Efsunkar
Bayan Üye
Spinoza düşünmüş: Havaya fırlatılan taş konuşabilseydi, kendi isteğiyle yolculuğa çıktığını söylerdi. Kurallarını kabul etmediği bir oyunun içindedir üstad: Babıali. Kavgasıyla, gürültüsüyle, aşkları ve ihanetleriyle, her sokak başında bir yazar, her kaldırımda bir şair üreten, edebiyatın, şiirin, ideolojilerin cenk meydanı. Cemil Meriç kurtlar sofrasında. Altınlarını cam karşılığı dağıtan kızıl deriliye kadeh şangırtıları arasında kahkahayla gülünen bir sofra. İnsanlar bir yana, ölümün bile sağcı ve solcu diye ayrıştığı bir yerdeyiz. Kavga, insanla kader arasında değil artık, insanla kelime arasında. Gerici, ilerici diye birbirini yaftalamakla meşgul, her biri ehramlara taş taşıyan birer köle hayatına namzet aydın sınıfı içinde, kim kabul eder bu imansız kalemi? Sağ okumuyor, sol küskün. Asyadan Avrupaya dünyayı İstanbula taşıyan seyyah, gördüklerini anlatacak adam aramaktadır. Ne söylediğin değil, kim olduğun önemli. Çalınan her kapıda aynı cevap: Sen bizden değilsin.
Bu lânet çemberinin içinde, gene de düşünceyi hoş gören birkaç yer bulunur: Hisar, Türk Edebiyatı ve Hareket dergileri. Ayrıca Yeni Devir gazetesi de üstada kapısını açanlardan. Saint Simonu basınca sol, Hint Edebiyatını basınca sağ damgasını yemekten kendini kurtaramayan Cemil Meriçe, mücadeleyi devam ettiren amaç neydi acaba? Baki kalan bu kubbede bir hoş sadâ bırakmak mı? Yazmak niye? Yazı, meçhule atılan bir kement Denize atılan şişe. Anlatmak niçin? Her söz bir davettir. Neye veya kime davet? Düşünceye Düşünce şüphe demektir Düşünce tezatlarıyla bütündür. Kime arzediyorsun? Elinde hiçbir adres yokken hem de. Vignynin dediği gibi, En muhteşem cevap sükût değil mi? Birilerinin rahatını kaçırmak için mi doğdun sen? Havarilerin nerede? Efendisini şeyh yapan müritlerin hani? Yalnızsın. Dostun yok. O halde niye? Hak bildiğin yolda yalnız yürümek mi? Senin hakikatin yok ki! Nedir seni ayakta tutan? Hiçbir zaman iktidar rüyası görmedim. Ama her büyük adam ismi telaffuz edilirken içim ürperdi.
Cemil Meriç, Tanrıdan kaçan bir mümin. Dostoyevski gibi. Dosto ve Biz Büyük adam kaderle savaşmak zorundadır. Bu bir keşifti. Kristof Kolombun önüne Amerikayı çıkaran kader, benim karşıma da Dostoyu çıkarmıştı, Dostoyu yani sonsuzu. Bu girdaplar ve zirveler dünyasında, tek başıma dolaşacak yaşta değildim. Kıyıdan seyrettim ummanı. Aylarca Raskolnikovu yaşadım. Sonyayı sayıkladım aylarca Bir ölüyü öldürmüştü Raskolnikov, bir abesi yok etmişti Anlayamazdım Dostoyu. İnsanın kendi kendisi ile kavgasını anlayamıyordum. Sadece Cemil Meriç değil, Türk milleti anlayamazdı Dostoyu, yılların geçmesi gerekiyordu. Gün geldi, Türk insanı anlayamadığı Dostoyu yaşamak zorunda kaldı. Dostoyu anlayabilir miyiz? Evet. Hem de Batının bütün romancılarından çok. 1968′den beri kurbanı veya seyircisi olduğumuz trajediyi, bütün çıplaklığı, bütün eziciliği ile Ecinnilerde yaşıyoruz. Sosyalizm, anarşizm, batıcılık Dosto, bütün dertlerimizin üstünde düşünmüş, tabiî bir Rus milliyetçisi olarak.
Fildişi Kule
İsa otuz üç yaşında ölmüş, Nitezche otuz üç yaşında delirmiş. Ben yolumu otuz üç yaşından sonra buldum. Otuz dokuz yaşındaydı, artık gözleriyle değil, beyni ve kalbiyle seyrediyordu ummanı. Diliyle bütün dünyayı dolaşan adamı idamla yargılayan devlet, üniversiteye çağırdı.
Okutmanlık yaptı, yıllarca. Ne ki, Türkiyede üniversite yoktu, varsa da ilim yoktu. Çünkü üniversite ilim yeri değildir. Her şey, ama her şey kuru bir taklitçilikten ibaretti. Öğrenciler bölünmüştü, kitaplar bölünmüştü, düşünce bölünmüştü. Kelime ikiye bölünmüştü, kullarına ayrı dünyalar anlatıyordu. O araftaydı. Bazen Asyaya kanat çırpıyor, Ganj kıyılarında dolaşıp, topladığı meyvaları ülkesine sunuyordu. (1964, Hint edebiyatı- Bir Dünyanın Eşiğinde). Kızıyordu Babıali, sağcı oldu diye. Bazen Avrupayı dolaşıyor, kilisenin yerine makineyi, vahyin yerine aklı tercih eden Batı insanını çağırıyordu ülkesine. (1967, Saint Simon, ilk Sosyolog- İlk Sosyalist). Kızıyordu Babıâlî, bu kez solcu oldu diye. Yine de yazıyordu, (1941′den beri, İnsan, Yücel, Gün, Ayın Bibliyografyası gibi dergilerde) bıkmadan, usanmadan yazıyordu. Bu lanet çemberinden kurtulamazdı. Çare yok, Fildişi Kulesine çekilmeliydi. Hisarda anlatmaya başladı Fildişi Kulesini. Mümkün değil, düşünce tezatlarıyla bütünleşmek istemiyordu. Herodotttan bu yana insanlık Doğu-Batı diye ikiye ayrılmıştı.
Ve 1974. Cemil Meriç, elli sekiz yıllık hayatında gördüğü Bu Ülkeyi yazdı. Yer yerinden oynadı. İzmler üzerimize giydirilmiş birer deli gömleğidir. diyordu. Olacak şey değil. Herkes masallarını yakmalıydı. Düşüncenin kuduz bir köpek gibi takip edildiği bir ülkede, düşünce adamı çıkmayacağını herkes bilmeliydi. Şair duruşlu adam, kustu bütün öfkesini. Hiçbir kalıp tanımıyordu. Hemen ardından Umrandan Uygarlığa (1974) geçişin öyküsünü yazdı. Medeniyetleri anlatıyordu üstad, Medeniyet üç günde inşa edilmez diyordu. İdeolojinin macerasını koydu Babıalinin sofrasına. Vuzuhu kilitleyen anahtar kelimeyi. Tanıyordu insanını. Aydınlarımız ne yapsın? Mefhumun kendisi kaypak ve karanlıktı. Ve Araftakiler. Yeryüzünün en büyük beyinlerinden birini anlattı onlara: İbn Haldun. Kendi semasında tek yıldız bu adam, belki bu lanet çemberinin içinden çıkarabilirdi Babıâliyi. Ne ki, Herkes, hangi düşünceye kulak kesilmişse öbürüne sağırdı. Devlet böyle istiyordu çünkü. Emir büyük yerdendi.
Ve Mağaradakiler. 1978. Bazen Asyayı, bazen Avrupayı anlatan üstad, hemen üstümüzde duran devasa Rusyanın macerasını da okudu müritlerine. Ülkesi giderek geriliyor, asker dipçiğinin ayak sesleri duyuluyordu uzaktan. Kalbi kanıyordu memleketinin. Akacak kan damarda durmazdı, ve durmadı. 1971′de sağ gösterip sol vuran devlet, yeni bir balans ayarına ihtiyaç duymuştu. Ve 1980. Tarih kanla yazılmaktan vazgeçmiyordu. Kırkambar (1980) çıktı bu dönemde. Sular kabarmaya devam ediyordu üstadın ruhunda. Kendine dünyada bir yer arayan adam, dalgalarla kelimelerle yoğuruyordu dünyasını. Hâlâ araftaydı, yani ortada. Henüz taraftar değildi. Düşünce ve fikirleriyle sağa, eylem ve yaşantı tarzıyla sola yakındı. Henüz Tanrıyla barışmamıştı araftaki adam. Dostoyevski gibi, Raskolnikov gibi. Tanrıya yenik düşmüş, ama henüz onunla anlaşmamıştı.
Bu lânet çemberinin içinde, gene de düşünceyi hoş gören birkaç yer bulunur: Hisar, Türk Edebiyatı ve Hareket dergileri. Ayrıca Yeni Devir gazetesi de üstada kapısını açanlardan. Saint Simonu basınca sol, Hint Edebiyatını basınca sağ damgasını yemekten kendini kurtaramayan Cemil Meriçe, mücadeleyi devam ettiren amaç neydi acaba? Baki kalan bu kubbede bir hoş sadâ bırakmak mı? Yazmak niye? Yazı, meçhule atılan bir kement Denize atılan şişe. Anlatmak niçin? Her söz bir davettir. Neye veya kime davet? Düşünceye Düşünce şüphe demektir Düşünce tezatlarıyla bütündür. Kime arzediyorsun? Elinde hiçbir adres yokken hem de. Vignynin dediği gibi, En muhteşem cevap sükût değil mi? Birilerinin rahatını kaçırmak için mi doğdun sen? Havarilerin nerede? Efendisini şeyh yapan müritlerin hani? Yalnızsın. Dostun yok. O halde niye? Hak bildiğin yolda yalnız yürümek mi? Senin hakikatin yok ki! Nedir seni ayakta tutan? Hiçbir zaman iktidar rüyası görmedim. Ama her büyük adam ismi telaffuz edilirken içim ürperdi.
Cemil Meriç, Tanrıdan kaçan bir mümin. Dostoyevski gibi. Dosto ve Biz Büyük adam kaderle savaşmak zorundadır. Bu bir keşifti. Kristof Kolombun önüne Amerikayı çıkaran kader, benim karşıma da Dostoyu çıkarmıştı, Dostoyu yani sonsuzu. Bu girdaplar ve zirveler dünyasında, tek başıma dolaşacak yaşta değildim. Kıyıdan seyrettim ummanı. Aylarca Raskolnikovu yaşadım. Sonyayı sayıkladım aylarca Bir ölüyü öldürmüştü Raskolnikov, bir abesi yok etmişti Anlayamazdım Dostoyu. İnsanın kendi kendisi ile kavgasını anlayamıyordum. Sadece Cemil Meriç değil, Türk milleti anlayamazdı Dostoyu, yılların geçmesi gerekiyordu. Gün geldi, Türk insanı anlayamadığı Dostoyu yaşamak zorunda kaldı. Dostoyu anlayabilir miyiz? Evet. Hem de Batının bütün romancılarından çok. 1968′den beri kurbanı veya seyircisi olduğumuz trajediyi, bütün çıplaklığı, bütün eziciliği ile Ecinnilerde yaşıyoruz. Sosyalizm, anarşizm, batıcılık Dosto, bütün dertlerimizin üstünde düşünmüş, tabiî bir Rus milliyetçisi olarak.
Fildişi Kule
İsa otuz üç yaşında ölmüş, Nitezche otuz üç yaşında delirmiş. Ben yolumu otuz üç yaşından sonra buldum. Otuz dokuz yaşındaydı, artık gözleriyle değil, beyni ve kalbiyle seyrediyordu ummanı. Diliyle bütün dünyayı dolaşan adamı idamla yargılayan devlet, üniversiteye çağırdı.
Okutmanlık yaptı, yıllarca. Ne ki, Türkiyede üniversite yoktu, varsa da ilim yoktu. Çünkü üniversite ilim yeri değildir. Her şey, ama her şey kuru bir taklitçilikten ibaretti. Öğrenciler bölünmüştü, kitaplar bölünmüştü, düşünce bölünmüştü. Kelime ikiye bölünmüştü, kullarına ayrı dünyalar anlatıyordu. O araftaydı. Bazen Asyaya kanat çırpıyor, Ganj kıyılarında dolaşıp, topladığı meyvaları ülkesine sunuyordu. (1964, Hint edebiyatı- Bir Dünyanın Eşiğinde). Kızıyordu Babıali, sağcı oldu diye. Bazen Avrupayı dolaşıyor, kilisenin yerine makineyi, vahyin yerine aklı tercih eden Batı insanını çağırıyordu ülkesine. (1967, Saint Simon, ilk Sosyolog- İlk Sosyalist). Kızıyordu Babıâlî, bu kez solcu oldu diye. Yine de yazıyordu, (1941′den beri, İnsan, Yücel, Gün, Ayın Bibliyografyası gibi dergilerde) bıkmadan, usanmadan yazıyordu. Bu lanet çemberinden kurtulamazdı. Çare yok, Fildişi Kulesine çekilmeliydi. Hisarda anlatmaya başladı Fildişi Kulesini. Mümkün değil, düşünce tezatlarıyla bütünleşmek istemiyordu. Herodotttan bu yana insanlık Doğu-Batı diye ikiye ayrılmıştı.
Ve 1974. Cemil Meriç, elli sekiz yıllık hayatında gördüğü Bu Ülkeyi yazdı. Yer yerinden oynadı. İzmler üzerimize giydirilmiş birer deli gömleğidir. diyordu. Olacak şey değil. Herkes masallarını yakmalıydı. Düşüncenin kuduz bir köpek gibi takip edildiği bir ülkede, düşünce adamı çıkmayacağını herkes bilmeliydi. Şair duruşlu adam, kustu bütün öfkesini. Hiçbir kalıp tanımıyordu. Hemen ardından Umrandan Uygarlığa (1974) geçişin öyküsünü yazdı. Medeniyetleri anlatıyordu üstad, Medeniyet üç günde inşa edilmez diyordu. İdeolojinin macerasını koydu Babıalinin sofrasına. Vuzuhu kilitleyen anahtar kelimeyi. Tanıyordu insanını. Aydınlarımız ne yapsın? Mefhumun kendisi kaypak ve karanlıktı. Ve Araftakiler. Yeryüzünün en büyük beyinlerinden birini anlattı onlara: İbn Haldun. Kendi semasında tek yıldız bu adam, belki bu lanet çemberinin içinden çıkarabilirdi Babıâliyi. Ne ki, Herkes, hangi düşünceye kulak kesilmişse öbürüne sağırdı. Devlet böyle istiyordu çünkü. Emir büyük yerdendi.
Ve Mağaradakiler. 1978. Bazen Asyayı, bazen Avrupayı anlatan üstad, hemen üstümüzde duran devasa Rusyanın macerasını da okudu müritlerine. Ülkesi giderek geriliyor, asker dipçiğinin ayak sesleri duyuluyordu uzaktan. Kalbi kanıyordu memleketinin. Akacak kan damarda durmazdı, ve durmadı. 1971′de sağ gösterip sol vuran devlet, yeni bir balans ayarına ihtiyaç duymuştu. Ve 1980. Tarih kanla yazılmaktan vazgeçmiyordu. Kırkambar (1980) çıktı bu dönemde. Sular kabarmaya devam ediyordu üstadın ruhunda. Kendine dünyada bir yer arayan adam, dalgalarla kelimelerle yoğuruyordu dünyasını. Hâlâ araftaydı, yani ortada. Henüz taraftar değildi. Düşünce ve fikirleriyle sağa, eylem ve yaşantı tarzıyla sola yakındı. Henüz Tanrıyla barışmamıştı araftaki adam. Dostoyevski gibi, Raskolnikov gibi. Tanrıya yenik düşmüş, ama henüz onunla anlaşmamıştı.