İnsanla Kelime Arasında:Cemil Meriç/Ekrem Özdemir

Efsunkar

Bayan Üye
Spinoza düşünmüş: “Havaya fırlatılan taş konuşabilseydi, kendi isteğiyle yolculuğa çıktığını söylerdi.” Kurallarını kabul etmediği bir oyunun içindedir üstad: Babıali. Kavgasıyla, gürültüsüyle, aşkları ve ihanetleriyle, her sokak başında bir yazar, her kaldırımda bir şair üreten, edebiyatın, şiirin, ideolojilerin cenk meydanı. Cemil Meriç kurtlar sofrasında. “Altınlarını cam karşılığı dağıtan kızıl deriliye” kadeh şangırtıları arasında kahkahayla gülünen bir sofra. İnsanlar bir yana, ölümün bile sağcı ve solcu diye ayrıştığı bir yerdeyiz. “Kavga, insanla kader arasında değil artık, insanla kelime arasında.” Gerici, ilerici diye birbirini yaftalamakla meşgul, her biri “ehramlara taş taşıyan birer köle” hayatına namzet aydın sınıfı içinde, kim kabul eder bu imansız kalemi? “Sağ okumuyor, sol küskün.” Asya’dan Avrupa’ya dünyayı İstanbul’a taşıyan seyyah, gördüklerini anlatacak adam aramaktadır. Ne söylediğin değil, kim olduğun önemli. Çalınan her kapıda aynı cevap: “Sen bizden değilsin.”

Bu ‘lânet çemberi’nin içinde, gene de düşünceyi hoş gören birkaç yer bulunur: Hisar, Türk Edebiyatı ve Hareket dergileri. Ayrıca Yeni Devir gazetesi de üstada kapısını açanlardan. Saint Simon’u basınca sol, Hint Edebiyatı’nı basınca sağ damgasını yemekten kendini kurtaramayan Cemil Meriç’e, mücadeleyi devam ettiren amaç neydi acaba? Baki kalan bu kubbede bir hoş sadâ bırakmak mı? Yazmak niye? “Yazı, meçhule atılan bir kement… Denize atılan şişe.” Anlatmak niçin? “Her söz bir davettir.” Neye veya kime davet? “Düşünceye… Düşünce şüphe demektir… Düşünce tezatlarıyla bütündür.” Kime arzediyorsun? “Elinde hiçbir adres yok”ken hem de. Vigny’nin dediği gibi, “En muhteşem cevap sükût” değil mi? Birilerinin rahatını kaçırmak için mi doğdun sen? Havarilerin nerede? Efendisini şeyh yapan müritlerin hani? Yalnızsın. Dostun yok. O halde niye? Hak bildiğin yolda yalnız yürümek mi? Senin hakikatin yok ki! Nedir seni ayakta tutan? “Hiçbir zaman iktidar rüyası görmedim. Ama her büyük adam ismi telaffuz edilirken içim ürperdi.”

Cemil Meriç, Tanrıdan kaçan bir mü’min. Dostoyevski gibi. “Dosto ve Biz” Büyük adam kaderle savaşmak zorundadır. “Bu bir keşifti. Kristof Kolomb’un önüne Amerika’yı çıkaran kader, benim karşıma da Dosto’yu çıkarmıştı, Dosto’yu yani sonsuzu. Bu girdaplar ve zirveler dünyasında, tek başıma dolaşacak yaşta değildim. Kıyıdan seyrettim ummanı. Aylarca Raskolnikov’u yaşadım. Sonya’yı sayıkladım aylarca…Bir ölüyü öldürmüştü Raskolnikov, bir abesi yok etmişti… Anlayamazdım Dosto’yu. İnsanın kendi kendisi ile kavgasını anlayamıyordum.” Sadece Cemil Meriç değil, Türk milleti anlayamazdı Dosto’yu, yılların geçmesi gerekiyordu. Gün geldi, Türk insanı anlayamadığı Dosto’yu yaşamak zorunda kaldı. “Dosto’yu anlayabilir miyiz? Evet. Hem de Batı’nın bütün romancılarından çok. 1968′den beri kurbanı veya seyircisi olduğumuz trajediyi, bütün çıplaklığı, bütün eziciliği ile Ecinniler’de yaşıyoruz. Sosyalizm, anarşizm, batıcılık… Dosto, bütün dertlerimizin üstünde düşünmüş, tabiî bir Rus milliyetçisi olarak.”

Fildişi Kule

“İsa otuz üç yaşında ölmüş, Nitezche otuz üç yaşında delirmiş. Ben yolumu otuz üç yaşından sonra buldum.” Otuz dokuz yaşındaydı, artık gözleriyle değil, beyni ve kalbiyle seyrediyordu ummanı. Diliyle bütün dünyayı dolaşan adamı idamla yargılayan devlet, üniversiteye çağırdı.

Okutmanlık yaptı, yıllarca. Ne ki, Türkiye’de üniversite yoktu, varsa da ilim yoktu. “Çünkü üniversite ilim yeri değildir.” Her şey, ama her şey kuru bir taklitçilikten ibaretti. Öğrenciler bölünmüştü, kitaplar bölünmüştü, düşünce bölünmüştü. Kelime ikiye bölünmüştü, kullarına ayrı dünyalar anlatıyordu. O a’raftaydı. Bazen Asya’ya kanat çırpıyor, Ganj kıyılarında dolaşıp, topladığı meyvaları ülkesine sunuyordu. (1964, Hint edebiyatı- Bir Dünyanın Eşiğinde). Kızıyordu Babıali, sağcı oldu diye. Bazen Avrupa’yı dolaşıyor, kilisenin yerine makineyi, vahyin yerine aklı tercih eden Batı insanını çağırıyordu ülkesine. (1967, Saint Simon, ilk Sosyolog- İlk Sosyalist). Kızıyordu Babıâlî, bu kez solcu oldu diye. Yine de yazıyordu, (1941′den beri, İnsan, Yücel, Gün, Ayın Bibliyografyası gibi dergilerde) bıkmadan, usanmadan yazıyordu. Bu lanet çemberinden kurtulamazdı. Çare yok, ‘Fildişi Kule’sine çekilmeliydi. Hisar’da anlatmaya başladı ‘Fildişi Kule’sini. Mümkün değil, düşünce tezatlarıyla bütünleşmek istemiyordu. Herodott’tan bu yana insanlık Doğu-Batı diye ikiye ayrılmıştı.

Ve 1974. Cemil Meriç, elli sekiz yıllık hayatında gördüğü ‘Bu Ülke’yi yazdı. Yer yerinden oynadı. “İzmler üzerimize giydirilmiş birer deli gömleğidir.” diyordu. Olacak şey değil. Herkes masallarını yakmalıydı. “Düşüncenin kuduz bir köpek gibi takip edildiği bir ülkede, düşünce adamı…” çıkmayacağını herkes bilmeliydi. Şair duruşlu adam, kustu bütün öfkesini. Hiçbir kalıp tanımıyordu. Hemen ardından ‘Umrandan Uygarlığa’ (1974) geçişin öyküsünü yazdı. Medeniyetleri anlatıyordu üstad, ‘Medeniyet üç günde inşa edilmez’ diyordu. İdeolojinin macerasını koydu Babıali’nin sofrasına. Vuzuhu kilitleyen anahtar kelimeyi. Tanıyordu insanını. “Aydınlarımız ne yapsın? Mefhumun kendisi kaypak ve karanlık”tı. Ve A’raftakiler. Yeryüzünün en büyük beyinlerinden birini anlattı onlara: İbn Haldun. “Kendi semasında tek yıldız” bu adam, belki bu lanet çemberinin içinden çıkarabilirdi Babıâli’yi. Ne ki, “Herkes, hangi düşünceye kulak kesilmişse öbürüne sağır”dı. Devlet böyle istiyordu çünkü. Emir büyük yerdendi.

Ve Mağaradakiler. 1978. Bazen Asya’yı, bazen Avrupa’yı anlatan üstad, hemen üstümüzde duran devasa Rusya’nın macerasını da okudu müritlerine. Ülkesi giderek geriliyor, asker dipçiğinin ayak sesleri duyuluyordu uzaktan. Kalbi kanıyordu memleketinin. Akacak kan damarda durmazdı, ve durmadı. 1971′de sağ gösterip sol vuran devlet, yeni bir balans ayarına ihtiyaç duymuştu. Ve 1980. Tarih kanla yazılmaktan vazgeçmiyordu. Kırkambar (1980) çıktı bu dönemde. Sular kabarmaya devam ediyordu üstadın ruhunda. Kendine dünyada bir yer arayan adam, dalgalarla kelimelerle yoğuruyordu dünyasını. Hâlâ a’raftaydı, yani ortada. Henüz taraftar değildi. Düşünce ve fikirleriyle sağa, eylem ve yaşantı tarzıyla sola yakındı. Henüz Tanrı’yla barışmamıştı a’raftaki adam. Dostoyevski gibi, Raskolnikov gibi. Tanrı’ya yenik düşmüş, ama henüz onunla anlaşmamıştı.
 
takipçi satın al
instagram takipçi hilesi
takipçi satın al
tiktok takipçi hilesi
vozol
antalya havalimanı transfer
Geri
Üst