Çok eski bir web tarayıcısı kullanıyorsunuz. Bu veya diğer siteleri görüntülemekte sorunlar yaşayabilirsiniz.. Tarayıcınızı güncellemeli veya alternatif bir tarayıcı kullanmalısınız.
Hz. Enes (r.a.) anlatıyor:
Resûlüllah (s.a.v.) ile beraber bulunuyorduk. Bir ara azı dişleri görülecek şekilde gülümsedi. Sebebini sorduğumuzda şöyle buyurdular:
-Ümmetimden iki kişi Allâh'ın huzuruna gelirler.
Birisi
-Yâ Rab benim bunda hakkım var; hakkımı bundan al bana ver der.
Allah Teâlâ da ötekine
- Hakkını ver buyurur.
Adam
-Yâ Rab bende sevap nâmına bir şey kalmadı der.
Cenâb-ı Hakk
-Baksana bu adamın sevabı kalmadı ne dersin? buyurur.
Adamcağız
- O halde benim günahlarımdan alsın der.
Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz bunu anlatırken gözleri yaşardı ve 'O gün büyük bir gündür. İnsan; günâhının alınmasını ister' dedi.
Bunun üzerine Allah Teâlâ hak sahibine
-Başını kaldır ve cennete bak buyurur.
Adamcağız
- Yâ Rab inci ile işlenmiş gümüşten ve altından köşkler görüyorum. Bunlar hangi peygamber hangi sıddîk veya hangi şehitler içindir? der.
Allah Teâlâ
-Bunlar bana ücretini verenler içindir buyurur.
Adamcağız
-Bunların hakkını kim ödeyebilir? der.
Hz. Allah
-Sen istersen bunlara sahip olabilirsin buyurur.
Adam
-Nasıl olur yâ Rab? deyince
Cenâb-ı Hakk
-Hakkını bu adama bağışlamakla buyurur.
Adam
-O halde ben bunu affettim der.
Allahü zû'l-Celâl hazretleri de
-Arkadaşını al beraberce cennete girin buyurur.
Sonra Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz
'Allah'tan korkun Allah'tan korkun ve siz de kendi aranızı düzeltin. Bakınız bizzat Hazret-i Allah mü'minlerin arasını buluyor' buyurmuşlardır.
Abdülazîz Debbağ hazretleri'ninbir grup talebesi bir yere gitmek için yola çıktılar. Yanlarında eşkıyâ saldırısına karşı koyacak hiç bir şey yoktu. Geceyi tenha ve korkunç bir yerde geçirdiklerinden içlerinden iki kişi uyumadı. Bunlar yakınlarında bir arslanın dolaştığını fark ettiler. Biri diğerine;
-Kimseyi uyandırma sonra paniğe kapılabilirler dedi.
Sabah olunca yakınlarında ölü bir tavşana rastladılar ve yollarına devam ettiler. İşlerini görüp geri dönerken konakladıkları yerde bir kişi uyumayıp arkadaşlarını bekledi. Hocaları Abdülazîz Debbağ'ın huzuruna geldiklerinde uyumayan talebe;
-Efendim! Müsâde ederseniz biraz uyumak istiyorum. Çünkü dün gece hiç uyumadımdedi.
Abdülazîz Debbağ;
-Niçin uyumadın? diye sorunca;
-Arkadaşlarımı korumak içindiye cevap verdi.
Bunun üzerine;
-Senin gece uyumayıp arkadaşlarını beklemen bir fayda sağlamaz. Siz giderken falan gece yol kesiciler sizin yanınıza geldiğinde arslanı ve sizi koruyanı hatırlıyor musun? dedi.
Talebe;
-O gece ne oldu?diye sual edince:
-O gece falan yere vardığınızda üç kişi gelip size katıldı. Daha sonra sizden ayrılınca oradan gelip geçeni gözleyen dört kişi ile buluştular. Ve sizin konakladığınız yeri onlara haber verdiler. Siz uyuduktan sonra sizi soymak için yaklaştıkları sırada etrafınızda bir arslanın dolaştığını görünce çok şaşırdılar. Kendi kendilerine; "Arslanı öldürürsek bunlar uyanır soygun yapmaya kalkışırsak arslan engel olur." dedikten sonra bir çıkar yol bulamayarak başka bir kervanı soymaya gittiler. Orada da bir şey bulamayınca tekrar sizin yanınıza geldiler. Arslan önlerine tekrar çıkınca aralarında şöyle konuştular: "Bunlar nasıl insanlardır ki hangi yönden yaklaşmaya çalıştıysak orada bir arslan çıktı." Bunun iç yüzünü öğrenmek istedilerse de Allahü teâlâ onların kalblerini mühürledi dedi.
Talebe;
-Yolda rastladığım ölü tavşan neydi? diye sorunca
Abdülazîz Debbağ;
-Arslanın bir onuru vardır. Bir insanın yüzüne sinek konsa nasıl eliyle kovalarsa arslan da sizi korurken bir tavşan gelip önünde durdu. Sen ise onu görmedin. Arslan bir pençe vurarak öldürdü buyurdu.
Firavun'un kahinleri saltanatı yıkacak çocuğun dünyaya geldiğini kendisine haber verdiler. Firavun ölmemek için öldürmek sevdasına kapıldı. O sene dünyaya gelen erkek çocuklarını kılıçtan geçirtmeye başladı. Cellatlar; sokak sokak ev ev dehşet ve ölüm saçıyorlardı.
Kadının biri doğum sancıları başlayınca mağaraya vardı ve çocuğunu orada dünyaya getirdi. Çocuğunun gözünün önünde öldürülmesinden korktuğu için orada bırakarak evine döndü. Mukadderatı ile başbaşa kalan çocuğu Cenab-ı Hakk'ın emriyle Hz.Cebrail besleyip büyüttü.
İlk fırsatta mağaraya koşan kadın çocuğunu hayatta bulunca sevindi onu emzirip doyurdu ve tekrar evine döndü. Günler böylece geçerek küçük büyüdü ve sonunda Hz.Musa'nın kavmini altından buzağıya taptıran kimse bu çocuk oldu. Adı Musa.
Samira kabilesine mensup bulunduğu için kendisine Samiri lakabı verilmiştir. Asalet olmayınca Cebrail aleyhiselamın verdiği gıdaya ihanet etti.
Diğer bir Musa da Allah'ın Kelimi Peygamberi ve Firavun'un helakinin zahir planda sebebi oldu. Cenab-ı Hakk onu Firavun'un sarayında ve kucağında büyüttürdü. Hz.Musa'nın annesi kalbine gelen bir ilhamla oğlunu bir sandık içine koyarak Nil'in akıntısına bıraktı. Nil'in kıyısında yapılmış sarayının balkonunda karısı Asiye ile birlikte oturmakta bulunan Firavun nehirden gelmekte olan sandığı yakalatıp açtırdı. Derhal içinden çıkan küçük Hz. Musa'yı öldürtmek için emir verdiyse de Asiye buna mani olarak:
- Benim için de senin için de bir göz bebeği! Onu öldürmeyin. Olur ki bize faidesi dokunur yahut onu evlat ediniriz dedi.
Netice itibariyle Firavun'un büyüttüğü Musa; Peygamber oldu ve Firavun'un saltanatını yıktı. Bir Arab şairi aslet olmayınca terbiyenin fayda vermeyeceğini dile getiriken:
Fe Musa'llezi rabbahü Cibrilü kafirün
Ve Musa'llezi rabbahü Fir'avnü mürselü
demiştir. Yani": (Asalet olmadığı için) Cebrail'in büyüttüğü Musa kafir oldu ve (asil bir soya sahip olduğu için) Firavun'un beslediği Musa ise Peygamberdir"
Bir hırsız geceleri at çalıp satardı. Ömrünü böyle hebâ ederdi. Bir defâsında da bulunduğu şehrin en büyük âlimi ve evliyâsının atını çalmak için ahırına girmişti. Tam atı çözüp götüreceği sırada ahırın duvarı yarılıp içeriye bir nûr yayıldı. Bu nûr içinde iki nûr yüzlü zât gözüktü. Hırsız bu hali görünce kendini hemen at gübrelerinin arasına atıp gizlendi. Korku ve telaş içinde boğazına kadar gübre içine gömüldü. Bu sırada yarılan ahırın diğer duvarından daha parlak bir nûr gözüktü. Bu nûr arasında da o zamânın kutbu en büyük velîsi olan ev sâhibi çıktı. Öncekiler onu görünce hürmet göstererek selâm verdiler.
Ev sâhibi diğerlerine niçin geldiklerini sorunca;
- Falan evliyâ arkadaşımız vefât etti. Onun yerine kimi tâyin edeceğiz? Size arzetmek istedik dediler.
Atların sâhibi olan zât;
- Onun yerine at hırsızını tayin ettik dedi.
Soran iki zât da evliyâ olup ricâl-ül-gayb denilen velîlerden idiler. At hırsızlığı yapmaya gelen kimsenin gübreler arasına gömülüp saklandığını biliyorlardı. Hemen yanına varıp onu gübreler arasından çıkardılar gönlünü alıp tebrik ederek kucakladılar. Atların sâhibi ve zamânın kutbu evliyâ zâtın da yanına gelip elini öptüler. Sonra hep birlikte vefât eden arkadaşlarının cenâzesini kaldırmaya gittiler.
Abdullah-ı İlâhî sohbetinde bulunanlara bunu anlattıktan sonra şöyle dedi:
"Şimdi at hırsızlığı yapmaya giden kimse nasıl bir çalışma yaptı da ricâl-ül-gayb denilen evliya arasına girdi? diye bir sûal hâtıra gelmesin. Çünkü o zavallının gübreler arasında mahcûbiyetinden ne kadar zorluk ve ne kadar pişmanlık çektiği bellidir. Kurtuluş yolu kalmadığını kesinlikle anlayınca at çalmak üzere harama yönelişinden dolayı bütün kalbiyle pişmân olup o zamana kadar yaptığı işlere öyle bir tövbe etti ki işlediği kötü işlerden gönlü temizleniverdi. Allahü teâlâya yönelip riyâzet çeken kimseler onun o anda yaptığı tövbeyi nice seneler yapamaz."
Abbasi'lerin ünlü halifesi Harun Reşid zamanında yaşamış olan Behlül Dana (VIII. yüzyıl) dönemin evliyasındandı. Zaman zaman aklından zoru olan kimselere has tavırlar takınır herkes de bundan dolayı kendisini deli sanırdı. Ama bunu maksatlı yapardı. Behlül Dana hazretleri daima Harun Rediş'in yakınında bulunur çeşitli sebepler hasıl ederek onu uyarırdı. Bir gün Behlül Dana hazretleri üstü başı toz toprak içinde uzun bir yolculukan gelmiş olmanın belirtileri ile Harun Reşid'in huzuruna çıktı. Harun Reşid sordu:
- Be ne hal Behlül nereden geliyorsun?
- Cehennemden geliyorum ey hükümdar.
- Ne işin vardı cehennemde?
- Ateş lazım oldu da ateş almaya gittim.
- Peki getirdin mi bari?
- Hayır efendim getiremedim. Cehennemin bekçileriyle görüştüm onlar "Sanıldığı gibi burada ateş bulunmaz ateşi herkes dünyadan kendisi getirir" dediler.
Mağripli birisi Yahyâ Efendinin ismini duyup görmeden ona âşık oldu. Yahyâ Efendinin nerede olduğunu bilmiyordu. Mısır Şam Halep ve başka birçok yer gezip Yahyâ Efendiyi aradı. Netîcede İstanbul’a geldi. Gördüklerine dâimâ; “Yahyâ nerede. Ey insanlar Yahyâ’yı biliyor musunuz?” derdi.
Birisi onun hâlini anlayıp aradığı kişinin Beşiktaş’ta olduğunu haber verdi. Mağripli yürüyerek Beşiktaş’a geldi. Sorarak Yahyâ Efendinin dergâhını buldu. Kapıyı çalıp Yahyâ Efendi hazretlerini sordu. Dergâhtakiler Yahyâ Efendinin Kavak’taki bahçesine gittiğini söylediler.
Âşık Mağripli;
“Âşığa Bağdât ırak değildir.” diyerek Kavak’taki bahçeye geldi. Bahçe çok güzel olup ortasında bir havuz vardı. Yahyâ Efendi havuzun yanında oturmuştu. Hizmetçiler bahçeyi suluyorlardı. Mağripli doğruca Yahyâ Efendinin yanına yaklaşıp selâm verdi ve elini öptü. Sonra da; “Efendim ne olur beni talebeliğe kabûl edin. Nice yıllar diyar diyar gezip sizi ararım." dedi.
Yahyâ Efendi ona;
"Acabâ maksadın nedir? Bu kadar zahmete sebep ne oldu. Bize anlat biz de sana yardım edelim gamını giderelim." buyurdu.
Mağripli Yahyâ Efendinin ayaklarını öpmek istedi ve;
"Efendim ne olur kimyâ ilmini bana öğretin.” dedi.
Bu sözü üzerine Yahyâ Efendi;
“Sen yanlış haber almışsın. Biz o senin dediğin şeyi bilmeyiz.” buyurdu.
Mağripli yine;
“Efendim! Derdimin dermânı sendedir. Ben arzuma kavuşmadan buradan gitmem.” dedi ve sözlerinde ısrar etti.
Meğer ki Mağripli Yahyâ Efendiyi imtihan etmek istermiş. Onun maksadını anlayan Yahyâ Efendi Mağriplinin ayak ucunda bir siyah taş gördü ve;
“Ey kişi! Şu kara taşı bana al da veriver.” buyurdu.
Mağripli eğilip yerdeki kara taşı aldı ve Yahyâ Efendinin eline verdi.Yahyâ Efendi o taşa dikkatle baktı. O sırada taş altın kesildi. Sonra havuzun içine atıverdi ve;
“Allahü teâlânın sevgili kulları taşa nazar etseler o hâlis altın oluverir.” buyurdu.
Bunu gören Mağripli;
“Elhamdülillah. Cenâb-ı Hak beni maksâdıma kavuşturdu. Maksadım hâsıl oldu. Efendim beni kabûl edin. Hizmetinizle şereflenmek istiyorum. Canım başım yolunuza fedâdır.” dedi ve ellerine sarıldı. Yahyâ Efendi de onu talebeliğe kabûl etti. Bir bahçenin bakım işlerini ona verdi.
Yahyâ Efendi bir zaman sevdiklerinden birkaçıyla yolculuğa çıkmıştı. Bir yerde durdular. Talebelerinden birini çağırıp;
“Burada bir değirmen var. Oraya gidip tâze yumurta alalım. Yiyelim ve şükredelim.” buyurdu.
Değirmene gittiler. İsmi Hasan Efendi olan değirmenci güzel huylu biriydi.
Yahyâ Efendi değirmenciye;
“Efendi bize tâze yumurta getir.” buyurdu.
Değirmenci;
“Efendim! Bir tâne bile kalmadı. Yumurta alıcısı geldi hepsini alıp gitti.” dedi.
Bunun üzerine Yahyâ Efendi;
“Kimse kimsenin nasîbini alamaz. Alayım dese bile buna yol bulamaz. Var sen kümesi aç. Bize de kalmıştır.” buyurdu.
Kümesi açtığında her taraf yumurta doluydu. O zaman Yahyâ Efendi;
“Bak Hasan Efendi! Allahü teâlâ bizim rızkımızı da yaratmış.” buyurdu ve bir avuç altına bir sepet yumurta alıp yola devâm ettiler.
Gayb güneşi Hazreti Şems'i anlayan ender yiğitlerden biri olan Sultan Veled (asıl adı Bahaüddin) Hazret'i Şems'le Hazreti Mevlana'nın şeyhliği dervişliği bilgeliği büyüklüğü birbirlerine atmalarını şöyle anlatıyor.
Birgün bir mecliste babam Hazretleri Hazreti Şems'i o kadar övdü ki onun makam ve mertebelerinden keramet ve zarafetlerinden yüce Allah'a yakınlığı dolayısıyle hitaba kitaba kaleme kelama sığmayan anlaşılmaz hallerinden dem vurduktan sonra:
- Ayağı ruhların üstünde olan Şems-i Tebrizi'nin bastığı yere ayağını değil başını koy! deyince ben buharlaşmış bir beden gibi doğru Hazret-i Şems'in odasına giderek o gayb sultanının ellerini ayaklarını öpmeye başladım! Hazret-i Şems gülümseyerek:
- Ne oluyor Bahaüddin? Bu ne naz bu ne niyaz böyle? diye sordu.
- Babam Hazretlerinin hakkınızda söyledikleri deli divane etti bizi! ... Dünyanın en büyük en galibi padişahı senin sıradan bir kölendir. ...
...Hazret-i Şems:
- Mevlâna'nın benim için söylediği doğru değildir diyemem fakat yüce Allah'a tekrar tekrar yemin ederim ki yüzbinlerce benim gibi Şems-i Tebrizi onun büyüklük güneşi karşısında bir zerreden başka bir şey değildir ...
Uzun kış gecelerinden birinde bir yerde Hazreti Şems Sohbet ediyordu. Ortalık soğuktu her taraf çatır çatır buzdu. Orada bulunan ve Hazreti Şems'e imanı olan bir aziz:
- Şimdi bir demet gül olsa da gözümüz gönlümüz ısınsa!... diye naz ve niyaz edince Hazreti Şems hemen anında dışarıya çıkarak elinde görülmedik güzellikte hoş kokuşu bir demet gülle geri dönünce herkes.
- Allah Allaaaaah! Sübhanallah!... Fetebârekâllâhu ahsenûıl halikîn ... diye ayılıp bayılınca Hazreti Şems şu açıklamyı yaptı:
- Bu keramet değildir! Arifler arasında zerafet derler buna! Bu dostların dileğiyle oldu. Aahsenül Halikin olan yüce Allah samimi arzunuzu yerine getirmek için gayb âleminden bir hediye gönderdi!
Bâyezîd-i Bistâmî yağmurlu bir havada Cumâ namazına gitmek için evinden çıktı. Sağnak hâlde yağan yağmur yolu çamur hâline getirmişti. Yağmur bitinceye kadar bir evin ihâta duvarına dayandı. Çamurlu ayakkabılarını duvarın taşlarına sürerek temizledi. Yağmur yavaşlayınca câmiye doğru yürüdü. Bu sırada aklına bir mecûsînin duvarını kirlettiği geldi ve üzülerek;
"Onunla helâlleşmeden nasıl Cumâ namazı kılabilirsin? Başkasının duvarını kirletmiş olarak nasıl Allahü teâlânın huzûrunda durursun?" diye düşündü ve geri dönüp o mecûsînin kapısını çaldı.
Kapıyı açan mecûsî;
"Buyrun bir arzunuz mu var?" diye sorunca;
"Sizden özür dilemeye geldim." dedi.
Mecûsî hayretle;
"Ne özrü?" diye sordu. O da;
"Biraz önce duvarınızı elimde olmadan çamurlu ayakkabılarımı temizlemek maksadıyla kirlettim. Bu doğru bir hareket değil. Yağmurun şiddeti bu inceliği unutturdu." deyince
Mecûsî hayretle;
"Peki ama ne zararı var? Zâten duvarlarımız çamur içinde. Sizin ayağınızdan oraya sürülen çamur bir çirkinlik veya kabalık meydana getirmez." dedi.
Bâyezîd-i Bistâmî;
"Doğru ama bu bir haktır ve sâhibinin rızâsını almak lâzımdır." dedi.
Mecûsî;
"Size bu inceliği ve insan haklarına bu derece saygılı olmayı dîniniz mi öğretti?" diye sorunca;
"Evet dînimiz ve bu dînin peygamberi olan Muhammed aleyhisselâm öğretti." dedi.
Mecûsî;
"O hâlde biz niçin bu dîne girmiyoruz?" diyerek kelime-i şehâdet getirip müslüman oldu.
Bir gün Yûsuf-i Bahirânî isminde bir zât kendi kendine;
"Bâyezîd-i Bistâmî'nin yanına gideyim. Eğer açıktan bir kerâmet gösterirse velî olduğunu kabûl edeyim. Böylece onu imtihân etmiş olayım." diye düşündü. Bu düşünce ile Bâyezîd-i Bistâmî'nin bulunduğu yere geldi.
Bâyezîd-i Bistâmî onu görünce buyurdu ki;
"Biz kerâmetlerimizi talebelerimizden Ebû Saîd Râî'ye havâle ettik. Sen ona git."
Bu kimse gidip Ebû Saîd Râî'yi sahrada buldu. Kendisi namaz kılıyor koyunlarına da kurtlar bekçilik ediyordu. Namaz bitince gelen kimse kendisinden tâze üzüm istedi. Oralarda üzüm bulunmazdı ve zamânı da değildi. Ebû Saîd Râî asâsını ikiye bölüp bir parçasını gelen kimsenin tarafına diğer kısmını da kendi tarafına dikti. Allahü teâlânın izni ile hemen o parçalar asma oldu ve tâze üzüm verdi. Fakat Ebû Saîd tarafında bulunan üzümler beyaz gelen kimsenin tarafında bulunan üzümler siyah idi. O kimse üzümlerin renklerinin farklı olmasının sebebini sordu.
Ebû Saîd Râî;
"Ben Allahü teâlâdan yakîn yolu ile istedim. Sen ise imtihan yolu ile istedin. Dolayısıyle renkleri de niyetlerimize uygun olarak meydana geldi." buyurdu ve o kimseye bir kilim hediye edip kaybetmemesini tenbih etti.
O kimse kilimi alıp hacca gitti. Fakat kilimi Arafat'da kaybetti. Çok aradı ise de bulamadı. Hac dönüşünde Bistâm'a Bâyezîd hazretlerinin yanına uğradı. Baktı ki kaybettiği kilim Bâyezîd-i Bistâmî'nin önünde duruyor. Bu hâdiselere şâhid olduktan sonra böyle yüce bir zâttan kerâmet istediğine çok pişmân oldu. Tövbe ve istigfâr edip Bâyezîd-i Bistâmî'nin talebeleri arasına katıldı.
Bir gün Azizan Hazretlerine hatırı sayılır bir zat misafir geliyor. Fakat evde hazır yemek yok... Azizan Hazretleri üzülüyorlar. Evlerinin kapısına çıkıyorlar. O sırada paça satan bir genç elinde bir çömlekle geliyor. Çömlekte donmuş paça var...
Genç:
-Bu yemeği sizin ve yakınlarınız için hazırladım. Kabul buyurursanız beni mesut edersiniz.
Diyor.
Azizan Hazretleri bu nazik anda gelen yemekten son derece hoşnut kalıyorlar ve gence iltifat ediyorlar. Gelen yemekle misafir ağırlanıyor. Misafir gidince Şeyh Hazretleri paça satan genci çağırtıp:
-Senin getirdiğin bu yemek sıkıntılı bir ânımızda imdada yetişti. Sen de şimdi bizden ne muradın varsa iste ki Allah dileğini verse gerektir.
Genç:
-Aynen senin gibi olmak isterim.
Diyor.
Bu çok güç bir şey... Üzerimizdeki yük senin omuzlarına çökecek olursa ezilirsin!
Cevabını veriyor Azizan Hazretleri...
Fakat genç yana yakıla ısrar ediyor:
-Benim âlemde tek muradım bu... Tıpkı tıpkısına senin gibi olmak... Başka hiç bir şey beni teselli edemez. Başka emel tanımıyorum!
-Peki diyor Azizan Hazretleri; öyle olsun!
Ve genci elinden tuttuğu gibi halvet odasına çekiyor. Orada nazarlarını gence mıhlayıp kalpleriyle kalbine yöneliyorlar. Biraz sonra gençte bir değişiklik başlıyor. Genç hem zahirde ve hem batında Azizan Hazretlerinin ayı olarak meydana çıkmaya başlıyor. Bu hal tam 40 gün devam ediyor ve 40'ıncı gün genç girdiği yükün ağırlığında bekâ âlemine göçüyor. Fakat muradına ermiş ve ebedi saadete erişmiştir.
-Onk. Dr. Haluk Nurbaki'den gerçek bir hatıra-
Ben 40 yıllık bir kanser uzmanı olarak maddeyi aşan sayısız olayla karşılaştım ve bunları o olaya şahit olanlarla birlikte belgeleyerek özel bir arşiv yaptım. Bunlardan 1976 yılında yaşanmış bir olayı size nakletmek istiyorum.
Kanser hastanesinde başhekimken Serap adında genç bir hanım hastam vardı. Bu hastam göğüs kanserine yakalanmış ve tedavi için yurt dışına gitmek istemesine rağmen bazı formaliteler sebebiyle o imkanı bulamamıştı. Serap'ı özel bir ilgiyle bizzat ben tedavi altına aldım. Ve kısa bir süre sonra da iyileştiğini gördüm. Ancak Serap'ın da bütün diğer kanserliler gibi ilk 5 yıllık süreyi çok dikkatli geçirmesi gerekiyordu. Bir iş kadını olan Serap 4 yıl kadar sonra 1 ihale için İzmir'e gitmek istedi. Kışaylarında olduğumuz için uçakla gitmesi şartıyla kabul ettim. Maalesef bilet bulamamış ve benden habersiz bindiği otobüsün kaza geçirmesi üzerine 6 saat kadar mahsur kalmış. Dönüşünden kısa 1 süre sonra kanser kemik ve akciğerine yayıldı. Serap bacak kemiklerindeki aaaastaz nedeniyle yürüyemez hale gelirken hastalığın akciğerdeki aaaahürü sebebiyle de devamlı olarak oksijen cihazı kullanıyor ve söylediği her kelimeden sonra ağzını o cihaza yapıştırarak nefes almak zorunda kalıyordu. Evine gittiğim gün yine güçlükle konuşarak:
-''Doktor bey'' dedi. ''Ben size...dargınım.'' ''Niçin?" diye sordum.
-"Siz...dindar bir insanmışsınız. Niçin bana da ALLAH 'ı ölümü ahireti anlatmıyorsunuz?"
Dini inançlarının çok zayıf olduğunu bildiğim için bu teklifi karşısında oldukça şaşırdım. O'nu üzmemeye çalışarak:
--"Doktora ulaşmak kolaydır'' dedim. ''Parayı bastırdın mı istediğine tedavi olursun. Ancak iman tedavisi için gönülden istek duymalısın..."
Konuşmaya mecali olmadığından "Ben o isteği duyuyorum" manasında başını salladı. Artık ümitsiz bir tıbbi tedavinin yanı sıra ebedi hayatın ve saadetin reçetesi olan iman derslerimiz başlamış ve dersler "hızlandırılmalı öğretime" dönmüştü. Anlattığım iman hakikatlarını bütün ruhuyla meczediyor ve arada bir soru soruyordu.Vefatına bir hafta kala:
-"Doktor bey'' dedi. ''Ben ölürken ne söylemeliyim?"
-"Senin durumun çok özel" dedim. ''Kelime-i Şehadet sana uzun gelir. O anı farkedince ''Muhammed'' (s.a.v) sana yeter."
O haliyle tebessüm ederek yine başını salladı. Çok ıstırabı olduğu için Serap'a sürekli morfin yapıyor ve O'nu uyutmaya çalışıyorduk. Ben bir iş seyahati sebebiyle bir müddet ziyaretine gidemedim. Dönüşümde annesi telefon ederek:
-"Serap bir haftadır morfin yaptırmıyor." dedi. "Sabahlara kadar inliyor ve çok ıstırap çekiyor. Hemen eve gittim ve iğne yaptırmamasının sebebini sordum. Aldığım cevabı hala unutamıyor ve hatırladıkça ürperiyorum. "Ya morfinin tesiriyle ölüme uykuda yakalanır ve son nefeste "Muhammed" diyemezsem?.
İşte Serap böyle bir hanımdı. Bu arada benden istihareye yatmamı ve eğer bir kaç gün daha ömrü varsa son günü uyanık kalacak şekilde morfin yaptırılmasını rica etti. Ben hiç adetim olmadığı halde cuma gününe rastlayan o gece istihareye yattım ve Serap'ın acizliği hürmetine sandığım salı gününe kadar yaşayacağına dair işaret sezdim.
Ertesi gün O'na:
-"Hiç korkma!" dedim. "İğneyi vurdurabilirsin.
Ve Serap bir veda niteliği taşıyan bu görüşmemizde son sorusunu da sordu:
-"Doktor bey...Azrail bana nasıl görünecek?"
-"Kızım" dedim. "O bir melek değil mi? Hiç merak etme sana yakışıklı bir prens gibi gelecektir."
Salı günü Serap'ın ağırlaştığı haberini alınca hemen eve gittim.Ancak vefatına yetişememiştim. Ailesi tam manasıyla perişandı. Sadece kendisine uzun müddet bakan dindar bir hanım akrabası ayaktaydı ve beni görünce yanıma gelerek:
-"Doktor bey biliyor musunuz bu evde biraz önce bir mucize yaşandı!" dedi ve devam etti:
-Serap bir saat kadar önce oksijen cihazını attı ve "yataktan kalkması imkansız" denmesine rağmen kalkarak abdest aldı iki rekat namaz kıldı.Bütün ev halkı hayretten donup kaldık. Ve kelime-i Şehadet getirerek vefat etmeden biraz önce de:
-Doktor bey'e söyleyin dedi. Azrail O'nun söylediğinden de güzelmiş!...
Rasulullah s.a.v. bizi bir müfreze (askeri birlik) ile göndermişti. Başımıza da Ebu Ubeyde'yi komutan tayin etmişti. Kureyş'e ait bir kervanı ele geçirmekle vazifeliydik. Azık olarak da bize bir dağarcıkta hurma verilmişti. Başka azığımız yoktu. Ebu Ubeyde bize birer tane hurma veriyordu.
- O bir hurmayı ne yapıyordunuz? diye sorulunca dedi ki:
- Çocuğun emmesi gibi o hurmayı ağzımızda tutup emiyorduk. Sonra da üstüne su içiyorduk. Bu bize bir gün bir gece yetiyordu. Değneğimizle ağaç yapraklarını çırparak düşen yaprakları su ile ıslatıp yiyorduk.
Böylece yolumuza devam ettik. Deniz kıyısına vardık. Deniz kıyısında büyük bir kum tepesi gibi bir şeyin yükseldiğini gördük. Yanına vardığımızda kıyıdaki şeyin anberbalığı (balina) denen hayvan olduğunu gördük. Ebu Ubeyde önce:
- Bu leştir dedi. Sonra da şunu söyledi:
- Hayır. Biz Rasulullah s.a.v.'in elçileriyiz ve Allah yolundayız. Zaruret haline düştük. Bundan yiyiniz.
Biz yaklaşık bir ay boyunca o hayvanın etiyle geçindik. Üçyüz kişiydik ve şişmanlamıştık. Hayvanın göz çukurundan testilerle yağ alıyorduk **** büyüklüğünde et parçaları koparıyorduk. Ebu Ubeyde bizden onüç kişiyi alıp hayvanın göz çukuruna oturtmuştu. Kaburga kemiklerinden birini alıp yere dikti; sonra en yüksek deveyi binicisiyle onun altından geçirdi. Bu hayvanını etinden pastırma yapıp azık ettik.
Medine'ye geldiğimiz zaman Rasulullah s.a.v.'in yanına vardık. Bu durumu kendisine anlattığımızda dedi ki:
- O Allah'ın size çıkarıverdiği bir rızıktır. Yanınızda onun etinden bize yedireceğiniz bir şey var mı?
Biz de getirdiğimiz etlerden bir miktarını Rasulullah s.a.v.'e gönderdik O da etten yedi.
BAŞKA DUÂ BİLMEZ MİSİN?
Bir şahıs Harem-i Şerîfin kapısında Ey doğrulara yardım eden haramlardan kaçınanları koruyan Allâhım!.. diyerek hep aynı duâyı okuyordu. Ona Sen başka duâ bilmez misin? dediler. O şöyle açıkladı bu duâyı tekrar etme sebebini:
Ben Beyt-i Şerîfi tavâf ederken ayağıma takılan bir şeyi eğilip aldım. Bir de baktım ki içinde bin altın bulunan bir kese. Şeytanımla îmânım mücâdeleye tutuştular. Bin altın çok para senin bütün ihtiyaçlarını karşılar dedi şeytanım. Îmânım ise Bu haramdır boşuna saklama; sahibini bul teslim et! dedi. Ben böyle mücâdele içinde iken birinin sesi duyuldu:
Burada içinde bin altınım bulunan kesem kaybolmuştur. Kim buldu ise getirsin ona otuz altın müjde vereyim!
Bin haramdan otuz helâl hayırlıdır diyerek keseyi sahibine teslim ettim. O da bana otuz altın verdi. Bunu alıp bakırcılar çarşısında gezerken bir Arap kölenin bu paraya satıldığını görünce hemen satın aldım. Bir müddet sonra bu kölenin yanına bir kısım Araplar gelip gizlice konuşmaya başladılar. Köleden ne konuştuklarını sordum. Saklamayıp aynen anlattı:
Ben Mağrip sultânının oğluyum. Babam Habeş melikiyle cenk edip savaşı kaybetti. Beni de esir alıp buralarda sattılar. Babam bunları göndermiş elli bin altın da vermiş ki beni satın alıp götürsünler. Sen bana çok iyilik ettin kendi evlâdın gibi baktın. Bundan dolayı memnun kaldım. Bunlar beni satın alacaklar; sakın az altına râzı olma elli bin altına sat beni.
Dediği gibi oldu. Elli bin altına sattım köleyi. Bu kadar büyük sermaye ile bir kısım mallar alıp Bağdata gittim. Orada açtığım dükkânda mallarımı satıyordum. Bir tanıdığım gelip Meşhur bir tüccar dostum vefât etti ay gibi güzel kızcağızı yalnız kaldı. Gel bunu sana alalım dedi. Ben de kabul ettim. Kızın çehiz olarak getirdiği birtakım tabakların üzerinde içi altın dolu keseler vardı. Hepsinin üzerinde de biner altın yazılı iken birinde dokuz yüz yetmiş altın yazılı idi. Bunun sebebini sorduğumda kızcağız dediki:
Babam bu keseyi Harem-i Şerifte kaybetmiş. Bulan bir helâlzâde keseyi iâde edince otuz altını ona müjde olarak vermiş ondan geriye kalanlardır bu kesedeki altınlar.
Bunun üzerine ben Allâha hamd ve şükürlerde bulundum; bunlar hep doğruluğun iyiliğin bereketi diyerek hâdiseyi kızcağıza anlattım. Sürur ve saâdetimiz daha da perçinlenmiş oldu!.. (Nevâdir-i Süheylî Sayfa: 280-81)
Evet enteresan bir hâdise. Doğruluk ve dürüstlüğün neticesini göstermesi bakımından verdiği mesaj oldukça mühim. Kaldı ki bu sadece dünyadaki semeresi. Âhiretteki karşılığı ise ebedî bir saâdet. Rabbimiz cümlemizi îmânımızın sesine kulak vererek sadâkat ve istikametten ayırmasın. Âmîn...
Adaletiyle meşhur İran hükümdarlarından Nuşirevan tahta geçtiği ilk yıllarda halka karşı o kadar zalim ve gaddarca davranmış o kadar zevk-ü sefasına düşkünmüş ki millet artık canından bıkar hale gelmiş en ufak ses çıkaran olsa kellesi gidermiş. İşte bu zalim hükümdar Nuşirevan bir gün maiyetiyle beraber ava çıkmıştı. Yanında gayet zeki bir de veziri vardı. Avlanırken bir ara diğerlerinden ayrılan hükümdar yanında veziri olduğu halde bir suyun başına varıp atından indi ve bir müddet istirahata çekildi. Yeşillikler üzerinde otururlarken iki baykuş gelip yakınlarına kondu ve ötmeye başladılar.
Baykuşların o nağmeleri Nuşirevan'ın hoşuna gitmiş olacak ki vezirine:
-İnsan şu kuşların dilinden anlasa da ne dediklerini bilse... Kimbilir bu kuşlar şimdi neler söylüyorlardır? dedi.
Vezirin derdini anlatması için büyük fırsat doğmuştu:
-Sultanım ben bu kuşların ne dediklerini biliyorum. Eğer müsaade eder ve beni bağışlarsanız bu kuşların ne söylediklerini size bildireyim dedi.
Vezir:
-Sultanım affınıza sığınarak arzediyorum. Bu kuşların birisi diğerinin kızını oğluna istiyor. Öbürü de; tabiiyeti icabı kızımı sana veririm yalnız başlık parası olarak bir harabe isterim diyor. Oğlanın babası ise bu halinden memnun vaziyette; deliye bak Nuşirevan hükümdar olduğu müddetçe ben sana bir değil on harabe veririm. Yeter ki sen kızı oğluma ver diyor. İşte padişahım kuşların konuştukları bundan ibarettir dedi.
Nuşirevan vezirinden memnun olmuştu ne demek istediğini anladı ve doğruca avdan sarayına dönerek o andan itibaren hal ve vaziyetini tamamen değiştirdi. Öyle adil öyle halkını gözetir oldu ki öleceği zaman Nuşirevan'ın memleketinde bir tane harabe kalmamış her yer mâmur ve müreffeh olmuştu. Nerede o şuurlu idareciler nerede o hükümdarlar?
Mar'uf-ı Kerhi Hazretlerini sadece Müslümanlar değil Hıristiyanlar da çok sever. Bir defasında bunlardan biri gelir 'çocuk sahibi olabilmek' için dua ister. Büyük veli bir fırsatını bulup onu zarif bir şekilde İslâm'a davet eder.
Adam;
- İyi ama ben buraya din değiştirmeye gelmedim ki. İstediğim sadece bir evlad der.
Veli;
- Allah sana hayırlı bir evlad nasip etsin. Onun elinden imana gelesin diye dua eder.
Çok geçmez adamcağızın çok akıllı bir oğlu olur. Okul çağı gelince onu kilise mektebine gönderir. Rahip ilk gün teslisi anlatır ama çocuk bir tuhaf olur.
Çocuk;
- Hayır! kalbim daralıyor dilim söylemiyor der.
Rahip;
-Tamam bunları sonra konuşuruz. Şimdi alfabeye geçelim. Haydi bana harfleri okuder.
Çocuk bir şiir okur ki ilk beyit elif beyle başlar son beyit lamelif ye ile biter. Her mısra Allahü teâlânın sıfatlarını ve Muhammed Aleyhisselamın meziyetlerini anlatır ki sanatlarla doludur. Çocuk alfabeyi bitirip devam eder.
"Ağlatan güldüren öldüren dirilten Allah'a yemin ederim ki
O'nun kapısından başkasına giden mutlaka zarar etti
Ondan başkasından ne zarar gelebilir ne fayda
Kul isyan eder örter âliyyul âlâ."
Rahip bu sözleri söyleyeni değil söyleteni arar ve doğruyu bulur. Çocuğun babasını da İslâm'a davet eder. Adamcağız itiraz etmez zira yıllar evvel Şeyh Ma'ruf'un ettiği dua kulaklarında çınlamaktadır.
Ma'ruf-i Kerhi Hazretleri ölümü yaklaştığında vefakâr talebesi Sırrıyî Sekati'ye döner ve
- Ben ölünce üzerimdeki gömleği fakirlere ver der.
Biliyor musunuz zaten bütün serveti o gömlektir. Hasılı bu âlemden geldiği gibi gider.
Mübarek kimseyi kırmaz ve herkese insanca muamele eder. Bu yüzden onu herkes sever. Komşuları cenazesini paylaşamazlar. Hıristiyanlar ve Yahudiler de gelir onu kendi mezarlıklarına defnetmeye kalkışırlar. Ancak tabutu yerinden bile oynatamazlar halbuki Müslümanlar el attığında naaş tüy gibi hafifler ve kuş gibi uçar. Orada bulunanlar topyekün müslüman olurlar.
'BEDELİ ÇANAKKALE'DE ALTIN OLARAK ÖDENECEKTİR'
Ziyad Ebuzziyâ
Üç aylık bir tâlimden sonra Mehmed Muzaffer 'zâbit namzeti' olarak Çanakkale'de idi. (Mart 1916). Müttefik İngiliz ve Fransız kuvvetleri Çanakkale'de uğradıkları mağlûbiyetlerden ve verdikleri yüzelli bin zâyiattan sonra Boğaz'ı aşamayacaklarını anlamışlar 1915'in son haftasıyla 1916'nın ilk haftasında bütün hatları tahliye edip çıkıp gitmişlerdi.
Muzaffer Çanakkale'ye vardığında harp durmuştu. Zaman zaman İmroz-Bozcaada'da üslenmiş düşman gemileri ve uçakları bombardımanda bulunuyorlarsa da 1915 Nisan'ından Aralık sonuna kadar sekiz ay süren kanlı bağuşmalara kıyasla bu bombardımanlar 'hiç' mesâbesindeydi. Çanakkale'deki birliklerin büyük bir kısmı Kafkas Irak ve Filistin cephelerine sevkedileceklerdi. Hazırlanma ve noksanları ikmâl emri aldılar.
Muzaffer birliğinin alay karargâhında vazifeliydi. Alayın kamyon ve otomobil lastiği ile diğer bir takım malzemeye ihtiyacı vardı. Bunlarsa ancak İstanbul'dan sağlanabilirdi. O devirlerde bu gibi basit mübâyaalar için açık artırma yapmak ilanlarda bulunmak ne âdetti ne de bunlarla kaybedilecek vakit vardı. Herşey itimatla yürütülürdü. Muzaffer açıkgöz ve becerikli bir İstanbul çocuğu olduğundan karagâh gerekli malzemenin temin ve mübâyaasına onu memur etti. İcab eden paranın kendisine i'tâsı için de Erkân-ı Harbiye Riyâseti'ne hitâben yazılı bir aaakereyi eline verdiler.
O yıllar İstanbul'da otomobil ve kamyon nâdir rastlanan vâsıtalardı. Bunlaların lastikleriyse yok denecek kadar azdı ve karaborsaydı.
Muzaffer aradı uğraştı nihayet Karaköy'de bir Yahûdi'de istediklerini buldu. Fiyatlar pek fâhişti ama yapacak başka birşey yoktu anlaşmaya vardı. Lâzım gelen parayı almak üzere Erkân-ı Harbiye'ye gitti. Elindeki aaakereyi tediye merciiine havâle ettiler. Muzaffer az sonra yaşlı bir kaymakam (yarbay)'ın huzurundaydı. Kaymakam uzatılan kezkereyi okudu. Karşısında hazırolda duran ihtiyat zâbit namzetine baktı. İsteyeceği paranın miktarını sormadan
'Ne alınacak?' dedi.
'Oto ve kamyon lastiği' cevabı verilince bir an durdu. Sonra Muzaffer'e dik dik baktı:
'Bana bak oğlum! Ben askerin ayağına postal sırtına kaput alacak parayı bulamıyorum. Sen otomobil lastiğinden bahsediyorsun! Haydi yürü git insanı günaha sokma... Para mara yok!' dedi.
Muzaffer selâmı çaktı dışarı çıktı. Harbiye Nezâreti'nin (bugünkü hukuk fakültesi binâsının) bahçesinden dış kapıya ağır ağır yürürken ne yapacağını düşünüyordu. Malzemelere alayın ihtiyacı vardı. Eldeki (Almanlar'ın verdiği) iki Mercedes-Benz kamyon ve iki binek arabası lastiksizdi. Diğer malzemeler de mutlaka lâzımdı. Kendisi bulur alır diye vazifelendirilmişti.
Malzemeyi bulmuştu fakat para yoktu. Eli boş dönemezdi bir çaresini bulmak lâzımdı.
Muzaffer bunları düşüne düşüne Bâyezid Meydanı'na vardı. Birden durdu kendi kendine güldü. Aradığı çareyi bulmuştu! Doğru tüccar Yahûdi'ye gitti:
'Paranın tediye muâmelesi akşamüstü bitecek. Ezandan sonra gelip malları alamam gece kaldıracak yerim yok. Yarın öğleden evvel vapurum Çanakkale'ye kalkıyor yetişmem lâzım. Onun için sabah ezanında geleceğim. Malları mutlaka hazır edin...'
Tüccar
'Peki' dedi.
Muzaffer tam ayrılırken ilâve etti:
'Altın para vermiyorlar kâğıt para verecekler.'
Yahûdi yine
'Peki' dedi.
Ertesi sabah Muzaffer Merkez Komutanlığı'ndan araba ve neferle ezan vakti Yahûdi'nin kapısındaydı. Ortalık henüz ışıyordu. Taccar malları hazırlatmıştı. Havagazı fenerinin yarım yamalak aydınlattığı loşlukta mallar arabaya yüklendi. Muzaffer bir yüzlük kâime (yüz liralık kâğıt para) verdi. araba dörtnal Sirkeci'ye yollandı. Malzeme şat'a oradan dubada bağlı gemiye aktarıldı. Az sonra da gemi Çanakkale yolunu tutmuştu.
Üç gün sonra Yahûdi elindeki yüzlük kâimeyi bozdurmak üzere Osmanlı Bankası'na gitti. Bozmadılar.. Zira elindeki para sahte idi.
Muzaffer evrâk-ı nakdiyenin basımında kullanılan kâğıdın aynısını Karaköy kırtasiyecilerinden tedarik etmiş bütün gece oturmuş çini mürekkebi ve boya ile gerçeğinden bir bakışta ayırt edilemiyecek nefâsette taklit para yapmıştı. Tüccara verdiği para buydu. O devrin hakiki paralarının üzerinde yazılar arasında bir de şöyle ibâre bulunurdu:
'Bedeli Dersaâdette altın olarak tesviye olunacaktır.' Muzaffer yaptığı taklit parada bu ibâreyi şöyle yazmıştır. 'Bedeli Çanakkale'de altın olarak tesviye olunacaktır.'
Onun burada altın dediği Çanakkale'de Mehmetçiğin akıttığı altından da kıymetli kanı idi...
Yâhudi tüccar bunu mesele yapmadı. Yapmak mı istemedi yapmaktan mı çekindi bilinmez. Ancak hâdise bütün İstanbul'a yayıldı. Dünyada emsâli olmayan ve olmayacak olan bu hâdise Şehzâde Abdülhalim Efendi'nin kulağına kadar gitti. Şehzade hemen lalasını göndererek Yâhudi tüccarı buldurdu.
Yüzlük taklid evrâk-ı nakdiyeyi bedelini altın olarak ödeyip aldı. Çok zarif sedef kakmalı içi kadifeli bir mücevher çekmecesine yerleştirip İstanbul Polis Okulu'ndakiEmniyet Müzesi'ne hediye etti.
Şehid Mehmet Muzaffer'in taklidini yaptığı paranın asıl 50 liralık kâğıt paradır. Bu kâğıt paralar üzerlerinde de yazılı olduğu gibi Rûmi 6 Ağustos 1332 (M.18.8.1916) tarihli kanunla tedâvüle çıkarılmıştır. Bu tertip kâğıt paraların en büyük kıymeti 50 liralıklardır. Yüz lira olarak bu tipte hiçbir kupür basılmamıştır. Her halde Şehid Muzaffer'in alacağı malzemenin bedeli elli liranın çok üstünde olmalıdır ki iki tane ellilik imal edecek olsa anlaşılabileceğini düşünüp tek bir yüzlük yapmıştır. Bu kâğıt paralar yeni tedâvüle çıktığından getirip veren de subay ve askerleri olduğundan tüccar bu çeşit yüzlük kâime mevcut olup olmadığını araştırmak lüzûmunu görmemiş olmalıdır. Esasen Muzaffer'in 'sabah ezanı vakti' üzerinde durması da hem o devrin ölü ışıkları altında paranın iyice incelenmesine imkân bırakmamak hem de sabahın o saatinde her taraf kapalı olduğundan sağa sola sormak ihtimâlini de ortadan kaldırmak için olmalıdır.
Çeşitli imkânlara sahip teksir ve totokopi makinelenin henüz îcad edilmediği yıllarda bugün son sistem âletlerle çalışan kalpazanlara taş çıkartacak şekilde elle bu derece başarlı bir taklidi yapabilmek üstelik de bunu bir tek gecenin sınırlı saatleri için sığdırmak fevkalâde büyük bir sahtekârlık başarısı değil bir san'at şaheseri olarak değerlendirilmelidir.
Hz. Allah bütün şehidlerimizden de vatan için her şeyi göze alabilen bu san'atkârın bu mübârek şehidin rûhundan da o ganî rahmetini eksik etmesin. (Âmin)
1994'lerde Haçka'ya giden bir polis memuru Haçkalı Hoca'nın evini sormuş. O tarihten 45 sene evvel Hakka yürüyen Haçkalı'nın evisorulunca:
-Hayırdır Haçkalı'yı nerden tanıysun? diye sormuşlar.
-Güneydoğu'dan demiş polis memuru.
-Güneydoğu?
-He! Urfa mardin diyarbakır!
Ne iş yapaysun daa?
-Polisim.
-Hocayla işin ne?
-Oradaki çatışmalarda kendisinden çooook yardım gördüm. Eğer o yardım etmeseydi beni hastahaneye götürmeseydi Allah bilir ya şimdi çoktaaan ölmüş olacaktım Kendisine teşekküre geldim.
Polis memuru böyle söyleyince Haçkalı'nın akıl sır ermez işlerine az çok âgâh ve âşinâ olan Haçkalılar Haçkalı'nın Haçka'daki cami ve türbesini göstererek:
-Gazan mübarek olsun uşağım Haçkalı Hoca işine gücüne akıl sır ermez bir ermişdur. yıllar evvel Rabbisine ermişdur. aha camisi ve türbesi. Get orada ziyaret et. Senin gördüğün onun ruhaniyetidir demişler.
Zaman mekân duvarını aşardı
Yeri gelir celâllenir taşardı
Darda kalan her mağdura koşardı
Gaibler şahini Haçkalı Baba
Hazret-i Râbia çok oruç tutardı. Bir defâsında bir hafta hiç yiyecek bulamadı. Sekizinci gece açlığı iyice şiddetlendi. Nefsine eziyet ettiğini düşünürken birisi kapıyı çaldı. Bir tabak yemek getirdi o da yemeği alıp yere koydu. Mum getirmeğe gitti gelince bir kedinin yemeğini dökmüş olduğunu gördü. Su bardağını almaya gitti. Mum söndü. Su içmek isterken bardak düşüp kırıldı.
O da;
"Yâ Rabbî! Bu zavallı kulunu imtihan ediyorsun fakat âcizliğimden sabredemiyorum." diyerek bir âh çekti. Bu âhtan neredeyse ev yanacaktı.
Bir ses duyuldu:
"Ey Râbia istersen dünyâ nîmetlerini üstüne saçayım. İstersen üzerindeki dert ve belâları kaldırayım. Fakat bu dertler belâlar ile dünyâ bir arada bulunmaz."
Bu sözü işitince;
"Yâ Rabbî! Beni kendinle meşgûl eyle ve senden alıkoyacak işlere bulaştırma." diye duâ etti.
Bundan sonra dünyâ zevklerinden öyle kesildi ki; kıldığı namazı;
"Bu benim son namazımdır." diye huşû ile kılar hep Allahü teâlâ ile meşgûl olurdu. Hattâ birisi gelip kendisini Allahü teâlâ ile meşgûliyetten alıkoyar korkusuyla;
"Yâ Rabbî! Beni kendinle meşgûl eyle de kimse senden alıkoymasın." diye duâ ederdi.