Efsunkar
Bayan Üye
Bu makale, düşünen bir canlı olan insanın, eksi sonsuzdan, artı sonsuza uzanan yolculuğunun uçsuz bucaksız evrenini içeriyor. Mythos; binlerce yılın geçmişini dile getiren söylencelerin, daha sonra yazılı olarak bize ulaşmış düşünceler yumağıdır. Bilim ise, her ikisine de biçim ve anlam verir. Görüldüğü kadar evrenin ve insanın varoluşu ile bunların geleceği hakkındaki bilinmezlik, insanı düşünme aşamasına geldiği günlerden beri tedirgin etmiştir ve etmektedir. Bunun doğal sonucu olarak, onun var oluş ve yok oluş nedenleri başlıca araştırma sorunu olmuştur. Böylece evrenin bilinmeyen başlangıç ve sonu için totem, mana gücü, mythos ve din düşünceleri oluşturarak, neden-sonuç ilişkisine anlamlar yaratılmaya çalışılmıştır.
Azra Erhat , Mitoloji sözlüğünün giriş bölümünde Mythos ve Mytholoji'yi şöyle dile getiriyor.
" İlkin SÖZ vardı, der kitap. Bunu Platon duysa, Söz mü? Hangi söz? diye sorar. Çünkü Yunan dilinde söz kavramını verebilmek için bir değil, üç söz vardır. Biri "Mythos ", diğeri " Ephos ", sonuncusu " Logos ". Mythos, söylenen veya duyulan sözdür. Masal, öykü, efsane anlamına gelir. Ama Mythos'a pek güven olmaz, çünkü insanlar gördüklerini, duyduklarını anlatırken bir çok yalanlarla süslerler. Epos ise, belli, düzen ve ölçüye göre söylenen, okunan sözdür, epos insanlara tanrı armağanıdır. Ephos, böylece şiir, destan, ezgi anlamına gelir ve o gün bugün epik ve epope diye Batlılı dillerin hepsinde yer almıştır. Ama bir de Logos vardır. Onun sözcülüğünü başta Herakleitos olmak üzere İonya düşünürleri eski deyimle " Physiologia " yani doğa bilimleri yapmıştır. Onlara göre "Logos", gerçeğin insan sözüyle dile gelmesidir. Logos insanda düşünce, doğada kanundur, her yerde ve şeyde vardır, ortaklaşa ve tanrısaldır. Bilginler Mythos'un uydurduğu, ephos'un dile getirdiği tanrı masallarını hor görür, yerdikçe yerer. Mythos, çok tanrılı bir dinin, tanrılar üstüne anlatılan efsane, Mythologia da bu efsanelerin bir araya getirdiği kitap olduğuna göre , mythologianın ilkçağın din kitabı olması gerekir, oysa öyle değildir ve hiçbir zaman olmamıştır. İlkçağ mythos'u laiktir, din adamlarının değil, sanatçının uğraşıdır."
"Heredot'a göre, tanrı soylarını sayıp dökmek, tanrılara ad veren Homeros'la Hesiodos'tur. Mythologia, deyince akla başta Yunan, Roma mitolojisi diye bir kavram gelir. Bu anlayış hatalıdır. Aslında bir Akdeniz çevresi topluluğu vardır. Oysa bu efsanelerin çıkış yeri. Ne Yunanistan ne de İtalya'dır. Anadolu'dur, Girit'tir, Mezopotamya'dır, Fenike'dir, Mısır'dır. Ya da bütün bu yerlerdeki sözlü geleneklerin karışımından meydana gelmiştir. Son yıllara kadar uzanan " Yunan mucizesi " diye bir balon uçuruldu, Batı dünyası insan değerlerinin dile geldiği ve büyük sanat yapıtlarıyla ölümsüzlük kazandığı tek kaynağın Yunan-Roma uygarlığı ve kültürü olduğuna inandırıldı.
Mythos'un uçsuz bucaksız geçmişine döndüğümüzde, bilinebilen en eski mythos, Azra Erhat'ında belirttiği gibi, Yunan ve Roma'da değil, Sümerler'lerde görülmekte ve tüm Akdeniz çevresini etkileyerek, diğerlerinin oluşumuna kaynaklık etmektedir.
Tanrıların ve evrenin yaradılışı yaratılışını dile getiren Thegonia ve Cosmogonia'nın ilk filizlerini Mezopotamya'da buluyoruz.
Gökler yoktu bir zamanlar
Yeryüzü yoktu, yükseklik ve derinlik
İsim yoktu, toprak altında Apsu vardı yalnız.
İlk yaratıcı olan tatlı su
Birde acı su Taimat vardı.
Birde döl yatağına dönen Mummu
O zaman Tanrılar yoktu daha
Birbirine karışmıştı tatlıyla acı
Örgülü kamışlar birleşmemişti henüz
Suları bulandırmıyordu sazlar
Tanrıların adı yoktu, doğası yoktu
Geleceği yoktu, işte o vakit
Sürüklenip gelmiş çamurlarla dolu suda
Apsu'dan Tiamay'tan ansızın
Tanrılar yaratıldı.
Çamurdan doğan Lahmu ile Lahamu
Daha genceciktiler boyları uzmamıştı.
Göklerin ufku Anşar ile yeryüzü ufku Kişar
Onlara baskın çıktılar
Uzadı göğün ve yerin çizgileri.
Ufukta bulutlar çamurlardan ayrıldı.
Günler günleri kovaladı, yıllar yılları
Anşala, Kişnarın ilk çocuğu Apsu, boş gök
Ulu tanrı EA'yı doğurdu kendi başına
EA: Göğün ufkundan daha geniş bir akıl
Benzerlerinden kat kat güçlü.
Bu şiirsel anlatım tüm diğer yaradılış efsaneleri ve destanlarında görülebilir.
Apsu ve Tiamat çocuklarını ve torunlarını sevmezmiş, gürültücü ve ilkel oldukları için. Dede Apsu ( boşluk ) torunlarını ortadan kaldırmayı düşününce, eşi Tiamat'ın ( su ) karşı çıkmasına kulak asmamış. Bu düşünceyi sezen EA, büyü ile Apsu'yu yok edince, Taimat bu kez torunlarına düşman kesilir. Devlerden ve canavarlardan bir ordu kurarak, başlarına KİGU adında korkunç güçlü bir dev getirir. Bir çok tanrı Kingu ile başa çıkamayınca Marduk ortaya atılır, fakat bir şartla. Bu şart da ( tanrıların evren düzenini değiştirerek, kendisini başkan yapmalarını ve KADER!in iplerini kendisine verilmesidir.
Bunun üzerine, tanrılar bir araya gelmiş, bir şölen düzenlemiş, bol bol yiyip içen tanrılar sonunda sarhoş olup, Marduk'un isteğini kabul etmişler. Sonunda o dünyanın efendisi olarak ilan edilmiş. Böylece ilk kez M.Ö. 2000 li yıllarda KADER ile karşılaşıyoruz. Bu kavram ilerde tüm mitlerin ve dinlerin ana sorunu olacaktır.
Marduk, EA'ya insanı bir sanat eseri olarak yaratmak istediğini şu dizlerden öğreniyoruz.
Kanı kanla birleştireceğim
Kanı kemikle
Bir şey yaratacağım, benzeri görülmemiş
Adı İNSAN olacak
İlk insanı yaratıyorum.
Ayrıca cehennem ile ilgili bir efsaneye göre tanrıça İŞTAR ile kocası TAMMUZ konu edilir. Bitkiler tanrısı Tammuz, karısı savaş ve aşk tanrısı İŞTAR ile mutlu bir yaşam sürerler. Günün birinde Erudi kenti yakınlarında Tammuz bir yaban domuzunun saldırısına uğrar ve ölür. Tammuz'un ölümü tüm doğayı tasa boğar ve bitkiler yeşermez. Kocasının ölümüne çok üzülen İştar, onu kurtarıp, yeryüzüne getirmek için büyük çabalar harcar ve onu gün ışığına çıkarır. Ancak, İştar'ın kocası Tammuz her yıl kısa bir süre için cehenneme dönmek zorundadır. Kocasının cehenneme her gidişinde onu tekrar kurtarmak onun yazgısıdır. Bu mit mevsimlerin birbirini izlemesi, ölüp yeniden dirilen doğayı simgeler.
Gılgameş destanının Akad dilinde M.Ö.1000 yılından önce yazıldığı düşünülmekte ise de içerik olarak Sümerlere kadar uzadığı için 2000 li yıllara kadar geriye gitmemiz mümkün. Destan Mezopotamya'nın çok eski efsanelerinin karışımıdır.
" Dev Enkidu ile ilk başlarda düşman olan Gılgameş, dövüş sonrası dost olurlar. Lübnan dağlarındaki sedir ormanlarının koruyucusu dev Humbaba'yı, amacından saptığı ve orman dışına çıkıp, insanlara zarar verdiği için öldürür. Bu yiğitlikleri ile gittikçe ünlenen yarı tanrı Gılgameş'i Tanrıça İştar beğenir,isteğini ret eden Gılgameş'e kızan İştar, tanrı Anum'dan onu cezalandırmasını ister. Anum isteği kabul ederek, göksel bir boğa yaratır. Bu azgın boğa ve önüne gelen her şeyi yerle bir edecek güçtedir. Sonuçta Gılgameş onu da öldürür.
Bir zaman sonra Enduki hastajanır ve ölür. Bu ölüm Gılgameş'i çok etkiler ve bu konuyu uzun uzun düşünür, ölümsüzlüğün yollarını aramaya başlar. Dedelerinden birinin Tufandan sonra tanrılar tarafından ölümsüzlüğe kavuştuğturulduğunu hatırlar. Adı UTNAPİŞTİM olan dedesini aramak için yollara koyulur.
Uzun ve serüvenlerle dolu bir yolculuktan sonra dedesinin ülkesine varır. Ölümsüzlüğün gizemini soran Gılgameş'e dedesi öyküyü şöyle anlatır.
" Tanrılar büyük tufan meydana getirip, insanları yok etmeye karar verdiler. Deniz tanrısı EA bana akıl verdi. Kendine büyük gemi yap, yanına her türden hayvan ve bitki alarak içine bin dedi. Ben de öyle yaptım. Hepimiz gemiye biner binmez o zamana kadar görülmemiş bir yağmur başladı, karadaki bütün canlılar ve bitkiler yok oldu. Yedi gün yedi gece yağmur devam etti. Sonra yağmur diner gibi oldu. Gemimiz Nissar dağına ulaştı. Aradan bir yedi gün daha geçtikten sonra, bir güvercin ve kırlangıcı gemiden dışarı saldım. Güvercin ve kırlangıç konacak yer bulamadıkları için geri döndüler. Bundan sonra bir karga saldım, karga konacak yer buldu ki geri dönmedi. Ben de tüm hayvanları serbest bıraktım. Tanrı Enlil'in kızgınlığını Ea yatıştırarak, beni ölümsüz kıldı ve burada oturmakla görevlendirdi.
Dedesinin hazırladığı kayığa binip ayrılırken dedesi " Denizlerin dibinde yetişen büyülü bir ot vardır. Eğer bu otu bulup yiyecek olursan sen de ölümsüzlüğe kavuşursun " dedi. Gılgameş dedesinin kaptanı ile yola koyulur. Açık denize vardığında suya dalıp ölümsüzlük otunu arar. Otu çok geçmeden bulduğunda bir tutam alıp kıyıya döner. Mutlu olan Gılgameş karaya çıkıp dinlenmek ister. Kıyıda biraz kestirirken, bir yılan gelip ölümsüzlük otunu yer.
Büyük bir üzüntüye kapılan Gılgameş Uruk'a gider. Önünde sonunda öleceğini anlayan Gılgameş, Enkidu'yu bulup öbür dünyanın nasıl olduğunu öğrenmek ister. EA'nın yardımı ile bunu başarırsa de, Enkidu'nun dedikleri onu tatmin etmez. Bunun üzerine yatağına uzanıp ölümü bekler.
Mısır mitolojisinde dünyanın oluşumu hakkındaki inanç, bir çok değişik inançların karışımı ile tek bir inançta toplanmıştır.
Başlangıçta dünya, su ve bataklık yığınıdır, bunun büyüklüğü Nil ırmağı kadardır. Zamanla sular alçalıp ortaya ufak bir ada çıkar. Bu adada bir kurbağa, birkaç yılan ve bir de yumurta vardır. Bu yumurtadan bir kaz çıkar. Bu aslında tanrısal bir kazdır. Dünyaya gelir gelmez uçmaya başlayan bu kaz, kılık değiştirmiş RA'dır. Daha bir çok tanrı vardır. Fakat tüm tanrılar tek tanrının çeşitli yönlerini belirler.
Daha sonra İsis ve Osiris önem kazanır. Bunlar insan biçiminde tasarlanır. Yeryüzü tanrısı Gebb ile gökyüzü tanrısı Hathor!un iki kızı iki oğlu olur. Erkekler Osiris ile Seth, kızlar ise İsis ve Neft. Osiris ile İsis, Seth ile Neft evlenirler. Tanrı Gebb yeryüzünün yönetimini Osiris'e verir. Osirisin başarısını kıskanan Seth onu öldürür. Seth, İsisin yardımı ile onun tekrar dirilmesinden korktuğu için vücudunu on dört parçaya ayırarak Mısır'ın çeşitli yerlerine gömer. İsis daha sonra bunları toparlayarak, tanrıların yardımıyla tekrar hayata döndürür.
En önemli tanrı PTAH'TIR . Var olan her şeyi yaratan o dur. Ruhları yargılayan tanrılar mahkemesinin başta geleni ANİBUS'TUR. Osieis ise ölülerin koruyucusu ve bütün doğan şeylerin simgesidir. Seth ise kötülük, yıkım ve bozuculuğun sembolüdür. Osiris yeraltına gittiğinde bir oğul bırakmıştır. HORUS adındaki bu tanrı, Osiris'in yeni bir görünümüdür. Başta Osiris ile Seth, sonra Set ile Horus'un mücadelesi iyi ve kötünün savaşımını sembolize eder.
Her şeye karşın Mısır'da inanç ve evrensel temel kavramlar hep gizli kalmıştır. Hermes, hem bilgeliğin hem de gizliliğin sembolüdür. Gizli, saklanmış, korunmuş anlamını içeren HERMETİK sözlüğü Batı dillerinde kullanılmaktadır. Bu gün Mısır inançları hakkında bir şeyler biliyorsak, bumu halka açıkladığı kadarıyla Mısır Ölüler Kitabına borçluyuz.
Hint mitolojisinin ilk dönemi VEDA'lar dönemidir. Sanskritçe görerek ya da işitme yoluyla elde edilen BİLGİ demektir. En eskisi RİG VEDA dır. Bunu SAMA-YAJUR-ATHARVA Veda izler.
Hint mitolojisinin en önemli efsaneleri bu kitaplarda yazılıdır. Destanlar M.Ö. 800 yıllarında başlar ve en önemlisi MAHABAHARATA ve RAMAYANA destanlarıdır.
Evrenbilim ve Tanrıbilim konularının VEDA' larda geniş bir şekilde yer aldığını görüyoruz. Rig-Veda varoluşu şöyle tanımlıyor.
" Ne varlık, ne de yokluk vardı, yukarda ne uzak, ne de gökyüzü vardı. Hareket eden neydi? Nerede ve kimin yönetiminde? Derin, dipsiz Sumu vardı. O zaman ne ölüm, ne ölümsüzlük, ne de geceyi gündüzden ayıracak bir belirti vardı. "BİR" nefes almadan soluyordu, kendiliğinden hareketli idi, ötesinde hiçbir şey mevcut değildi. Başlangıçta karanlıklar karanlıkları örtüyordu. Boşlukta hapis olan BİR, sıcaklığın gücü ile vücut buldu. "
Destanlar döneminde din daha da içe kapanıktır, felsefeye daha önem verilir. Doğanın tümü tanrısal bir niteliğe bürünür. Doğa, biçimi olmayan soyut, tanrısal bir gerçek sayılır. Bu gerçeğe BRAHMAN adı verilir. Brahman insana üç ayrı biçimde görünür. Üç büyük görünüş, üç tanrı ile adlandırılır. BRAHMA-VİŞNU-ŞİVA. Brahma yaratıcıdır, Vişnu gelişmeyi, Şiva yok ederken yapmayı sembolize eder.
Destanlardan en önemlisi olan MAHABARATA dünyanın en uzun şiiridir, yüz binden fazla kıtayı içerir. Bu gün Hindistan'daki günlük yaşamı etkileyen düşünce tarzının, alınacak derslerin kaynağını oluşturur. Destanın bir bölümü olan Bhagavad-Gita yedi yüz dizeliktir, Sanskkritçe " Sonsuz mutluluğa erişen varlığın şarkısı " anlamına gelir. Mahabharata birkaç anlama gelirse de genelde " İnsanlığın büyük öyküsü " demektir.
Bir Hint geleneği şöyle der. Mahabarata'da bulunan her şey başka yerde vardır. Onda olmayan şey hiçbir yerde yoktur. Orada insani öfkenin yarattığı korku ve tanrısal kaprisin gizemi görülür. Orada kaygılı bir krala, şeytan büyücülere, karşı konulmaz kadınlara, dalaveracılara ve tanrılara rastlanır. Orada, herkese göre rolü belirgin olmayan tuhaf ve güleç Krişna'yla birlikte yürünür. Ama özde, bu öykünün işlediği konu, inatçı bir tehdit ve yinelenen şu sorudur: Bu dünya yıkılacak. Her şey bunu gösteriyor ve bunu önleme olanağı var mı?
Jean-Claude Carriere'nin oyunlaştırdığı Mahabharata yapıtının arka kapağındaki özlü tanıtım böyle.
Ramayana destanı ise M.Ö. 8. Yüz yılda gelişen destanlar döneminde yazılmıştır. Kral Rana ( Vişnu )'nun yaşamı ve kahramanlıklarıdır. Özetle, Rama üvey kardeşinin entrikaları yüzünden babası Ayodhya kralı Dasaratha tarafından yurdundan kovulur. Ormana çekilerek yoksul bir yaşam sürmektedir. Karısı toprak tanrıçasının kızı SİTA, şeytanlar kralı Ravana tarafından kaçırılarak Seylan adasına götürülür. Rama maymunlar kralı Hanuman'la anlaşır ve Seylan'a giderek, Hanuman'ın da yardımıyla korkunç bir savaştan sonra karısını kurtarır.
Birbirlerinden ayrı, hatta kıtalar arası uzaklık olmasına karşın, insanlığın ortak yaklaşımlar gösteren, yaradılışa anlam verme öyküleri şaşırtıcıdır.
" Her şey beklenti içindeydi, her şey sessiz ve sakindi ve gökler bomboştu "
Maya efsneleri
" Hiçlikte yüzen bir bulut gibi Na-Arean tek başına oturuyordu. Uyumuyordu, çünkü uyku diye bir şey bilmiyordu, acıkmıyordu çünkü açlık nedir bilmiyordu. Uzun bir süre böyle kaldı. Sonunda aklına bir fikir geldi. Ben bir şey yapacağım dedi kendi kendine.
Gilbert Adaları
" Kimsiniz? Nereden geliyorsunuz? Sana benzer hiçbir şey görmemiştim daha önce. " Yaratıcı insanoğluna baktı ve .... bu yeni garip varlığın kendine bu denli benzeyişine şaşırdı."
Eskimoların yaradılış öyküsü
Gökyüzünden ve yeryüzünden önce
Hayal meyal kurulmuş bir şey vardı.
Sessizlik ve boşluk
Öylece duruyor ve değişmiyor,
Dönüp dolaşıyor ve yorgun düşmüyor.
Dünyanın anası olabilir,
Adını bilmiyorum
Bir sözcük kullanmak için Ona " YOL " diyorum.
Derme çatma bir isim bulabiliyorum ve Ona " Büyük " diyorum.
Büyük olunca aramızda bulunmuyor,
Bulunmayınca uzaklarda var oluyor
Uzaklarda var olunca da içimizde yaşıyor.
Lao-Tse Tao Te Ching
Gökyüzü ve yeryüzü şekil almadan önce tümden bir karmaşa egemendi. Açık seçik ve aydınlık olan her şey yukarılara çıkıp gök oldu. Oysa karışık ve düzensiz olan her şey katılaşarak yer yüzü oldu. Saf, ince maddenin bir araya gelmesi kolay oldu, fakat ağır, karışık maddenin yoğunlaşması zor oldu. Bundan ötürü önce gök tamamlandı ve yer yüzü daha sonra şekil aldı. Gökle yer yüzü bir arada boşluk oluşturup her taraf kaba bir sadelik gösterirken, her şey yaratılmadan var olmaya başladı. İşte bu " Büyük Bütünlük "dü. Her şey bu bütünlükten çıktı ve değişiklikle donandı.
Hunai-nan Tze M.Ö.1.Y.Y. ÇİN
Maya-Kişeler'in kutsal kitabı POPOL-VUH insanlık tarihinin ev eski din kitaplarından biridir. Rig-Veda ve Zend Avesta'dan daha eski olduğu ileri sürülüyor.
Günümüze kadar bu kitabın ezoterik derinliklerine ve tarihsel değerlerinin niteliklerine inmek mümkün olmamıştır. Çünkü kitap bizim anlayışımıza uymayan sembolik bir dille yazılmıştır. Popol-Vuh'da yaradılış dört aşamadır. Gezegenler, yıldızlar bir şeyi, sembolize eder. Burada da devler vardır, onlarla savaşım uzun uzun anlatılır.
Yukatan yarımadası yerlileri tek bir tanrıya inanırlar. Canlı gerçek ve tanrıların en üstünüdür, fakat şekli yoktur ve simgesi yapılamaz, çünkü bir bedene sahip değildir. İsmi HUNAB KU dur. Her şey ondan gelir, fakat bedensiz oluşundan tapınmak için benzeyişinde bir şekil yapılamaz.
Orta ve Güney Amerika yerlilerinin şiirsel diliyle yaradılış.
Salt gök yüzü vardı ilkin, Hiçbir şey yoktu.
Başka hiçbir şey yoktu. Babamız düşlerle sevabı
Babamız bir hayale dokundu, Bağrına basarak düşündü
Gizli bir şey aldı eline. Uzun uzun, derin derin.
Onundu artık yeryüzü görüntüsü Masalcı başı
Ormanlar fışkırsın diye Göklerin dibinde oturuyordu.
Tükürdü de tükürdü. Düşündü uzun uzun,
Sonra oturdu dünyanın üstüne Sonra bu masalı yarattı,
Örttü onu gök kubbeyle Yer yüzünde bizler dinleyelim diye.
Dünyanın sahibi olduğu için ,
Üstüne mavi beyaz göğü koydu.
Yunan mitolojisinde tanrılar daha kusursuz ve insanlardan daha olgun ve yüksek varlıklar olarak görülmez. İnsanlardaki kötü ve iyi yönler onlarda da vardır. Güçleri ve yetkileri sınırsız değildir. Tanrılar da gizemli ve karşı konulmaz bir güce boyun eğerler. Bu güce FATO denir.
M.Ö.700 yılında yaşayan Hesiodos, Teogonia ( Tanrıların Dğuşu ) adlı yapıtı eski halk inançlarını dile getirir.
Khaos du hepsinden önce var olan,
Sonra geniş göğüslü Gaia, Ana toprak,
Sürekli, sağlam tabanı bütün
Ölümsüzlerin.
Onlar ki tepelerinde otururlar karlı
Olympos'un
Ve yol yol toprağın dibindeki karanlık
Tartaros'da
Khaos'dan, Erebos ve kara gece doğdu,
Gecedense Esir ve Gün ışığı doğdu,
Erabos la sevişip birleşmesinden.
Sonra GEA yıldızlı gök yüzünü ( Uranus!u ) ve denizi, yani Pontus'u yaratmış.
Sonra Uranus'la evlenen Gea'dan çeşitli yaratıklar doğmuş.
Bundan sonra on iki Titan ve onlardan da bir çok tanrı oluşur. Bunlar tüm insani olumsuzluk ve olumlulukları içeren sembollerdir.
Uranus çocuklarından memnun değildir, onları ortadan kaldırmak ister. Fakat Gea razı olmaz ve çocuklarına yardım eder, Uranusu uykuda iken vurmalarını sağlar. Öykü böyle gelişerek çok tanrılı bir mythos oluşur.
Kronosa bağlı Titanlar ve daha sonra Devleri yenip tüm tanrıları egemenliğine geçiren ZEÜS, ön plana çıkar.
M.Ö.5-6 yüz yıllarda itibaren ortaya çıkan insanın yaradılış masalı da şöyledir.
Zeüs'ün oğullarından olan Prometheus, babasıyla geçinemez. Evrenin her yerinde yaşanan acılara ve haksızlıklara Zeüs'ün ilgisizliği onu kızdırmakta, bu nedenle de Zeüs'den nefret etmektedir.
Sonuçta kendisi gibi, yaşantısında duyguya da yer verecek yaradılışlar meydana getirmeye karar verir. " Göz yaşlarıyla toprağı çamur haline getirip yoğurarak ilk olumlu yaratıklar olan İNSAN'ı meydana getirir. "
İnsanoğulları ile Prometheus'un kendisine hazırladıkları tuzağa kızan Zeus, İnsanlığın elinden ateşi alır. Prometheus bir meşale yakarak insanları yeniden ışığa kavuşturur. Buna kızan Zeus, Prometheus'u KAF dağına attırır, bir kayaya zincirler. Gündüzleri bir kartal ciğerlerini yer ve yenen kısımlar gece tekrar eski haline gelir.
Prometheus'u cezalabdıran Zeüs, insanları de cezalandırmayı düşünür. Bunun için HEPAİSTOS'dan kilden bir genç kız heykeli yapmasını ister. Graziaların da yardımıyla Afrodit'in ve Minerva'nın bütün güzelliği ve zeka ile bilgeliğine sahip olur. Hermes de kıza bir hediye vermek ister, bu yalancılık ve sahtekarlıktır. Genç kıza PANDORA adı verilir. Pandora " Niteliği bol " anlamındadır. Bütün iyilik ve kötülüklerin içinde bulunduğu bir kutu verilir ona. Bir gün kutunun kapağını açmaktan kendini alamaz . Kapak açıldığında, kötülükler çıkıp insanlar arasına yayılır. İyilikler ise sis halini alıp dağılır. Kutuda son bir iyilik kalır... Bunun adı da UMUT'tur.
Daha sonraları bir çok efsane doğar, İO, DANAE, AUROPA, SEMELE, ALKAMELA gibi.
Zeüs, tüm gücüne karşın yine de bunun sınırlılığını bilir. O FATO'nun yani " KADER'İn" istek ve emirlerine boyun eğmek zorundadır. Her şey ortadan kalkıp evrende tek başına FATO kalınca tanrılarda yok olacaktır.
Diğer Akdeniz ülkelerinin de efsanelerinde bulunan ADONİS efsanesi de, Afrodit ile genç bir prens olan Adonis arasında geçer. Bir gün Adonis, Afrodit ile avlanırken yaban domuzunun saldırısına uğrar ve ölür. Afrodit sevgilisinin kanından kırmızı şakayik çiçekleri yapar.
Afrodit, ırmak tanrısının oğlu Narksisos'un, onu seven Ekho ( Yankı ) ya yüz vermemesine kızar. Çünkü üzülen Yankı taş kesilmiştir. Sadece sesi kalmıştır. Bir gün Narkissos su kenarında dinlenirken , sudaki yansımasını görür, bu yüzü başkasının sanıp ona aşık olur. Bir daha unutamaz ve yemek içmekten kesilerek kıpırdamaz hale gelir ve ölür. Ve bu gün NERGİZ dediğimiz bir çiçeğe dönüşür. Bu gün kullanılan Narsis yani kendini beğenmiş sözcüğü ve nergiz çiçeğinin adı bu öyküden türetilmiştir.
Zenofones ( 564-478 ) tanrılar konusunda bütün gerçeği tüm yalınlığıyla dile getirir.
İnsan kendi eliyle yarattı tanrılarını,
Kendi bedenini, sesini, giysilerini
Verdi onlara.
Beygirin, aslanın, koca ****ün
Eli resme , heykele yatkın olsa ,
At, tanrısını at biçiminde yapar,
Aslan, kendi biçiminde...
Öküzün tanrısı **** biçiminde olurdu.
Habeşler diyor ki bizim tanrıların
Burunları basıktır, derileri kara.
Trakyalılar diyor ki bizim tanrıların
Saçı kırmızı gözleri ela.
Troia savaşını konu alan Homeros'un M.Ö.850 İlyada ve Odysseia destanı, günümüzde en çok adı geçen destanlardır. Çünkü ilk tanınan o idi. Diğer ulusların destanlarını öğrendikçe, birbirlerinden etkilendiklerini daha iyi anlıyoruz.
Kahin, Yunan donanması için gerekli rüzgarın olmamasına Agamenon'un neden olduğunu, kızı İphigeneia'nın kurban edildiği takdirde, rüzgarın çıkacağını söylemesi üzerine Agamenon bunu kabul etti.
Tam İphigeneia'nın kafası kılıçla kesilmek üzereyken Artemis onu gözden kaybeder, kılıç yerine indiğinde dişi bir geyik koyarak, kurbanımızı kabul etmiştir sözü bitirir bitirmez rüzgar çıkar ve donanma Trioia'ya yola koyulur.
Yedi yüz yıl sonra M.Ö.98 li yıllarda Romalı şair Lucretius bu tören ve sonrasını şu dizelerle eleştiriyor.
Dinden sapacağımı sanmaktır, tek kaygım Memmuis.
Bil, çoğu kez bağnazlıktır günahların nedeni.
Nasıl lekeledi Yunanlı önderler,
O soylu beyzadeler, İphigeneia'nın kanıyla.
Kaldırdılar titreyen bedenini, götürdüler sunağa.
Hymenaios'un tatlı ezgilerini duysun diye değil
Günahkar töre uyarınca düğün gününde,
Daha da acısı, öz babasının eliyle
Öldürülmekti onun kara yazgısı, elverişli
Rüzgarla yola çıksın diye Yunan donanması.
Kötülüğün bu kertesine bağnazlık götürür kişiyi.
Homeros'un 27.800 mısralık şiirsel destanının kahramanları, bu gün karşımıza ad olarak, yer adı olarak, eser adı olarak , bilimsel buluşlara ad olarak çıkmaktadır. Sonuçta İyon ve Grek mitolojilerinin ve diğer düşüncelerin kökenine indiğimizde karşımıza bir hayli ilginç sonuçlar çıkıyor.
Eski Mısır'ın en ünlü mabetlerinde inisiye olan İyonlar ve Grekler hakkında şunlar söylenmektedir.
" Orphee, Osiris'in sırlarını biliyordu. Homeros Hiyoroğlifleri okumasını biliyordu. Ulisse'nin cehennemin eşiğinde, okuduğu dua, Anubis'in İsis,Osiris, Path ve diğer tanrıların gölgesini çağırmak için bir papirusta bulunmaktadır. Homeros'un Mısır'da yaşadığı, bazılarına göre TEB de doğduğu ileri sürülmektedir.
Thales, piramitlerin gölgesini ölçtü. Solon Sait'te kaldı. Firavun Amasis, Pythagoras'ı Mamphis rahiplerine tavsiye etti, Mabetlerin en kutsallarına girdi ve inisiye edildi.
Demoritos Mısırlıların arasında on üç yıl kaldı, Osiris ve Dionysos sırlarına inisiye edildi. Plutharkos ve Hiyeroğliflerin çevirilerini yapabilen Plotinos Mısırda uzun yıllar yaşamıştır.
Tüm mitos ve destanların, tanrıbilim ve evrenbilim düşüncelerinin kaynağı Mısır, Sümer, Hint ve Hitit uygarlıklarında yattığını görmekteyiz. Gılgameş, İlyadave Odysseus, Mahabbarata ve Ramayana'da ortak noktalar ve tema hemen hemen aynıdır. Fakat yine de en eskileri Gılgameştir.
Bu düşünceler ileride bir çok inanç ve dinlere kaynaklık edecek ve isim değiştirerek anlam olarak kitaplarda yerini alacaktır.
Bütün bu düşüncelerin geliştiği tarihlerde, daha farklı düşünceler de vardı. Çoğu İyonya'da yaşayan Doğu filozoflarıydı. Hepsinin bildiği ve atomcular olarak da adlandırıldılar. Bunlar Leukippos, Demokritos, Epiküros en önde gelenleri arasındaydı.
Epikür'ün ( M.Ö. 341-271 ) etkisinde kalan Lucretius yedi bin dört yüz dizede, evrenin yapısı hakkında düşüncelerini öne sürer. Leukippos ve Demokritos'a göre, evrenin maddi bir yapısı vardır ve atomlardan oluşmuştur. Lucretius önce dogmalara karşı çıkar ve dizelerinde bunu şöyle dile getirir.
Neler uydurabilir onlar, bir düşün
Yaşamın uyumunu bozmak,
Mutluluğu dönüştürmek için korkuya.
Haklıdırlar üstelik; insanoğlu, acılarının
Anladı mı bir sonu olduğunu, ne yapıp yapar, güçlenir,
Karşı koyar bağnazlığa ve zulmüne yalvaçların.
Oysa şu anda direnci yoktur, çünkü
Ölümden sonraki ceza yıldırmaktadır gözünü.
Canının niteliği konusunda bilgisizdir.
Bedenle birlikte mi doğar can, sonra mı yerleşir?
Ölümle çözülüp yok mu olur bizimle, yoksa
Kara, korkunç bataklığında mı dolaşır Orkus!un?
Bağnazlıktan kurtulmanın gereğini vurguladıkta sonra ana ilkeyi şöyle açıklar.
İlkemiz şu olacak konuya girerken:
Hiçten, hiçbir şey yaratılmaz tanrısal güçle.
Ölümlülerin bunca korkuya kapılmaları,
Yerde ve gökte tanık oldukları olaylara
Gözle görünür bir neden bulamamalarındandır.
Hiçten, bir şey yaratılamıyacağını kavrayınca
Daha açık ve seçik göreceğiz önümüzdeki yolu:
Tanrıların eli olmadan varlıkların
Nasıl oluştuğunu ve var olduğunu.
İkinci ilke olarak varlıkların atomlardan nasıl olduğunu şu dizeler dilegetirir.
İkinci ilke: Kurucu atomlarına ayırır birleşikleri
Doğa ve hiçbir şeyi indirgemez hiçliğie,
Öğeler yok edilir nitelikte olsalardı
Yitip giderdi nesneler de birdenbire.
Öyleyse iki türdür nesneler;
Atomlar ve onlardan oluşan birleşikler.
Çünkü hiçbir güç yıkamaz atomlar
Saltık sonluk sonsuz dek korur onları.
Varlıkların ham maddesinin ateşten olduğunu ileri süren Herakleitos'u
Ve varlıkların ham maddesini ateş sananlar;
Konuşmasının anlaşılmazlığı ile ün salan
Herakleitos gelir bayrağı açanların başında
Gerçeği arayan ciddi Yunanlı değil
Zekası kıtlardandır o. Çünkü ancak budalalar
Bulmacayı andıran sözlerden etkilenir.
Kulaklarına tatlı bir ezgi gibi hoş gelen
Süslü sözler budalalarca hemen benimsenir.
dizeleriyle biraz da acımasızca eleştirir.
Atomların yapısını uzun uzun anlattıktan sonra konuyu şöyle bağlar.
Sana atomların yapısını anlattım Mammuis:
Nasıl farklılık gösterdiklerini biçince, nasıl
İlerlediklerini boşlukta süregen bir itiyle
Ve nasıl yaratıldığı varlıkların atomlardan.
Ölüm için de :
Korkulacak bir şey yoktur ölümde
Var olmayan acı çekmez nasılsa,
O zaman ne ayırım kalır ölümle
Hiç doğmamış olanın arkasında.
Karanlık cehennem de yoktur ölümden sonra.
Hep yeni kuşaklar yaratacak madde vardır,
Gerekli yaşam süreleri tamamlandığında onlar da
Gidecek, onlardan sonra gelen de.
Her şey birbirinden doğmuş olacak böylece
Kimse el koyamaz, sahip çıkamaz yaşama.
Evrenin oluşumunu da şöyle açıklıyor Lucretius;
Güneşin parlak topu görülmüyordu o sıralar
Ne gök kubbeye üşüşmüştü yıldızlar
Ne deniz vardı, ne gök, ne hava
Ne de bildiklerimize benzer nesne-Salt
Yeni kümelenmiş her türden atomlar arasında
Bir kasırga- Bu uyumsuzluktan doğdu çatışma.
Ara boşluklarda atomların, yönelişlerine
Kargaşa yaratan, Biçimlerdeki çeşitlilik gereği,
Koruyamazlardı başlangıçtaki bileşimlerin,
Devinimce uzlaşmazlardı çünkü. Bu karmaşada
Elendiler kendiliklerinden; Benzerler birleşti.
Dünya kaba taslak çizildi. Önce göğün çatısını
Yerden ayırdılar. Kütleden ayrı bir çanakta
Suları barındırdı deniz. Yalıtılmış
Katışıksız alevi esirin, ötelerde kümelendi,
Zaman konusunda şu ilginç yaklaşımla karşılaşıyoruz:
Bunun gibi, zaman da var değildir kendi başına,
Gözdelerin kavr******* doğal kavramı,
Olmuş olanın, oluşanın ve olacak olanın.
Demek kimse algılamaz zamanı, varlıkların
Deviniminden ve durağanlığından ayrı tutunca.
Lucretius'dan dört yüz yıl sonra M.S. 400 lerde, çok tanrılı olarak düşünülen din ve inanç kavramlarıyla, Hıristiyanlık düşüncesi arasında acımasız bir savaş sürmektedir. Gerçek anlamıyla Hıristiyanlık temelde zayıftır, bu nedenle kimlik kazanmak için sert ve acımasızdır.
395 yılında 400.000 ciltlik papirus tomarıyla İskenderiye Kütüphanesi, o devrin ilim ve bilgisini içinde toplayan Kütüphanenin SERAPTİUM adındaki bir bölümü, Piskopos Theophile tarafından yakıldı. Bu olaydan 25 yıl sonra astronom Theon'un kızı matematikçi HYPATİA ( 370-415 ), Başpiskopos Cyril'in kışkırtmasıyla İskenderiye 'de, etleri kemiklerinden deniz kabuklarıyla sıyrılarak parçalanıp öldürüldü. Kütüphanede kalan son bölümler ve kitaplar yıkılıp yakıldı.
Carl Sagan, bu trajik olayın sonuçlarını şöyle dile getirir. " Bu olayla tüm uygarlık sanki kendine bir beyin ameliyatını reva görmüş ve bu ameliyat sonucu olarak belleğinin, keşif ve icatlarının, düşünce ve ihtiraslarının büyük bir bölümü silinip gitmişti. Kayıp büyüktü. Hem de hesaplanamayacak şekilde. "
Ortadoğu ve Batı dünyası bin yıllık karanlık döneme girerken, akıldan ve bilimden yana binlerce insanın da en acımasız bir şekilde işkence görüp yakılarak öldürüldüğünü biliyoruz. O dönemi artık kapanmıştır. Bu gün bilim, aklın rehberliğinde özgürlüğünü elde etmiş görünmektedir.
Aydınlanma döneminin düşünürleri tekrar Antikçağın İyonyalı doğa filozoflarının yaklaşımlarına dönerek, bilimsel yapının temellerini sağlamlaştıklarını görüyoruz.
16-17. yüzyılda filizlenmeye başlayan bilimsel düşünce, Leonor de Vinci, G. Bruno, Kepler, Galileo ile meyvelerini vermeye başladı. Galileo'nun öldüğü yıl doğan Newton (1642-1727 ) PRİNCİPİA adlı yapıtı ile çağının, bilimsel en büyük otoritesi oluyordu. Bu nedenle fizik ve astronominin temel prensipleri, yüzyılın başlarına kadar Newtonfiziği olarak adlandırılır.
1905-1915 yıllarında Einstein'in Özel ve Genel Görecelik kuramlarıyla, Fizikte yeni bir denrim ve dönem başlaması da pek uzun sürmedi. Kuantum fiziğinin öne sürülmesiyle yüzyılımızın ilk yarısında iki fiziksel devrimyaşandı.
Kuantum fiziğinin yeni düşün biçimi aynı zamanda Descartes mantığı dediğimiz kartezyen felsefeyi de temelinden sartı.
Bu gün büyük yığınların ve bir bölüm fizikçilerin karşı çıkışlarına karşın Kuantum fiziği ve onun getirdiği yeni bakış açısı, daha güçlü görünmektedir. Çünkü çekirdek fiziğinin derinliklerinden elde edilen bilgiler, daha doğrusu bilinmezlikler, kolay kolay kenera atılacak gibi değil. Mezonların ve Kuarkların dünyası bilim adamlarının düşüncelerini şaşkına çeviriyor.
Atomun derinlikleri,ne kadar, hücrenin derinlikleri de bir evren kadar gizemli. Belki de her ikisinin gize, aynı zamanda evrenin gizemini içeriyor. Hücrenin derinliklerine indikçe bilinmezlikler birbirini izliyor. Belki de bildiklerimiz, ne kadar bilmediğimizi ortaya koyuyor.
Genetik ve Kuantum fiziğinin, çağımızın temel araştırma konularını oluşturduğunu söyleyebiliriz. Uzay ise bizler için hep merak ve korku konusu olmuştur. Merakın korkuyu yeneceğine inanıyorum. Çünkü bilim merakın yaramaz çocuğudur.
Sonuç olarak, mitos insanlığı uzun bir süreden beri etkilemiş ve hala etkilemektedir. Dün, doğadaki bir çok somut kavramlar, tanrılar, devlet, periler, titanlar'la sembolize edilirken, bu gün daha değişik ve isim ve kılıkta karşımıza çıkmaktadırlar.
Mitostan Bilime Olan Yolculuğunda insanın yerini belirlemek hem zor, hem bazı durumda olanaksız. Bu serüven insan ve doğa var olduğu süre devam edecektir.
Bunu en açık ve yalın bir şekilde Seneca dile getiriyor. ( M.S. 1. Yüzyıl.)
Çağlar boyunca girişilecek sabırlı ve dikkatli çalışmalar, bu gün için perdenin arkasında kalan birçok şeyi aydınlığa kavuşturacaktır. İnsan, evrenin sırlarını araştırmak için yaşamının tümünü bile harcasa, yine de böylesine engin bir sorun karşısında yeterli olamaz. Bu nedenle, bilgelik ancak çağlar aşıldıkça insanoğlunun önüne serilecektir. Bir gün gelecek, o günün insanları kendilerince bilinen şeylerin daha önceleri bilinmeyişine şaşacaklar. Bir çok buluşun ortaya çıktığı , bizlerin anısı çoktan silinip gittiği dönemlere rastlayacaktır. Her çağın insanına, araştırmak üzere sorular gizlemesini beceremeyen evren, çekici olmaktan uzak, tek düze bir yaşam ortamı oluşturur.
Bu yaklaşımın bir günde tümüyle onaylanacak nitelikte olduğunu görüyoruz. Doğayı anlama ve kavrama çabası içinde olan bilim, insanın bağnazlıktan kurtulabildiği oranda başarıya ulaşabilir.
Psikolojik açıdan baktığımızda, aşırı maddeciliğin insanın özde kendini yitirmesinde en büyük etkenlerden biri olduğunu görüyoruz. İnsanı yaşamın önünde küskün, beceriksiz ve mutsuz yapmaktan öteye götüremez Aklın gereği, ikisi arasında uyumu sağlamaktır. Buna paralel olarak, bilimsel gelişmelerin insanlığa büyük yararlar sağlaması yanında, bu gelişmenin getirdiği yaşam biçiminin, insanlardaki ruhsal sorunların artmasına etken olduğunu görüyoruz. Değişen etik değerler, insanları daha bencil ve saldırgan hale getiriyor. İnsanın bilime yaptığı katkılarda insani değerler önde olmadığı sürece, bilim onun bir gün felaketine de neden olabilir. Her şey insanın bilincindedir. Her şeyi var ettiği gibi, yok da edebilir.
Sonuç olarak; Evren konusunda olduğu kadar, insanlarımız konusunda da yeterli bilgi sahibi olmadığımız bir gerçek. Her vesile ile göklere çıkardığımız İnsanlığımızın ölçüsü ne? Neye göre karşılaştırıyoruz? Bize en çok benzeyen bir canlı olan "Orangutanla" mı? Ancak bizden daha üstün canlı varlıklar olsaydı ve buna göre karşılaştırma yapsaydık, o görecelik yardımıyla insanın, evrimsel aşamanın neresinde olduğunu anlayabilirdik.
Bu nedenle, zaman zaman insanlığın yaptığı yıkımlara şaşırıp durmamızın temelinde bu sorunlar yatmaktadır. Belki, var olan canlılara göre üstünüz, ama ideal olan insani özelliklere de pek azımız erişebiliyor.
Bize düşen görev, bunların ayırdında olabilmek için çok yönlü bilgilenmek ve düşünmektir. Bununla da yetinmeyip insani değerlerin olması gereken düzeye gelmesinde sorumlu olduğumuzun bilincine varmaktır.
Ö zkan ARAS' dan alıntıdır
Azra Erhat , Mitoloji sözlüğünün giriş bölümünde Mythos ve Mytholoji'yi şöyle dile getiriyor.
" İlkin SÖZ vardı, der kitap. Bunu Platon duysa, Söz mü? Hangi söz? diye sorar. Çünkü Yunan dilinde söz kavramını verebilmek için bir değil, üç söz vardır. Biri "Mythos ", diğeri " Ephos ", sonuncusu " Logos ". Mythos, söylenen veya duyulan sözdür. Masal, öykü, efsane anlamına gelir. Ama Mythos'a pek güven olmaz, çünkü insanlar gördüklerini, duyduklarını anlatırken bir çok yalanlarla süslerler. Epos ise, belli, düzen ve ölçüye göre söylenen, okunan sözdür, epos insanlara tanrı armağanıdır. Ephos, böylece şiir, destan, ezgi anlamına gelir ve o gün bugün epik ve epope diye Batlılı dillerin hepsinde yer almıştır. Ama bir de Logos vardır. Onun sözcülüğünü başta Herakleitos olmak üzere İonya düşünürleri eski deyimle " Physiologia " yani doğa bilimleri yapmıştır. Onlara göre "Logos", gerçeğin insan sözüyle dile gelmesidir. Logos insanda düşünce, doğada kanundur, her yerde ve şeyde vardır, ortaklaşa ve tanrısaldır. Bilginler Mythos'un uydurduğu, ephos'un dile getirdiği tanrı masallarını hor görür, yerdikçe yerer. Mythos, çok tanrılı bir dinin, tanrılar üstüne anlatılan efsane, Mythologia da bu efsanelerin bir araya getirdiği kitap olduğuna göre , mythologianın ilkçağın din kitabı olması gerekir, oysa öyle değildir ve hiçbir zaman olmamıştır. İlkçağ mythos'u laiktir, din adamlarının değil, sanatçının uğraşıdır."
"Heredot'a göre, tanrı soylarını sayıp dökmek, tanrılara ad veren Homeros'la Hesiodos'tur. Mythologia, deyince akla başta Yunan, Roma mitolojisi diye bir kavram gelir. Bu anlayış hatalıdır. Aslında bir Akdeniz çevresi topluluğu vardır. Oysa bu efsanelerin çıkış yeri. Ne Yunanistan ne de İtalya'dır. Anadolu'dur, Girit'tir, Mezopotamya'dır, Fenike'dir, Mısır'dır. Ya da bütün bu yerlerdeki sözlü geleneklerin karışımından meydana gelmiştir. Son yıllara kadar uzanan " Yunan mucizesi " diye bir balon uçuruldu, Batı dünyası insan değerlerinin dile geldiği ve büyük sanat yapıtlarıyla ölümsüzlük kazandığı tek kaynağın Yunan-Roma uygarlığı ve kültürü olduğuna inandırıldı.
Mythos'un uçsuz bucaksız geçmişine döndüğümüzde, bilinebilen en eski mythos, Azra Erhat'ında belirttiği gibi, Yunan ve Roma'da değil, Sümerler'lerde görülmekte ve tüm Akdeniz çevresini etkileyerek, diğerlerinin oluşumuna kaynaklık etmektedir.
Tanrıların ve evrenin yaradılışı yaratılışını dile getiren Thegonia ve Cosmogonia'nın ilk filizlerini Mezopotamya'da buluyoruz.
Gökler yoktu bir zamanlar
Yeryüzü yoktu, yükseklik ve derinlik
İsim yoktu, toprak altında Apsu vardı yalnız.
İlk yaratıcı olan tatlı su
Birde acı su Taimat vardı.
Birde döl yatağına dönen Mummu
O zaman Tanrılar yoktu daha
Birbirine karışmıştı tatlıyla acı
Örgülü kamışlar birleşmemişti henüz
Suları bulandırmıyordu sazlar
Tanrıların adı yoktu, doğası yoktu
Geleceği yoktu, işte o vakit
Sürüklenip gelmiş çamurlarla dolu suda
Apsu'dan Tiamay'tan ansızın
Tanrılar yaratıldı.
Çamurdan doğan Lahmu ile Lahamu
Daha genceciktiler boyları uzmamıştı.
Göklerin ufku Anşar ile yeryüzü ufku Kişar
Onlara baskın çıktılar
Uzadı göğün ve yerin çizgileri.
Ufukta bulutlar çamurlardan ayrıldı.
Günler günleri kovaladı, yıllar yılları
Anşala, Kişnarın ilk çocuğu Apsu, boş gök
Ulu tanrı EA'yı doğurdu kendi başına
EA: Göğün ufkundan daha geniş bir akıl
Benzerlerinden kat kat güçlü.
Bu şiirsel anlatım tüm diğer yaradılış efsaneleri ve destanlarında görülebilir.
Apsu ve Tiamat çocuklarını ve torunlarını sevmezmiş, gürültücü ve ilkel oldukları için. Dede Apsu ( boşluk ) torunlarını ortadan kaldırmayı düşününce, eşi Tiamat'ın ( su ) karşı çıkmasına kulak asmamış. Bu düşünceyi sezen EA, büyü ile Apsu'yu yok edince, Taimat bu kez torunlarına düşman kesilir. Devlerden ve canavarlardan bir ordu kurarak, başlarına KİGU adında korkunç güçlü bir dev getirir. Bir çok tanrı Kingu ile başa çıkamayınca Marduk ortaya atılır, fakat bir şartla. Bu şart da ( tanrıların evren düzenini değiştirerek, kendisini başkan yapmalarını ve KADER!in iplerini kendisine verilmesidir.
Bunun üzerine, tanrılar bir araya gelmiş, bir şölen düzenlemiş, bol bol yiyip içen tanrılar sonunda sarhoş olup, Marduk'un isteğini kabul etmişler. Sonunda o dünyanın efendisi olarak ilan edilmiş. Böylece ilk kez M.Ö. 2000 li yıllarda KADER ile karşılaşıyoruz. Bu kavram ilerde tüm mitlerin ve dinlerin ana sorunu olacaktır.
Marduk, EA'ya insanı bir sanat eseri olarak yaratmak istediğini şu dizlerden öğreniyoruz.
Kanı kanla birleştireceğim
Kanı kemikle
Bir şey yaratacağım, benzeri görülmemiş
Adı İNSAN olacak
İlk insanı yaratıyorum.
Ayrıca cehennem ile ilgili bir efsaneye göre tanrıça İŞTAR ile kocası TAMMUZ konu edilir. Bitkiler tanrısı Tammuz, karısı savaş ve aşk tanrısı İŞTAR ile mutlu bir yaşam sürerler. Günün birinde Erudi kenti yakınlarında Tammuz bir yaban domuzunun saldırısına uğrar ve ölür. Tammuz'un ölümü tüm doğayı tasa boğar ve bitkiler yeşermez. Kocasının ölümüne çok üzülen İştar, onu kurtarıp, yeryüzüne getirmek için büyük çabalar harcar ve onu gün ışığına çıkarır. Ancak, İştar'ın kocası Tammuz her yıl kısa bir süre için cehenneme dönmek zorundadır. Kocasının cehenneme her gidişinde onu tekrar kurtarmak onun yazgısıdır. Bu mit mevsimlerin birbirini izlemesi, ölüp yeniden dirilen doğayı simgeler.
Gılgameş destanının Akad dilinde M.Ö.1000 yılından önce yazıldığı düşünülmekte ise de içerik olarak Sümerlere kadar uzadığı için 2000 li yıllara kadar geriye gitmemiz mümkün. Destan Mezopotamya'nın çok eski efsanelerinin karışımıdır.
" Dev Enkidu ile ilk başlarda düşman olan Gılgameş, dövüş sonrası dost olurlar. Lübnan dağlarındaki sedir ormanlarının koruyucusu dev Humbaba'yı, amacından saptığı ve orman dışına çıkıp, insanlara zarar verdiği için öldürür. Bu yiğitlikleri ile gittikçe ünlenen yarı tanrı Gılgameş'i Tanrıça İştar beğenir,isteğini ret eden Gılgameş'e kızan İştar, tanrı Anum'dan onu cezalandırmasını ister. Anum isteği kabul ederek, göksel bir boğa yaratır. Bu azgın boğa ve önüne gelen her şeyi yerle bir edecek güçtedir. Sonuçta Gılgameş onu da öldürür.
Bir zaman sonra Enduki hastajanır ve ölür. Bu ölüm Gılgameş'i çok etkiler ve bu konuyu uzun uzun düşünür, ölümsüzlüğün yollarını aramaya başlar. Dedelerinden birinin Tufandan sonra tanrılar tarafından ölümsüzlüğe kavuştuğturulduğunu hatırlar. Adı UTNAPİŞTİM olan dedesini aramak için yollara koyulur.
Uzun ve serüvenlerle dolu bir yolculuktan sonra dedesinin ülkesine varır. Ölümsüzlüğün gizemini soran Gılgameş'e dedesi öyküyü şöyle anlatır.
" Tanrılar büyük tufan meydana getirip, insanları yok etmeye karar verdiler. Deniz tanrısı EA bana akıl verdi. Kendine büyük gemi yap, yanına her türden hayvan ve bitki alarak içine bin dedi. Ben de öyle yaptım. Hepimiz gemiye biner binmez o zamana kadar görülmemiş bir yağmur başladı, karadaki bütün canlılar ve bitkiler yok oldu. Yedi gün yedi gece yağmur devam etti. Sonra yağmur diner gibi oldu. Gemimiz Nissar dağına ulaştı. Aradan bir yedi gün daha geçtikten sonra, bir güvercin ve kırlangıcı gemiden dışarı saldım. Güvercin ve kırlangıç konacak yer bulamadıkları için geri döndüler. Bundan sonra bir karga saldım, karga konacak yer buldu ki geri dönmedi. Ben de tüm hayvanları serbest bıraktım. Tanrı Enlil'in kızgınlığını Ea yatıştırarak, beni ölümsüz kıldı ve burada oturmakla görevlendirdi.
Dedesinin hazırladığı kayığa binip ayrılırken dedesi " Denizlerin dibinde yetişen büyülü bir ot vardır. Eğer bu otu bulup yiyecek olursan sen de ölümsüzlüğe kavuşursun " dedi. Gılgameş dedesinin kaptanı ile yola koyulur. Açık denize vardığında suya dalıp ölümsüzlük otunu arar. Otu çok geçmeden bulduğunda bir tutam alıp kıyıya döner. Mutlu olan Gılgameş karaya çıkıp dinlenmek ister. Kıyıda biraz kestirirken, bir yılan gelip ölümsüzlük otunu yer.
Büyük bir üzüntüye kapılan Gılgameş Uruk'a gider. Önünde sonunda öleceğini anlayan Gılgameş, Enkidu'yu bulup öbür dünyanın nasıl olduğunu öğrenmek ister. EA'nın yardımı ile bunu başarırsa de, Enkidu'nun dedikleri onu tatmin etmez. Bunun üzerine yatağına uzanıp ölümü bekler.
Mısır mitolojisinde dünyanın oluşumu hakkındaki inanç, bir çok değişik inançların karışımı ile tek bir inançta toplanmıştır.
Başlangıçta dünya, su ve bataklık yığınıdır, bunun büyüklüğü Nil ırmağı kadardır. Zamanla sular alçalıp ortaya ufak bir ada çıkar. Bu adada bir kurbağa, birkaç yılan ve bir de yumurta vardır. Bu yumurtadan bir kaz çıkar. Bu aslında tanrısal bir kazdır. Dünyaya gelir gelmez uçmaya başlayan bu kaz, kılık değiştirmiş RA'dır. Daha bir çok tanrı vardır. Fakat tüm tanrılar tek tanrının çeşitli yönlerini belirler.
Daha sonra İsis ve Osiris önem kazanır. Bunlar insan biçiminde tasarlanır. Yeryüzü tanrısı Gebb ile gökyüzü tanrısı Hathor!un iki kızı iki oğlu olur. Erkekler Osiris ile Seth, kızlar ise İsis ve Neft. Osiris ile İsis, Seth ile Neft evlenirler. Tanrı Gebb yeryüzünün yönetimini Osiris'e verir. Osirisin başarısını kıskanan Seth onu öldürür. Seth, İsisin yardımı ile onun tekrar dirilmesinden korktuğu için vücudunu on dört parçaya ayırarak Mısır'ın çeşitli yerlerine gömer. İsis daha sonra bunları toparlayarak, tanrıların yardımıyla tekrar hayata döndürür.
En önemli tanrı PTAH'TIR . Var olan her şeyi yaratan o dur. Ruhları yargılayan tanrılar mahkemesinin başta geleni ANİBUS'TUR. Osieis ise ölülerin koruyucusu ve bütün doğan şeylerin simgesidir. Seth ise kötülük, yıkım ve bozuculuğun sembolüdür. Osiris yeraltına gittiğinde bir oğul bırakmıştır. HORUS adındaki bu tanrı, Osiris'in yeni bir görünümüdür. Başta Osiris ile Seth, sonra Set ile Horus'un mücadelesi iyi ve kötünün savaşımını sembolize eder.
Her şeye karşın Mısır'da inanç ve evrensel temel kavramlar hep gizli kalmıştır. Hermes, hem bilgeliğin hem de gizliliğin sembolüdür. Gizli, saklanmış, korunmuş anlamını içeren HERMETİK sözlüğü Batı dillerinde kullanılmaktadır. Bu gün Mısır inançları hakkında bir şeyler biliyorsak, bumu halka açıkladığı kadarıyla Mısır Ölüler Kitabına borçluyuz.
Hint mitolojisinin ilk dönemi VEDA'lar dönemidir. Sanskritçe görerek ya da işitme yoluyla elde edilen BİLGİ demektir. En eskisi RİG VEDA dır. Bunu SAMA-YAJUR-ATHARVA Veda izler.
Hint mitolojisinin en önemli efsaneleri bu kitaplarda yazılıdır. Destanlar M.Ö. 800 yıllarında başlar ve en önemlisi MAHABAHARATA ve RAMAYANA destanlarıdır.
Evrenbilim ve Tanrıbilim konularının VEDA' larda geniş bir şekilde yer aldığını görüyoruz. Rig-Veda varoluşu şöyle tanımlıyor.
" Ne varlık, ne de yokluk vardı, yukarda ne uzak, ne de gökyüzü vardı. Hareket eden neydi? Nerede ve kimin yönetiminde? Derin, dipsiz Sumu vardı. O zaman ne ölüm, ne ölümsüzlük, ne de geceyi gündüzden ayıracak bir belirti vardı. "BİR" nefes almadan soluyordu, kendiliğinden hareketli idi, ötesinde hiçbir şey mevcut değildi. Başlangıçta karanlıklar karanlıkları örtüyordu. Boşlukta hapis olan BİR, sıcaklığın gücü ile vücut buldu. "
Destanlar döneminde din daha da içe kapanıktır, felsefeye daha önem verilir. Doğanın tümü tanrısal bir niteliğe bürünür. Doğa, biçimi olmayan soyut, tanrısal bir gerçek sayılır. Bu gerçeğe BRAHMAN adı verilir. Brahman insana üç ayrı biçimde görünür. Üç büyük görünüş, üç tanrı ile adlandırılır. BRAHMA-VİŞNU-ŞİVA. Brahma yaratıcıdır, Vişnu gelişmeyi, Şiva yok ederken yapmayı sembolize eder.
Destanlardan en önemlisi olan MAHABARATA dünyanın en uzun şiiridir, yüz binden fazla kıtayı içerir. Bu gün Hindistan'daki günlük yaşamı etkileyen düşünce tarzının, alınacak derslerin kaynağını oluşturur. Destanın bir bölümü olan Bhagavad-Gita yedi yüz dizeliktir, Sanskkritçe " Sonsuz mutluluğa erişen varlığın şarkısı " anlamına gelir. Mahabharata birkaç anlama gelirse de genelde " İnsanlığın büyük öyküsü " demektir.
Bir Hint geleneği şöyle der. Mahabarata'da bulunan her şey başka yerde vardır. Onda olmayan şey hiçbir yerde yoktur. Orada insani öfkenin yarattığı korku ve tanrısal kaprisin gizemi görülür. Orada kaygılı bir krala, şeytan büyücülere, karşı konulmaz kadınlara, dalaveracılara ve tanrılara rastlanır. Orada, herkese göre rolü belirgin olmayan tuhaf ve güleç Krişna'yla birlikte yürünür. Ama özde, bu öykünün işlediği konu, inatçı bir tehdit ve yinelenen şu sorudur: Bu dünya yıkılacak. Her şey bunu gösteriyor ve bunu önleme olanağı var mı?
Jean-Claude Carriere'nin oyunlaştırdığı Mahabharata yapıtının arka kapağındaki özlü tanıtım böyle.
Ramayana destanı ise M.Ö. 8. Yüz yılda gelişen destanlar döneminde yazılmıştır. Kral Rana ( Vişnu )'nun yaşamı ve kahramanlıklarıdır. Özetle, Rama üvey kardeşinin entrikaları yüzünden babası Ayodhya kralı Dasaratha tarafından yurdundan kovulur. Ormana çekilerek yoksul bir yaşam sürmektedir. Karısı toprak tanrıçasının kızı SİTA, şeytanlar kralı Ravana tarafından kaçırılarak Seylan adasına götürülür. Rama maymunlar kralı Hanuman'la anlaşır ve Seylan'a giderek, Hanuman'ın da yardımıyla korkunç bir savaştan sonra karısını kurtarır.
Birbirlerinden ayrı, hatta kıtalar arası uzaklık olmasına karşın, insanlığın ortak yaklaşımlar gösteren, yaradılışa anlam verme öyküleri şaşırtıcıdır.
" Her şey beklenti içindeydi, her şey sessiz ve sakindi ve gökler bomboştu "
Maya efsneleri
" Hiçlikte yüzen bir bulut gibi Na-Arean tek başına oturuyordu. Uyumuyordu, çünkü uyku diye bir şey bilmiyordu, acıkmıyordu çünkü açlık nedir bilmiyordu. Uzun bir süre böyle kaldı. Sonunda aklına bir fikir geldi. Ben bir şey yapacağım dedi kendi kendine.
Gilbert Adaları
" Kimsiniz? Nereden geliyorsunuz? Sana benzer hiçbir şey görmemiştim daha önce. " Yaratıcı insanoğluna baktı ve .... bu yeni garip varlığın kendine bu denli benzeyişine şaşırdı."
Eskimoların yaradılış öyküsü
Gökyüzünden ve yeryüzünden önce
Hayal meyal kurulmuş bir şey vardı.
Sessizlik ve boşluk
Öylece duruyor ve değişmiyor,
Dönüp dolaşıyor ve yorgun düşmüyor.
Dünyanın anası olabilir,
Adını bilmiyorum
Bir sözcük kullanmak için Ona " YOL " diyorum.
Derme çatma bir isim bulabiliyorum ve Ona " Büyük " diyorum.
Büyük olunca aramızda bulunmuyor,
Bulunmayınca uzaklarda var oluyor
Uzaklarda var olunca da içimizde yaşıyor.
Lao-Tse Tao Te Ching
Gökyüzü ve yeryüzü şekil almadan önce tümden bir karmaşa egemendi. Açık seçik ve aydınlık olan her şey yukarılara çıkıp gök oldu. Oysa karışık ve düzensiz olan her şey katılaşarak yer yüzü oldu. Saf, ince maddenin bir araya gelmesi kolay oldu, fakat ağır, karışık maddenin yoğunlaşması zor oldu. Bundan ötürü önce gök tamamlandı ve yer yüzü daha sonra şekil aldı. Gökle yer yüzü bir arada boşluk oluşturup her taraf kaba bir sadelik gösterirken, her şey yaratılmadan var olmaya başladı. İşte bu " Büyük Bütünlük "dü. Her şey bu bütünlükten çıktı ve değişiklikle donandı.
Hunai-nan Tze M.Ö.1.Y.Y. ÇİN
Maya-Kişeler'in kutsal kitabı POPOL-VUH insanlık tarihinin ev eski din kitaplarından biridir. Rig-Veda ve Zend Avesta'dan daha eski olduğu ileri sürülüyor.
Günümüze kadar bu kitabın ezoterik derinliklerine ve tarihsel değerlerinin niteliklerine inmek mümkün olmamıştır. Çünkü kitap bizim anlayışımıza uymayan sembolik bir dille yazılmıştır. Popol-Vuh'da yaradılış dört aşamadır. Gezegenler, yıldızlar bir şeyi, sembolize eder. Burada da devler vardır, onlarla savaşım uzun uzun anlatılır.
Yukatan yarımadası yerlileri tek bir tanrıya inanırlar. Canlı gerçek ve tanrıların en üstünüdür, fakat şekli yoktur ve simgesi yapılamaz, çünkü bir bedene sahip değildir. İsmi HUNAB KU dur. Her şey ondan gelir, fakat bedensiz oluşundan tapınmak için benzeyişinde bir şekil yapılamaz.
Orta ve Güney Amerika yerlilerinin şiirsel diliyle yaradılış.
Salt gök yüzü vardı ilkin, Hiçbir şey yoktu.
Başka hiçbir şey yoktu. Babamız düşlerle sevabı
Babamız bir hayale dokundu, Bağrına basarak düşündü
Gizli bir şey aldı eline. Uzun uzun, derin derin.
Onundu artık yeryüzü görüntüsü Masalcı başı
Ormanlar fışkırsın diye Göklerin dibinde oturuyordu.
Tükürdü de tükürdü. Düşündü uzun uzun,
Sonra oturdu dünyanın üstüne Sonra bu masalı yarattı,
Örttü onu gök kubbeyle Yer yüzünde bizler dinleyelim diye.
Dünyanın sahibi olduğu için ,
Üstüne mavi beyaz göğü koydu.
Yunan mitolojisinde tanrılar daha kusursuz ve insanlardan daha olgun ve yüksek varlıklar olarak görülmez. İnsanlardaki kötü ve iyi yönler onlarda da vardır. Güçleri ve yetkileri sınırsız değildir. Tanrılar da gizemli ve karşı konulmaz bir güce boyun eğerler. Bu güce FATO denir.
M.Ö.700 yılında yaşayan Hesiodos, Teogonia ( Tanrıların Dğuşu ) adlı yapıtı eski halk inançlarını dile getirir.
Khaos du hepsinden önce var olan,
Sonra geniş göğüslü Gaia, Ana toprak,
Sürekli, sağlam tabanı bütün
Ölümsüzlerin.
Onlar ki tepelerinde otururlar karlı
Olympos'un
Ve yol yol toprağın dibindeki karanlık
Tartaros'da
Khaos'dan, Erebos ve kara gece doğdu,
Gecedense Esir ve Gün ışığı doğdu,
Erabos la sevişip birleşmesinden.
Sonra GEA yıldızlı gök yüzünü ( Uranus!u ) ve denizi, yani Pontus'u yaratmış.
Sonra Uranus'la evlenen Gea'dan çeşitli yaratıklar doğmuş.
Bundan sonra on iki Titan ve onlardan da bir çok tanrı oluşur. Bunlar tüm insani olumsuzluk ve olumlulukları içeren sembollerdir.
Uranus çocuklarından memnun değildir, onları ortadan kaldırmak ister. Fakat Gea razı olmaz ve çocuklarına yardım eder, Uranusu uykuda iken vurmalarını sağlar. Öykü böyle gelişerek çok tanrılı bir mythos oluşur.
Kronosa bağlı Titanlar ve daha sonra Devleri yenip tüm tanrıları egemenliğine geçiren ZEÜS, ön plana çıkar.
M.Ö.5-6 yüz yıllarda itibaren ortaya çıkan insanın yaradılış masalı da şöyledir.
Zeüs'ün oğullarından olan Prometheus, babasıyla geçinemez. Evrenin her yerinde yaşanan acılara ve haksızlıklara Zeüs'ün ilgisizliği onu kızdırmakta, bu nedenle de Zeüs'den nefret etmektedir.
Sonuçta kendisi gibi, yaşantısında duyguya da yer verecek yaradılışlar meydana getirmeye karar verir. " Göz yaşlarıyla toprağı çamur haline getirip yoğurarak ilk olumlu yaratıklar olan İNSAN'ı meydana getirir. "
İnsanoğulları ile Prometheus'un kendisine hazırladıkları tuzağa kızan Zeus, İnsanlığın elinden ateşi alır. Prometheus bir meşale yakarak insanları yeniden ışığa kavuşturur. Buna kızan Zeus, Prometheus'u KAF dağına attırır, bir kayaya zincirler. Gündüzleri bir kartal ciğerlerini yer ve yenen kısımlar gece tekrar eski haline gelir.
Prometheus'u cezalabdıran Zeüs, insanları de cezalandırmayı düşünür. Bunun için HEPAİSTOS'dan kilden bir genç kız heykeli yapmasını ister. Graziaların da yardımıyla Afrodit'in ve Minerva'nın bütün güzelliği ve zeka ile bilgeliğine sahip olur. Hermes de kıza bir hediye vermek ister, bu yalancılık ve sahtekarlıktır. Genç kıza PANDORA adı verilir. Pandora " Niteliği bol " anlamındadır. Bütün iyilik ve kötülüklerin içinde bulunduğu bir kutu verilir ona. Bir gün kutunun kapağını açmaktan kendini alamaz . Kapak açıldığında, kötülükler çıkıp insanlar arasına yayılır. İyilikler ise sis halini alıp dağılır. Kutuda son bir iyilik kalır... Bunun adı da UMUT'tur.
Daha sonraları bir çok efsane doğar, İO, DANAE, AUROPA, SEMELE, ALKAMELA gibi.
Zeüs, tüm gücüne karşın yine de bunun sınırlılığını bilir. O FATO'nun yani " KADER'İn" istek ve emirlerine boyun eğmek zorundadır. Her şey ortadan kalkıp evrende tek başına FATO kalınca tanrılarda yok olacaktır.
Diğer Akdeniz ülkelerinin de efsanelerinde bulunan ADONİS efsanesi de, Afrodit ile genç bir prens olan Adonis arasında geçer. Bir gün Adonis, Afrodit ile avlanırken yaban domuzunun saldırısına uğrar ve ölür. Afrodit sevgilisinin kanından kırmızı şakayik çiçekleri yapar.
Afrodit, ırmak tanrısının oğlu Narksisos'un, onu seven Ekho ( Yankı ) ya yüz vermemesine kızar. Çünkü üzülen Yankı taş kesilmiştir. Sadece sesi kalmıştır. Bir gün Narkissos su kenarında dinlenirken , sudaki yansımasını görür, bu yüzü başkasının sanıp ona aşık olur. Bir daha unutamaz ve yemek içmekten kesilerek kıpırdamaz hale gelir ve ölür. Ve bu gün NERGİZ dediğimiz bir çiçeğe dönüşür. Bu gün kullanılan Narsis yani kendini beğenmiş sözcüğü ve nergiz çiçeğinin adı bu öyküden türetilmiştir.
Zenofones ( 564-478 ) tanrılar konusunda bütün gerçeği tüm yalınlığıyla dile getirir.
İnsan kendi eliyle yarattı tanrılarını,
Kendi bedenini, sesini, giysilerini
Verdi onlara.
Beygirin, aslanın, koca ****ün
Eli resme , heykele yatkın olsa ,
At, tanrısını at biçiminde yapar,
Aslan, kendi biçiminde...
Öküzün tanrısı **** biçiminde olurdu.
Habeşler diyor ki bizim tanrıların
Burunları basıktır, derileri kara.
Trakyalılar diyor ki bizim tanrıların
Saçı kırmızı gözleri ela.
Troia savaşını konu alan Homeros'un M.Ö.850 İlyada ve Odysseia destanı, günümüzde en çok adı geçen destanlardır. Çünkü ilk tanınan o idi. Diğer ulusların destanlarını öğrendikçe, birbirlerinden etkilendiklerini daha iyi anlıyoruz.
Kahin, Yunan donanması için gerekli rüzgarın olmamasına Agamenon'un neden olduğunu, kızı İphigeneia'nın kurban edildiği takdirde, rüzgarın çıkacağını söylemesi üzerine Agamenon bunu kabul etti.
Tam İphigeneia'nın kafası kılıçla kesilmek üzereyken Artemis onu gözden kaybeder, kılıç yerine indiğinde dişi bir geyik koyarak, kurbanımızı kabul etmiştir sözü bitirir bitirmez rüzgar çıkar ve donanma Trioia'ya yola koyulur.
Yedi yüz yıl sonra M.Ö.98 li yıllarda Romalı şair Lucretius bu tören ve sonrasını şu dizelerle eleştiriyor.
Dinden sapacağımı sanmaktır, tek kaygım Memmuis.
Bil, çoğu kez bağnazlıktır günahların nedeni.
Nasıl lekeledi Yunanlı önderler,
O soylu beyzadeler, İphigeneia'nın kanıyla.
Kaldırdılar titreyen bedenini, götürdüler sunağa.
Hymenaios'un tatlı ezgilerini duysun diye değil
Günahkar töre uyarınca düğün gününde,
Daha da acısı, öz babasının eliyle
Öldürülmekti onun kara yazgısı, elverişli
Rüzgarla yola çıksın diye Yunan donanması.
Kötülüğün bu kertesine bağnazlık götürür kişiyi.
Homeros'un 27.800 mısralık şiirsel destanının kahramanları, bu gün karşımıza ad olarak, yer adı olarak, eser adı olarak , bilimsel buluşlara ad olarak çıkmaktadır. Sonuçta İyon ve Grek mitolojilerinin ve diğer düşüncelerin kökenine indiğimizde karşımıza bir hayli ilginç sonuçlar çıkıyor.
Eski Mısır'ın en ünlü mabetlerinde inisiye olan İyonlar ve Grekler hakkında şunlar söylenmektedir.
" Orphee, Osiris'in sırlarını biliyordu. Homeros Hiyoroğlifleri okumasını biliyordu. Ulisse'nin cehennemin eşiğinde, okuduğu dua, Anubis'in İsis,Osiris, Path ve diğer tanrıların gölgesini çağırmak için bir papirusta bulunmaktadır. Homeros'un Mısır'da yaşadığı, bazılarına göre TEB de doğduğu ileri sürülmektedir.
Thales, piramitlerin gölgesini ölçtü. Solon Sait'te kaldı. Firavun Amasis, Pythagoras'ı Mamphis rahiplerine tavsiye etti, Mabetlerin en kutsallarına girdi ve inisiye edildi.
Demoritos Mısırlıların arasında on üç yıl kaldı, Osiris ve Dionysos sırlarına inisiye edildi. Plutharkos ve Hiyeroğliflerin çevirilerini yapabilen Plotinos Mısırda uzun yıllar yaşamıştır.
Tüm mitos ve destanların, tanrıbilim ve evrenbilim düşüncelerinin kaynağı Mısır, Sümer, Hint ve Hitit uygarlıklarında yattığını görmekteyiz. Gılgameş, İlyadave Odysseus, Mahabbarata ve Ramayana'da ortak noktalar ve tema hemen hemen aynıdır. Fakat yine de en eskileri Gılgameştir.
Bu düşünceler ileride bir çok inanç ve dinlere kaynaklık edecek ve isim değiştirerek anlam olarak kitaplarda yerini alacaktır.
Bütün bu düşüncelerin geliştiği tarihlerde, daha farklı düşünceler de vardı. Çoğu İyonya'da yaşayan Doğu filozoflarıydı. Hepsinin bildiği ve atomcular olarak da adlandırıldılar. Bunlar Leukippos, Demokritos, Epiküros en önde gelenleri arasındaydı.
Epikür'ün ( M.Ö. 341-271 ) etkisinde kalan Lucretius yedi bin dört yüz dizede, evrenin yapısı hakkında düşüncelerini öne sürer. Leukippos ve Demokritos'a göre, evrenin maddi bir yapısı vardır ve atomlardan oluşmuştur. Lucretius önce dogmalara karşı çıkar ve dizelerinde bunu şöyle dile getirir.
Neler uydurabilir onlar, bir düşün
Yaşamın uyumunu bozmak,
Mutluluğu dönüştürmek için korkuya.
Haklıdırlar üstelik; insanoğlu, acılarının
Anladı mı bir sonu olduğunu, ne yapıp yapar, güçlenir,
Karşı koyar bağnazlığa ve zulmüne yalvaçların.
Oysa şu anda direnci yoktur, çünkü
Ölümden sonraki ceza yıldırmaktadır gözünü.
Canının niteliği konusunda bilgisizdir.
Bedenle birlikte mi doğar can, sonra mı yerleşir?
Ölümle çözülüp yok mu olur bizimle, yoksa
Kara, korkunç bataklığında mı dolaşır Orkus!un?
Bağnazlıktan kurtulmanın gereğini vurguladıkta sonra ana ilkeyi şöyle açıklar.
İlkemiz şu olacak konuya girerken:
Hiçten, hiçbir şey yaratılmaz tanrısal güçle.
Ölümlülerin bunca korkuya kapılmaları,
Yerde ve gökte tanık oldukları olaylara
Gözle görünür bir neden bulamamalarındandır.
Hiçten, bir şey yaratılamıyacağını kavrayınca
Daha açık ve seçik göreceğiz önümüzdeki yolu:
Tanrıların eli olmadan varlıkların
Nasıl oluştuğunu ve var olduğunu.
İkinci ilke olarak varlıkların atomlardan nasıl olduğunu şu dizeler dilegetirir.
İkinci ilke: Kurucu atomlarına ayırır birleşikleri
Doğa ve hiçbir şeyi indirgemez hiçliğie,
Öğeler yok edilir nitelikte olsalardı
Yitip giderdi nesneler de birdenbire.
Öyleyse iki türdür nesneler;
Atomlar ve onlardan oluşan birleşikler.
Çünkü hiçbir güç yıkamaz atomlar
Saltık sonluk sonsuz dek korur onları.
Varlıkların ham maddesinin ateşten olduğunu ileri süren Herakleitos'u
Ve varlıkların ham maddesini ateş sananlar;
Konuşmasının anlaşılmazlığı ile ün salan
Herakleitos gelir bayrağı açanların başında
Gerçeği arayan ciddi Yunanlı değil
Zekası kıtlardandır o. Çünkü ancak budalalar
Bulmacayı andıran sözlerden etkilenir.
Kulaklarına tatlı bir ezgi gibi hoş gelen
Süslü sözler budalalarca hemen benimsenir.
dizeleriyle biraz da acımasızca eleştirir.
Atomların yapısını uzun uzun anlattıktan sonra konuyu şöyle bağlar.
Sana atomların yapısını anlattım Mammuis:
Nasıl farklılık gösterdiklerini biçince, nasıl
İlerlediklerini boşlukta süregen bir itiyle
Ve nasıl yaratıldığı varlıkların atomlardan.
Ölüm için de :
Korkulacak bir şey yoktur ölümde
Var olmayan acı çekmez nasılsa,
O zaman ne ayırım kalır ölümle
Hiç doğmamış olanın arkasında.
Karanlık cehennem de yoktur ölümden sonra.
Hep yeni kuşaklar yaratacak madde vardır,
Gerekli yaşam süreleri tamamlandığında onlar da
Gidecek, onlardan sonra gelen de.
Her şey birbirinden doğmuş olacak böylece
Kimse el koyamaz, sahip çıkamaz yaşama.
Evrenin oluşumunu da şöyle açıklıyor Lucretius;
Güneşin parlak topu görülmüyordu o sıralar
Ne gök kubbeye üşüşmüştü yıldızlar
Ne deniz vardı, ne gök, ne hava
Ne de bildiklerimize benzer nesne-Salt
Yeni kümelenmiş her türden atomlar arasında
Bir kasırga- Bu uyumsuzluktan doğdu çatışma.
Ara boşluklarda atomların, yönelişlerine
Kargaşa yaratan, Biçimlerdeki çeşitlilik gereği,
Koruyamazlardı başlangıçtaki bileşimlerin,
Devinimce uzlaşmazlardı çünkü. Bu karmaşada
Elendiler kendiliklerinden; Benzerler birleşti.
Dünya kaba taslak çizildi. Önce göğün çatısını
Yerden ayırdılar. Kütleden ayrı bir çanakta
Suları barındırdı deniz. Yalıtılmış
Katışıksız alevi esirin, ötelerde kümelendi,
Zaman konusunda şu ilginç yaklaşımla karşılaşıyoruz:
Bunun gibi, zaman da var değildir kendi başına,
Gözdelerin kavr******* doğal kavramı,
Olmuş olanın, oluşanın ve olacak olanın.
Demek kimse algılamaz zamanı, varlıkların
Deviniminden ve durağanlığından ayrı tutunca.
Lucretius'dan dört yüz yıl sonra M.S. 400 lerde, çok tanrılı olarak düşünülen din ve inanç kavramlarıyla, Hıristiyanlık düşüncesi arasında acımasız bir savaş sürmektedir. Gerçek anlamıyla Hıristiyanlık temelde zayıftır, bu nedenle kimlik kazanmak için sert ve acımasızdır.
395 yılında 400.000 ciltlik papirus tomarıyla İskenderiye Kütüphanesi, o devrin ilim ve bilgisini içinde toplayan Kütüphanenin SERAPTİUM adındaki bir bölümü, Piskopos Theophile tarafından yakıldı. Bu olaydan 25 yıl sonra astronom Theon'un kızı matematikçi HYPATİA ( 370-415 ), Başpiskopos Cyril'in kışkırtmasıyla İskenderiye 'de, etleri kemiklerinden deniz kabuklarıyla sıyrılarak parçalanıp öldürüldü. Kütüphanede kalan son bölümler ve kitaplar yıkılıp yakıldı.
Carl Sagan, bu trajik olayın sonuçlarını şöyle dile getirir. " Bu olayla tüm uygarlık sanki kendine bir beyin ameliyatını reva görmüş ve bu ameliyat sonucu olarak belleğinin, keşif ve icatlarının, düşünce ve ihtiraslarının büyük bir bölümü silinip gitmişti. Kayıp büyüktü. Hem de hesaplanamayacak şekilde. "
Ortadoğu ve Batı dünyası bin yıllık karanlık döneme girerken, akıldan ve bilimden yana binlerce insanın da en acımasız bir şekilde işkence görüp yakılarak öldürüldüğünü biliyoruz. O dönemi artık kapanmıştır. Bu gün bilim, aklın rehberliğinde özgürlüğünü elde etmiş görünmektedir.
Aydınlanma döneminin düşünürleri tekrar Antikçağın İyonyalı doğa filozoflarının yaklaşımlarına dönerek, bilimsel yapının temellerini sağlamlaştıklarını görüyoruz.
16-17. yüzyılda filizlenmeye başlayan bilimsel düşünce, Leonor de Vinci, G. Bruno, Kepler, Galileo ile meyvelerini vermeye başladı. Galileo'nun öldüğü yıl doğan Newton (1642-1727 ) PRİNCİPİA adlı yapıtı ile çağının, bilimsel en büyük otoritesi oluyordu. Bu nedenle fizik ve astronominin temel prensipleri, yüzyılın başlarına kadar Newtonfiziği olarak adlandırılır.
1905-1915 yıllarında Einstein'in Özel ve Genel Görecelik kuramlarıyla, Fizikte yeni bir denrim ve dönem başlaması da pek uzun sürmedi. Kuantum fiziğinin öne sürülmesiyle yüzyılımızın ilk yarısında iki fiziksel devrimyaşandı.
Kuantum fiziğinin yeni düşün biçimi aynı zamanda Descartes mantığı dediğimiz kartezyen felsefeyi de temelinden sartı.
Bu gün büyük yığınların ve bir bölüm fizikçilerin karşı çıkışlarına karşın Kuantum fiziği ve onun getirdiği yeni bakış açısı, daha güçlü görünmektedir. Çünkü çekirdek fiziğinin derinliklerinden elde edilen bilgiler, daha doğrusu bilinmezlikler, kolay kolay kenera atılacak gibi değil. Mezonların ve Kuarkların dünyası bilim adamlarının düşüncelerini şaşkına çeviriyor.
Atomun derinlikleri,ne kadar, hücrenin derinlikleri de bir evren kadar gizemli. Belki de her ikisinin gize, aynı zamanda evrenin gizemini içeriyor. Hücrenin derinliklerine indikçe bilinmezlikler birbirini izliyor. Belki de bildiklerimiz, ne kadar bilmediğimizi ortaya koyuyor.
Genetik ve Kuantum fiziğinin, çağımızın temel araştırma konularını oluşturduğunu söyleyebiliriz. Uzay ise bizler için hep merak ve korku konusu olmuştur. Merakın korkuyu yeneceğine inanıyorum. Çünkü bilim merakın yaramaz çocuğudur.
Sonuç olarak, mitos insanlığı uzun bir süreden beri etkilemiş ve hala etkilemektedir. Dün, doğadaki bir çok somut kavramlar, tanrılar, devlet, periler, titanlar'la sembolize edilirken, bu gün daha değişik ve isim ve kılıkta karşımıza çıkmaktadırlar.
Mitostan Bilime Olan Yolculuğunda insanın yerini belirlemek hem zor, hem bazı durumda olanaksız. Bu serüven insan ve doğa var olduğu süre devam edecektir.
Bunu en açık ve yalın bir şekilde Seneca dile getiriyor. ( M.S. 1. Yüzyıl.)
Çağlar boyunca girişilecek sabırlı ve dikkatli çalışmalar, bu gün için perdenin arkasında kalan birçok şeyi aydınlığa kavuşturacaktır. İnsan, evrenin sırlarını araştırmak için yaşamının tümünü bile harcasa, yine de böylesine engin bir sorun karşısında yeterli olamaz. Bu nedenle, bilgelik ancak çağlar aşıldıkça insanoğlunun önüne serilecektir. Bir gün gelecek, o günün insanları kendilerince bilinen şeylerin daha önceleri bilinmeyişine şaşacaklar. Bir çok buluşun ortaya çıktığı , bizlerin anısı çoktan silinip gittiği dönemlere rastlayacaktır. Her çağın insanına, araştırmak üzere sorular gizlemesini beceremeyen evren, çekici olmaktan uzak, tek düze bir yaşam ortamı oluşturur.
Bu yaklaşımın bir günde tümüyle onaylanacak nitelikte olduğunu görüyoruz. Doğayı anlama ve kavrama çabası içinde olan bilim, insanın bağnazlıktan kurtulabildiği oranda başarıya ulaşabilir.
Psikolojik açıdan baktığımızda, aşırı maddeciliğin insanın özde kendini yitirmesinde en büyük etkenlerden biri olduğunu görüyoruz. İnsanı yaşamın önünde küskün, beceriksiz ve mutsuz yapmaktan öteye götüremez Aklın gereği, ikisi arasında uyumu sağlamaktır. Buna paralel olarak, bilimsel gelişmelerin insanlığa büyük yararlar sağlaması yanında, bu gelişmenin getirdiği yaşam biçiminin, insanlardaki ruhsal sorunların artmasına etken olduğunu görüyoruz. Değişen etik değerler, insanları daha bencil ve saldırgan hale getiriyor. İnsanın bilime yaptığı katkılarda insani değerler önde olmadığı sürece, bilim onun bir gün felaketine de neden olabilir. Her şey insanın bilincindedir. Her şeyi var ettiği gibi, yok da edebilir.
Sonuç olarak; Evren konusunda olduğu kadar, insanlarımız konusunda da yeterli bilgi sahibi olmadığımız bir gerçek. Her vesile ile göklere çıkardığımız İnsanlığımızın ölçüsü ne? Neye göre karşılaştırıyoruz? Bize en çok benzeyen bir canlı olan "Orangutanla" mı? Ancak bizden daha üstün canlı varlıklar olsaydı ve buna göre karşılaştırma yapsaydık, o görecelik yardımıyla insanın, evrimsel aşamanın neresinde olduğunu anlayabilirdik.
Bu nedenle, zaman zaman insanlığın yaptığı yıkımlara şaşırıp durmamızın temelinde bu sorunlar yatmaktadır. Belki, var olan canlılara göre üstünüz, ama ideal olan insani özelliklere de pek azımız erişebiliyor.
Bize düşen görev, bunların ayırdında olabilmek için çok yönlü bilgilenmek ve düşünmektir. Bununla da yetinmeyip insani değerlerin olması gereken düzeye gelmesinde sorumlu olduğumuzun bilincine varmaktır.
Ö zkan ARAS' dan alıntıdır