Salvo
Kayıtlı Üye
Tek Renkten Rengarenk Bir Hayata...
İlk insanlar renk sayısı bakımından bir hayli fakirdi. Oysa bugün biz 9000 çeşit boya satın alma şansına sahibiz (Paramon 1993)[1]. Bu da, tek bir renge adapte olmadığımızı gösteriyor. Fransa, İtalya, İspanya, Afrika ve Avustralya’da, Taşdevri’ne ait mağara resimleri bulunduktan sonra, renklerle olan ilişkimizin ne kadar eski olduğu daha iyi anlaşıldı. Atalarımız ilk andan itibaren renklerden etkilenmiş ve renklerin etkilerinden faydalanmanın yollarını aramıştır.
İnsanın renklerle kurduğu ilk ilişki kırmızıyla başladı. Belki başka çaresi olmadığı için böyle oldu. Belki elinde imkan olsaydı maviyle, sarıyla ya da yeşille kuracaktı ilk ilişkisini. Ama üzerinde yaşadığı toprağın demir oksit oranı o kadar yüksekti ki, kırmızı, istese de istemese de her an elinin altındaydı. Ayrıca bu rengi, avladığı hayvanların kanından da tanıyordu.
Güney Fransa’da 30000 yıl öncesine ait mağara resimleri bulundu (Chauvet). Bu resimlerde sarı atlar, kırmızı panterler, aslanlar, ayılar, mamutlar, bizonlar, ****ler, ren geyikleri, oğlaklar ve geyikler yer alıyor. Bu resimlerin kompozisyonlarına bakınca, insanın sanatsal ustalığının yeni olamayacağını anlıyoruz. 1880 yılında Altamira’da (İspanya) keşfedilen mağaranın duvarlarında 13000 yıl önce çizilen resimler yer almaktadır. 1940 yılında keşfedilen Lascaux mağarasındaki (Fransa) resimler, mağara sanatının günümüze ulaşan en iyi eserleri arasında sayılır. 27000 yıllık Cosquer mağarası (Marseille yakınları) bugün su altında yer alıyor. Bu resimlerin hangi dönemlerden kaldığını belirlemek üzere bilimsel yöntemlerin yanı sıra, resimlerdeki görüntülerden de faydalanılıyor ve böylece hangi arkeolojik döneme ait oldukları tespit ediliyor (Welsch & Liebmann 2003).
Mağara resimlerinin çiziminde kullanılan boyalar nasıl elde ediliyordu? 19.yüzyıla kadar boyalar hep doğal maddelerden elde edilmiştir. Kırmızıyı elde edebilmek için demir oksit ve demir hidroksit oranı yüksek kayalardan faydalanılmıştır. Sarı boya, goehtit (bu mineralin adı Alman şair Goethe’den gelir) denilen bir mineralden ve killi topraktan elde edilirken, kahverengi için yine demir madeni bulunan kayalardan yararlanılmıştır. Siyah renk mangandan, kemik ve odun kömüründen elde ediliyordu. Bu yöntemlerden faydalanarak elde edilen boyaların kalıcı olmaları için kireç, su, yağ ve içinde yumurta akı bulunan maddelerden, örneğin kandan yararlanılıyordu. Resimler parmak ucuyla ve hayvan tüylerinden yapılan fırçalarla çiziliyordu. Ayrıca ağızla ya da bir boruyla püskürtme yöntemleri de kullanıldı. İlkel insanlar bu resimleri avlanma tekniklerini ve av hayvanlarının öldürüldükten sonra nasıl işleneceklerini göstermek maksadıyla çiziyorlardı. Fakat bunların kült amaçlı olarak çizilmiş olabileceği de mümkündür. Belki avın iyi geçmesi için bu resimlerin önünde ayinler düzenleniyordu. Kemikler üzerine çizilmiş resim ve sembollere de rastlandı. Bir kısmının dekoratif amaçlı oldukları tahmin ediliyor. Avustralya’da yaşayan yerliler bugün bile kayalar üzerine çizilen resimler sayesinde ruhlarını koruduklarına inanıyorlar (Welsch & Liebmann 2003).
O zamanlar renklerin kült değeri, sanatsal değerinden herhalde daha fazlaydı. Arekolojik bulgular buna işaret ediyor. Almanya’nın Neanderthal adlı kasabasındaki bir taş ocağında çalışan işçiler, eğer 1856 yılında tesadüfen birkaç kemik parçasını bulmasalardı ya da buldukları kemikleri fırlatıp atsalardı, herhalde bu kasabanın adını duyan pek fazla insan olmayacaktı.
Bu kemikler, Neanderthal insanı olarak bilinen, Buzul Çağı öncesi yaşamış bir insan türüne aittir. Neanderthaler (Türkçesi: Neanderthalli) renklerden kırmızıyı tanıyordu ve onu kullanmasını biliyordu.
İşçiler buldukları kemikleri taşocağı sahibine verdikten sonra bu adam, kemiklerin bir ayıya ait olduklarını zannetmiş ve çocuklara yararlı olacağını düşünerek, kasaba lisesinde öğretmenlik yapan Dr.Carl Fuhlrott ’a teslim etmişti. Kemikleri inceleyen Fuhltrott, kafatasını da bulduktan sonra, iskelet kalıntılarının bir ayıya değil, bugünkü insandan farklı bir yapıya sahip olan bir insana ait olduğunu düşündü. O zamana kadar Buzul Çağı öncesi Avrupa’sında insan yaşadığı kabul edilmiyordu. Bu keşifle birlikte insanların her çağda Romalı ve Antikçağ Yunanlıları’na benzemedikleri ispatlanmakla kalmadı, aynı zamanda renklerle ilgili önemli ipuçlarına da ulaşıldı. Özellikle İngiliz bilim adamları bu iskeletle yakından ilgilenmeye başladılar. İskelete “Homo neandertalensis ” adını veren de tanınmış anatom W.R.King oldu. Ama iskeleti ilk inceleyen Rudolf Virchow’du. Ve büyük bir yanılgıya düşerek, iskeletin hastalıklı bir insana ait olduğunu söyledi. Hastalığından ötürü kafatasının deforme olduğunu öne sürdü (Döbler 1971) [2].
1901 yılında Strassburglu anatom Gustav Schwalbe , Neanderthaler’in Buzulçağı öncesi yaşamış olduğunu ve tuhaf görünümünün ardında herhangi bir hastalığın bulunmadığını kanıtladı. Tam tersine, bu kaba saba görünümün ardında hassas bir ruh taşıyan, düşünebilen bir insan vardı. Bunu ona ait mezar kalıntılarından biliyoruz. Çünkü Neanderthal insanı, ölülerini dizüstü gömüyor ve onları kırmızı toprak la boyuyordu. Bilim adamlarına göre bu ilkel insan, kırmızının koruyucu bir özellik taşıdığına inanıyordu. Mezarlara içecek ve yiyecek koymanın yanında, “ölüsünü kırmızı toprakla boyuyordu” (Döbler 1971). Belki kanın yaşam açısından önemini kavramış olduğu için, yaşamın bu sıcak rengini ölen dostlarına geri vererek, nereye gittiklerini bilmediği yolculukta onlara yardımcı olmaya çalışıyordu.
Duygulu Neanderthaler neslini korumayı başaramadı. Onun yavaş yavaş yeryüzünden silindiği dönemlerde daha farklı bir iskelet yapısına sahip olan yeni bir insan türü ortaya çıkmıştı. Özellikle çene kasları daha farklıydı.
Bu insanlar hem müzik yapabiliyorlardı hem de resim! Mağara duvarlarına çizdikleri resimlerdeki detaylar, bugün bile bizi hayrete düşürecek kadar güzeldir. Onun da kullandığı boya, Neanderthaler’in toprak kırmızısıydı.
Aç kalmaktan ve ölümden çok korktukları tahmin edilen bu insanların, çok sayıda rengi tanıdıkları da kan ıtlanmıştır. Günümüze kadar ulaşan malzemelerden, süs eşyalarından, mezarlıklardan ve iskeletlerden bunu görüyoruz. Soğuktan ve gecenin zifiri karanlığından korunmak için sığındığı mağaralarda, minerallerden yapılmış çeşitli boya malzemeleri bulunmuştur. Bunları düz bir taşın üzerinde karıştırdıktan sonra parmakla veya malaya benzer bir aletle vücudunun çeşitli yerlerine sürdüğü tahmin ediliyor. „O dönemin insanı toplam 17 renk tanıyordu. Bunlar arasında beyaz, sarı, turuncu ve kahverenginin çeşitli türleri bulunmaktadır. Ama ne mavi, ne de yeşile rastlanmıştır” (Döbler 1971).
Cilalı Taş Devri’nin en eski yerleşim yeri olan Çatalhöyük’te de, yaklaşık 9000 yıl önce yaşamış olan insanlar, sadece buğday ve baklagil yetiştirmekle yetinmeyip, aynı zamanda tapınaklarının duvarlarına avlanma sahneleri, av hayvanları, çiçek, böcek ve insan figürleri de çizerek (Bk.: Temel Britanicca, Cilt 17, S.67)[3], estetiğe, güzelliğe ve armoniye duyduğu ihtiyacı gidermenin yollarını aramıştır.
Dünyanın başka yerlerinde de Taş Devri’ne ait çeşitli bulgulara rastlandı. O döneme ait resimlerde kırmızı ve siyah olmak üzere iki renk kullanılmıştır. Çok uzun bir dönem olan Taş Devri’ne ait en eski kalıntılar 30000 yıl öncesine aittir. Taştan keskin kenarlı sivri aletler ve çeşitli silahlar yapan bu insanlar, renklerde sihirli bir gücün bulunduğuna inandıklarından, dinsel ayinlerinde de renkleri kullanıyorlardı. Bedenini boyayarak, renklerin gücünü kendisine aktardığını kabul ediyordu. Uzun bir süre kırmızı ve onun tonlarıyla yetinen insan, mavi ve yeşili resimlerinde kullanabilmek için tam 25000 yıl beklemek zorunda kaldı. Eski Mısır’da bu renkler de kullanılmaya başlanınca, insanlığın renk sayısı dörde yükselmiş oldu (Paramon 1993).
Eğer Çinli bir dostunuz varsa veya olursa, onun tenindeki sarılığı hiç aramayın; nasıl ki Kızılderili’nin cildi kırmızı değilse, Çinli’nin ten rengi de sarı değildir. Ama Çinli’lerin sarıyla tarihsel, kültürel ve coğrafi ilişkileri gerçekten vardır. Sarı Irmak ve Sarı Deniz, coğrafyayla olan bağlantılarını, Sarı İmparator adını verdikleri Huang (Temel Britanicca 1992, S.317), tarihsel boyutunu gösteriyor. İÖ 2953’te başlayan destanlaşmış bir tarih ve kültüre sahip olan Çin’in Sarı İmparatoru, halkına ipek böceği beslemeyi ve dut ağacı yetiştirmeyi öğrettiği için adı hala saygıyla anılmaktadır. Sırf ipek böceği beslemesini ve dut ağacı yetiştirmesini öğretti diye ona bu kadar saygı gösterilmesini belki bugün biz artık kavrayamayabiliriz. Belki geleceğin kuşakları da bizi anlayamayacak. Sözgelimi astronotların Ay’da attıkları, “insan için küçük, insanlık adına büyük adımı” neden bu kadar büyüttüğümüzü bilmeyecekler. Ay’a giden ender insanların, oradan dünyaya bakarken, karanlık uzaya el almak için verdikleri uğraşın ardından, yaşamın ve dünyanın önemini daha iyi anladıkları söyleniyor. Rengarenk dünyayı barutun siyahıyla boyamakla meşgul olan insanları topyekün -ne yazık ki- uzaya çıkarma imkanına sahip değiliz. Bu yüzden etrafı beyaz bulutlarla çevrili, mavi bir gezegen olarak görünen dünyaya milyonlarca kilometre uzaklıktan bakınca, onda bir yuva ve bir vatan gördüklerini söyleyen astronotları anlayamıyoruz. Astronot elbisesi ve oksijen tüpü olmasaydı ölmeleri gereken bu insanlar için mavi gezegenin tek teselli olduğunu anlamak o kadar da zor değil, ama herhalde hiçbirimiz dünyayı bir kerecik bile olsa, böyle uzaktan seyretme fırsatını bulamayacağız. Uzayın karanlık boşluğunda mavi bir alev gibi yanan dünyamızın, mavisindeki yuva sıcaklığını, uzaktan bakarak yaşama şansına hiçbir zaman sahip olamayacağız. Bunun anlamı, bu duyguyu yaşama şansından mahrum olduğumuz değildir. Elimizde iyi bir fırsat daha var. Bunu kullanabilirsek, o zaman yaşamımızın, zannedildiği kadar renksiz olmadığını görebilir, günlük yaşamın monotonluğundan kendimizi kurtarabiliriz.
Japonya’nın Kioto’sunda basit bir yaşam sürdüren, geçimini ağaçtan Budha heykelleri yaparak kazanan bir oymacı yaşar. Japonya sadece elektronik ve otomobil endüstrisiyle tanınmakla kalan bir ülke değildir. Aynı zamanda hayat pahalılığıyla da ün salmıştır. Tokyo’da tek kişilik bir yatak büyüklüğündeki odaların fiyatı 400 Dolar’dan fazladır. Bu yüzden bu adamın, yaptığı işten elde ettiği kazanç pek fazla olamaz. Ama onu tanıma şansına sahip olanlar, bu adamın yaş******* duyduğu hoşnutluğa hayran olduklarını söylüyorlar. Güleryüzü, sükuneti ve hayata pozitif bakışı, onunla kontağa giren herkeste pozitif duygular yaratıyor. İşini severek yapan ender insanlardan birisi olan bu adam, Budha’larını sadece para için yapmadığını belirterek,“odunu oyarken, ondaki Budha’yı arıyorum” diyor (Goleman et.al. 1999)[4]. Japon oymacıdan kendimize ders çıkarabilir ve biz de onun gibi yapıp, renklerin içindeki anlamları bulmaya çalışabilir ve yaşamımızı daha renkli hale getirebiliriz.
Sanırım buna hepimizin ihtiyacı da var! Bu yüzden ben bu yazımda renkleri değil, renklerin içindeki hayatı anlatmak istiyorum. İnsanı ve yarattığı uygarlıkları, kültürlerini, politikalarını, sevgi ve nefretini, kıskançlığını, adaletini ve adaletsizliğini bir de renklerin penceresinden görelim diyorum. Bitkileri, hayvanları, cansız doğayı, sanatı ve modayı, günlük yaşamı ve çalışma hayatını ve aklınıza gelen her şeyi, renkli pencerelerden bakarak değerlendirelim.
[1]Paramon, J.M. (1993): Das grosse Buch der Farben. Geschichte der Farben, Farbentheorie, Kontraste, Farben der Körper und Schatten, Farbenskalen und Farbmischungen in der Praxis, Stuttgart.
[2]Döbler, H. (1971): Jäger, Hirten, Bauer. Kultur und Sittengeschichte der Welt. Bertelsmann: Gütersloh, Berlin, München, Wien.
[3]Temel Britanicca, Cilt 17, S.67
[4]Goleman, D., Kaufman, P. & Ray, M. (1999): Kreativität entdecken.