İslam ile İlgili Tüm Merak Edilenler

Mr.TyLér ||

Kayıtlı Üye
Soru : Hacda şeytan taşlamanın hikmeti nedir?

Cevap:

Bilindiği gibi, hac mevsiminde Mina'da, Kurban Bayramının birinci, ikinci ve üçüncü günleri Akabe Cemresi, Küçük Cemre ve Orta Cemre olmak üzere üç şekilde şeytan taşlanır. Bu ibadet vaciptir.Burada yapılan hareketler, haccın şeairindendir. Güzel bir hatırayı yad etmektir. Bütün insanlığın ortak düşmanı olan şeytanı taşa tutarak lanetlemektir.

Burada temsili olarak tespit edilmiş olan üç yerde taşlama yapılır. Bu ibadet şekli bize İbrahim Aleyhisselamdan intikal etmiştir.

Bu hususta iki rivayet var. Birisi şöyle:

Hz. İbrahim, bir imtihan olarak Allah'ın emri ile oğlu Hz. İsmail'i kurban etmeye götürürken şeytan önlerine çıkar. Hz. İbrahim'in babalık şefkatini istismar etmeye kalkarak, bu işten vaz geçirmeye çalışır. Fakat ters yüz edilir. Bundan sonra Hz. İsmail'e musallat olur. Cenab-ı Hakkın emrini babasının yanlış anladığını, annesini gözü yaşlı olarak geride bıraktığını fısıldayarak emre boyun eğmemesini telkin eder. Şeytanın desiselerine hiç aldırış etmeyen Hz. İsmail, onu yanından kovmakla kalmaz, arkasından da yedi tane taş atar.İşte hacıların cemrelerde taş atmaları bu hadisenin hatırlanması ve yeniden yaşanmasıdır.

Bu hususta İbni Abbas'ın rivayeti de şöyledir:

Hz. İbrahim hac ibadetini yapmaya geldiği zaman, Akabe Cemresi yanında şeytan ona göründü. Bunun üzerine onu yedi adet taşla taşladı, şeytan yere battı. Sonra Orta Cemre yanında şeytan ona tekrar göründü. Yedi taş da orada attı. Böylece şeytan tekrar yere battı.Bir müddet sonra Küçük Cemrenin yanında yine karşısına dikildi. Burada da yedi taş daha atınca artık şeytan iyice yere yığılıp kaldı.

Bundan sonra İbni Abbas, şöyle diyor:

“Siz ancak şeytanı taşlıyor ve ancak atanız İbrahim Aleyhisselamın yolunu izliyorsunuz.”

Bu ibadet şekli Hz. Adem'den beri her insanın ortak düşmanı olan şeytanın arzusuna icabet etmemek, onun vesveselerine aldırmamak, iman çemberi içinde, şeytanı bir kere daha kahretmek, yerin dibine geçirmektir.Bu taşlama, kötü niyetlere, şer kuvvetlere karşı bir zindelik gösterisi, her çeşit kötülükleri yenme azminin sembolleşmesi, Rabbimizle yapılan manevi anlaşmanın icrasıdır.

Peygamber Efendimiz (a.s.m.) şöyle buyururlar:

“Beytullahın çevresinde dönmek, Safa ile Merve arasında gidip gelmek, şeytanı taşlamak, hepsi Allah'ın şeairini (İslamın alamet ve işaretlerini) ayakta tutmak içindir.”

Hac mevsiminde mü'minler bu çeşit ibadetleri yapmakla Rablerine olan kulluklarını dile getiriyor, Ona kul ve muhatap olmanın zevk ve hazzını yaşıyorlar.


Soru : Şeytan neden insanlara düşmandır
Cevap:
Nefis, şeytanın vesveselerine hassas bir alıcıdır. Hadiste, insan kalbinde hem melek ilhamı, hem de şeytan vesvesesi için, birer merkez olduğu bildirilmiştir. (1)

Kur-an'ın ifadesiyle, "Şeytan, sizin için bir düşmandır. Siz de onu düşman edininiz. Şüphesiz o, kendine uyanları Cehennem ashabından olmaya çağırır." (Fatır suresi, 6) Şeytanın insana düşmanlığı Hz. Adem'le başlar. Hz.Adem'e secde etmemesi yüzünden İlahi rahmetten uzaklaştırılır. Bu yüzden, Adem'e ve nesline düşman kesilir. Allah'a giden yolda, onların önüne engel olarak çıkmaya izin ister. İnsanların imtihan edilmesi ve mahiyetlerindeki kabiliyetlerinin tezahür etmesi için, Cenab-ı Hak onu bu izni verir. Şeytan der:

"Beni azdırmana karşılık yemin ederim ki, senin doğru yolunda insanlara vesvese vermek için oturacağım. Sonra onlara, önlerinden ve arkalarından, sağlarından ve sollarından yaklaşacağım. Ve sen onların ekserisini şükredici bulmayacaksın." (A'raf suresi, 16-17)

Şeytan insanlar üzerinde hakimiyet kurmak için her yola başvurur, her türlü vesveselerde bulunur.(2). Kimini korku damarından yakalar. Kimini boş hülyalarla aldatır. Kimine suret-i haktan görünür. Kimini şehvetten saptırır, kimini gafletten... Hadisin ifadesiyle, "İnsanın damarlarında cereyan eden kan gibi, insanın bedeninde cereyan eder." (3) Kaleler zayıf yerlerinden fethedilir. Şeytan da, insanın zaaflarından yararlanarak onu fethe çalışır.

Şeytanın vesveselerine kapılan ve onun yolundan gidenler, Allah'a kul olma yerine, şeytana kul ve köle olurlar. Onun dediklerini yapmakla, onun memurları haline gelirler. (4) Cenab-ı Hak, insanlara şu ikazı yapmaktadır: "Şeytanın adımlarına uymayın. Şüphesiz o, sizin için apaçık düşmandır. O size ancak, kötülüğü, fuhşiyatı ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemeyi emreder." (Bakara suresi, 168-169)
 
Soru : Şeytan insana zorla yaptırım gücüne sahip midir?


Cevap:
Kur-an-ı Kerim'deki, "Şeytanın hilesi çok zayıftır" ayeti, şeytanın hile ve tuzaklarının zayıflığına dikkat çeker (Nisa suresi, 76) . Pek çok ayet de şeytanın insanlar üzerinde bir yaptırım gücü (sultası) olmadığını bildirir. (Mesela, İbrahim suresi, 22, Hicr suresi, 42; Nahl suresi, 99; İsra suresi, 65; Sebe suresi, 21)

Bu durum, insanın sorumluluğu açısından son derece önemlidir. Eğer şeytan, böyle bir güce sahip olsaydı, o zaman insanlar "Ya Rabbi, sen bize şeytanı musallat ettin. O da bizim irademizi elimizden aldı. Bize bu günahları zorla yaptırdı..." şeklinde Allah'ın huzurunda özür beyan ederlerdi. Halbuki, şeytanın yaptığı sadece vesvese vermekten, çirkinlikleri, günahları güzel göstermekten ibarettir. İnsan, isterse bu vesveseye uyar, günahkar olur; isterse uymaz, Allah katında derece kazanır.

Şeytanla mücadelenin esası, onun direktiflerine muhalefettir. Onun için bu düşmanı iyi tanımak gerekir. Kalbine gelen ilhamın, şeytandan mı, yoksa melekten mi geldiğini ayırt edemeyenler, çoğu kere şeytanın vesvesesine aldanırlar. İnsanın kalbi, melek ve şeytan ilhamlarının bir çarpışma alanıdır.

Ehl-i iman, bu çarpışmada Allah'a sığınarak şeytanın vesveselerinden kurtulmalıdır: " Şeytandan sana bir dürtü (vesvese) gelirse, hemen Allah'a sığın. Çünkü O, işitendir, bilendir. Takva sahipleri, kendilerine şeytandan bir vesvese dokunduğunda, tezekkür ederler (düşünürler, Allah'ı anarlar, azabını hatırlarlar...) O zaman artık onlar, gerçekleri görenler haline gelirler." (A'raf suresi, 200-201) Böylece ehl-i iman, Allah'ın himayesindedir. Şeytan onlara vesvese verse bile, hemen Allah'ı anmak, azabını hatırlamakla kendilerine gelirler, şeytana aldanmazlar. Vesveseden kurtulup, gerçekleri görürler.
 
Soru : Şeytan yaratılmasaydı, hepimiz cennette mi olurduk?


Cevap:

İnsanın aklını meşgul eden ve zihnini yoran hadiselerden birisi de, Hz. Âdemin cennetten çıkarılışı, dünyaya gönderilişi ve bu hadiseye de şeytanın sebep oluşudur. Bazı kimselerin aklına şöyle bir soru gelmektedir: “Eğer şeytan olmasaydı, Hz. Âdem cennette kalacak ve biz de orada mı bulunacaktık?”

Bu konunun izahında, Cenabı Hakkın, Hz. Âdemi yaratmazdan önce meleklerle olan konuşmasına dikkat edelim. Bakara Suresinde şöyle anlatılmaktadır: “Hani, rabbin meleklere, ben yeryüzünde bir halife yaratacağım dedi. Onlar, Bizler hamdinle sana tesbih ve seni takdis edip dururken, yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan dökecek insanı mı halife kılıyorsun? dediler. Allah da onlara, sizin bilemeyeceğinizi herhalde ben bilirim dedi.” (Bakara Sûresi, 30)

Ayet-i Kerimenin mealinde de görüldüğü gibi, Cenabı Hak daha Hz. Âdemi yaratmadan önce insan nevini yeryüzünde var edeceğini haber vermektedir. Yani insanların cennette değil de, dünyada yaşayacaklarını bildirmektedir. Şeytanın Hz. Âdemi aldatması, insanın dünyaya gönderilmesine sadece bir sebep olmuştur.

Diğer taraftan, meleklerden farklı olarak insana nefis ve şehevi hisler verilmiştir. Bu hislerin akislerinin görülmesi için insanların dünyaya gönderilmesi, onlara bazı sorumlulukların verilmesi ve bir imtihana tabi tutulması gerekliydi. Ta ki, insan bu imtihan ve tecrübe sonunda ya cennete layık bir kıymet alsın, yahut cehenneme ehil olacak bir vaziyete girsin.
 
Soru : Bazıları “islam savaş dinidir” diyorlar. öyle midir?


Cevap:
Savaş arzu edilen istenilen bir şey olmamakla beraber, insanlık tarih boyunca savaştan pek kurtulamamıştır. Kur’an-ı Kerimde Ademin iki oğlunun mücadelesine de yer verilir. Bunlardan biri masumdur, diğeri saldırgan. Saldırgan olan masum olanı öldürür. (Bkz. Maide Sûresi, 27-31) Masum olanın adı Habil, saldırgan olanın adı ise Kabil’dir.

Kabil’in kardeşini öldürmesiyle yer yüzünde ilk defa insan kanı akmıştır. Fakat bu kan zamanla artacak dünyanın hemen her yerini kaplayacaktır. Habil ve Kabil, masum ve saldırgan olanların temsilcisidirler. Dünyada Kabil gibiler olduğu müddetçe Habil gibilerin savunma hakkı da olacaktır.

İşte İslamiyet, zulmedenlerin zulmüne engel olmak, evrensel bir barışı sağlamak için belli şartlarda savaşa izin verir. Mesela şu ayete bakalım:

“Kendilerine savaş açılan kimselere, zulme uğramaları sebebiyle savaşmalarına izin verildi. Şüphesiz Allah onlara yardıma Kadirdir.” (Hacc Sûresi, 39)

Bu ayetin ilk muhatapları, İslam’ın ilk safında yer alan Hz. Peygamber ve ashabıdır. Mekke’de iken baskıya, hatta ölüme varan işkencelere tabi tutulmuşlardı. Bir kısmı, Hz. Peygamberin tavsiyesiyle Habeşistan’a gitti. Geriye kalanlar da daha sonra Medine’ye hicret etti. Fakat burada da rahat değillerdi. Hemen her gün “Mekkeliler saldırdı, saldırıyor” gibi haberler duyulmaktaydı. Müslümanlar böyle bir vasatta iken, kendilerine savaş izni verildi.

Savaşla ilgili bir başka ayette ise şöyle denilir:

“Sizinle savaşanlarla sizde Allah yolunda savaşın. Haddi aşmayın. Allah haddi aşanları sevmez.” ( Bakara Sûresi, 190)

Ayette şu gibi hususlara dikkat çekilmiştir.
1- “Sizinle savaşanlarla savaşın.” Yani, sizinle savaşmayanla savaşmayın. Nitekim Hz. Peygamber, komutanlarına “kadınları, çocukları, yaşlıları, mabetlerde kendini ibadete verenleri öldürmemelerini sıkı sıkıya tembih etmiştir.
2- Yapılan savaş “fi sebilillah” yani “Allah yolunda” olmalıdır. Başkaları yeni ülkeler ele geçirmek, hammadde kaynaklarına sahip olmak gibi gayelerle savaşıyor olabilirler. Fakat bir müslüman ancak Allah yolunda savaşır. Yani, yeryüzünde zulmün, fitnenin, kaosun önüne geçmek gibi gayelerle mücadele eder.
3- Savaş esnasında veya sonrasında haddi aşmak, taşkınlık yapmak caiz değildir. İslamiyet, öldürürken de güzel öldürmeyi emreder. Mesela, işkenceyle öldürmek veya kulak-burun kesmek gibi taşkınlıkları yasaklar.

Bir başka ayet-i kerimede ise şöyle buyrulur:
“Size ne oluyor ki, ‘Ey Rabbimiz, bizi halkı zalim olan şu memleketten çıkar. Bize, tarafından bir sahip gönder. Bize katından bir yardımcı gönder’ diyen erkek-kadın ve çocuklar için Allah yolunda savaşmıyorsunuz?’’ (Nisa Sûresi,75)

Bu ayet-i kerimede, bir beldede müslümanlara zulmedilmesi ve inançlarını diledikleri gibi yaşamalarına engel olunması halinde o ülke ile savaş yapılması tavsiye edilir. Savaş sonunda müslümanlar zulümden kurtulur, din ve vicdan hürriyetine kavuşurlar; o ülkenin halkı ise İslâm’ı kabul edip etmeme konusunda serbest bırakılırlar.

Netice itibariyle şunları söyleyebiliriz:

İslamda asıl olan savaş değil, barıştır. Fakat insanlara zulmedilmesi veya bir devletin başkasına saldırması gibi durumlarda savaş söz konusudur. Böyle bir durumda İslam savaşa izin verir. Yoksa, dünyada hiç savaş yokken İslam böyle bir şey ihdas etmiş değildir. İslamı savaş dini olarak görenler, kendi tarihlerine baktıklarında tarihlerinin hemen her dönemlerinde savaş olduğu realitesiyle karşı karşıya geleceklerdir. Dolayısıyla, İslamda savaş hükümlerinin olması İslam için bir eksiklik olmayıp, bilakis bir kemaldir. Zira ayetlerde ve hadislerde bildirilen hükümlerde, savaş gibi kaçınılması mümkün olmayan bir realite, bedevi-vahşi bir görüntüden çıkartılıp medeni- insani bir şekle getirilmiştir.
 
Soru : İslâmiyet ilme ters düşer mi?


Cevap:

İslâmiyet hiçbir zaman, hiçbir meselede fenne ters düşmemiştir. Bilakis onu teşvik etmiştir. Dini kaynaklar bunun güzel örnekleriyle doludur. Kur’an da, kâinat da Allah'ın kitabıdır: Birincisi kelam sıfatından gelir, diğeri ise kudret sıfatından.
Bilim adamları, dine inansalar da, inanmasalar da kâinat kitabını okumakta ve Yaratanın kudret eserlerini tefsir etmektedirler.

Her fen, kendine has bir dil ile devamlı Allah'ı bildiriyor. Mesela, botanik ilmi, bize bir ağacın özelliklerini anlatır. Ağacın topraktaki gıdaları nasıl aldığını, yapraklara kadar nasıl taşıdığını, meyvelerin nasıl meydana geldiğini, büyümenin ne şekilde olduğunu gösterir. Böylece, karşımıza hücrelerden oluşan, kökü, gövdesi, dalı, yaprağı, çiçeği ve meyvesiyle mükemmel bir makine çıkar. Üstelik de canlıdır. Şimdi insafla düşünelim: Bu harika makineyi akılsız, şuursuz, ilimden, iradeden ve kudretten mahrum basit bir toprak nasıl yaratır? Bitki alimlerinin dev laboratuarlarda bile bir tek yaprak yapmaya başaramıyorlar.

Yine bunun gibi zooloji ilmi, aklımıza bir hayvanın iç dünyasının kapılarını açtı. Her hayvanın harikulade birer fabrika olduğunu anladık. Arı, bal yapıyor; elsiz bir böcek olan ipek böceği ipek dokuyor; koyun süt üretiyor. Bunların her biri Rabbanî bir fabrikadır. Kendilerine isnat edilen o sanata mucizelerini kendi ilim, irade ve kudretleriyle yapmış değillerdir.

Misalleri çoğaltmak mümkündür.
 
Soru : “1400 sene önce gelmiş olan İslam çağımızın sorularına cevap verebilir mi ve ihtiyaçlarını karşılayabilir mi?”


Cevap:

Kuranın vazifesi, Nur Külliyatında iki şubeye ayrılarak incelenir:

Daire-i Rububiyetin hakikatını ve daire-i ubudiyetin ahvalini insanlara öğretmek. Daire-i rububiyet denilince Allahın zatı, sıfatları, fiilleri ve isimleri anlaşılıyor. Kuran Allahı insanlara böylece tanıtmış ve onları batıl inançlardan korumuştur. Daire-i ubudiyet ise insanların Allaha karşı vazifeleri demektir. Allah insanlara neleri emretmiş, onları nelerden yasaklamıştır? Hangi fiiller, haller davranışlar Allahın rızasını celbeder, hangileri onun kahrına sebep olur? Bu soruların cevapları Kuranda en mükemmel şekilde verilmiştir.

Bu iki dairede de insan aklının kendi başına konuşacak tek kelimesi yoktur. Her iki sahada da zamanın bir etkisi düşünülemez. Allah, zatı ve sıfatlarıyla ezelde nasılsa yine öyledir. Allahın razı olduğu insan modeli de ezelde ne ise yine odur.

Şu var ki, geçmiş peygamberler döneminde farklı asırlarda muamelata dair değişik hükümler nazil olduğu da bir vakıadır. Ve bu değişim insanlığın tek bir peygamberden ders alacak ve tek bir Kitapla terbiye görecek seviyeye erişmesiyle son bulmuştur.

Bu tip tartışmalar, yahut itirazlar daha çok muamelata ve ahlaka dair hükümler üzerinde yapılıyor, ama o hükümlerin aksi de ortaya konulamıyor. İtirazlar toplumdaki dejenereye alışan kesimden gelmekte ve bu çarpık toplum yapısıyla Kuran hükümlerinin uyuşmayacağı görülerek bu tip iddialara girişilmektedir.

Hakikatler çoğunluğa göre değişmezler. Hakikat ne ise odur. Kitleler onu bulmaya ve ona uymaya çalışacaklardır; hakikati kendilerine uydurmaya değil.

İki örnek verelim. Kuran faizi ve içkiyi yasaklamıştır. Bu iki derde müptela olanlardan başka hiç kimse, bunların güzel ve faydalı şeyler oluğunu iddia edemez. Bir ülkede yahut bir asırda insanların büyük çoğunluğu içki içiyorsa ve faize girmişse bundan Kuranın o ülkeye ve o asra hitap etmediği manası çıkmaz. Aksine, o insanların Kurana muhatap olmaktan çok uzaklaştığı, çok gerilerde kaldığı ve dejenere olduğu manası çıkar.

Diğer hükümler de bunlar gibidir.
 
Soru : Müminler hiç ölümü tatmadan, doğrudan cennete gitselerdi daha iyi olmaz mıydı?

Cevap:

“Bize gösterdiğin numûnelerin ve gölgelerin asıllarını, memba’larını göster.” (Sözler )

Yukarıdaki vecize ile bize cennetteki nimetlerin cennete layık bir üstünlük taşıdıkları ders verildiği gibi, bu dünyadaki vücudumuzun da cennettekine nispetle bir gölge olduğuna işaret ediliyor. İşte insanın o ebed yurduna lâyık bir şekilde yeniden yaratılışına “neş’e-i uhra” diyoruz.

Bazen şöyle bir soruyla karşılaşıyoruz: Ben bu soruya vesvese diyeceğim. “Acaba müminler hiç ölümü tatmadan, doğrudan o saadet yurduna gitselerdi daha iyi olmaz mıydı?” Daha iyi olmak bir tarafa, hiç iyi olmazdı.

Bu sorunun sahibi asıl ile gölgeyi fark edememiş. Bu faraziyeye göre, gölge asıldan istifade etmek durumunda kalacaktı. Buna da bilmem, istifade denilebilir miydi? Rüyadaki adamın, uyanık âlemde yemek yemesini farz etmek gibi bir şey.

Bu vesileyle bir hatıramı nakletmek isterim: Şehrin bir ucundan ötesine yaya gitmek mecburiyetinde kalmıştım. Eve vardığımda hayli yorulmuştum. Birden kalbime geldi: “Bu ayaklarla cennete gidilmez. O uçsuz bucaksız menziller, böyle birkaç kilometrede takatten düşen ayaklarla gezilmez.”

Daha sonra, zihnimin bir konuyu ancak kırk elli dakika dikkatle izleyebildiğini düşündüm. “Bu beyinle de cennete gidilmez.” dedim. Okumaktan yorulan ve çareyi uykuda bulan gözlerim hatırıma geldi; “Bu gözlerle de cennete gidilmez.” diye söylendim.

Misâlleri çoğalttıkça çoğalttım ve şu hakikat ruhuma tam hükmetti: “Bu gölge varlıkla âhirete gidilmez.”

İnsan, ölüm denilen büyük bir rahmet tecellisiyle bu gölge varlıktan kurtulacak ve yeniden dirilmekle âhirete uygun bir varlığa kavuşacak.
 
Soru : İnsanın, kendi nefsine zulmetmesi ne demektir?

Cevap:


Zulüm, “haddi tecavüz” demektir; başkasının mülkünde onun rızası olmaksızın tasarruf etme mânâsına gelir. Mâlik-i Hakiki ancak Allahtır, mülk Onundur. Kimin tasarrufunda ne varsa ancak emanettir. O halde insan, diliyle her dilediğini söyleyemez. İlâhî rızaya muhalif söz sarf eden insan, diline zulmetmiş demektir. Göz, Allahın bir başka mûcizesidir. Cenâbı Hak, o yağ parçasında ziyayı göz nuruna çevirir. O nuru, haram sahalarda dolaştırmak göze zulmetmek demektir.
İnsanın ruh âleminde nice görünmez fabrikalar çalışır. Akıl, bilgiyi nasıl edinir, nasıl yoğurur ve nasıl karar verir? Hâfıza bu bilgileri nasıl depolar, lâzım olanları nasıl ânında takdim eder? Kalp nasıl inanır, nasıl sever, nasıl korkar? Hayal çok uzak mesafelere bir anda nasıl ulaşır? Ve daha nice akıl almaz icraatlar sergileyen bu fabrikalar ruhumuza ilâhî bir lütuf olarak nakşedilmiş. Bunları, Rabbimizin rıza dairesinde kullanmadığımız takdirde o kıymetli lâtifelere zulmetmiş oluruz.
İman ve salih amelden uzak kalarak, bütün o kıymetli cihazları, Üstad Bediüzzaman hazretlerinin ifadesiyle “cehennem kapılarını açacak çirkin bir sûrete çevirmek” nefse en büyük bir zulümdür.
Bir rüya olan dünya hayatının her şeyi ebet yurduna nispetle gölge hükmünde. Bu gölgelerden birisi de malımız ve servetimiz. İşte, kalp, akıl, hâfıza, hayal, göz, kulak gibi nice kıymettar cihazatını sadece bu gölgelere sarf etmekle gerçek saadeti ve hakikî serveti kaybeden insan, nefsine zulmetmiştir.
 
Soru : Ruhların, ezelde Allah’a söz vermeleri nasıl olmuştur? Yoksa bu bir temsil midir?

Cevap:

Bazı müfessirler, misakın “temsil” ve “istiare” yoluyla bir ilâhî irşat olduğunu söyleyerek şöyle derler: “Bu bir benzetmedir. İnsanların, Allahın rububiyetini tanımaya muktedir bir kabiliyette yaratılmış olmaları, bir bakıma, şahit tutulmaları olarak değerlendirilmiştir.”
Tefsir âlimlerinin büyük çoğunluğu ise, hem ilâhî hitabın, hem de ruhun verdiği cevabın sembolik değil, hakiki olduğu görüşündedirler. Bu görüşü son asrın müfessirlerinden Mehmed Vehbi efendi şöyle dile getirir:“Akıl ve hayat vermeksizin lisan-ı hâlle cevap vermek ihtimalleri varsa da, daha doğru olanı, akıl, hayat ve nutuk verdi, halıkıyetine ve rububiyetine delalet edecek delilleri gösterdi... Onlar da suali fehmedip (anlayıp), akılları idrak ederek lisanlarıyla söylemek suretiyle cevap verdiler.”
Bir noktayı önemle belirtmek isteriz: Misak hâdisesi âyetle sabittir. Bir insan, misakın gerçek mânâda tahakkuk ettiğine akıl erdiremiyorsa, azınlıkta kalan âlimlerin görüşünü benimseyerek, bunun bir teşbih ve temsil olduğunu kabul edebilir. Böylece kendisini şeytanın vesveselerinden kurtarmış ve nefsinin ileri-geri konuşmalarına fırsat vermemiş olur. Âyetin inkârı başka, tevil ve tefsirlerden birini uygun bularak, diğerini kabul etmemek daha başkadır.
 
Soru : Niçin her şey insana hizmet ediyor ?

Cevap:

Bir ağacın, köküyle gövdesiyle dal ve yapraklarıyla meyveye hizmet etmesi gibi, bu varlık alemi de inana hizmet etmektedir. Bu inana Allah’ın bir lütfudur. İnsanın arza halife kılınmasında bu mana saklıdır.
Hadis-i Şerifte, “Dünya ahiretin tarlasıdır.” buyrulur. Bu dünya tarlasının mahsullerinden en önemlisi insandır. Ve ahiret aleminin, cennet ve cehennem denilen iki büyük toplanma merkezi insanlar için hazırlanmıştır. Cennet ve cehennem insan için olduğu gibi bu dünyadaki bütün varlıklar da esas olarak insan içindir, insana hizmet etmekte, onun için çalışmakta, daha doğrusu, bir İlâhî rahmet ve hikmet tarafından ona hizmet ettirilmektedir.
 
Soru : Mekke’de doğan bir çocukla, dünyanın her hangi bir yerinde doğan İslam’dan habersiz bir çocuk manevi mesuliyet yönünden bir tutulabilir mi?

Cevap:
Tarih, Mekke’de doğduğu halde Allah’a inanmayan, hatta inananlara düşmanlık eden birçok insan kaydetmiştir. Mesela Ebû Cehil, Ebû Leheb, Ümeyye bin Halef ve benzeri müşrikler, Mekke’de doğdukları, hatta Peygamberimizi (a.s.m.) gördükleri, onun mucizelerine şahid oldukları halde iman etmemişlerdir.Yine, babası peygamber olduğu halde Nuh’un (a.s.) oğlunun tufanda helak olduğu; kocası peygamber olduğu halde Lut’un (a.s.) hanımının müşrik olduğunu da unutmamak gerekir.Diğer taraftan, Rusya’da veya Çin’de doğduğu halde Müslüman olan ve inancı uğrunda her türlü işkenceye tahammül etmiş olan Müslümanlar yok mudur? Demek ki, Rabbini arayan bir kul, Firavun’un sarayında bile olsa iman nuruna kavuşur. Hakka karşı kör olan bir insan da peygamber oğlu, peygamber hanımı veya peygamber babası olsa da iman nimetine erişemez.
Ayrıca, iman bir hidayet meselesi ve Cenab-ı Hakkın bir nimetidir. Cenab-ı Hak, zenginliği dilediğine verdiği gibi, hidayeti de dilediği kimselere nasip eder. Bununla birlikte, Allah, kullarının küfre girmelerine rıza göstermez. Bunun içindir ki, peygamber göndererek kullarını kendisine iman etmeye davet etmiş; küfrün ve günahın neticesinin Cehennem olduğunu; imanın ve itaatın neticesinin ise Cennet olduğunu bildirmiştir.Ayrıca akıl gibi bir duygu ihsan ederek insanların, yaratıcısını bulmasını sağlamıştır.
Zira insanın ruhunda yaratıcısını tanıma kabiliyeti; kulakların sesleri işitmeye, gözlerin dış alemi görmeye el verişli olarak yaratılması gibidir. Bir insan dünyanın neresinde dünyaya gelirse gelsin, Allah’ın ismini hiç duymamış olsa da kendisini bir yaratanın bulunduğunu idrak eder. Zaten böyle ıssız bir yerde doğup da Allah’ın ismini hiç duymayan insan, İmam Maturidi’ye göre, sadece Allah’ı tanımakla ve Ona inanmakla mesuldür. Namaz, oruç ve benzeri ibadetlerden mesul değildir.İmam Eş’ari’ye göre ise, Allah’a inanmakla da mükellef değildir. Çünkü teklif, ancak peygamber göndermekle olur.(1) Bunlar itaat etseler sevap görürler, etmezlerse azap görmezler.(2)
Bir diğer husus da, dinin yasak edildiği bir ülkede dünyaya gelen ve Peygamberimiz (a.s.m.) kendisine yanlış olarak tanıtılan kimsenin de mesul olmayacağıdır. Nitekim İmam Gazali, Peygamberimizin kendisine yanlış tanıtılan bir kimsenin, Resulullahın ismini hiç duymamış biri gibi olacağını; bunların ehl-i necat olduklarını söylüyor ve devamla şöyle diyor:
“Çünkü bunlar Hz. Peygamberin ismini, sahip bulunduğu vasıfların zıtlarıyla birlikte duymuşlardır. Bu ise hakikatı araştırmak için insanı düşünmeye ve araştırmaya sevk etmez.”
Zamanımızda televizyon, radyo ve gazete gibi yayın vasıtaları yaygın olmakla birlikte, bu tarifin içine girecek kimselerin olması da mümkündür. İslam’a göre, akıl nimetinden mahrum olan kimse mesul olmadığı gibi, Peygamberimizin, kendisine yanlış tanıtıldığı bir kimse de mesul değildir.
Unutmayalım ki, Cenab-ı Hak, Kullarına karşı çok merhametli ve daha şefkatlidir. Allah’ın şefkat ve merhametinden daha fazla şefkat göstermek ise uygun olmasa gerektir. (3)

 
Soru : Hakkı bulmanın tek yolu Kur’ana uymak mıdır?

Cevap:

Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyurulmaktadır:
“Gerçekten bu Kur'an, insanları en doğru yola götürür.” (İsrâ Sûresi, 9)
Bir fende terakki etmek için, o fennin kanunlarına uymak bir zaruret olduğu gibi, hak ve hakikati bulmak için de, Kur'ân ve Sünnet'in düsturlarını rehber kabul etmek son derece gereklidir.
Evet, insan Cenâb-ı Hakk'ın zâtını, sıfatlarını ancak Kur'an'ın ve Sünnet'in irşadıyla bilebilir. Nereden gelip, nereye gittiğini, dünyadaki görevinin ne olduğunu, gideceği ahiret âleminin mahiyetini, hakikatini ancak bu iki vesile ile anlayabilir. Hangi fiil ve hareketlerin, hangi hâl ve tavırların Cenâb-ı Hakk'ın rızasını, hangilerinin de gazabını gerektireceğini; neyin hak, neyin batıl ve neyin hata, neyin doğru olduğunu yine Allah'ın Kitabından ve Onun sevgili Peygamberinden (asm.) öğrenecektir.
Bir insan, nelere, nasıl inanmakla iman dairesine gireceğini ve hangi amelleri işleyip nelerden çekinerek İslâm dairesinde kalacağını yine bu iki esastan, yâni Kur’an ve Sünnet'ten öğrenecektir.
Madem ki, bütün Müslümanların ölçüsü Kur'an ve Sünnet'tir, o halde bir Müslüman beşerî her inancı, her itikadı Kur'an'a ve onun birinci derecede tefsiri olan Hadîs-i şeriflere göre değerlendirecektir.
Hakk'ı bulmanın, hakikate ermenin tek yolu, Kur'an'a iman ve onun gereği ile amel etmektir. Çünkü, Kur'an, insanlığı mutlak hayır ve hakikate sevk etmek için, bizzat Allah-ü Teâlâ tarafından gönderilmiş mukaddes bir kitaptır.
Kur'an, insanları tefekküre teşvik etmiş ve bunun ölçülerini aklın eline vermiştir. İnsanlar ancak onun ders verdiği ölçülerle kâinat Kitabı'nı okuyabilmiş ve ondaki gizli hakikatleri keşfedebilmişlerdir. Güneş, madde âlemini aydınlattığı gibi, Kur'an da maneviyat âlemini aydınlatmak için nazil olmuştur.
Kur'ân-ı Kerim, imanın birinci rüknü olan “Allah'a iman”ı bizlere ders verdiği gibi, “melâikelere, semavî kitaplara, peygamberlere, ahirete, kadere (hayır ve şerri Onun yarattığına) iman” etmeyi de ders verir. Bir insan, ancak iman hakikatlerine Kur'an'ın bildirdiği gibi iman etmekle mümin olur.
Hem Kur'ân-ı Kerim, Allah-ü Teâlâ'nın bütün emir ve yasaklarından ibaret olan İslâmîyet’i müminlere talim etmiştir. Bir mümin, bu emir ve yasaklara harfiyen uymakla kâmil bir Müslüman olur.
 
Soru : Kadının yaratılışı nasıl olmuştur ?

Cevap:
Kur'an-ı Kerimin açık ifadesiyle ilk insan Hz. Adem'dir. Cenab-ı Hak onu yaratırken toprak unsurunu tercih etmiş, ondan yaratmış, daha sonra da ruh
vermiştir. İlahi hikmet, hem Hz. Adem'e bir can yoldaşı olması hem de insan nevinin üreyip çoğalması için Havva validemizi yaratmıştır.
Nisa Sûresinin 1. ayet-i kerimesinde bu yaratılış, "O insandan eşini vücuda getirdi" mealindeki cümlesiyle ifade edilir.
Meşhur tefsirlerde bu ayet açıklanırken şöyle denilir: Cenab-ı Hak, Havva'yı Hz. Adem'in sol kaburga kemiğinden yarattı. O sırada Hz. Adem'i hafif bir uyku tuttu. Bir müddet sonra uyandığında Hz. Havva'yı gördü. İlk anda şaşırdı, sonra çok sevindi. Kalbi hemen ona ısındı ve aralarında bir ünsiyet ve ülfet meydana geldi.
Bu mesele hadis-i şeriflerde açıkça beyan edilir. Bu hususta rivayet edilen iki hadis-i şerifin meali şöyledir:
Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor. Resul-i Ekrem Efendimiz (a.s.m.) şöyle buyurmuşlardır:
"Kadın kaburga kemiğinden yaratılmıştır. O, memnun olacağın bir tarzda dosdoğru devam edemez. Eğer ondan faydalanmak istiyorsan bu eğri haliyle birlikte faydalanırsın. Tam arzuna göre düzeltmeye kalkarsan onu kırarsın. Onun kırılması da boşanmasıdır."
Hz. Ebû Hüreyre'nin başka bir rivayetinde de Peygamber Efendimiz (a.s.m.) şöyle buyururlar:
"Allah'a ve Ahiret gününe iman eden, bir meseleye şahit olduğu, gördüğü zaman ya hayır konuşsun veya sussun. Kadınlar hakkında iyilik ve hayır tavsiye ediniz. Çünkü onlar kaburga kemiğinden yaratılmışlardır. Kaburga kemiğinin en eğri tarafı da üst tarafı, uç kısmıdır. Eğer onu doğrultup düzeltmeye kalkışırsanız, onu kırarsınız. Kendi halinde bırakırsanız daima eğri kalır. Öyle ise birbirinize, kadınlara iyi davranmayı tavsiye ediniz" (1)
Hadis-i şerif, ilk kadın olması itibariyle Hz. Havva' nın, dolayısıyla bütün kadın sınıfının hem maddi bakımdan yaratılışına, hem de huy, karakter,
tabiat, mizaç ve bünyesine işaret etmektedir. Hz. Havva ilk kadındı. Cenab-ı Hak onu bir hikmet eseri olarak Hz. Adem'in bir parçasından yaratmıştı. Daha sonraki bütün kadın ve erkekler bu iki insandan türemiş, çoğalmıştır.
Gerek Hz. Adem'in yaratılışında, gerekse daha sonra Havva validemizin yaratılışında nasıl bir yaratılış kanunu, hangi hikmete binaen cereyan etmiştir, bilemiyoruz. Bu, kudret-i İlahiyeyi göstermesi yanında, aynı zamanda insan yaratılışına babayı birinci derecede, anneyi de tali, ikinci derecede gösteriyor. Yani çocuğun teşekkülüne sebep olan sperm erkekten geldiğinden, bu durumda baba birinci derecede rol oynamaktadır. Elmallıı merhumun ifadesiyle "Telkihi yapan erkek ve alan kadın olmak haysiyetiyle erkek mukaddem, kadın tali bulunuyor."(2)
Ayrıca ilk erkek olan Hz. Adem'in, ilk kadın olan Havva'nın yaratılışı tamamen istisnai bir durumdur. Şu noktayı da önemle belirtmek gerekir. Bilim adamlarımızın ifadesine göre insanın her hücresinde, program bazında, bütün oranlarının karakterleri mevcuttur. Hangi şey yaratılacaksa ona ait özelliklerin otaya çıkmasına izin verilir, diğerleri baskı altında tutulur. Buna göre, Hz. Havvan'ın yaratılışında kaburga kemiğinden bir hücrenin temel olmuş olabilir. Bu hücre bir saç hücresi yahut ciğer hücresi de olabilirdi. İlahi hikmet bunu böylece takdir etmiştir.
 
Soru : Bir atadan geldiğimiz halde, farklı renkler ve ırklar nasıl ortaya çıktı?

Cevap:

"Ey insanlar!.. Muhakkak ki, biz sizi bir erkek ile bir dişiden yarattık ve sizleri kabilelere ayırdık ki, birbirinizi tanıyasınız..." (Hucurat, 13).
Bu soruya, bir başka soru ile cevap verilebilir: Tek atadan farklı renk ve ırkların ortaya çıkmasına engel nedir? Hem tek atadan gelinir, hem de farklı renk ve ırklar ortaya çıkar. Aslında bu tip sorular, daha ziyade biyolojiyle alakası olmayanlardan gelmektedir. Çünkü, bir biyolog bilir ki, her anne, baba, büyük anne ve büyük babaların karakterleri belli oranlarda yavrularına geçer. Bu oranlar, "Mendel Kanunları" adı altında meşhurdur. Cenab-ı Hakk'ın koyduğu bu kanunlara göre; mesela bir fert boy bakımından yüzde 50 ihtimalle annesine, yüzde 50 ihtimalle babasına benzeyecektir. Ferdin hemen hemen bütün özelliklerinde bu veya buna yakın oranları görmek mümkündür. Lakin, bazı karakterler vardır ki, ortaya çıkmaları, yani bir fertte tesir göstermeleri, bazı şartlara bağlıdır. Nasıl ki, yıldızların görünmesi gecenin gelmesine bağlıdır. Güneş onların görünmelerine mani olur. Bazı çekinik (resessif) karakterler de, baskın (dominant) karakterlerin etkisi altındadır. Çekinik karakterler bu tesirlerden kurtulduğu zaman etkisini gösterecektir. Bu, belki de nesiller sonra mümkün olur.
Günümüzdeki ırkların hepsi ortak bir atadan gelir. Saf ırk mevcut değildir. Sözgelimi, beyaz ırkın bir ferdinden, bir zenci gibi koyu deri rengine sahip fert hasıl olabilir. Ya da bir Çinli'den, bir Kafkaslı kadar beyaz deriye sahip yavru meydana gelebilir.
Bazıları, zenci ırkın tropiklerdeki yoğun ultraviyole ışınlarına uyum sağlayarak meydana geldiğini iddia ederler. Halbuki bu görüş, Kuzey ve Güney Amerika'da aynı ışınlara maruz kalanların, niçin siyahlaşmadıkları meselesini izah edememektedir. Son yapılan çalışmalar, deri rengindeki bu farklılığın irsi olduğunu ortaya koymuştur.
Dolayısı ile, ırkların teşekkülünde ortaya çıkan siyahlar, kendileri için zararlı olmayan ışınların bulunduğu sahaya göç etmiştir. Diğer taraftan açık renkli ve mavi gözlü İskandinav ırkı ise, ekvator yakınındaki yoğun ultraviyole ışığından kurtulmak için kuzeye gitmiştir.
Dışarıya kapalı bir kabile düşünün. Çevredeki diğer kabilelerle hiç bir irtibatı olmayan bir grup. Buradaki genetik özellikler, kabile fertlerinin sahip olduğu irsi karakterlerin topl..... eşittir. Belli sınırlar içinde yer alan böyle bir bölge "gen havuzu" olarak da adlandırılabilir. Bu gen havuzunda, çekinik karakterler, zamanla melezleme sonucu birbiriyle karışarak, yeni ve değişik karakterler hasıl eder.
Değişik renk ve ırk karakterlerine bu açıdan bakmak gerekir. Kuvvetle muhtemeldir ki, ilk insan Hz. Adem (as)'in genetik yapısında da çok farklı renk ve ırk özellikleri vardı. Tıpkı bir gen havuzu gibi, muhtelif karakterleri ihtiva ediyordu. Bütün bu karakterlerin bir anda ortaya çıkması elbette mümkün değildi. Zamanla bazı genetik açılımlar sonucu, değişik karakterler meydana geldi. Neticede günümüzdeki farklı fertler hasıl oldu.
 
Soru : Var yok, yok da var edilemez mi?

Cevap:
Fizik ve kimya derslerinde sık sık karşılaştığımız bir söz vardır: "Var olan şey yok, yok olan da var edilemez". "Maddenin veya kütlenin korunumu kanunu" olarak bilinen bu ifade, Fransız kimyacısı A. L. de Lavoisier'e aittir.
Sorunun cevabına geçmeden önce, bir hususu açıklamakta fayda görüyoruz. Bazı kimseler, bu kanun üzerinde demagoji yapmakta ve kanunu yanlış yorumlayarak meseleyi ideolojik bir atmosfere çekmek istemektedirler. Bunların düşünce yapılarını şöyle bir misalle açıklayabiliriz:
Karşımızda sanatkarane yazılmış güzel bir hat bulunsun. Bu hattın elbette bir hattatı olacağı, az bir düşünce ile hemen anlaşılır. O yazının hattatını inkar gayesi güden bir kimse, kalkıyor, nazarları o hattan, ondaki ince sanattan ve ifade ettiği manadan uzaklaştırmak için, dikkatleri yazının mürekkebine çekiyor. "Bu yazı, yoktan mı yazıldı, yoksa mevcut mürekkepten mi?" diye bir soru ortaya atıyor. Ve mürekkep üzerinde yapılan bu münakaşayı yayarak ve derinleştirerek, hattatı bütün nazarlardan gizlemeye çalışıyor.
Lavoisier kanununu sık sık gündeme getirenler de buna benzer bir demagoji yapıyorlar. Sanki bu kainattaki harika eserlerin yaratıcısı olduğunun kabul edilmesi için, o eserin mevcut elementlerden değil de yoktan yaratılmaları şartmış gibi. Halbuki, kanunun mahiyeti ve kapsamını incelediğimiz zaman bu kanunun hiç de inkara kapı açmadığını, bilakis kainattaki düzeni netice veren İlahi kanunlardan birisi olduğunu açıkça görürüz.
Hepimiz biliriz ki, devletin çıkardığı kanunların uygulandığı ve geçerli olduğu bir saha vardır. Muhatabı bazen suç işleyenler, bazen vergi mükellefleri, bazen de mirasçılar teşkil eder. Bunun gibi, kütlenin korunumu kanununun da geçerli olduğu ve olmadığı sahalar vardır. Özellikle fizik ve kimya deneyleri ile, bunların problemlerini çözmede maddenin korunumu kullanılmaktadır. Şimdi bunu bir misalle daha anlaşılır hale getirelim:
Karbon ve oksijenden karbondioksidin teşekkülünü gösteren;
C + 02 = CO2
reaksiyon denklemine kütlenin korunumu kanununu uygulayalım. Daha işin başında, bu denklemi yazmakla sistemimizi tespit etmiş oluyoruz. Diyoruz ki, "bizi yalnız karbon, oksijen ve karbondioksit ilgilendirir. Sadece onların ağırlıkları arasında bir hesaplama yaparız." Eğer karbon ve oksijen ağırlıkları uygun oranda ise, meydana gelecek olan karbondioksit ağırlığı, karbon ve oksijen ağırlıkları topl..... eşit olacaktır. Yani, kütle korunacaktır. Çünkü, daha başlangıçta sistemimizi çerçevelemiş, başka madde çeşitlerinin giriş ve çıkışını yok farz etmiştik.
Şimdi her tarafı kapalı bir kap düşünelim. İçinde yüzlerce çeşit bileşik bulunsun. Kabımızı tartalım ve ateşin üzerine koyalım. Bunun sonucu olarak da, kabın içinde çok sayıda reaksiyon olduğunu ve bir çok yeni bileşiklerin de teşekkül ettiğini farz edelim. Deney sonunda kabımızı tekrar tarttığımız zaman, ağırlığının aynı kaldığını görürüz. Çünkü, kabımız kapalı olduğundan dışarı madde çıkışı olmamış, yani, mevcut kütle kaybolmamıştır. Dışarıdan da herhangi bir madde girişi olmadığından, yoktan yeni bir kütle meydana gelmemiştir. Dışarıdan içeriye bir şey koysaydık veya içinden bir şeyler alsaydık, kutunun ağırlığında mutlaka bir değişme olacaktı.
Aynen öyle de, içinde yaşadığımız ve kapalı bir kutuyu andıran madde aleminde çeşitli değişim ve dönüşümlere ya bizzat şahit oluyor veya ilmen vakıf bulunuyoruz. Yine çok iyi biliyoruz ki, bu alemin kütlesi ne artıyor, ne de azalıyor. Çünkü dışarıdan bir müdahale olmadıkça ne varlıktan yokluğa, yani, kutunun dışına bir kaçış, ne de yokluktan bir madde yağışı vuku bulmamaktadır. Bu müdahale de ancak ve ancak, madde ile kayıtlı olmayan ve mekandan münezzeh olan Cenab-ı Allah tarafından yapılabilir. Kudret ve iradesiyle yaratır ve alemimize sokar veya yok eder ve alemimizi eksiltir.
Kısaca, kütlenin korunumu, çerçevesi tespit edilmiş bir kapalı sisteme uygulanan ve maddenin dönüşümleri esnasındaki ağırlıkla ilgili münasebetleri gösteren bir kanundur. Ansiklopedilerden Lavoisier'in biyografisini okuduğumuz zaman, O'nun, kimyada teraziyi ilk kullanan ilim adamı olduğu görülür. Buradan da o kimyacının, söz konusu ifade ile maksadının ne olduğu açıkça anlaşılmaktadır. Yoksa, hiç bir zaman Allah (c.c.)'ın kudret ve iradesine ters düşen bir düşünce tarzının başlatıcısı olmamıştır. Hatta Avrupa ve Amerika'da ders kitabı olarak okutulan bazı kimya kitaplarında, kütlenin korunumu ifadesinin hemen ardından; "...but the God" sözleri yer almaktadır. Kısacası, ancak Allah (c.c.) bu hükmün dışındadır" denilmektedir. Böylece, zihinlerde ortaya çıkması muhtemel şüpheler de başlangıçta hemen izale edilmektedir.
Sohbetimizin başında, kanunların belirli bir alanda geçerli olduğunu söylemiştik. Kütlenin korunumu prensibinin geçerli olmadığı bazı gerçek fiziki olaylar da mevcuttur. Mesela, bu gün maddenin enerjiye dönüştüğü bilinmektedir. Einstein'ın en önemli buluşu olan E = mc2 formülünden, m kütlesi kadar azalmanın enerji karşılığı, c ışık hızının k****iyle çarpılması sonucu bulunmaktadır. Bu uygulamaya misal olarak bir atomun çekirdeğini teşkil etmek üzere bir araya gelen nötron ve protonların toplam kütlelerinin azalmasını verebiliriz. 35/17 CI şeklinde gösterilen klor atomu çekirdeği kütlesinin, 18 nötron ve 17 protonun toplam kütlesine, yani 17X1.007277+ 18X1.008665 = 35.289005 atomik kütle birimine eşit olması gerekir. Burada 1.007277 bir protunun, 1.008665 de bir nötronun kütlesidir. Fakat çok hassas deneyler sonucunda bir klor atomu çekirdeğinin 34.96885 atomik kütle birimi olarak, yani, 0.32016 daha az bulunmuştur. Aradaki kütle farkı, enerjiye dönüşmüş, madde aleminden yok olmuştur.
Maddenin yok olabildiğine dair bir başka gerçek hadiseyi de astronomi alimleri gözlemişlerdir. Son yıllarda yapılan araştırmalar, her birinin kütlesi dünyanınkinden defalarca büyük olan bazı yıldızların "kara delik" adı verilen ve mahiyeti bilinmeyen yerlere girerek kaybolduğunu göstermiştir.
İşte izah etmeye çalıştığımız bu iki hadisenin, kütlenin korunumu prensibiyle açıklanması mümkün değildir. Yani, söz konusu prensip, mutlak bir değer taşımamaktadır. Uygulandığı belirli şartlar ve durumlar vardır.
Sonuç olarak; bu kütlenin korunumu prensibinin, Allah'ın yaratma ve yok etme fiilleriyle çatışan ve o fiillere ters düşen hiç bir yönü yoktur.
 
Soru : Her insanın “İslâm fıtratı üzerine yaratılması” ne demektir?

Cevap:

Ahlâk, “hulk” kelimesinin çoğulu; huy, tabiat, mizaç, seciye gibi mânâlara geliyor. İnsanın fıtratıyla, yaratılışıyla yakın alâkası var.
Rum Sûresinde şöyle buyrulur: “O halde (Habibim) sen yüzünü bir muvahhid olarak dine yönelt. Allah’ın insanları yaratmasında esas aldığı o fıtrata uygun hareket et.” (Rum Sûresi, 30)
Şems Suresinde de bazı mahlûkata kasem edilir, bunlardan birisi de nefistir. Yedinci ve sekizince âyetlerde, “nefse ve ona birtakım kabiliyetler verip de iyilik ve kötülüklerini ilham edene” kasem edilmektedir. Bu âyet-i kerime, “her çocuğun İslâm fıtratı üzere doğduğunu” haber veren peygamber kelâmıyla birlikte düşünüldüğünde şöyle bir hakikat ortaya çıkar: Demek ki, insanın fıtratı iyice dikkate alınabilse güzel ahlâkın kaynağına da inilmiş olacak.
İnsanın bedeni İlâhî bir sanat olduğu gibi, istidadı ve tabiatı da Hakk’ın tanzim ve takdiriyledir; o da İlâhîdir.
Buna göre, sözlük anlamından hareketle, güzel ahlâk denilince insanın yaratılışında mevcut olan bu kabiliyetlerin yerli yerince kullanılması akla gelir. Ahlâksızlıkların tümünde bu sermayenin yanlış kullanılması söz konusudur.
İnsanın yaratılışında iman etme kabiliyeti vardır. Zira insan basit bir masanın bile kendi kendine yapılıp çatılamayacağını bilecek güçtedir. Putperestler bile kendilerini birinin yarattığını bilmişler, ama onu doğru tanıyamamışlar ve tabiatlarındaki ibadet etme ihtiyaçlarını yanlış olarak cansız cisimlerle tatmin etmeye çalışmışlardır.
Yalan söylemenin zorluğu, doğru söylemenin ise rahatlığı, yalanın yasak, doğrunun sevap olduğuna fıtratın şehadetidir.
Kıskanma duygusunun insanın yaratılışına konulması da namus mefhumunun fıtrî olduğunu ders verir bize.
Borç para istediğimiz bir dostumuzun, alacağını fazlasıyla geri istemesinden rahatsız olmamız, faizin haram oluşuna fıtratın şehadetidir.
Misâller çoğaltılabilir.
Demek ki, insanın yaratılışı güzel ahlâk üzeredir. Ancak, insan tabiatına yerleştirilmiş bulunan bütün bu özelliklerin mecralarını bularak tekâmül etmeleri gerekiyor. Bu tekâmülün esasları, İlâhî kitaplarda konulmuş ve Peygamberlerce (as.) insanlık âlemine tebliğ edilmiştir. “Ben ancak güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.” hâdis-i şerifinin bir mânâsı da bu olsa gerek.
 
Soru : Kâfirler ve müşrikler cehennemde Allah’ı bilecekler mi?

Cevap:
Ölümle dünya imtihanı kapanacak ve soruların cevapları da anlaşılmış olacaktır. Ama bu geç kalmış bilgi ve inanç, sahibini cehennemden kurtarmaya yetmeyecektir.
Cehennemde küfür yoktur, zira oraya girenler artık bütün iman hakikatlerine inanmışlardır. Kabri görmüşler, orada azap meleklerini tanımışlar, dirilmeyi yaşamışlar, mahşerde Rablerinin huzurunda hesap vermişler ve işte şimdi bu hesaptan müflis olarak ayrıldıktan sonra azap diyarına girmişlerdir.Cehennemde şirk de yanmış, kavrulmuş ve yerini tevhide bırakmıştır. Artık cehennemin her ferdi çok iyi bilmektedir ki, Allah’tan başka Mabud, ondan başka Hâlık ve Mâlik yoktur.Kur’an-ı kerimde, cehennemin yakıtının “insanlar ile taşlar” olduğu haber verilir. (Tahrim Suresi, 6; Bakara Suresi, 24)
Bu taşları, tefsir âlimlerimiz “putlar” diye açıklıyorlar. Orada insanlarla taptıkları putlar, birlikte yanacaklar. Taşın azap çekmeyeceği açıktır; ama müşriklerle putların birlikte yanmaları da tevhit n....., hoş bir manzaradır.Cehennem, müminlerin günah ve isyanlarını da kavurmuş, sahibini bunlardan temiz hale getirmiştir. O dehşetli azapla günahlardan temizlenen müminler daha sonra cennete varacaklardır. Ama küfür üzere ölenler için bu kapı ebediyen kapalıdır.
Bu vesileyle, konumuzun daha da aydınlanmasına yardımcı olacağı kanaatiyle, Hazreti Mavlana”nın şu harika tespitini takdim edelim: “Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım” mealindeki âyet hakkında şöyle buyururlar: “kâfirler, müşrikler ve asiler cehennemde yanarken durmadan Allah’ı zikir edecekler ve böylece ibadet için yaratılmış olan bu insanlar, kısa süren bir dünya fasılasından sonra, ibadetlerini böylece sürdüreceklerdir.”
Konuya şöyle bir misâl de verir: “Hani sıhhatli iken gaflet üzere bulunan bir insan, hastalanıp da yatağa düşünce durmadan inler ve her nefeste ‘aman ya Rabb’i, sen bilirsin ya Rabb’i’ der ya! İşte cehenneme giren bir insan da böylece ebediyen zikirle meşgûl olacaktır
 
Soru : Bu asrın bu kadar isyanlarına rağmen, niçin helâk olmuyoruz?

Cevap:


Peygamber Efendimiz (asm.) ümmetinin helâk olmaması için Allah’a (cc.) çok yalvardı. Bu yalvarmalarının en mühimi de Veda Haccı’nda, Arafat ve Müzdelife’de oldu. Bu iki mübarek yerde O, Allah’ın ilham ettiği ölçüde pek çok şey diledi. Hatta, kul haklarının affı için dahi yalvardı, yakardı.
Evet O Sultanlar Sultanı’nın, ümmet-i Muhammed’in helâk olmaması mevzuunda pek çok yalvarış ve yakarışları olmuştu. Bunu Sahabe-i Kiram’a şöyle anlatıyor:
“Ben, Rabbimden, benim ümmetimi helâk etmemesini istedim. Rabbim benim bu duamı kabul buyurdu. Dedi ki: ‘Onların helâki kendi aralarında olacaktır. Günah işledikleri zaman ben onları birbirine düşürecek ve vurduracağım.’ Ben bunun da kalkmasını diledim; ama Rabbim, bunu kaldırmadı.”
Evet, iradeleri ile halledecekleri bu mesele kaldırılmamıştı... Başka kavimler günah işledikçe semavi ve arzi afetler onları kırıp geçirecek; ama Ümmet-i Muhammed cürüm işledikçe birbirine düşecek, ittihat ve ittifakları bozulacak, ihtilaflarla hırpalanacaklar. İşte, Resul-i Ekrem (asm.) bunun kalkmasını Rabbinden çok diledi; ancak, Cenab-ı Hak -hikmetini kendi bilir- bunu kaldırmadı.
 
Soru : Herşey Kur’an’da var mı?

Cevap:
“Yaş ve kuru herşey Kitab-ı Mübin’de vardır.” (1)
“Biz Kur’an’ı sana herşeyin apaçık bir beyanı olarak indirdik” (2) gibi ayetlerden hareketle, bazıları “her şey Kur’an’da vardır” derler. Acaba, gerçekten her şey Kur’anda var mıdır? Varsa nasıl vardır?
Evet, her şey Kur’anda vardır. Fakat ayrıntılarıyla değil, esaslarıyla vardır. Küçük bir çekirdekte, ağacın plan ve programının yazılı olması şeklinde vardır. Kainatta ve insanlık aleminde cereyan eden kanunlara işaretler şeklinde vardır.
Kur’an ve kainat, Allah’ın iki kitabıdır. Biri kelam sıfatının, diğeri kudret sıfatının tecellisidir. Allah’ın kudret sıfatından gelen kainatta da her şey vardır ama, herkes her şeyi göremez. Mesela, Edison elektriği buluncaya kadar, alemde elektrik vardı. Fakat insanlar farkında değillerdi. Edison, elektriği yoktan var etmedi. Var olan bir şeyi buldu. Dolayısı ile, Edison, Newton, Arşimet gibi bilginler, tabiattaki kanunların koyucusu değil, bulucusudurlar. Mucidi değil, keşşafıdırlar.
Aynı durum, Kur’an ayetleri için de geçerlidir. Müfessirler, Kur’anın engin manalarına muhatap olmaya çalışır. Her biri, bir takım sırlar görebilir, bulabilir. Zamanın akış seyri de, Kur’anın sırlarının ortaya çıkmasına yardımcıdır. Mesela, “Biz insanı parmak uçlarına varıncaya kadar yeniden diriltmeye kadiriz” (3) ayetinde geçen “parmak uçları”ndaki sır, 19. yüzyılda, herkesin parmak izlerinin farklı olduğunun keşfedilmesiyle daha iyi anlaşılmıştır. Bu konuda, fenni gelişmelere işaret eden yüzlerce ayeti örnek olarak vermek mümkündür. Celal Kırca’nın Kur’an-ı Kerim ve Modern İlimler isimli kitabından konunun örnekleri ve ayrıntıları görülebilir.
Ayrıca, Kur’an-ı Kerim’de geçen peygamberlerin mu’cizeleri de, ileriye yönelik mesajlar taşımaktadır. Hz. Musa’nın asası gibi basit aletlerle, yerden su çıkarmanın; Hz. İsa gibi her türlü hastalıklara şifa bulmanın; Hz. Süleyman gibi kuşlardan bile yararlanmanın; Hz. Davud gibi demiri şekillendirmenin; Hz. İbrahim gibi ateşte yanmamanın; Hz. Nuh gibi büyük gemiler yapmanın; yine Hz. Süleyman gibi, çok uzak mesafeden eşyayı ya suretiyle, veya aynıyla getirmenin mümkün olduğuna, ayetler işaret etmektedir. (4)
Kur’an’daki bilgiyle alakalı şu esaslara dikkat çekmek istiyoruz:
1. Kur’an’da her şeyden bahis vardır. Sema-arz, dünya-ahiret, sevap-günah, cennet-cehennem, Allah-alem gibi bütün temel konulardan ayetler bahsetmiştir.
2. Kur’an’da günümüz fen ve teknolojisine de işaretler vardır. Fakat ilgili ayetler ayrıntılı bir şekilde değil, esaslar itibariyle işaret etmektedir. “Kur’an’da ilmi gelişmelere işaret yok” denilmesi tefrit olduğu gibi, “Bu ilmi gelişmelere ayrıntılarıyla işaret vardır” demek de, ifrattır. Her iki aşırılıktan da uzak kalmak gerekir.
3. Kur’an, tarih-coğrafya kitabı değildir. Kur’anın asıl gönderiliş hikmeti “Daire-i Rububiyetin Kemalat ve şuunatını ve daire-i ubudiyetin vezaif ve ahvalini talim etmektir.” (5) Yani Allah’ı bize tanıtmak ve kulluk vazifelerimizi bize öğretmektir.
4. Bulunan her yeni keşfe veya revaçta olan teorilere “İşte, Kur’an’da bu da var!” şeklinde İslam vahyinin mührünü vurmak, ilerde bir takım mahzurları netice verebilir. İlm-i İlahi’den gelen Kuran’ın, bir takım, “bilimsel payandalarla” desteklenmeye ihtiyacı yoktur. Böyle bir destek bulmaya çalışmak, bilimi asıl, Kuran’ı ise, ikinci derecede kabul etmek demektir. Halbuki asıl olan, Kur’anın ezeli ve ebedi değişmez hükümleridir. Fennin ve ilmin hiçbir hükmü , Kuran’a aykırı olamaz. Kainatı yaratan Zat’ın kelamı, kainattaki kanunlara nasıl aykırı olabilir.
 
Soru : Kuran-ı Kerimin mucize olduğunu ve bir harfinin dahi değiştirilemeyeceğini nasıl izah edersiniz?

Cevap:
Cevap: Bilindiği gibi kelimeler manalara, edebî sanatlara zarf olurlar. Esas olan manadır, sanattır. Hepimiz Türkçe bildiğimiz halde kendi öz dilimizle yazılmış bir edebî şaheserin mislini niçin getiremiyoruz. Demek ki, hüner kelimelerde değil onu çok iyi kullanan ediplerin ilminde, sanatındadır. Arapça’nın Kur’an hakikatlerinin ifadesinde müstesna bir özelliği vardır. Özelikle kalp ve his alemine ait kelimeler onda çok zengindir.
Bununla birlikte hiçbir Arap edibi de kurana misil getirememiştir. Zira, Kur’anda Arapça’nın çok ötesinde bir kutsiyet vardır. Taklit edilemeyen, işte o kutsiyettir. Bu ise, Kur’anın Allah kelamı olmasında saklıdır. Belağat ilminin dahileri bu manayı çok iyi kavramışlar, bundan da öte tatmışlar, zevk etmişlerdir. Biz ise aynı manayı Allah’ın bir diğer kitabı olan Kâinat kitabından misaller getirmekle bir derece anlayabiliyoruz.
Elementler birer harf kabul edilirse, bu elementlerden insanlar bir takım eserler yaparlar. Allah ise aynı elementlerden insan yapar, hayvan yapar, ağaç yapar. İşte burada elementler ötesi bir ilahi sanat, bir ilahi kudret ve irade söz konusudur. İşte taklit edilemeyen de budur
 
bayigram takipçi satın al instagram beğeni satın al instagram takipçi satın al tiktok takipçi satın al Buy Followers bugün haber
bypuff
Geri
Üst