider ve iki tane balık alır. Evine getirip karınlarını yardığı zaman görür ki balıkların karnında çok kıymetli ve iki dirhem ağırlığında kırmızı cevher var. Birisini hemen pazara götürüp satmak ister. Fakat hiç kimsenin almaya gücü yetmez. Nihayet 30 bin akçe kıymeti ile padişaha satar. Akçeleri alarak eve gelir ve Cenabı Hak'ka şükürler eder.
Padişah o cevherin bir eşini daha araştırır fakat hiç kimsede bulamaz. Tekrar O'na soralım belki vardır diyerek gelirler. Fakat o bende vardır lâkin 70 bin akçeden aşağı vermem der ve öylece satar. Son derece zengin olur.
Rüyasında: «Ey kişi Cenabı Hak'kın sana bu kadar lütuf ve ihsanı ancak pederine ihlas ile etmiş olduğun hizmet sebebi iledir. Âhirette olunacak ihsanı ise anlatmak mümkün değildir.
İşte bunun gibi bir kişi ebeveynine hizmeti kendisine nimet bilirse iki dünyada da devlet ve nimete nail olur. (2)
Birisi ona gelir sorar: 'İhlâsı kimden öğrendiniz?'
-Mekke-i Mükerreme'de harçlıksız kalmıştım. Basra'dan para bekliyordum ama gelmemişti. Saçım sakalım çok uzamıştı. Bir berbere girdim
'Peşin peşin söyliyeyim param yok' dedim
'Allah rızası için saçlarımı düzeltebilir misin?'
Berber o anda mevki sahibi birini traş etmekteydi. Onu bırakıp bana başladı. Adam itiraz etti.
Berber
'Kusura bakmayınız efendim' dedi 'Sizi ücreti mukabilinde traş ediyorum. Ama bu genç Allah rızası için istedi'
Berber dahasını da yaptı bana harçlık verdi. Aradan birkaç gün geçti beklediğim para geldi. Ona bir kese altın götürdüm.
'Asla alamam' dedi 'İnan Allah'ın rızası daha değerli'
Meclisine gelenlerden biri mübareği denemek ister. Aklınca zor bir soru hazırlar ve sorar.
Mübarek
'sözle mi cevap verelim' der 'yoksa halle mi?'
-İkisi de olsun.
-Eğer kendi kendini deneseydin bizi denemeye lüzum görmezdin. Kalbindeki değişimi de mi farketmedin?
-Peki hâl ile cevabınız nasıl olacak?
-Yüzüne bak anlarsın.
Adam aynayı eline aldığında kendini tanıyamaz çünkü yüzü simsiyahtır. Üstelik bu yola olan muhabbetinden eser kalmamıştır ki bu tard oldu demektir. Büyükleri incitmek böylesine korkunç bir cürettir işte.
Aradığına bağlı
Adamın biri Cüneyd-i Bağdadi'ye gelip 'Nerede o eski kardeşlikler' der 'Hani Allah için sevenler?'
-Eğer sıkıntılarına katlanacak birini arıyorsan bulamazsın ama sıkıntılarına katlanacağın dostlar arıyorsan çoktur.
Cüneyd-i Bağdadi'nin talebelerinden biri şeytanın vesveselerine kapılıp kemâle geldiğini zanneder. Birbirinden cazip rüyalar görmeye başlar ve bunları arkadaşlarına da nakleder. Cüneydi Bağdadi Hazretleri onun durumuna çok üzülür. Talebesinin ayağına kadar gider ve 'Eğer rüyanda seni cennete götürürlerse üç defa 'La havle...' oku' diye tenbih eder. Hakikaten o gece rüyasında onu alıp cennete götürürler. Aklına hocasının sözü gelir. 'La havle...' okuduğu anda kendini çöplükler pislikler içinde bulur. İçine düştüğü durumu anlar ve tevbe eder. Mübârek 'Herkese bir mürşid-i Kâmil lâzımdır' der 'aksi halde mel'ûn şeytan musallat olur ve oyuncak eder.'
Talebelerinden biri sorar: 'Hiç ibadet ve tâat yapmadan Allah'ın (Celle Celalüh) lütfuna kavuşmak mümkün müdür?
-Zaten gelen bütün nimetler Allah'ın lütfudur. Bizim gibi acizlerin ibadetlerinden ne olsun.
Son nefes zor nefes
Mübarek vefat edeceği gün çok korkulu ve üzgündürler. Yüzleri kül gibi olmuş rengi uçmuştur. Talebeleri bu halden çok ürkerler. Hatta içlerinden biri 'Aman efendim' der 'biz sizin şefaatiniz ile kurtulmayı ümid ediyoruz. Eğer siz bu kadar sıkıntı çekerseniz bizim halimiz nice olur?
-Ey dostlarım yetmiş yıllık ibadetimi kıldan ince bir ipe astılar. Kâh o yana kâh bu yana sallanıyor ve ben bu esintinin kabul yeli mi red rüzgârı mı olduğunu bilemiyorum.
Naaşını yıkayan talebesi su ulaştırmak için mübarek gözlerini aralamaya çalışır. Melekler dile gelir 'Kendini yorma' derler 'Cüneydin gözü Allah'ın zikri ile kapanmıştır ve onun didarını görmeden açılmaz.'
Talebelerinden biri onu rüyasında görür. Merakla sorar: -Efendim Allah-ü teâlâ size nasıl muamele etti?
-İlim ve marifet dolu sözlerimin hiçbir faydası olmadı. Sadece gece kıldığım namazlar imdadıma yetişti.
Bişrî Hâfî yol kesici bir kimse olup yanında bir takım güzel sesli hafızları gezdirirmiş. Gittiği şehirlerde o hafızlara Kur'an-ı Kerim okutur ve bütün insanları bir yere toplarmış. İnsanlar Kur'an dinlemek için toplandığı ve herkesin aşk ve şevkle dinlemeye başladığı sırada kendisi kalkıp şehirden dışarıya çıkar ve tenhada yakaladığı kimseleri soyarmış.
Bir gün yol üzerinde ve toz toprak içinde bir kâğıt bulur. Bakar ki kağıtta «Besmele-i Şerif» yazılıdır. Hemen alır tozlarını temizler ve bir miktar da güzel kokular sürerek yüksekçe bir duvarın üzerine koyar.
O diyarda zühd ve takvası ile meşhur olan bir zat o gece rüyasında üç defa Hak Celle ve Âlâ Hazretlerini görür ve Hak Teâlâ Hazretleri O'na hitaben:
- Ey kulum! Bişri Hâfî'ye git. O bizim ismimizi tazîmen kaldırdı biz de O'nun ismini kaldırdık. O bizim ismimizi aziz etti biz de O'nun ismini aziz ettik. O bizim ismimizi güzelleştirdi biz de O'nun ismini güzel kıldık böylece kendisine söyle haberi olsun buyurulur.
O zâhid de hemen Bişri Hâfî'nin evine giderek kapıyı çalar. Kapıyı bir cariye açar ve ne istediğini sorar. O da cariyeye şöyle sual eder:
- Bu evin sahibi köle midir âzadlı mıdır?
- Âzadlıdır.
- Âzadlı böyle mi olur?
Sonra cariye içeriye gider ve olanları haber verir. Bişri Hâfî de hemen yalın ayak ve başı açık olarak kapıya gelir ve:
- Ya Şeyh! Cariye hata etmiş. Bu evin sahibi bütün insanların en âsi ve günahkâr olanıdır der.
Bunun üzerine zâhid rüyasını anlatır. O anda Bişri Hâfî'nin kalbine hidayet ve inayet yetişerek şevk ve muhabbet dolar. Tam bir ihlas ile tevbe eder ve derhal mürşid aramaya çıkar. Çıkarken cariyesi:
- Ey efendi biraz dur da başlığını getireyim.
- Hayır duramam. Zira Cenabı Hak beni böylece davet etmiş der ve öylece yola düşer. Ve nihayet bir mürşid-i kâmile bağlanarak evliyanın büyükleri arasına katılır.
Tebsıra-i Evliya isimli kitabta pek çok kerametleri anlatılmıştır. Onlardan birisi de şudur:
Seyahati zamanında bir gemide giderken gemi içinde büyük hâcegân ve tüccarlardan çok kimse olup birisinin kıymetli bir mücevheri kaybolur. İçlerinde Bişri Hâfî'den başka eski elbiseli kimse olmadığından O'nun aldığını ümid ederler. Ve sana daha güzel elbiseler vereceğiz diye soyup aramaya başladıkları zaman Bişri Hâfî Hazretleri geminin kenarına gelerek: «Ey balıklar bir cevher getirin.» diye çağırır. Hemen bir çok balık ağızlarında cevherler olmak üzere geminin yanına gelirler.
Daha sonra hâcelere hitaben:
- Kaybolan cevheriniz kadar bunlardan alın der. Onlar da bu hali görür ve cevherleri alarak kendisinden özür dilerler.
Saliha bir kadının münafık ve cahil bir kocası vardı. Bu kadın " Bismillahirrahmanirrahim " diye besmele çekmeden hiçbir işine başlamazdı. Kocasıonun bu haline kızar kadıncağıza yapmadığı eziyeti bırakmazdı. O saliha kadın ise kocasının eza ve cefalarına sabreder ve onun doğru yola gelmesi için Allah'a dua ederdi.
Birgünkadının kocası iyice öfkelenmişti..Karısına yapacağı eziyet ve kötülük için bir bahane arıyor ve kendi kendine :
" Şuna bir oyun çevireyimde görsün ; bakalım onu rezil olmaktan kim kurtaracak ? " diye söylenip duruyordu. Başkalarına açıkça söyleyemediği inkarcılığıartık bütün çirkinliğiyleiçinde dolup taşmıştı.
Hanımını çağırdıona bir kese altın vererek :
- Bunu iyi sakla !!! diye tenbih etti. Kadında kocasının emri üzerine hemen gittibesmeleyi çekerek keseyi iyice sakladı. Bu arada kocasıda onu gizlice takip ediyordu. Sonra karısının haberi olmadan keseyi karısının sakladığı yerden aldı. İçindeki altınları boşaltarak keseyi derin bir kuyuya attı. Aradan çok geçmeden karısını çağırdı ve :
- Sana verdiğim bir kese altını hemen getir. dedi.
Kadın koştu ; keseyi sakladığı yere
" Bismillahirrahmanirrahim " diyerek elini uzattı.
Tam o anda Allahu Tealanın emriyle kese kadının sakladığı yerde içindeki altınlarla beraber aynen duruyordu. Islanan keseden suları damlıyordu. Kadın kesenin neden ıslak olduğunu anlayamadı ve keseyi kocasına getirdi. Adam içi altınla dolu keseyi görünce çok şaşırdı ve karısının söylediklerinin ne kadar doğru olduğunu anladı.
Sonra karısına ;
- Sana çok zulmettimçok canını yaktımbeni affet. diye yalvarmaya başladı. Allah'a tevbe ve istiğfar etti. İbadetlerine bağlı bir insan oldu. O günden sonra dua ve yakarışlarında hep şöyle derdi ;
- Ya Rabbi ! Bana dünyam ve ahiretim için hayırlı Saliha bir kadını eş olarak verdiğin içinsana hakkıyle şükretmekten acizdimbeni affet Alah'ım...
O saliha kadın ise ;
- Ya Rabbi ! Sana şükürler olsun kiduamı kabul edip kocamı salihlerden eyledindiye dua ediyordu.
Bu hikayeden alınacak ibretler ve çıkarılacak hikmetler çoktur.Büyükler demişlerki ; " Sabrın kendisi acıdırlakin meyvesi tatlıdır."
Evliyanın büyüklerinden İbrahim bin Edhem k.s. Hazretleri anlatıyor:
Babam Horasan ' Belh hükümdarlarındandı. Bir gün atına binip ava çıkmıştım. Önüme çıkan -tilki veya tavşan- bir hayvanı kovalıyordum. Arkadan bir ses duydum:
- Ey İbrahim sen bunun için yaratılmadın bununla emrolunmadın!
Sağa-sola bakındım fakat kimseyi göremedim. Aynı sesi daha açıktan sonra da pek yakından yine iki kere duydum. Bu sefer durdum ve dedim ki: Bu bana Allah'tan bir uyarıdır. Vallahi bugünden sonra Rabbime isyankârlık yapmam.
Atımı sürüp babamın bir çobanına geldim. Onun çoban elbisesini aldım kendi kıymetli elbiselerimi ona bıraktım. Dağları ovaları aşarak yürüdüm; Irak ülkesine ulaştım. Oralarda günlerce işçi olarak çalıştım. Fakat helal kaygısından hiçbir şey bana huzur vermiyordu.
Bazı olgun kişiler safi helal kazanç için Şam ve Tarsus tarafına gitmemi tavsiye etmişlerdi. Oralara gittim. Tarsus'ta iken nice günler bostanlarda bekçilik yaptım. Bir gün bostan sahibinin arkadaşları gelmişti. Adam dedi ki:
- Ey bağ bekçisi! Git de narların en iyisinden biraz getir.
Bir miktar nar getirdim. Adam narı kesince ekşi olduğunu gördü. O zaman dedi ki:
- Sen bunca zamandır bahçemizde bekçisin; meyve ve narlarımızdan da yiyorsun. Tatlıyı ekşiden ayıramıyor musun?
- Vallahi ben meyvelerinizden bir şey yemedim tatlısını da ekşisinden ayıramam!
Adam şaşkın bir edayla bana şunu söyledi:
- Hayret bir şeysin yahu! Sen İbrahim Edhem olsan bundan fazla olmazdın.
Ertesi gün bu haber halk arasında yayılıverdi. Meraklı insanlar gruplar halinde bahçeye akın etti. Gelenlerin çoğaldığını görünce ben bir yanda saklandım. İnsanlar bahçeye dolarken aralarından sıyrılıp kaçıverdim...
Medineli Sabit bin Kays sahabenin ileri gelenlerindendi. Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)’e hizmetten asla geri kalmaz sözünden ise bir an olsun dışarı çıkmazdı. Efendimiz de onu çok severdi. Hatta bir küçük hatası yüzünden aşırı üzüntüye kapılan Sabit’i teselli ederek “Sabit cennetliklerdendir.” buyurmuştu.
İşte bu Sabit’in aile içi bir sıkıntısı vardı. Hanımı Cemile Sabit’e bir türlü ısınamamış onu sevememiş içindeki ilgisizliği yenip de bir gün olsun sevgiyle muhatap olamamıştı.
Cemile bir kadın olarak iç dünyasındaki bu fırtınayı kime anlatabilirdi? Kendisini kim dinlerdi? İslam’da kadın dinlenir miydi? Önceki devirde kadının söz hakkı yoktu çünkü;
Cemile tereddütler içerisinde doğruca Efendimiz (sallallaha aleyhi ve sellem) Hazretleri’nin huzuruna girdi olanca cesaretini toplayarak kimselere açamadığı iç dünyasını Efendimiz’e açtı.
– Ya Resulallah dedi beyimin İslamî yaşayışına diyeceğim yoktur. Ahlakından da şikayetçi değilim. Lakin ben onu bir türlü sevemedim. Bu halimle ona isyan etmekten isteklerine ters bir karşılık verip kötü bir sonuca düşmekten korkuyorum. Söyleseniz de beni boşasa. O kendisini sevmeyen bir hanımı zorla nikanı altında tutan adam durumuna girmese ben de dinime zarar verecek bir itaatsizliğe doğru kaymasam!.
Efendimiz iç dünyasını bu nitelikte anlatan Cemile’yi tepkiyle değil ilgiyle dinledi. Bir hanımı sevemediği erkekle bir arada kalmaya mecbur etmeyi zaten münasip de bulmuyordu. Ancak beyi ne diyecekti? Boşamak istemezse zorla boşayacaksın da denemezdi. Bir de onu dinlemek gerekirdi. Nitekim öyle de yaptı. Cemile’nin duygularını düşüncelerini aynen Sabit’e aktararak onu da dinledi.
Anlaşılan Sabit Cemile’yi seviyordu. Ama Cemile’nin kendisini aynı sıcaklıkta sevmediğini tek taraflı sevginin mutluluk getirmeyeceğini de biliyordu. Nasıl bir çare bulunabilirdi?
Düşünmeye başladı. Gözlerini diktiği sabit noktadan başını kaldırıp dedi ki:
– Ya Resulallah Cemile’ye nikahta en değerli bahçemi mehir olarak verdim. Bunca değerli serveti verdiğim kadını bir anda nasıl boşayabilirim? Üstelik benim öyle başka bir bahçem de yoktur!
Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) Sabit’in yaklaşımını öğrenmiş oldu. Cemile’ye bu defa sorusunu şöyle sordu:
– Sabit seni boşayacak olsa nikah sırasında aldığın değerli mehri iade eder misin? Böylece sen mehrini verip nikah bağından kurtulmuş olursun Sabit de nikah hakkından vaz geçip bahçesini geri almış olur. İki taraf da bir şey verirken bir şeyleri almış sayılarak karşılıklı mağduriyetlerinizi gidermiş sayılırsınız. Teselli tarafınız bu olur.
Cemile buna hemen razı oldu. Kocasının nikah sırasında kendisine mehir olarak verdiği bahçeyi “Memnuniyetle iade ediyorum.” dedi. Sabit de “Öyle ise ben de nikahını aynı memnuniyetle ona iade ediyor bu andan itibaren boşamış bulunuyorum özgürdür.” dedi. Taraflar böylece bir şey verirken bir şey de aldıklarından helalleşerek ayrılmış oldular.
Bu olay üzerine Bakara Suresi’nin 229. ayeti nazil oldu. Ayet-i kerime anlaşmayı iptal etmiyor hatta ortak aile hayatını sürdürme sevgisi yok olunca hanımın aldığı mehri verip de nikahını ortadan kaldırmasını meşru görüyor; ancak erkeğin fırsatçılık edip de kadından veremeyeceği miktarda mal istememesini de tavsiye ediyordu.
Bu hadise üzerine fıkıhta hüküm şöyle tespit edildi:
– Kadın ayrılmak istediği beyine bir şeyler vererek kendini boşatabilir! Yeter ki beyi fırsatçılık edip de kadından veremeyeceği miktarda haksız mal isteğinde bulunmasın.
Cebrâîl aleyhisselâm dedi:
- Yâ Rabbel âlemîn! Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinin dostluğu Ebû Bekrin gönlünde ne mikdâr ve ne kadar olduğunu bilmek isterim.
Bayram günü idi. Ebû Bekr-i Sıddîk 'radıyallahü teâlâ anh' kıymetli ve gösterişli elbise giymiş ve otuz altınlık bir şal omuzuna almış idi. Cebrâîl aleyhisselâm a'mâ sûretinde gelip yol üzerinde oturdu. Oraya Ebû Bekr-i Sıddîk geldi. Ona yaklaşdı. Cebrâîl aleyhisselâm dedi ki
- Allahü tebâreke ve teâlâ afv etsin o kimseyi ki Muhammed Mustafâ dostluğuna bana birşey versin.
Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh' o sözü işitdi. Mubârek omuzundan şalını çıkarıp ona verdi.
Buyurdu ki
- Bir def'a dahâ söyle. Bir def'a dahâ söyledi.
Ebû Bekr-i Sıddîk kaftanını çıkarıp ona verdi. Dördüncüde setr-i avretini örten elbiseden başka bütün elbiselerini ona verdi. Beşincide na'lınını çıkarıp ona verdi. Sonunda artık elbisesi kalmadı. Bilâli 'radıyallahü anh' çağırdı ve Ona buyurdu:
- Yâ Bilâl. Âişenin evine var. Birşey getir.
Bilâl 'radıyallahü teâlâ anh' giderken Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerine rast gelip buyurdular ki
- Nereye gidersin yâ Bilâl! Sen mi söylersin ben mi söyliyeyim.
Bilâl 'radıyallahü teâlâ anh' dedi ki
- Yâ Resûlallah siz buyurun.
Buyurdular ki:
- Yâ Bilâl! Bil ki o a'mâ Cebrâîl-i emîndir. Allahü tebâreke ve teâlâ onu bu şeklde gönderdi ki Ebû Bekr-i Sıddîkın bana muhabbeti ne kadardır anlasın.
Hazret-i Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh' Bilâli bekler idi. Hazret-i Bilâl elbise getirdi. Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk o elbiseyi giydi. Hazret-i Cebrâîl aleyhisselâm Resûlullahın 'sallallahü aleyhi ve sellem' huzûr-ı şerîflerine gelip dedi ki
- Yâ Muhammed! Ebû Bekr-i Sıddîkı tecrübe ederdim. Elbiseler benim işime yaramaz. Resûlullah 'sallallahü aleyhi ve sellem' Cebrâîl aleyhisselâmın getirdiği elbiseleri Ebû Bekr-i Sıddîka getirdi. Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh':
- Bir nesneyi ki senin dostluğun uğruna vermiş olayım artık o bana gerekmez. Nereye uygun bulursanız oraya tasarruf ediniz dedi.
BİR EV TAPUSU
Meşhur velilerden Habib-i Acemî k.s. zamanında benzeri görülmemiş şöyle bir hadise yaşanmıştır:
Horasanlı bir adam evini onbin dirheme satarak ailesiyle Basra'ya geldi. Oradan hacca gidecekti. Habib-i Acemî'yi buldu ve ondan şöyle bir istekte bulundu:
- Ben eşimle hacca gidiyorum. Şu onbin dirhem parayı al da Basra'da benim için uygun bir ev alıver.
Horasanlı ve eşi Mekke'ye doğru yola koyuldu. O günlerde ise Basra'da müthiş bir kıtlık ve açlık başgösterdi. Habib-i Acemî Hazretleri ise elindeki emanet parayla gıda maddeleri alıp sahibinin hayrına muhtaçlara dağıtmak zorunda kaldı. Adamın rızası olmazsa parasını geri verecekti.
Horasanlı hac dönüşünde kendisine ev alınıp alınmadığını sordu. Habib-i Acemî dedi ki:
- Rabbimden sana Cennet'te bahçeli bir ev alıverdim!
Adam bu durumu eşine haber verdi. Kadın buna memnun oldu fakat evin tapusunu da istedi. Horasanlı bu isteği iletince Habib-i Acemî ona şöyle bir senet yazıp eline verdi:
'Bismillah.. Bu senet Habib'in Horasanlı için Rabbinden aldığı evin tapusudur. Allahu Tealâ bu evi Horasanlı'ya verecek ve Habib'i de borcundan kurtaracaktır...'
Bu senedi aldıktan sonra adamcağız ancak kırk gün daha yaşadı. Ölmek üzereyken bu tapu senedinin kefenine konulmasını vasiyet etti. Öyle yaptılar. Bir zaman sonra da kabrinin üzerinde bir levhaya parlak bir yazıyla yazılmış şöyle bir yazı buldular:
'Habib Ebu Muhammed'in falan Horasanlı için onbin dirheme aldığı evin beratıdır. Rabbi Habib'in istediği evi Horasanlı'ya verdi ve Habib'i de borcundan kurtardı.'
Habib Hazretleri bu yazıyı alıp okuyunca levhayı öperek ve ağlayarak dostlarının yanına koştu: 'Bu Rabbimin bana olan beratıdır!' diye sevincini ifade etti.
Allahü teâlâ peygamberi Musa aleyhisselâma hitap edip
" (Ey Musa! Filân mahallede bizim dostlarımızdan biri vefât etti. Git onun işini gör. Sen gitmezsen bizim rahmetimiz onun işini görür) buyurdu.
Hazret-i Musa emir olunduğu mahalleye gitti.
Oradakilere:
-Bu gece burada Allahü teâlânın dostlarından biri vefât etti mi? diye sorunca:
-Ey Allahın peygamberi! Allahü teâlânın dostlarından hiç kimse vefât etmedi. Ama filân evde zamanını kötülüklerle geçiren fâsık bir genç öldü. Fıskının çokluğundan hiç kimse onu defnetmeye yanaşmıyor dediler.
Musa aleyhisselâm:
-Ben onu arıyorum buyurdu. Gösterdiler.
Hazret-i Musa o eve girdi. Rahmet meleklerini gördü.Ayakta durup ellerinde rahmet tabakları olup Allahü teâlânın rahmet ve lütfunu saçıyorlardı.Hazret-i Musa yalvararak münacaat etti:
-Ey Rabbim! sen buyurdun ki o''Benim dostumdur.'' İnsanlar ise fâsık olduğuna şahitlik ediyorlar. Hikmeti nedir?
Allahü teâlâ:
(Ey Musa! İnsanların onun için fâsık demeleri doğrudur. Ama günahından haberleri var tövbesinden haberleri yok. Benim bu kulum seher vakti toprağa yuvarlandı ve tövbe etti. Bizim huzurumuza sığındı. Ben ki Allah'ım! Onun sözünü ve tövbesini kabul ettim. Ona rahmet ettim ki bu dergâhın ümitsizlik kapısı olmadığı anlaşılsın!) buyurdu.
Adamın biri bir pislik böceği görür
" Bu yaradılışı çirkin pis kokulu bir yaratıktır.Allah bunu niçin yaratmışki ? " der.
Aradan zaman geçer adamın yüzünde bir çıban çıkar. Nereye başvurduysa derdine bir derman bulamaz. Çııban yara haline gelir. Bir gün sokakta dolaşırken yüzündeki yara bir yolcunun dikkatini çeker. ayak üstü sohbetten sonra yolcu kendine yardım edebileceğini bu tip çıbanların oluşturduğu yaraların tedavisini bildiğini söyler. Adam her ne kadar inanmadıysa Allah'tan umut kesilmez diyerek kabul eder.
Yolcu bir pislik böceğinin getirilmesini ister.Orada bulunanlar bu isteğe gülerler. Fakat hasta olan adam o böcek hakkında söylediği sözleri o an hatırlar ve derki ;
- Adamın isteğini yerine getirin ne diyorsa yapın.
Yolcu getirilen böceği yakar ve külünüyaranın üzerine serper ve yara Allah'ın hikmetiyle iyileşir. Bunun üzerine hasta olan adam etrafına der ki ;
- Unutmayın ! Allah'u Teala'nın yarattıklarının yaratılışında bir hikmet vardır bir derde deva vardır. Velev ki pislik böceği olsa dahi.
BİR İDAM FERMANI
Mısır'da Tolunoğulları hanedanının kurucusu Ahmed b. Tolun Halife Memun zamanında Bağdat'da saray kumandanlığı yapmış olan Buhara Türklerinden Tolun'un oğluydu. Pek dindar ve dürüst biriydi.
Ahmed'in gençlik yıllarında bir gün babası Tolun onu bir iş için hükümet konağına göndermişti. Ahmed orada Tolun'un cariyelerinden birinin bir hizmetçiyle fuhuş halinde olduğunu görmüştü. Fakat babasının yanına dönünce bu olaydan hiç bahsetmemişti. Ancak cariye Ahmed'in gördüğü durumu babasına anlatacağından korktu Tolun'a gidip şöyle söyledi:
- Biraz önce falan yerdeyken Ahmed yanıma geldi beni yoldan çıkarmak istedi. Ben de ondan kaçarak köşküme gittim.
Bu sözlere kanan Tolun Ahmed'i yanına çağırdı. Yazdığı bir mektubu mühürleyip kapatarak bunu kumandanlardan adını belirttiği birine götürmesini emretti. Cariyenin anlattıklarından ona bir şey söylemedi. Mektupta ise şöyle yazıyordu:
'Bu mektubu taşıyan kişi sana gelince boynunu vur kesik başını da bana gönder.'
Ahmed mektupta yazılanları bilmiyordu. Mektubu aldı çıkıp gitti. Giderken sözü geçen cariye onu gördü ve yanına çağırdı. Tolun'a söylediği yalan sözlerin nasıl karşılandığını iyice anlamak istiyordu.
Cariye Tolun'a bir mektup yazdıracağı bahanesiyle Ahmed'i yanında eyledi. Gideceği yere göndermek için Ahmed'in elindeki mektubu aldı. Mektupta bir hediye emri olduğunu sanıyor bu hediyeyi de kendisiyle fuhuş ortağı olan şahsın kazanmasını istiyordu. Bunun için mektubu onunla ilişkide bulunan hizmetçiye teslim ederek bahsedilen kumandana gönderdi. Kumandan mektubu okuyunca emir gereği onu getiren hizmetçinin başını kestirip Tolun'a gönderdi.
Bu duruma şaşıran Tolun olanlardan habersiz Ahmed'i aratıp yanına getirtti. Mektubu ne yaptığını sorunca Ahmed gördüklerini aynen anlattı. Durumu anlayan cariye de korkuya kapıldı Tolun'a gidip yaptığını itiraf etti bağışlanmasını istedi.
Aynı cariye yüzünden idama mahkum olup yine idamdan kurtulan Ahmed b. Tolun ise babasının yanında ayrı bir değer kazanmıştı.
BİR KESE ALTIN
Süfyân-ı Sevrî hazretleri son anlarını yaşıyordu. Yastığının altından bir kese çıkardı. İçinde altınlar vardı. Yanındaki dostlarına 'Bunu sadâka olarak dağıtın' buyurdu.
Dostları bu hâli hayretle karşıladılar ve:'Allah Allah!Süfyân-ı Sevrî dünya malına ehemmiyet vermez yanında dünyalık bulundurmazdı. Bu kadar parayı saklamanın sebebi ne ola ki?'diye birbirlerine sordular.
Süfyân-ı Sevrî hazretleri onların şaşkınlığını görünce durumu şöyle izah etti:
'Bu para ile ben dinimi korudum. Şeytanımı ve nefsimi susturdum. Nefis ve şeytan ne zaman bana'Giyecek bir şeyin yok. Bunlar için dünyaya çalış dünyalık kazan diye vesvese vermeye çalışsalar onlara bu altınları gösterir başımdan kovardım Bu altınları onlara karşı silah olarak kullanırdım.'
Altınlar dağıtıldıktan sonra Süfyân-ı Sevrî hazretleri de vefat etti.
Bir gün Ebu Bekir Sıddık (r.a) Resulüllah(S.A.V)'ın evine geldi. İçeri gireceği sırada Hz. Ali Bin Ebi Talib (r.a) da geldi.
Hz. Ebu Bekir (r.a.) (Geri çekilip) :
-Ya Ali sen buyur gir dedi.
O da cevap verip aralarında aşağıdaki uzun konuşma oldu:
-Ya Ebu Bekir! Sen önce gir ki her iyilikte önde olan her hayırlı işte ileri olan herkesi geçen sensin.
Hz. Ebu Bekir (r.a.) :
- Sen önce gir ki! Resulüllah'a (s.a.v) daha yakın sensin.
Hz. Ali (r.a) :
-Ben senin önüne nasıl geçerim. Çünkü Resulüllah (s.a.v)'tan işittim.
"Ümmetimden Ebu Bekir'den daha üstün bir kimsenin üzerine güneş doğmadı" buyurdu.
Hz. Ebu Bekir (r.a.) :
- Ben senin önüne nasıl geçebilirim ki Resulüllah (s.a.v) kızı Fatıma(r.a)'yı sana verdiği gün
"Kadınların en iyisini erkeklerin en iyisine verdim" buyurdu.
Hz. Ali (r.a) :
- Ben senin önüne geçemem. Çünkü Resulüllah (s.a.v):
"İbrahim(a.s)'ı görmek isteyen Ebubekir'in yüzüne baksın" buyurdu.
Hz. Ebu Bekir (r.a.) :
- Ben senin önüne geçemem. Çünkü Resulüllah(s.a.v):
'Adem (a.s)'ın hilm sıfatını ve Yusuf (a.s)'ın güzel ahlakını görmek isteyen Ali Müraaaa'ya baksın' buyurdu.
Hz. Ali (r.a) :
- Senin önünde gidemem. Çünkü Resulüllah (s.a.v):
"Ya Rabbi! Beni en çok seven ve ashabımın en iyisi kimdir? dedi. Cenab-ı Hak:Ya Muhammed! Ebu Bekir Sıddıktır" buyurdu.
Hz. Ebu Bekir (r.a.) :
- Ben senin önüne geçemem. Çünkü Resulüllah (s.a.v) Hayber'de:
"Yarın sancağı öyle bir kimseye veririm ki Allahü Teala onu sever. Ben de onu çok severim" buyurdu.
Hz. Ali (r.a) :
- Ben senin önüne nasıl geçerim. Çünkü Resulüllah (s.a.v)
"Cennetin kapıları üzerinde 'Ebu Bekir Habibullah' yazılıdır" buyurdu.
Hz. Ebu Bekir (r.a.) :
- Ben senin önüne nasıl geçerim. Çünkü Resulüllah(s.a.v) Hayber gazasında bayrağı sana verip
'Bu bayrak Melik-i Galibin Ali Bin Ebi Talib'e hediyesidir' buyurdu.
Hz. Ali (r.a) :
- Ben senin önüne nasıl geçerim. Çünkü Resulüllah(s.a.v)buyurdu ki:
"Ya Eba Bekir sen benim gören gözüm ve bilen gönlüm yerindesin".
Hz. Ebu Bekir (r.a.) :
- Ben senin önüne nasıl geçerim. Çünkü Resulüllah(s.a.v)buyurdu ki:
"Kıyamet günü Ali cennet hayvanlarından birine binmiş olarak gelir. Cenab-ı Hak buyurur ki 'Ya Muhammed!(s.a.v) Senin baban İbrahim Halil ne güzel babadır. Senin kardeşin Ali Bin Ebi Talib ne güzel kardeştir."
Hz. Ali (r.a) :
Ben senin geçemem. Çünkü Resulüllah(s.a.v)buyurdu ki:
"Kıyamet günü Cennet meleklerinin reisi olan Rıdvan adındaki melek Cennete girer. Cennetin anahtarlarını getirir Bana verir. Sonra Cebrail (a.s) gelip Ya Muhammed (s.a.v)! Cennetin ve cehennemin anahtarlarını Ebu Bekir Sıddık'a(r.a) ver istediğini Cennete dilediğini Cehenneme göndersin der."
Hz. Ebu Bekir (r.a.) :
Ben senin önüne nasıl geçerim. Çünkü Resulüllah (s.a.v) buyurdu ki:
"Ali kıyamet günü benim yanımdadır.Havz ve Kevser yanında benimledir. Sırat üzerinde benimledir. Cennette benimledir. Allahü Teala'yı görürken benimledir."
Hz. Ali (r.a) :
Ben senden önce giremem. Çünkü Resulüllah(s.a.v)
"Ebu Bekir'in imanı bütün mü'minlerin imanı ile tartılsa Ebu Bekir'in imanı ağır gelir" buyurdu.
Hz. Ebu Bekir (r.a.) :
Ben senin önüne nasıl geçerim. Çünkü Resulüllah(s.a.v)buyurdu ki:
"Ben ilmin şehriyim Ali onun kapısıdır."
Hz. Ali (r.a) :
Ben senin önüne nasıl geçerim. Çünkü Resulüllah(s.a.v)buyurdu ki:
"Ben sadıklığın şehriyim.Ebu Bekir onun kapısıdır."
Hz. Ebu Bekir (r.a.) :
Ben senin önüne nasıl geçerim. Çünkü Resulüllah(s.a.v)buyurdu ki:
"Kıyamet günü Ali bir ata biner görenler acaba bu hangi peygamberdir? Derler.Allahü Teala bu Ali Bin Ebi talib'dir buyurur."
Hz. Ali (r.a) :
Ben senin önüne nasıl geçerim. Çünkü Resulüllah(s.a.v)buyurdu ki:
"Ben ve Ebu Bekir bir topraktanız. Tekrar bir olacağız."
Hz. Ebu Bekir (r.a.) :
Ben senin önüne nasıl geçerim. Çünkü Resulüllah(s.a.v)buyurdu ki:
"Allahü Teala ey Cennet! Senin dört köşeni dört kimse ile bezerim.Birir Peygamberleri üstünü Muhammed'dir(s.a.v).Biri Allah'dan korkanların üstünü Ali'dir.üçüncüsü kadınların üstünü Fatımat'üz Zehra'dır. Dördüncü köşesindeki de temizlerin üstünü Hasan ve Hüseyin'dir."
Hz. Ali (r.a) :
Ben senin önüne nasıl geçerim. Çünkü Resulüllah(s.a.v)buyurdu ki:
"Sekiz Cennetten şöyle ses gelir'Ebu Bekir! Sevdiklerinle birlikte gel hepiniz Cennete girin."
Hz. Ebu Bekir (r.a.) :
Ben senin önüne nasıl geçerim. Çünkü Resulüllah(s.a.v)buyurdu ki:
"Ben bir ağaca benzerimFatıma bunun köküAli gövdesi Hasan ve Hüseyin meyvesidir."
Hz. Ali (r.a) :
Ben senin önüne nasıl geçerim. Çünkü Resulüllah(s.a.v)buyurdu ki:
"Allahü Teala Ebu Bekirin bütün kusurlarını affetsin. Çünkü O kızı Aişe'yi bana verdi.Hicrette bana yardımcı oldu.bilal-i Habeşi'yi benim için azad etti."
Resulüllah(s.a.v')in bu iki sevgilisi kapıda böyle konuşurlarken kendileri içeriden dinliyorlardı. Hz. Ali'nin sözünü kesip içeriden buyurdu ki:
-Ey kardeşlerim Ebu Bekir ve Ali! Artık içeri girin.Cebrail (a.s) gelip dedi ki yerdeki ve yedi kat göklerdeki melekler sizi dinlemektedir.kıyamete kadar birbirinizi övseniz Allahü Teala yanındaki kıymetinizi anlatamazsınız.
İkisi birbirine sarılıp birlikte Resulullah'ın(s.a.v) huzuruna girdiler.
Resulullah'ın(s.a.v):
-Allahü Teala ikinize de yüzbinlerce rahmet etsin. İkinizi sevenlere de yüzbinlerce rahmet etsin ve düşmanlarınıza da yüzbinlerce lanet olsun buyurdu.
Hz. Ebu bekir Sıddık dedi ki:
-Ya Resulallah(s.a.v) Ben Ali kardeşimin düşmanlarına şefaat etmem.
Hz.Ali dedi ki:
-Ya Resulallah (s.a.v) Ben de Ebu Bekir kardeşimin düşmanlarına şefaat etmem ve başını kılıç ile bedeninden ayırırım.
Hz. Ebu bekir Sıddık(r.a):
-Ben senin düşmanlarına Kevser havzından su vermem buyurdu.
Hz. Ali de:
-Ben senin düşmanlarını Sırat üzerinden geçirmem buyurdu.
Hz. Ali (r.a.) ve Hz. Ebu Bekir (r.a.) taraftarlarının ve düşmanlarının kulakları çınlasın.
Allah dostlarından... Talebesi anlatıyor.
Bir sabah hazır olduğumuz yere teşrif edip hatır sorarken halimi arzedip:
- Efendim benim şu kadar lira borcum var idi. Günü geldi sıkılıyorum. Üç gün izin verirseniz memlekete gidip öder gelirim dedim.
- Biraz sabret geceler gebedir buyurdular.
Birkaç gün sonra münasip lisanla tekrar hatırlatmak zarureti hasıl oldu. Zira memlekette "borçtan kaçtı" sözleri de gelen haberler arasında idi.
Hz.Üstazın sözü yine evvelki gibi idi.
- Geceler gebedir.
Fakat bir gün sonra bana:
- Memlekette nerden vereceksin bu parayı? diye sual ettiler.
İşin en canlı noktası da burası.
- Efendim babamdan kalma bir bağım var üç bin lira eder. Onu satıp veririm dediğimde Hz.Üstazın rengi birden değişti. mübarek gözleri buğulandı. Ve ... çu sözler döküldü:
- Biz kardeşlerimizin evini bağını satmak değil birini iki etmekle mükellefiz.
İkinci gün ..... bir tüccar ağabeyimizden ödünç para alıp parayı bana verdiler. Sonra ödedim.
İmâm-ı Hasen ve imâm-ı Hüseyn ve Abdüllah bin Ca'fer (r.a.) Medîne-i münevvereye giderken yolda erzâkları kalmadı. Sahrâda oldukları için yiyecek birşey alacak yer de olmayıp açlık ve susuzlukdan gâyet muzdarib oldular. Allahü teâlâya tevekkül etdik deyip yoldan sapdılar. Birâz gitdikleri gibi ovanın orta yerinde bir karaltı gördüler. Ona doğru sürüp gitdiler. Bakdılar ki bir kara çadır içinde bir kadıncıkdan başka kimse yok. Kadıncağıza selâm verdiler. O kadıncağız da letâfet ile selâmlarını alıp ve bunlara dikkat ile bakdı. Hâtırına bu geldi ki bu üç sultânın dünyâda benzerleri az bulunur.
Kadına dediler ki
-Bir yiyeceğin var mıdır.
-Bir keçim vardır. Kendiniz sağınız sütünü içiniz.
İmâmlardan birisi sağdı bir çanak südü bir imâma verdi. Bir çanak da Abdüllaha verdi. Bir çanak da kendi içdi. Ondan sonra kadına dediler ki
-Başka yiyeceğin yok mudur.
-Bu keçimi boğazlayıp yiyin.
O kadın bunu böyle söyleyince Abdüllah hazretleri o keçiyi kesip pişirip yidiler. Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretlerine hamd edip atlarına bindiler. Sonra kadıncağıza dediler ki
-Medîne-i münevvereye vardığın zemân mutlaka bize uğrayasın ki biz Seyyidlerdeniz ve Hâşimîlerdeniz. Se'âdetle dönüp gitdiler.
Bir zemân sonra o kadıncağızın kocası geldi. Gördü ki ortada keçi yok.
-Keçi ne oldu diye sordu. Hanımı da meydâna gelen hâdiseyi anlatdı. Kocası da huzûrsuz olup
-Ey akılsız hanım! Niçin böyle yapdın. Bizim ondan gayri nesnemiz yok idi dedi.
-Allahü teâlâ rahîmdir. Kullarını aç koymaz. Bunun gibi güzel yiğitler asîlzâdeler evimize geldi. Onları müsâfir etmeden göndermek insâf değildir. Bir keçi nedir ki öyle sultânlardan esirgerim.
Ammâ kadıncağız imâmları bilmez idi. Güzel yiğitleri gördüğünde mubârek yüzlerinin nûrânîliğinden ve sözlerinin tatlılığından firâsetle bildi ki asîlzâdeler ve çelebî insanlardır. Onun için kendilerinden bir nesne esirgemedi.
Bu dünyâda bütün malı bir keçi olup onu da müsâfirlerine ikrâm etmek o kadıncağızın kemâl derecede cömerdliğini gösterir.
Artık kadıncağız kocası ile birşeyler alıp-satmak için Medîne-i münevvereye gitdiler. Şehir içinde gezerken hikmet-i ilâhî imâm-ı Hüseyn 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerine Bâb-ı selâm önünden geçerken rast geldiler. İmâm hazretleri kadıncağızı gördü ve tanıdı. Acele adam gönderip huzûr-ı şerîflerine getirdiler. Kadıncağıza hitâb edip buyurdular ki
-Benim kim olduğumu bilir misin?
-Bilmem deyip cevâb verdi.
İmâm hazretleri buyurdu ki
-O üç yiğit bir zemân senin çadırına uğradılar. Sen onlara süt içirdin. Keçiyi kesdiler. Onların biri benim.
Emr etdi bunlara ziyâde ikrâmda bulundular. Hikmet-i Rabbânî imâm hazretlerinin yanında fazla bir şey bulunmadığından beyt-ül mâl emînine adam gönderdiler.
-Bize bin dirhem gümüş ve yüz koyun versin. İnşâallah biz yine veririz dediler. Beyt-ül mâl emîni verdi. Huzûr-ı şerîflerine getirdiler. Temâmını kadıncağıza verip bizi ma'zûr tut dedi. Yanlarına adam verip imâm-ı Hasen (r.a.) hazretlerine gönderdi. İmâm-ı Hasen de bunları iyi karşılayıp yanında bulunduğu kadar ikrâm etdi. Ve onların yanında fazla nesne bulunmadığı için beyt-ül mâl emînine adam gönderip bin dirhem ile ikiyüz koyun ödünç aldılar. Hepsini o kadıncağıza verip özr dilediler. Sonra yanlarına bir adam verip Abdüllah bin Ca'fer hazretlerine gönderdiler.
Abdüllah hazretleri
-İmâmlar ile buluşdunuz mu diye süâl etdi.
-Evet onlardan geliriz dediler.
Abdüllah hazretleri buyurdu:
-Ne olaydı önce bizim yanımıza gelseydiniz! Zîrâ onların ellerinde dünyâ malı karâr etmez. Hâzır nesneleri bulunmadığı için belki ızdırâb çekmişlerdir. Bunlar dediler ki her biri biner dirhem ve yüz ve ikiyüzer koyun ihsân etdiler. Abdüllah hazretleri çok ni'metler verip ikibin dirhem ve dörtyüz koyun ihsân etdi. Hazret-i Abdüllah bin Ca'fer varlıklı idi. Ondan sonra kadıncağız kocası ile dörtbin dirhem gümüş ve yediyüz koyunu alıp sevinerek evlerine döndüler. Resûlullahın 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinin evlâdının cömerdliği ikrâmları bu mertebede olunca lâyık olan odur ki ümmeti olan kişi dünyâya rağbet etmeyip eline geçeni infâk edip onların izinden gidip tâ ki dünyâda müslimânlıkları ma'mûr âhıretde de günâhları afv edilmiş olur.
Resul-i Ekrem dostlarıyla birlikte binek hayvanlarından iner inmez yüklerini yere koydular daha sonra bir koyun keserek yemek hazırlamaları için karar aldılar.
Birisi:
- Koyunu ben keserim dedi.
Diğeri:
- Derisini ben yüzerimdedi.
Üçüncüsü:
- Etini de ben pişiririm' diye söze katıldı.
Dördüncü:............
Resul-i Ekrem (s.a.s)
- Çölden odunu da ben toplarım buyurdu.
Topluluk:
- Ey Allah'ın elçisi siz zahmet etmeyip sakin bir köşede oturursanız biz bu işlerin hepsini seve seve yaparızdediler.
Resul-i Ekrem (s.a.s):
- Evet yapabileceğinizi biliyorum. Fakat Allah 'Her hangi bir kulunun kendi dostları ve arkadaşlarından özel imtiyazlarla ayrılarak seçkin bir vaziyette görünmesini sevmez' buyurdu.
Sonra çöle doğru gitti ve çölden çalı çırpı toplayıp getirdi.
Ebu Müslim Havlani bir toplulukta konuşulanları dinler.Hemen hepsi de hanımından şikayette bulunmaktadırlar. Ancak Ebu Müslim’de şikayet filan yoktur. Derler ki:– Veli gibi bir hanıma düştün de sesin sedan çıkmıyor değil mi?
Omuzlarını silkerek cevap verir:
– Bizimki veli filan değil kelimenin tam manasıyla delidir deli!…
– Öyle ise derler nasıl geçiniyorsun böyle deli biriyle?
Cevap verir:
– Ben usulünü biliyorum da öyle geçiniyorum kavga gürültümüz o yüzden olmuyor!…
Büsbütün meraka düşerler.
– Deli gibi biriyle kavgasız gürültüsüz geçinmenin usulü nedir ki? diye sormaktan kendilerini alamazlar.
Şöyle izah eder Ebu Müslim geçinmenin sırrını.
Der ki:
– Allahü Azimüşşan Âdem Aleyhisselam’ı topraktan yarattığında bedenine önce aklı koydu. Akıllı bir adam oldu.
Sonra öfaaai yarattı. Ona da Âdem’in bedenine girmesini emretti.
Öfke:
– Ben dedi. Âdem’in bedenine giremem. Çünkü orada akıl vardır! Akılla ikimiz bir yerde asla duramayız!…
Rabbimiz buyurdu:
– Ey öfke! Sen Âdem’in bedenine girmeye çalış oraya yönel. Akıl senin geldiğini görünce hemen çıkıp gider kendi yerini sana bırakır. Böylece sen de Âdem’in bedeninde hükmünü icra eder onu deli yaparsın.
Ebu Müslim burada der ki :
– İşte biz hanımla bu konuda anlaştık. Dedik ki; mademki insana öfke gelince akıl gidiyor insan delinin teki haline geliyor. Öyle ise evde kim öfkelenirse o an sanki o delidir. Deliye karşı ise bir veli lazımdır. Ben öfkelenirsem hemen farkına varacaksın sabır gösterip ters cevap vermeyeceksin. Çünkü ben o an deli sayıldığımdan deli adamdan her şey beklenir diyerek veli rolüne gireceksin aklım gelinceye kadar bir deliye bir veli rolü oynayacaksın.
Ebu Müslim burada şunu da ilave eder:
– Tabii der bu sabır benim için de geçerli bir görevdir. Bazen hanım öfkelenir bu defa o deli durumuna girer bana veli rolü düşer ben bir veli gibi sabır gösterir karşılık vermemeye çalışırım. Aklı gelip de akıllı insana muhatap olduğumu anlayıncaya kadar bu sabır devam eder.
Ebu Müslim bundan sonrasını şöyle tamamlar:
– İşte der ey dostlar benim hanımdan şikayetçi olmayışımın sebebi budur. Gül gibi geçinip gitmemizin sırrı da buradadır. Tavsiye ederim siz de bir deliye bir veli rolü oynayın öfkelenince karşı taraf veli rolüne girsin sabır ve tahammülü esas alsın göreceksiniz ki tartışma kısa zamanda son bulacak taraflar birbirlerine karşı sevgiyle dolacak. Çünkü öfkeli taraf kendisine karşılık verilmeyişinin takdirini minnettarlığını duyacak. Bu da mutluluk vesilesi olacak.
Sakın “bir deliye bir veli rolü basit bir şey” deyip de geçmeyin. Sadece bir deneyin yeter. İşte size güzel geçinmenin sırrı. (1)
Halîfe Hârûn Reşîd bir gün Behlül-i Dânâ ile sohbet ederken;
-Ey Behlül! Sana sarayımda bir oda ve hizmetçiler vereyim. Yeter ki bu eski elbiselerden kurtul. Yenilerini giy. İnsanlar arasına karış dedi.
Bunun üzerine hazret-i Behlül;
-Müsâde ederseniz bir danışayım dedi.
Halîfe;
-Kime danışacaksın kimsen yok ki? diye cevap verdi.
Behlül de;
-Ben danışacağım yeri biliyorum dedi ve oradan ayrıldı.
Hârûn Reşîd arkasından adamlar salıp danışacağı yeri öğrenmek istedi. Behlül gide gide şehir dışında bir mezbeleliğe gitti. Başını eğip bir şeyler dinlermiş gibi yaptı. Bir şeyler söylendi. Daha sonra oradan ayrıldı. Saraya yöneldi. Sultanın adamları ondan önce saraya dönüp hâdiseyi halîfeye bildirmişlerdi. Behlül huzûra girince halîfe Hârûn Reşîd ona;
-Ey Behlül! Söyle bakalım vereceğin cevâbı dedi.
Behlül;
-Danıştım efendim. Lâkin insanlar arasına karışmam mümkün değil dedi.
Halîfe heybetle;
-Ey Behlül! Sen gidip çöplere danışmışsın haberim oldu dedi.
Behlül de;
-Doğru söylüyorsun ben de onlara danıştım. Onlar bana cevap verdiler ve;
-Ey Behlül! Biz de vaktiyle en güzel ve nefis yiyecekler idik. Bütün güzellikler bizde idi. Sevgi ve itibarımız çoktu. Ne zaman ki insanlar arasına karıştık. İşte bu hâle geldik. Çöpe atıldık. Sen de sakın insanların arasına karışmadediler.
Bu sözlerdeki ince mânâları anlayan Hârûn Reşîd: "Haklısın." deyip düşüncelere daldı.
Muhammed bin Câfer isimli bir genç anlattı:
Geçim sıkıntısı içindeydik. Bir gün babam;
"Oğlum gel İmâm-ı Askerî hazretlerine gidelim. Onun çok cömert olduğunu söylüyorlar. Bizi de boş çevirmez. Bir ihsânda bulunabilir." dedi.
Ben de
"Peki baba sen onu hiç gördün mü?" deyince;
Babam:
"Hayır" diye cevap verdi.
Daha sonra beraber yola çıkınca bana;
"Beş yüz akçe verse iki yüz akçesi ile elbise iki yüz akçesi ile de un geri kalanla da diğer ihtiyaçlarımızı alırız." dedi.
Ben de;
"Bana da üç yüz akçe verse yüz akçe ile elbise yüz akçe ile yiyecek ve yüz akçesi ile de merkep alıp Kûhistan tarafına gitsem." dedim.
İmâm-ı Askerî hazretlerinin kapısına geldiğimizde kapıya birisi çıkarak babamı ve beni ismimizle çağırdı ve içeri girdik. İmâm-ı Askerî hazretleri;
"Şimdiye kadar niçin gelmediniz?" diye sordu.
Babam da;
"Perişan hâlimizle yanınıza gelmeye utandık." dedi.
Ziyâretten sonra çıkıp giderken arkamızdan hizmetçi koşarak geldi ve bir kese babama vererek;
"Bu kesede beş yüz akçe vardır. İki yüz akçesi ile elbise iki yüzü ile un ve yüz akçesi ile çeşitli ihtiyaçlarınızı alırsınız." dedi.
Sonra bana dönerek bir kese de bana verdi ve;
"Bu kesede üç yüz akçe vardır. Yüz akçesi ile elbise yüz akçesi ile yiyecek yüz akçesi ile de bir merkep alırsın yalnız Kûhistan tarafına gitme." dedi.
Sonra meydana gelen hâdiselerden oraya gitmemin benim için iyi olmayacağını anladım