[FONT=verdana, geneva, lucida, 'lucida grande', arial, helvetica, sans-serif]
[/FONT]
İnsanlık, sevgi'den daha yüce bir değer tanımamıştır.
Sevgi, en yüce değerdir.
Sevginin varlık tarihi, insanın varlığıyla eştir. Ancak ne yazık ki karşıtı olan nefret de bir o kadar eskidir.İnsan, içsel değerlerini sözcüklerle ifade ettiği tüm zamanlarda, hep iyi'den ve güzel'den yana olmuştur. İfade edilen tüm sözcükler, yaşamın ancak çok sınırlı bir bölümünde etkin olabilmişlerdir. İşte insan, bu iyi ve güzel içsel değerlerini, sözcüklerden soyutlayıp da, ne zaman ki yaşam biçimi olarak kabullenmiş, yaşama geçirmeye başlamış, ya da bu çaba ve uğraşı içinde olmayı başarmışsa, işte o zaman, o yüce değeri, sevgi'yi anlamaya başlamışlardır.
Sevgi, insanı bir şeye ya da bir kimseye karşı yakın ilgi ve bağlılık göstermeye yönelten duygu olarak tanımlanır. Ama bu denli uzun bir tanıma gerek yok bence; sevgi, yaşamdır, yaşamın ta kendisidir! Dostoyevski der ki, sevginin bulunmadığı yerde aklı da arama. Öyleyse, sevgisiz bir dünya, aklın egemen olmadığı bir dünyayı çağrıştırır bize. Sevginin temel alındığı her yaşam; akılcı, iyi ve güzel olacaktır. Yaşama sevgiyi temel almak öyle pek de kolay olmayacaktır. Balzac, sevgiyi doğaüstü bir kavram olarak düşünür ve "sevgi, meleklerin yaşamıdır" derken, kendini aşamamış bir insan için çok zor bir şey olduğunu belirtir sevgi'nin. Ulaşılması, elde edilmesi zor olan değerler zaten her zaman yüce değerler olmuşlar; kolaylıkla elde edilebilenler "değer" olarak kabul edilmemiştir. Oscar Wilde da öyle diyor: "sevmek, insanın kendi kendini aşmasıdır." Ama bu nasıl olur, insan kendini nasıl aşar, bir düşünelim..İnsanın kendini aşması, olgunluğu ve öz değerleri ölçüsünde olasıdır. Kimi insan vardır, daha yirmisinde elli yaşın olgunluğunu sergiler. Bu, öz değerlerindeki güçlülüğün ölçüsünü gösterir. Ama önemli olan böylesi erken olgunlaşmalar değil, bireyin kendi yaşının olgunluğunu davranışlarıyla sergilemesidir. Sevgi, yaş ve olgunlukla doğrudan ilişkili bir kavram olmamasına karşın, iç içe olduğu da gözardı edilmemeli. Bir çocuğun sevgisi, en arı olanıdır. Gençlikteki sevgi, bireyin öz benliği ile çevresel etken değerlerin bileşkesiyle oluşur. Ancak olgunlaşma dönemi ile sevgi, bireyin olayları irdeleme ve akılcı yaklaşım yetisine göre gelişebilen bir kavram haline gelir. Bu olgunluk döneminde, bireyin kendini öz ve içsel değerlendirmeleriyle anlama, kavrama ve bu çabalarının sonucunda kendini aşmayı öğrenme döneminde, kavram kargaşalarını akılcı bir yorumla bir yana itip, insanlık değerlerini tanımaya başlayabilecek ve "gerçek sevgi"yi öğrenecektir.
Sevgi'den sözederken saygı'yı da unutmamak gerek. Saygı, hep sevgiyle birlikte anılmış ve bazen de yanlış noktalara sürüklemiştir sevgiyi. Sevgi ve saygı kavramlarını yeterince tanımayan bir kişi, her an yanlış bir davranışa yönelebilecektir. Rochefoucauld der ki, bir kimseye hem çok saygı duyup hem de onu çok sevmek zordur. Bu yüzden, insanların sevgisini mi yoksa saygısını mı istediğimizi seçmemiz gerekir. İnsanların sevgisi, son derece çeşitli biçimlerde de olsa, çoğunlukla bencilcedir. Bu bencillik kaynaklı sevgi bile, kimi zaman insanı gerçek sevgi'ye götürebilmektedir. Helvetius ise, "hoşumuza gidilmesi için gereken zihin derecesi, bizim zihin derecemizin ne olduğunun tam ölçüsünü verir" derken, gerçek sevgi'yi bizim içsel değerlerimizin ölçüsüne bağlar. Saygı nesnel, sevgi ise özneldir. Sevginin bu öznelliği, onu daha yüce bir değer kılar. Esas olarak bir kimse, isteklerini başkalarının aklı ve gönlü düzeyine indirdiği ölçüde ve bunu sadece, kökeni aşağılamada yer alan hoşgörü biçimiyle değil; ciddi ciddi, ikiyüzlü olmadan yaptığı ölçüde sevilecektir. İsteklerimiz, başkalarının bizi iyi bir insan olarak görme ve bunun sonucunda oluşacak saygıyla bizi sevmeleri düşüncesini de oluşturabilir kimi zaman. Ancak bu, gerçek sevgiden çok farklı bir çizgi olup, bilinçaltımızın, arzularımızı gerçekleştirebilme istencine sürüklemesidir. Böylesi durumlarda bireyin kişiliği yeterince olgunlaşamamışsa, yaratılan duygu ortamını, yanılgıyla, sevgi olarak algılayabilecektir.
Aristoteles, dostluk temelli sevgiden sözederken, ya iyi, ya hoş ya da yararlı olduğu ya da olacağı önceden bilinene karşı duyulan yakınlık ve sıcaklığa, "sevilen şey sevilir" ilkesiyle, hangi şekilde düşünceler oluştuğunu tartışır: acaba insanlar iyi'yi mi, yoksa kendileri için iyi olanı mı seviyor? Her kişinin kendisi için iyi olanı sevdiği ve sevilen şeyin saltık anlamda iyi olduğu düşünülüyor, oysa her kişiye göre kendisi için iyi olan şey değişkendir. Ama iyi görünen şey, sevilen şey olacaktır sonuçta. Böyle olunca da, cansız nesnelere duyulan yakınlığa "sevgi" denmemesi gerekliliği oluşur, çünkü sevgi karşılıklığı yoktur! Bir yeri sevmek durumunda, sevilen o yer için iyi şeyler istemek düşüncesinin yanlış olacağı gibi. Ama burada hemen şunu da düşünebiliriz: antik çağ düşünce sistemiyle günümüz düşünce sistemi arasındaki fark kendisini gösterirse, cansız nesnelere karşı da sevgi ve dostlukdan sözedebiliriz. Sevdiğimiz bir yere duyduğumuz yakınlık, bizim ona, orayı korumamız , geliştirmemiz ve güzelleştirmemiz şeklinde oluşurken; onun da, biz insanlara, ya da tüm canlılara karşı verdiği doğal ve güzel bir haz yaşama duygusu olamaz mı?Ancak böylesi bir düşüncenin temelinde karşılıklı çıkar ilişkisi kendini gösterir ki, bu da gerçek sevgiden uzaklaşıldığını gösterir. Bir yarar nedeniyle sevginin oluşması, bireyin kendisine bir "iyi" geldiğinden ötürü sevginin varlığını gösterir.Bu tür sevgilerin geçici olduğunu, sevgiye konu olan "iyi" nin var olduğu sürece sevginin var olabileceğini anlamak hiç de zor olmaz. Aristoteles, çoğunlıkla yaşlılarda bu karşılıklı sevginin varlığını söyler: Yaşlılar hoş olanı değil, yararlı olanı ararlar. Çünkü yaşlılarda ölümlülük düşüncesi daha etken olduğundan, herhangi bir olguyu karşılıksız düşünmeleri zor olur. Halbuki, belki de, ölümün yakınlığını duyması ve onca deneyimleri nedeniyle, çok daha fazla "gerçek sevgi" ile dolmalı yaşamları yaşlıların gençlere oranla!
Sevgi, en yüce değerdir.
Sevginin varlık tarihi, insanın varlığıyla eştir. Ancak ne yazık ki karşıtı olan nefret de bir o kadar eskidir.İnsan, içsel değerlerini sözcüklerle ifade ettiği tüm zamanlarda, hep iyi'den ve güzel'den yana olmuştur. İfade edilen tüm sözcükler, yaşamın ancak çok sınırlı bir bölümünde etkin olabilmişlerdir. İşte insan, bu iyi ve güzel içsel değerlerini, sözcüklerden soyutlayıp da, ne zaman ki yaşam biçimi olarak kabullenmiş, yaşama geçirmeye başlamış, ya da bu çaba ve uğraşı içinde olmayı başarmışsa, işte o zaman, o yüce değeri, sevgi'yi anlamaya başlamışlardır.
Sevgi, insanı bir şeye ya da bir kimseye karşı yakın ilgi ve bağlılık göstermeye yönelten duygu olarak tanımlanır. Ama bu denli uzun bir tanıma gerek yok bence; sevgi, yaşamdır, yaşamın ta kendisidir! Dostoyevski der ki, sevginin bulunmadığı yerde aklı da arama. Öyleyse, sevgisiz bir dünya, aklın egemen olmadığı bir dünyayı çağrıştırır bize. Sevginin temel alındığı her yaşam; akılcı, iyi ve güzel olacaktır. Yaşama sevgiyi temel almak öyle pek de kolay olmayacaktır. Balzac, sevgiyi doğaüstü bir kavram olarak düşünür ve "sevgi, meleklerin yaşamıdır" derken, kendini aşamamış bir insan için çok zor bir şey olduğunu belirtir sevgi'nin. Ulaşılması, elde edilmesi zor olan değerler zaten her zaman yüce değerler olmuşlar; kolaylıkla elde edilebilenler "değer" olarak kabul edilmemiştir. Oscar Wilde da öyle diyor: "sevmek, insanın kendi kendini aşmasıdır." Ama bu nasıl olur, insan kendini nasıl aşar, bir düşünelim..İnsanın kendini aşması, olgunluğu ve öz değerleri ölçüsünde olasıdır. Kimi insan vardır, daha yirmisinde elli yaşın olgunluğunu sergiler. Bu, öz değerlerindeki güçlülüğün ölçüsünü gösterir. Ama önemli olan böylesi erken olgunlaşmalar değil, bireyin kendi yaşının olgunluğunu davranışlarıyla sergilemesidir. Sevgi, yaş ve olgunlukla doğrudan ilişkili bir kavram olmamasına karşın, iç içe olduğu da gözardı edilmemeli. Bir çocuğun sevgisi, en arı olanıdır. Gençlikteki sevgi, bireyin öz benliği ile çevresel etken değerlerin bileşkesiyle oluşur. Ancak olgunlaşma dönemi ile sevgi, bireyin olayları irdeleme ve akılcı yaklaşım yetisine göre gelişebilen bir kavram haline gelir. Bu olgunluk döneminde, bireyin kendini öz ve içsel değerlendirmeleriyle anlama, kavrama ve bu çabalarının sonucunda kendini aşmayı öğrenme döneminde, kavram kargaşalarını akılcı bir yorumla bir yana itip, insanlık değerlerini tanımaya başlayabilecek ve "gerçek sevgi"yi öğrenecektir.
Sevgi'den sözederken saygı'yı da unutmamak gerek. Saygı, hep sevgiyle birlikte anılmış ve bazen de yanlış noktalara sürüklemiştir sevgiyi. Sevgi ve saygı kavramlarını yeterince tanımayan bir kişi, her an yanlış bir davranışa yönelebilecektir. Rochefoucauld der ki, bir kimseye hem çok saygı duyup hem de onu çok sevmek zordur. Bu yüzden, insanların sevgisini mi yoksa saygısını mı istediğimizi seçmemiz gerekir. İnsanların sevgisi, son derece çeşitli biçimlerde de olsa, çoğunlukla bencilcedir. Bu bencillik kaynaklı sevgi bile, kimi zaman insanı gerçek sevgi'ye götürebilmektedir. Helvetius ise, "hoşumuza gidilmesi için gereken zihin derecesi, bizim zihin derecemizin ne olduğunun tam ölçüsünü verir" derken, gerçek sevgi'yi bizim içsel değerlerimizin ölçüsüne bağlar. Saygı nesnel, sevgi ise özneldir. Sevginin bu öznelliği, onu daha yüce bir değer kılar. Esas olarak bir kimse, isteklerini başkalarının aklı ve gönlü düzeyine indirdiği ölçüde ve bunu sadece, kökeni aşağılamada yer alan hoşgörü biçimiyle değil; ciddi ciddi, ikiyüzlü olmadan yaptığı ölçüde sevilecektir. İsteklerimiz, başkalarının bizi iyi bir insan olarak görme ve bunun sonucunda oluşacak saygıyla bizi sevmeleri düşüncesini de oluşturabilir kimi zaman. Ancak bu, gerçek sevgiden çok farklı bir çizgi olup, bilinçaltımızın, arzularımızı gerçekleştirebilme istencine sürüklemesidir. Böylesi durumlarda bireyin kişiliği yeterince olgunlaşamamışsa, yaratılan duygu ortamını, yanılgıyla, sevgi olarak algılayabilecektir.
Aristoteles, dostluk temelli sevgiden sözederken, ya iyi, ya hoş ya da yararlı olduğu ya da olacağı önceden bilinene karşı duyulan yakınlık ve sıcaklığa, "sevilen şey sevilir" ilkesiyle, hangi şekilde düşünceler oluştuğunu tartışır: acaba insanlar iyi'yi mi, yoksa kendileri için iyi olanı mı seviyor? Her kişinin kendisi için iyi olanı sevdiği ve sevilen şeyin saltık anlamda iyi olduğu düşünülüyor, oysa her kişiye göre kendisi için iyi olan şey değişkendir. Ama iyi görünen şey, sevilen şey olacaktır sonuçta. Böyle olunca da, cansız nesnelere duyulan yakınlığa "sevgi" denmemesi gerekliliği oluşur, çünkü sevgi karşılıklığı yoktur! Bir yeri sevmek durumunda, sevilen o yer için iyi şeyler istemek düşüncesinin yanlış olacağı gibi. Ama burada hemen şunu da düşünebiliriz: antik çağ düşünce sistemiyle günümüz düşünce sistemi arasındaki fark kendisini gösterirse, cansız nesnelere karşı da sevgi ve dostlukdan sözedebiliriz. Sevdiğimiz bir yere duyduğumuz yakınlık, bizim ona, orayı korumamız , geliştirmemiz ve güzelleştirmemiz şeklinde oluşurken; onun da, biz insanlara, ya da tüm canlılara karşı verdiği doğal ve güzel bir haz yaşama duygusu olamaz mı?Ancak böylesi bir düşüncenin temelinde karşılıklı çıkar ilişkisi kendini gösterir ki, bu da gerçek sevgiden uzaklaşıldığını gösterir. Bir yarar nedeniyle sevginin oluşması, bireyin kendisine bir "iyi" geldiğinden ötürü sevginin varlığını gösterir.Bu tür sevgilerin geçici olduğunu, sevgiye konu olan "iyi" nin var olduğu sürece sevginin var olabileceğini anlamak hiç de zor olmaz. Aristoteles, çoğunlıkla yaşlılarda bu karşılıklı sevginin varlığını söyler: Yaşlılar hoş olanı değil, yararlı olanı ararlar. Çünkü yaşlılarda ölümlülük düşüncesi daha etken olduğundan, herhangi bir olguyu karşılıksız düşünmeleri zor olur. Halbuki, belki de, ölümün yakınlığını duyması ve onca deneyimleri nedeniyle, çok daha fazla "gerçek sevgi" ile dolmalı yaşamları yaşlıların gençlere oranla!
[/FONT]