ashli
Bayan Üye
Liberal demokrasiye olan benzerliği nedeniyle totalitarizm, ‘endişe verici ölçüde önemlidir.’ Hannah Arendt’ın sığınmacılar, vatansızlar ve öteki ‘gereksiz insanlar’ üzerine dersleri...
1961 yılında, Final Çözüm’ü (Endlösun: Yahudilerin çalışma kamplarına gönderilerek yok edilmesi) bulan ve düzenleyen bürokratlardan birisi olan Adolf Eichmann’a karşı, The New York Times adına Kudüs’te açılan davayı Hannah Arendt kazanır. Hannah Arendt, davanın anlatıldığı Eichmann Kudüs’te (1963) adlı kitabın muhteşem sonsözünde, 1933’te ve 1942’den sonra giderek artan totalitarizm (nasyonal sosyalizm) adına işlenen suçları tanımlamaya çalışır.
Hannah Arendt’a göre, Eichmann ve yandaşlarının işledikleri suçlar Yahudi halkına karşı değil, tamamıyla insanlar arası farklara, insan çeşitliliğine ve insan statüsüne bir saldırıdır. Bu nedenle, doğrudan doğruya Eichmann’a yönelerek şöyle söyler: “Sanki siz ve üstleriniz, yeryüzünde kimin yaşayıp, kimin yaşamayacağı konusunda karar verebilme hakkınız varmış gibi, yeryüzünü Yahudi halkı ve daha birçok halk ile paylaşmıyorsunuz (paylaşmak istemiyorsunuz). İnsan cinsinin hiçbir üyesinden, yeryüzünde bu tür istek ve dilekleri olanlarla ve bu dilekleri uygulamaya koyanlarla bir arada yaşamayı kabul etmesi beklenemez. Bu nedenlerden dolayı “siz ölmelisiniz.”
Arendt esas olarak ‘Kötülüğün Bayağılığı’ teziyle tanınır. Eichmann’ın yargılanmasına neden olan suçlarda, radikal bir kötülüğün varlığından daha çok, aşırı bir düşünce yoksunluğuna dikkat çeker. Bu tezin bir sonucu olarak da, söz konusu suçların, özellikle bizim insan oluşumuza yönelik bir saldırı olduğuna ilişkin görüş, arka plana itilmiş olur. Arendt’ın, (pre-) totaliter rejimlerin felsefesiyle ilgili keskin ve tüyler ürpertici çözümlemeleri ve oradan çıkarılan, günümüz ‘post-totaliter ve sözüm ona liberal-demokratik toplumlara yönelik uyarıcı derslerde, Eichmann’ın görüşlerinin hala tayin edici önemde oluşu yatar. Hannah Arendt bu çözümlemelerine, Totalitarizmin Kökeni (The Origins of Totalitarianism, 1951) adlı kitabında, totalitarizmin öğeleri ve yirminci yüzyılın ilk yarısında ortaya çıkışıyla ilgili çalışmalarıyla başlar.
Bütünsel egemenlik
Arendt, (…)Totalitarizmin Kökeni’nin üçüncü bölümünde, -Arendt’a göre totalitarizmin gövdesinden çıkan iki sürgün olan- nasyonal-sosyalizm ve Stalinizm’in, tarihte kesinlikle yeni bir politik fenomen oluşturduklarını altını çizerek belirtir ve totalitarizmin diktatörlük, tiranlık gibi öteki otoriter sistemlerle kıyaslanamayacağını söyler:
Totalitarizm, bütünsel egemenliğiyle tüm nüfusu sıkıdüzen altına alan bir politik sistemdir. Vatandaşın yaşamı hiçbir şekilde bu egemenliğin dışına çıkamaz; yalnızca genel ortamlardakine değil, aynı zamanda günlük yaşamın en mahrem dokularına kadar nüfuz eder. Terör, totaliter sistemin özünü, ideoloji ise onun, edim ilkelerini oluşturur. Terör en mükemmel haliyle, toplama ve yok etme kamplarında ortaya çıkar. Bu kamplar, totaliter deneyler için laboratuar işlevi görür ve ‘her şey mubahtır’ zihniyetinin zaferini gösterir.
...
Hannah Arendt’a göre, tarihe bütünsel bir açıklama getirdiğini söyleyen her kaplamlı bütüncül düşünce, ideolojidir. İdeoloji, tek bir öncülden bir dizge yaratır; öyle bir dizge ki, algı mekanizmalarının gerçeğine ters düştüğünü mantıksal tutarlılığı ile maskelemeyi becerir ve gerçeğin yerini kurguyla değiştirir. Arendt kitabın/bölümün devamında totaliter ideolojiyi, dikkat çekici bir ‘kendisizlik’le tanımlar: Totaliter ideoloji, ne askeri, ne politik ne de ekonomik bir amaca hizmet eder. Üstün bir kişi veya grubun, belirli bir başka grup üzerinde egemenlik kurmasına yarayan bir araç da değildir. Tam tersine bu ideoloji, tam da mantıksal tümevarımın itki gücü ve bilimsel (gibi görünen) gerekçeleri nedeniyle, bir tür içten gelen (inside out) terör gibi işler. Bu nedenledir ki, egemenlikle ilgili normal olarak kafalarda olması gereken suçlu ve kurban kategorileri de, ortadan kalkar.
Totalitarizmi tamamen yeni yapan şey, insanlıkla ve insanî duygularla oynamasıdır. Ama aynı zamanda insanın, insanî doğasının hangi işlevsel yönlerinin totalitarizmi olanaksız kıldığını doğrudan doğruya kendisi göstererek, (politik) insanın, insanî doğasının da tanısını sunar. Arendt, totalitarizmin, özellikle insan doğasını değiştirme deneyi olduğuna işaret eder. Birçok şeyin yanı sıra, toplama kamplarındaki bir bireyin üç aşamada nasıl yok edildiğini kavratıcı bir biçimde aktarır: Öncelikle hukuki kimlik, daha sonra ahlaki kimlik, en son olarak da bireysellik ve kendiliğindenlik. Geriye sadece, Pavlov’un deneylerindeki köpeklere benzeyen ‘şikâyet etmeyen hayvanlar’, ‘insan yüzlü hayalet kuklalar’ kalır. Özetle, bütünsel olarak egemenlik altına alınan insan, bütünüyle biyolojik bir yaşama dönüş(türül)ür.
İnsan doğası üzerinde bu ve buna benzer yok edici (macabre) deneyler, sonuç olarak herkesi aynı oranda ‘işe yaramaz ve gereksiz’ kılar. Paylaşımlı bu ‘işe yaramazlık ve gereksizlik’ duygusu (insanları hileli yönlendirmeye [manipülasyona] duyarlı ve katılımcı bir hale getirdiği için), zaten totalitarizmin istediği bir şeydir. Bu duygunun en tehlikeli yanı da, budur. Gereksiz insanların hiçbir bakış açıları olamayacağı için, bu insanlar ‘her şeye ve herkese kolayca kanabilirler’. Hannah Arendt, bu ortak gereksizlik duygusunun, totaliter olanla modern kitle toplumunu bir araya getirebileceği ve birleştirebileceği endişesi nedeniyle, totalitarizmin çok tehlikeli olduğunu hep vurgular. Tarih, politika ve toplumsal açıdan terkedilmişlik duygusu taşıyan sivil topluluklar arasında giderek büyüyen sinizm, bu anlamda en ürkütücü olanıdır. Eğer Arendt’ın bu saptamaları doğru ise, bu durumda basit, ama bağlayıcı olduğu söylenen doğrulara [ideolojilere] her zaman kuşkuyla yaklaşmak gerekir. Nitekim popülist politikacılar da, kendini gereksiz hisseden bu insanlara en azından, özlem duydukları güvenli bir yuva vaat ederler. Cihada çağrılan gençler için de, aynı şey söz konusudur. Bu yüzden, bilimsel olarak kanıtlanmış veya kendi içinde tutarlı ve bu nedenle de doğru ve gereklidir diye ortaya atılan her türlü ‘sağlam hikâye’ye karşı uyanık olunmalıdır. On yıl öncesinden beri, dünya çapında zafer peşinde koşmaya başlayan neo-liberalizmin sloganı Başka Seçenek Yoktur (There is No Alternative) da, benzer şekilde kendi kaçınılmazlığını dayatır.
Vatansızlar
Gereksizlik duygusu ve insanların bütünüyle biyolojik bir yaşama dönüştürülmesini, Hannah Arendt, emperyalizm konusunu işlediği Origins kitabının II. Bölümünün ‘Milli Devletlerin Düşüşü ve İnsan Haklarının Sonu’ başlığı altında işler. Bu başlık aynı zamanda Totalitarisme’in, ekler bölümünde de vardır. İnsanlığın, günümüzde ne anlama gel(me)diğini anlamak için, Derrida, Agamben, Hamacher, Balibar ve Ranciëre gibi filozoflar da, bu başlığı, geçtiğimiz yıllarda yeniden ele aldılar.
Arendt bu başlıkta, ‘gereksizlik’ konusunu, günümüzün ‘post-totaliter’ dünyasında adı fazlasıyla duyulan büyük bir grup insanın yaşam deneyimleri ve duyguları üzerinden işler: Sığınmacılar, belgesizler ve vatansızlar. Pre-totaliter (I. ve II. Dünya) savaşlar arası dönemde, çok milletli devletlerin Birinci Dünya Savaşı sonrası parçalanması sonucu vatansız kalan ve bu nedenle de hiçbir yere gidemeyen milyonlarca insanın yazgısı dile getirilir. Daha sonra hukukî kimliklerinden yoksun bırakılmak üzere yaşam alanlarından koparılıp Auschwitz kapılarına taşınanlar [Yahudiler] gibi, vatansızlar da hak sahibi olmaktan çıkarılmış, kimliksizlik nedeniyle de ellerinde yalnızca biyolojik insan-olmak kalmıştır.
Vatansızların yaşamlarının, ‘yalnızca yaşamak’ boyutuna indirgenmesi, totaliter bir rejimin, bilerek ve isteyerek kötü amaçlarla uyguladığı herhangi bir ‘biyo-politika’ sonucu değildir. Bu esas olarak, ulusal devlet dizgesi ile insan hakları bildirgesi arasındaki paradoks ve çelişkilerin bir sonucudur. Arendt, modern ulus devletinin, insan hakları ile milli egemenlik ilkesi arasındaki uzlaşmazlık üzerine kurulu olduğunu ve vatansızların -aslında yıkılması gereken- bu zıtlığı çok güzel ortaya çıkardıklarını söyler. Arendt bu zıtlıktan, ölümcül hastalık diye söz eder. Arendt, her türlü göz boyamacılığın üstesinden gelen gözlemleriyle, herhangi bir ulusun vatandaşı olmayanların, ulus devlet dizgesinde hiçbir hakka sahip olmadıklarını gözler önüne serer. Bu bulgulara dayanarak, ne kadar iyi niyetli olursa olsun, insan hakları bildirgesi insan hakları sorununa bir çözüm getiremez, sonucuna varır. “Resmi olarak insan hakları, devrolunamaz (inalienable) nitelikler içeren insan doğasına dayandırıldığı halde, vatandaşlık haklarının kaybedilmesi, otomatik olarak insan haklarının -yani haklara sahip olma hakkının- da yitirilmesine yol açar.” diye açıklar, Arendt. On sekizinci yüzyılın sonlarındaki bu devrimci süreçte, ulusal egemenlik ilkelerine dayalı ulusal devlet olgusuyla, insan hakları mücadelesini aynı anda ortaya çıkaran tarihi koşullara dikkat çeker; bu eş zamanlılığın bir sonucu olarak, vatandaşlık haklarıyla insan haklarının ta başından beri iç içe geçerek bütünleştiğini söyler, Arendt.
Elisabeth Young-Bruehl’in [Arendt’in eski öğrencisi], klasik eser statüsüne eriştiği ve eşsiz olduğu söylenen başarılı entelektüel Hannah Arendt biyografisinde de görülebileceği gibi, Arendt ne söylediğini çok iyi bilen biridir. Aynı zamanda Arendt’in kendisi de, “Nazi-Almanyası”ndan kaçtığı 1933 yılından, Amerikan vatandaşlığına geçtiği 1951 yılına kadar vatansızlığı yaşar.
Dünya yönetimi
‘İnsanlığın’, ‘devrolunamaz' insan doğasına duyulan saygıyla hiçbir ilgisi yoktur, der, Arendt ve şöyle devam eder: “İnsanlık, yalnızca insanların kendi aralarında yaptıkları, tamamıyla yapay sözleşmelerle ve bu sözleşmeler üzerine kurulu ortak bir dünyaya aitlikle oluşturulabilir; bu dünya, bireylerin ‘haklara sahip olma hakkının’ sorumluluğunu üstlenebilen bir toplumdur.”
Arendt’in burada, ulusal devleti kastetmediği çok açıktır. Çünkü O’na göre, ulusal devlet insan haklarına bir çözüm getirmekten çok, sorunu bizzat yaratandır. Nitekim 1951 yılında, tam da bu benzer özellikler nedeniyle, kurulacak böyle bir ‘dünya yönetiminin’ de insan haklarına çözüm getirip getiremeyeceğinden kaygı duymaya başlar. Ama on yıl sonra bu kaygılarından vazgeçer ve Eichmann Kudüs’te adlı kitabın sonsözünde, Eichmann’ın yargılanmasını onmaz bir biçimde mahkûm eder. Arendt’in eleştirileri mahkemenin aldığı karara değil, Eichmann’ı yargılamak için öne sürülen yasal gerekçelere ve de mahkemenin yasallığına yöneliktir. Söz konusu suçların, insanlık tarihinde başka hiçbir benzerinin olmadığını, tekrar tekrar vurgular. Bu nedenle de, işlenen suçlarla kıyaslandığında, hem mahkemenin, hem de yasal gerekçelerin tamamen yetersiz kaldıklarını söyler ve büyük bir coşkuyla Eichmann’ın bir Uluslararası Mahkeme tarafından, ‘insanlığa karşı işlenmiş suçlar’ nedeniyle yargılanması gerektiğini kanıtlamaya çalışır. Ama başaramaz: Eichmann, olağan (Yahudi halkına karşı işlenen) bir suçtan dolayı, olağan bir mahkeme (İsrail Milli Mahkemesi) tarafından ölüme mahkûm edilir.
Karl Jaspers’a yazdığı bir mektuptan da anlaşılacağı üzere, her ne kadar Arendt umudunu uluslararası bir mahkemenin kurulmasına bağlamış olsa da, böyle bir mahkemenin bir gün kurulabileceği ve işlerlik kazanabileceğinden de pek umutlu değildir, ama yerine başka bir seçenek de koyamaz. Soykırım uzmanı Samantha Power, Origin’in Amerika’daki yeni baskısının önsözünde, Arendt’ı karamsar olmakla eleştirir. Ne var ki, yakın tarihimiz bu konuda Arendt’ı haklı çıkarmıştır. Nedenleri ise çok açık: Ulusal devletler, egemenliklerini hala, her şeyin üstünde tutmaya devam etmektedirler. Bu böyle devam ettikçe, aynı, Arendt’ın da işaret ettiği gibi, uluslararası insan hakları hukuku en iyi haliyle ‘umutsuz bir ideoloji’, en kötü haliyle de ‘her tarafı delik deşik, akıl özürlü ikiyüzlülük’ olmayı sürdürecektir.
Küreselleşmenin fanatik savunucuları, her ne kadar bizi tersine ikna etmeye çalışsalar da, hala, ulusal devlet-dizgesi temelinde örgütlenmiş politik bir dünyada yaşıyoruz; uluslararası insan hakları sözleşmelerinin pazarlıkları da hala, ulusal devletler tarafından yapılıyor. Bu böyle sürdükçe, uluslararası insan hakları hukuku, hakların yok edilmesinin her türlü biçimi ve insanlığın yok edilmesi karşısında, aciz ve çaresiz kalacaktır. Birleşmiş Milletlerin Irak krizinde olayın dışında tutulması, dünyanın Darfur’da yaşanan olaylara müdahale etmedeki isteksizliği, Amerika’nın -Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin statüsünü reddetmesinde olduğu gibi- bazı uluslararası sözleşmeleri imzalamayı reddetmesi, dünya yönetimi konusunda iyimser olmayı engelleyen ciddi örneklerdir.
Günümüz vatansızları ‘yasa-dışı düşman savaşçılar’ (illegal enemy combatants’ ) ve ‘belgesizler’ (‘sans papiers) diye adlandırılırlar. Arendt’ın, vatandaşlık hakları olmayanların [otomatikman] insan olma hakkını ve de insanlığını yitirdiği saptamasının ıstırap veren doğruluğunu görebilmek için, Amerika’nın Abu Ghraib, Bhagram ve Guantanamo Bay’daki tutukluları, kendince tanımladığı o örnek -liberal demokrasi- anlayışında nasıl tamamıyla yasallaştırarak, hukuk ve insanlık sorununun dışında tuttuğuna veya Avrupa ülkelerindeki, -çoğunluğunu, eski ulusal devletlerin iç savaşlar nedeniyle parçalanması sonucunda Avrupa’ya sığınmak zorunda kalanların oluşturduğu- belgesizlerle ilgili politikalara bakmak yeterlidir. Yasa-dışı savaşçıların aslında kendi aramızda dolaştığının farkına varılması gerekir, yani sözüm ona ‘post-totaliter’ liberal demokrat tiplere.
Bir post-metafizikçi filozof olarak Arendt, modern insan olma halinin bir türlü yerleşememe, bir yere bağlanamama (Unheimlichkeit) ve bir yabancı olma durumu yarattığının fazlasıyla farkındadır. Modern insanın, artık ne tanrısal düzende, ne doğada, ne de tarihte belli bir yeri (yurdu) vardır. Ama kendisini evinde hissedebilmeye duyduğu özlem ve arzusunu hiçbir zaman kaybetmez, bu arzu hep devam eder. Aşırı boyutlara ulaştığı anlarda, totaliter ideolojiler tarafından (kötüye) kullanılan da, tam bu arzudur. Arendt’a göre, dünyada kurabileceğimiz tek yuva, benimseyerek katıldığımız, insanların bireysel tekliği ve farklılığının kabul gördüğü, politik bir topluluktur. Ama bu topluluk aynı zamanda son derece duyarlı ve kırılgan bir topluluktur; insancıl koşulların tüm özelliklerini taşıması nedeniyle, totaliter rejimler tarafından her zaman yok edilmek istenen, bir topluluk olacaktır. Böyle bir topluluk nasıl oluşturulabilir sorusuna, Arendt’ın açık ve net bir cevabı yoktur. Bunun nedeni, kurumlaşmış politik sistemlere duyduğu güvensizliktir. İyi niyetle bile olsa, insanlığın, çokçuluğun ve özgürlüğün yok edilmesine suç ortaklığı yaptıklarını söyler. Origins kitabının ve Eichmann’ın hala süregelen önemi, bize insanlığımızın sürekli tehdit altında olduğunu hatırlattığı içindir.
Marieke Borren / Filosofie Magazine, Mart 2005
Hollandaca’ dan çeviren: Birten LOSTAR
1961 yılında, Final Çözüm’ü (Endlösun: Yahudilerin çalışma kamplarına gönderilerek yok edilmesi) bulan ve düzenleyen bürokratlardan birisi olan Adolf Eichmann’a karşı, The New York Times adına Kudüs’te açılan davayı Hannah Arendt kazanır. Hannah Arendt, davanın anlatıldığı Eichmann Kudüs’te (1963) adlı kitabın muhteşem sonsözünde, 1933’te ve 1942’den sonra giderek artan totalitarizm (nasyonal sosyalizm) adına işlenen suçları tanımlamaya çalışır.
Hannah Arendt’a göre, Eichmann ve yandaşlarının işledikleri suçlar Yahudi halkına karşı değil, tamamıyla insanlar arası farklara, insan çeşitliliğine ve insan statüsüne bir saldırıdır. Bu nedenle, doğrudan doğruya Eichmann’a yönelerek şöyle söyler: “Sanki siz ve üstleriniz, yeryüzünde kimin yaşayıp, kimin yaşamayacağı konusunda karar verebilme hakkınız varmış gibi, yeryüzünü Yahudi halkı ve daha birçok halk ile paylaşmıyorsunuz (paylaşmak istemiyorsunuz). İnsan cinsinin hiçbir üyesinden, yeryüzünde bu tür istek ve dilekleri olanlarla ve bu dilekleri uygulamaya koyanlarla bir arada yaşamayı kabul etmesi beklenemez. Bu nedenlerden dolayı “siz ölmelisiniz.”
Arendt esas olarak ‘Kötülüğün Bayağılığı’ teziyle tanınır. Eichmann’ın yargılanmasına neden olan suçlarda, radikal bir kötülüğün varlığından daha çok, aşırı bir düşünce yoksunluğuna dikkat çeker. Bu tezin bir sonucu olarak da, söz konusu suçların, özellikle bizim insan oluşumuza yönelik bir saldırı olduğuna ilişkin görüş, arka plana itilmiş olur. Arendt’ın, (pre-) totaliter rejimlerin felsefesiyle ilgili keskin ve tüyler ürpertici çözümlemeleri ve oradan çıkarılan, günümüz ‘post-totaliter ve sözüm ona liberal-demokratik toplumlara yönelik uyarıcı derslerde, Eichmann’ın görüşlerinin hala tayin edici önemde oluşu yatar. Hannah Arendt bu çözümlemelerine, Totalitarizmin Kökeni (The Origins of Totalitarianism, 1951) adlı kitabında, totalitarizmin öğeleri ve yirminci yüzyılın ilk yarısında ortaya çıkışıyla ilgili çalışmalarıyla başlar.
Bütünsel egemenlik
Arendt, (…)Totalitarizmin Kökeni’nin üçüncü bölümünde, -Arendt’a göre totalitarizmin gövdesinden çıkan iki sürgün olan- nasyonal-sosyalizm ve Stalinizm’in, tarihte kesinlikle yeni bir politik fenomen oluşturduklarını altını çizerek belirtir ve totalitarizmin diktatörlük, tiranlık gibi öteki otoriter sistemlerle kıyaslanamayacağını söyler:
Totalitarizm, bütünsel egemenliğiyle tüm nüfusu sıkıdüzen altına alan bir politik sistemdir. Vatandaşın yaşamı hiçbir şekilde bu egemenliğin dışına çıkamaz; yalnızca genel ortamlardakine değil, aynı zamanda günlük yaşamın en mahrem dokularına kadar nüfuz eder. Terör, totaliter sistemin özünü, ideoloji ise onun, edim ilkelerini oluşturur. Terör en mükemmel haliyle, toplama ve yok etme kamplarında ortaya çıkar. Bu kamplar, totaliter deneyler için laboratuar işlevi görür ve ‘her şey mubahtır’ zihniyetinin zaferini gösterir.
...
Hannah Arendt’a göre, tarihe bütünsel bir açıklama getirdiğini söyleyen her kaplamlı bütüncül düşünce, ideolojidir. İdeoloji, tek bir öncülden bir dizge yaratır; öyle bir dizge ki, algı mekanizmalarının gerçeğine ters düştüğünü mantıksal tutarlılığı ile maskelemeyi becerir ve gerçeğin yerini kurguyla değiştirir. Arendt kitabın/bölümün devamında totaliter ideolojiyi, dikkat çekici bir ‘kendisizlik’le tanımlar: Totaliter ideoloji, ne askeri, ne politik ne de ekonomik bir amaca hizmet eder. Üstün bir kişi veya grubun, belirli bir başka grup üzerinde egemenlik kurmasına yarayan bir araç da değildir. Tam tersine bu ideoloji, tam da mantıksal tümevarımın itki gücü ve bilimsel (gibi görünen) gerekçeleri nedeniyle, bir tür içten gelen (inside out) terör gibi işler. Bu nedenledir ki, egemenlikle ilgili normal olarak kafalarda olması gereken suçlu ve kurban kategorileri de, ortadan kalkar.
Totalitarizmi tamamen yeni yapan şey, insanlıkla ve insanî duygularla oynamasıdır. Ama aynı zamanda insanın, insanî doğasının hangi işlevsel yönlerinin totalitarizmi olanaksız kıldığını doğrudan doğruya kendisi göstererek, (politik) insanın, insanî doğasının da tanısını sunar. Arendt, totalitarizmin, özellikle insan doğasını değiştirme deneyi olduğuna işaret eder. Birçok şeyin yanı sıra, toplama kamplarındaki bir bireyin üç aşamada nasıl yok edildiğini kavratıcı bir biçimde aktarır: Öncelikle hukuki kimlik, daha sonra ahlaki kimlik, en son olarak da bireysellik ve kendiliğindenlik. Geriye sadece, Pavlov’un deneylerindeki köpeklere benzeyen ‘şikâyet etmeyen hayvanlar’, ‘insan yüzlü hayalet kuklalar’ kalır. Özetle, bütünsel olarak egemenlik altına alınan insan, bütünüyle biyolojik bir yaşama dönüş(türül)ür.
İnsan doğası üzerinde bu ve buna benzer yok edici (macabre) deneyler, sonuç olarak herkesi aynı oranda ‘işe yaramaz ve gereksiz’ kılar. Paylaşımlı bu ‘işe yaramazlık ve gereksizlik’ duygusu (insanları hileli yönlendirmeye [manipülasyona] duyarlı ve katılımcı bir hale getirdiği için), zaten totalitarizmin istediği bir şeydir. Bu duygunun en tehlikeli yanı da, budur. Gereksiz insanların hiçbir bakış açıları olamayacağı için, bu insanlar ‘her şeye ve herkese kolayca kanabilirler’. Hannah Arendt, bu ortak gereksizlik duygusunun, totaliter olanla modern kitle toplumunu bir araya getirebileceği ve birleştirebileceği endişesi nedeniyle, totalitarizmin çok tehlikeli olduğunu hep vurgular. Tarih, politika ve toplumsal açıdan terkedilmişlik duygusu taşıyan sivil topluluklar arasında giderek büyüyen sinizm, bu anlamda en ürkütücü olanıdır. Eğer Arendt’ın bu saptamaları doğru ise, bu durumda basit, ama bağlayıcı olduğu söylenen doğrulara [ideolojilere] her zaman kuşkuyla yaklaşmak gerekir. Nitekim popülist politikacılar da, kendini gereksiz hisseden bu insanlara en azından, özlem duydukları güvenli bir yuva vaat ederler. Cihada çağrılan gençler için de, aynı şey söz konusudur. Bu yüzden, bilimsel olarak kanıtlanmış veya kendi içinde tutarlı ve bu nedenle de doğru ve gereklidir diye ortaya atılan her türlü ‘sağlam hikâye’ye karşı uyanık olunmalıdır. On yıl öncesinden beri, dünya çapında zafer peşinde koşmaya başlayan neo-liberalizmin sloganı Başka Seçenek Yoktur (There is No Alternative) da, benzer şekilde kendi kaçınılmazlığını dayatır.
Vatansızlar
Gereksizlik duygusu ve insanların bütünüyle biyolojik bir yaşama dönüştürülmesini, Hannah Arendt, emperyalizm konusunu işlediği Origins kitabının II. Bölümünün ‘Milli Devletlerin Düşüşü ve İnsan Haklarının Sonu’ başlığı altında işler. Bu başlık aynı zamanda Totalitarisme’in, ekler bölümünde de vardır. İnsanlığın, günümüzde ne anlama gel(me)diğini anlamak için, Derrida, Agamben, Hamacher, Balibar ve Ranciëre gibi filozoflar da, bu başlığı, geçtiğimiz yıllarda yeniden ele aldılar.
Arendt bu başlıkta, ‘gereksizlik’ konusunu, günümüzün ‘post-totaliter’ dünyasında adı fazlasıyla duyulan büyük bir grup insanın yaşam deneyimleri ve duyguları üzerinden işler: Sığınmacılar, belgesizler ve vatansızlar. Pre-totaliter (I. ve II. Dünya) savaşlar arası dönemde, çok milletli devletlerin Birinci Dünya Savaşı sonrası parçalanması sonucu vatansız kalan ve bu nedenle de hiçbir yere gidemeyen milyonlarca insanın yazgısı dile getirilir. Daha sonra hukukî kimliklerinden yoksun bırakılmak üzere yaşam alanlarından koparılıp Auschwitz kapılarına taşınanlar [Yahudiler] gibi, vatansızlar da hak sahibi olmaktan çıkarılmış, kimliksizlik nedeniyle de ellerinde yalnızca biyolojik insan-olmak kalmıştır.
Vatansızların yaşamlarının, ‘yalnızca yaşamak’ boyutuna indirgenmesi, totaliter bir rejimin, bilerek ve isteyerek kötü amaçlarla uyguladığı herhangi bir ‘biyo-politika’ sonucu değildir. Bu esas olarak, ulusal devlet dizgesi ile insan hakları bildirgesi arasındaki paradoks ve çelişkilerin bir sonucudur. Arendt, modern ulus devletinin, insan hakları ile milli egemenlik ilkesi arasındaki uzlaşmazlık üzerine kurulu olduğunu ve vatansızların -aslında yıkılması gereken- bu zıtlığı çok güzel ortaya çıkardıklarını söyler. Arendt bu zıtlıktan, ölümcül hastalık diye söz eder. Arendt, her türlü göz boyamacılığın üstesinden gelen gözlemleriyle, herhangi bir ulusun vatandaşı olmayanların, ulus devlet dizgesinde hiçbir hakka sahip olmadıklarını gözler önüne serer. Bu bulgulara dayanarak, ne kadar iyi niyetli olursa olsun, insan hakları bildirgesi insan hakları sorununa bir çözüm getiremez, sonucuna varır. “Resmi olarak insan hakları, devrolunamaz (inalienable) nitelikler içeren insan doğasına dayandırıldığı halde, vatandaşlık haklarının kaybedilmesi, otomatik olarak insan haklarının -yani haklara sahip olma hakkının- da yitirilmesine yol açar.” diye açıklar, Arendt. On sekizinci yüzyılın sonlarındaki bu devrimci süreçte, ulusal egemenlik ilkelerine dayalı ulusal devlet olgusuyla, insan hakları mücadelesini aynı anda ortaya çıkaran tarihi koşullara dikkat çeker; bu eş zamanlılığın bir sonucu olarak, vatandaşlık haklarıyla insan haklarının ta başından beri iç içe geçerek bütünleştiğini söyler, Arendt.
Elisabeth Young-Bruehl’in [Arendt’in eski öğrencisi], klasik eser statüsüne eriştiği ve eşsiz olduğu söylenen başarılı entelektüel Hannah Arendt biyografisinde de görülebileceği gibi, Arendt ne söylediğini çok iyi bilen biridir. Aynı zamanda Arendt’in kendisi de, “Nazi-Almanyası”ndan kaçtığı 1933 yılından, Amerikan vatandaşlığına geçtiği 1951 yılına kadar vatansızlığı yaşar.
Dünya yönetimi
‘İnsanlığın’, ‘devrolunamaz' insan doğasına duyulan saygıyla hiçbir ilgisi yoktur, der, Arendt ve şöyle devam eder: “İnsanlık, yalnızca insanların kendi aralarında yaptıkları, tamamıyla yapay sözleşmelerle ve bu sözleşmeler üzerine kurulu ortak bir dünyaya aitlikle oluşturulabilir; bu dünya, bireylerin ‘haklara sahip olma hakkının’ sorumluluğunu üstlenebilen bir toplumdur.”
Arendt’in burada, ulusal devleti kastetmediği çok açıktır. Çünkü O’na göre, ulusal devlet insan haklarına bir çözüm getirmekten çok, sorunu bizzat yaratandır. Nitekim 1951 yılında, tam da bu benzer özellikler nedeniyle, kurulacak böyle bir ‘dünya yönetiminin’ de insan haklarına çözüm getirip getiremeyeceğinden kaygı duymaya başlar. Ama on yıl sonra bu kaygılarından vazgeçer ve Eichmann Kudüs’te adlı kitabın sonsözünde, Eichmann’ın yargılanmasını onmaz bir biçimde mahkûm eder. Arendt’in eleştirileri mahkemenin aldığı karara değil, Eichmann’ı yargılamak için öne sürülen yasal gerekçelere ve de mahkemenin yasallığına yöneliktir. Söz konusu suçların, insanlık tarihinde başka hiçbir benzerinin olmadığını, tekrar tekrar vurgular. Bu nedenle de, işlenen suçlarla kıyaslandığında, hem mahkemenin, hem de yasal gerekçelerin tamamen yetersiz kaldıklarını söyler ve büyük bir coşkuyla Eichmann’ın bir Uluslararası Mahkeme tarafından, ‘insanlığa karşı işlenmiş suçlar’ nedeniyle yargılanması gerektiğini kanıtlamaya çalışır. Ama başaramaz: Eichmann, olağan (Yahudi halkına karşı işlenen) bir suçtan dolayı, olağan bir mahkeme (İsrail Milli Mahkemesi) tarafından ölüme mahkûm edilir.
Karl Jaspers’a yazdığı bir mektuptan da anlaşılacağı üzere, her ne kadar Arendt umudunu uluslararası bir mahkemenin kurulmasına bağlamış olsa da, böyle bir mahkemenin bir gün kurulabileceği ve işlerlik kazanabileceğinden de pek umutlu değildir, ama yerine başka bir seçenek de koyamaz. Soykırım uzmanı Samantha Power, Origin’in Amerika’daki yeni baskısının önsözünde, Arendt’ı karamsar olmakla eleştirir. Ne var ki, yakın tarihimiz bu konuda Arendt’ı haklı çıkarmıştır. Nedenleri ise çok açık: Ulusal devletler, egemenliklerini hala, her şeyin üstünde tutmaya devam etmektedirler. Bu böyle devam ettikçe, aynı, Arendt’ın da işaret ettiği gibi, uluslararası insan hakları hukuku en iyi haliyle ‘umutsuz bir ideoloji’, en kötü haliyle de ‘her tarafı delik deşik, akıl özürlü ikiyüzlülük’ olmayı sürdürecektir.
Küreselleşmenin fanatik savunucuları, her ne kadar bizi tersine ikna etmeye çalışsalar da, hala, ulusal devlet-dizgesi temelinde örgütlenmiş politik bir dünyada yaşıyoruz; uluslararası insan hakları sözleşmelerinin pazarlıkları da hala, ulusal devletler tarafından yapılıyor. Bu böyle sürdükçe, uluslararası insan hakları hukuku, hakların yok edilmesinin her türlü biçimi ve insanlığın yok edilmesi karşısında, aciz ve çaresiz kalacaktır. Birleşmiş Milletlerin Irak krizinde olayın dışında tutulması, dünyanın Darfur’da yaşanan olaylara müdahale etmedeki isteksizliği, Amerika’nın -Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin statüsünü reddetmesinde olduğu gibi- bazı uluslararası sözleşmeleri imzalamayı reddetmesi, dünya yönetimi konusunda iyimser olmayı engelleyen ciddi örneklerdir.
Günümüz vatansızları ‘yasa-dışı düşman savaşçılar’ (illegal enemy combatants’ ) ve ‘belgesizler’ (‘sans papiers) diye adlandırılırlar. Arendt’ın, vatandaşlık hakları olmayanların [otomatikman] insan olma hakkını ve de insanlığını yitirdiği saptamasının ıstırap veren doğruluğunu görebilmek için, Amerika’nın Abu Ghraib, Bhagram ve Guantanamo Bay’daki tutukluları, kendince tanımladığı o örnek -liberal demokrasi- anlayışında nasıl tamamıyla yasallaştırarak, hukuk ve insanlık sorununun dışında tuttuğuna veya Avrupa ülkelerindeki, -çoğunluğunu, eski ulusal devletlerin iç savaşlar nedeniyle parçalanması sonucunda Avrupa’ya sığınmak zorunda kalanların oluşturduğu- belgesizlerle ilgili politikalara bakmak yeterlidir. Yasa-dışı savaşçıların aslında kendi aramızda dolaştığının farkına varılması gerekir, yani sözüm ona ‘post-totaliter’ liberal demokrat tiplere.
Bir post-metafizikçi filozof olarak Arendt, modern insan olma halinin bir türlü yerleşememe, bir yere bağlanamama (Unheimlichkeit) ve bir yabancı olma durumu yarattığının fazlasıyla farkındadır. Modern insanın, artık ne tanrısal düzende, ne doğada, ne de tarihte belli bir yeri (yurdu) vardır. Ama kendisini evinde hissedebilmeye duyduğu özlem ve arzusunu hiçbir zaman kaybetmez, bu arzu hep devam eder. Aşırı boyutlara ulaştığı anlarda, totaliter ideolojiler tarafından (kötüye) kullanılan da, tam bu arzudur. Arendt’a göre, dünyada kurabileceğimiz tek yuva, benimseyerek katıldığımız, insanların bireysel tekliği ve farklılığının kabul gördüğü, politik bir topluluktur. Ama bu topluluk aynı zamanda son derece duyarlı ve kırılgan bir topluluktur; insancıl koşulların tüm özelliklerini taşıması nedeniyle, totaliter rejimler tarafından her zaman yok edilmek istenen, bir topluluk olacaktır. Böyle bir topluluk nasıl oluşturulabilir sorusuna, Arendt’ın açık ve net bir cevabı yoktur. Bunun nedeni, kurumlaşmış politik sistemlere duyduğu güvensizliktir. İyi niyetle bile olsa, insanlığın, çokçuluğun ve özgürlüğün yok edilmesine suç ortaklığı yaptıklarını söyler. Origins kitabının ve Eichmann’ın hala süregelen önemi, bize insanlığımızın sürekli tehdit altında olduğunu hatırlattığı içindir.
Marieke Borren / Filosofie Magazine, Mart 2005
Hollandaca’ dan çeviren: Birten LOSTAR