SuskunDervis
Kayıtlı Üye
MAHREM YERLERİNİ KORUMAK
27-Onlar, Rablerinin azabına karşı (daima) bir korku duymaktadırlar.
28-Şüphesiz Rablerinin azabından emin olunamaz.
29-Ve onlar ırzlarını (mahrem yerlerini) korurlar.
30-Ancak kendi eşleri ya da sağ ellerinin malik olduğu başka; çünkü onlar (bunlardan dolayı) kınanmazlar.
Bu ayetlerde insanın şehvetlerinden bir misal zikredilmiştir. Yani insanda bulunan şehvetlerin en güçlü ve en kuvvetli olanını teşhis etmiştir. O da, mahrem yerlerinin şehvetidir. (Onlar ırzlarını (mahrem yerlerini) korurlar).
Hz. Peygamber (s.a.a.) şöyle buyurmuştur: "Kim kendini üç şehvetinin şerrinden korursa, kendini bütün serlerden korumuş olur. Mahrem yerlerinin şehveti, dil ve karnı'nın şehveti." Dilin şehveti söz söylemek şehvetidir, örneğin gıybet etmek.
Şimdi burada (Kur'an'da) bunun en tehlikeli ve en güçlü şehvetlerinden birisi olduğunu buyurmuştur, örnek olarak da; "mahrem yerlerini koruyanlar "diye vurgulamıştır. Fakat yanlışlık olmasın diye ve Hıristiyanlığın yaygın olduğu o dönemlerde böyle bir yanlışlığı önlesin diye derhal istisna etmiştir. (Yani "ancak kendi eşleri ya da sağ ellerinin malik olduğu başka, çünkü onlar (yani karı-koca, cariye ve sahibi mahrem yerlerini birbirlerinden korumamalarından dolayı) kınanamazlar" diye istisnada bulunmuştur, -çev-). Kur'an-ı Kerim, meşru hudutlar içerisinde, kanuni hadlara riayet etmeyi kabul ettikleri takdirde, (insanların evlenmelerine) müsaade vermiştir.
Kur'an'a göre eğer kanuni olursa, erkek ile kadının evlenmeleri "fehşa" değildir. Hatta şayet kanuni olur ise, bir kadından fazla ile evlenmek dahi fehşa (fuhuş ve kötü bir iş) değildir.
EMANET KURALLARINI KORUMAK
Malın Emanet Edilmesi:
"(Birde) Onlar, kendilerine verilen emanete ve ver-dikleri ahde (harfiyyen) riayet edenlerdir."
Eğer bir şahıs bir şeyi emanet alır ise, örneğin; "bir yeri kiralar ise", kiralayan kişi, kendi tasarrufunda olan o yerin maliki ve faydalananıdır. Aynı yerin sahibine nispeten de, oranın emanetçisidir. Fakat kiralama şartları*nın dışında başka herhangi küçükte olsa bir tasarrufta bulunursa, bu davranışı şer-i açıdan "emanete hıyanet" sayılır.
Eğer birisi sizin kabınızı, atınızı, arabanızı veya herhangi bir şeyinizi faydalanmak için kiralarsa, kiraladığı sınırlar içerisinde faydalanma hakkı vardır. Bir zerre bile o hududun dışına çıkarsa, hıyanet sayılır.
Şimdi size bir hikâye nakledeceğim. Her ne kadar bu konu fıkhi ölçülere uygun düşmüyorsa da, ahlaki ölçülerin bazılarına uygundur. Naklettiklerine göre; "Mukaddes Erdebili" Neceften Kazimeyn'e gelmiş ve binmek için de bir hayvan kiralamıştı. Geriye dönüşünde, birisi tarafından sahibine verilmek üzere bir emanet kendisine verilmiş, üstad Erdebili emaneti yan cebine koymuş ve geri dönüşünde kesinlikle kiraladığı hayvanına binmemiş. Hayvana binmeyişinin nedenini kendisinden sorduklarında ise şöyle cevap vermiş, "Bu hayvanı sahibinden ken*dim bineyim diye kiraladım başkasının emanetini taşı*yayım diye değil! Emanet ile birlikte hayvana binmem, bana göre "emanete hıyanet "tir.
CAN VE NAMUS EMANETİ
Emanetin diğer bir çeşidi de, "namus emaneti dir. Bir kişi, koruması ve kollaması için namusunu başka bir kişiye emanet ederse, emanet edilen şahsın, emanete bir bakışı dahi hıyanet sayılır. Can emaneti bundan da (ba*kıştan) önemlidir!.. Size bir şahıs sığınıyor. Sizin güven*ceniz altına giriyor. Çaresiz ve bir zalimin tecavüzüne uğrayan bir insandır. Bir şahsı kendisine sığınak olarak seçtiğinde, sığınak seçtiği şahıs, ilk başta bu "sığınma talebini" reddedebilir. (Tabiî ki bu bir namertliktir) Ama kabul ettiyse, hıyanet etmemelidir. Örneğin: Haris (namındaki o zalim) in (Hz. Hüseyin (r.a) in küfeye biat almak için gönderdiği) Müslim b. Akil'in (yetim kalan) çocuklarına yaptığı (zulüm) gibi. Ya da (Müslim b. Akil*in Küfe'de sığındığı) kadının çocuğunun Müslime yaptı*ğı (casusluk) ihaneti) gibi. Müslim, o kadının evine gelip sığınma isteğinde bulundu. İlk başta sığınma izni ya da eve girme izni vermeyebilirdi. Fakat sığınma izni verdik*ten sonra, sığman kimseler, kendilerini savunması için herhangi bir talepte bulunmuyorlar" üstelik ihanete uğ*ruyorlar, işte haber vermek "Müslim buradadır" diye (Ibn-i Ziyad mel'una) ihbarda bulunmak, ihanetin ta kendisidir.
TOPLUM EMANETİ
Kur'an-ı Kerim ıstılahında bundan daha yüksek şöy*le bir şey vardır: "Toplum ile ilgili her şeyi, her işi, her insan iyi bir şekilde yerine getirmez ise, bu, "emanete ihanettir." Emirül Mü'minin Hz. Ali (r.a) in ilginç bir tabiri vardır, hem de çok ilginç. Valilerinden birisine şöyle hitap ediyor: "Yanılma, bu (yani valilik makamı) sizin şahsınıza verilen bir araç değildir. Seni şayet falan vilayete vali tayin ettikse, sende bu makamı kabul ettin. Bu makamı kendin için bir menfaat aracı olarak görme. Bu makam senin ihtiyarına verilen bir emanettir. Hem de çok büyük bir emanet! Bu emanet kimin malıdır? Mille*tin malıdır. Hakikatte "millet kendisini" emanet olarak sana teslim etmiştir. Demek ki, bu, senin boynunda olan bir emanettir. Bu emanete riayet etmelisin."
Örneğin bu konu, "vali" gibi fertlerle ilgili özel bir mesele değildir. Herkes, herhangi bir emaneti kabul eder*se, o, ona bırakılan bir emanettir. Güzel bir şekilde de yerine getirmesi şarttır. Herhangi bir şahıs, bir işi yap*mayı taahhüt ederse ve kendini o işe adarsa (örneğin bir dişçi dişçiliği, bir eczacı, eczacılığı, bir gıdacı, gıdacılığı ve bir ekmekçi, ekmekçiliği kendine meslek olarak seç*miş ise) bunların hepsi bir emanetin altına girdiklerini bilmeli ve işlerini doğru bir şekilde yerine getirmelidir*ler. İşte bu nedenledir ki, hükümet ve hilafet meselesini "emanet" olarak tabir etmişlerdir. Millete de bunun "ilahi emanet" olduğunu söylemişlerdir. Böyle bir ema*netin üstesinden gelmek, elbette herkesin işi değildir. Salahiyetli ve özel vasıflı insanların yapmaları gerekir.
AHDE VEFA
İkinci konu, ahd konusudur. Ahd, genellikle taah*hüdün her çeşidini kapsar. Eğer bir insan, başka biriyle anlaşma yapar ise ve gerçekten ahitleşirse, örneğin; "bu evi sana şu kadar miktar karşılığında sattım" derse, ah*dine riayet etmelidir.
Fakihlerin (Büyük din âlimlerinin) "Ahd ve Akid" konusu hakkında söyledikleri fetvalara göre, Ahd ve Akid için illa da özel bir söz (sıga) söylemek şart değil*dir. "Taahhüd"ün kendiside "Ahd ve Akid" için yeterli*dir. Yine onların fetvalarına göre, "Ahd ve Akid "e ria*yet etmek vaciptir. Bu hüküm gereği, her türlü taahhüdü yerine getirmek de vacip oluyor.
Hz. Ali (r.a) nin Malik Eştere yazmış olduğu bir mektup vardır. O mektupta ahitleşmenin tüm yönü be*lirtilmiştir. Hatta insanın kâfir biriyle olan ahdini dahi kapsamıştır. Bu mektubun ahitleşmek hakkında, çök ilginç ve güzel bir bölümü vardır. Dikkat ediniz ki, (mek*tubun) muhatabı, Mısır'da valilik yapan Malik Ester'dir. Orada yapılan ahitler, siyasi ahidler idi. Ahdedilen ta*raf ya Müslüman değildi veya Müslüman olsalar bile, Hz. Ali (r.a)ın hükümetine tabi değillerdi. (Muaviye'nin hükümetine tabi olanlardı), veya üçüncü bir sınıftı.
Hz. Ali (r.a), orada Malik'e şiddetle ve te'kidle şöy*le ısrarda bulunuyor: "Ey Malik! Herhangi bir toplulukla bir antlaşma imzaladığında, sakın onlar anlaşmayı boz*madan önce sen anlaşmayı bozmayasın."
Bu konu hakkında Kur'an'da bir ayet vardır. Müslü*manların kâfirlerle yaptığı anlaşma hakkında Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"Onlar ahitleri üzerinde bağlı kaldığı sürece sizde ahitlerinize bağlı kalın." (Tövbe: 7) Fakat onlar ahitlerini bozduysa, siz elinizi elinizin üzerine koyup beklemeyin, eğer birisi bozarsa, diğer tarafta bozulmuş olur.
Emir'ül Mü'minin Hz. Ali (r.a) Kur'an'da gelen bu manayı tefsir ediyor. Çok ilginç ve güzel bir tefsiri var*dır. O da şöyledir: "Beşerin yaşantısı, ahdine vefa etme esasları üzerinde kalmaya bağlıdır." Yani her şey kanun zoru ile düzeltilemez. (Bu konu) çok güzel ve ilginç bir noktaya (işaret ediyor). Bazıları, her türlü sorunu, kanu*na dayalı cezalar ile halletmenin mümkün olabileceğini zannediyorlar. Birisinin bir dostu ile normal bir antlaş*ma yaptığını farz ediniz. Örneğin; Hacca gitmek istiyor*sunuz, bir dostunuza sizinle arkadaşlık etmesi için anlaşıyorsunuz. Çünkü arkadaşa ihtiyacınız vardır. "Beraber gidelim" diyorsunuz, o da kabul ediyor. Hacca gitme vakti geldiğinde, onun başka bir şahıs ile arkadaşlık edip gittiğini görüyorsunuz. Şimdi bu olayı kanun yolu ile halledebilir misiniz? Birisiyle yolculuğa çıkmak istediği*nizde yol arkadaşınızdan imza ve ahitname gibi şeyleri alıp, arkadaşlığını kanuni yapıp ve sonrada o anlaşmayı mahkemeye götürüp, "Efendim, bu şahıs benimle bir an*laşma imzalamıştı" diye şikâyette bulunabilir misiniz? Burada artık vicdan ve insanın insaniyeti hükmetmelidir!
Malik'e diyor ki: Malik! Bir zalim ve zorbacı unva*nıyla senin elin yukarda, senin düşmanının eli ise aşağıda olmamalıdır. Şayet ahdini bozman şahsi yararına, bozmaman ise insaniyetin yararına olacak ise, (şahsi menfaa*tini göz ardı edip, insanlığın yararını düşünerek) o zaman ahdini bozmayacaksın. Ahitler ve antlaşmalar bozulur ise, artık insan için hangi itimat kalır? Böylece kafir ve düşman için de olsa, hiç bir zaman ahdini bozma ve mu*halefet etme!.
Çorçil'in "11. Dünya Savaşı Hakkında Hatıralarım" diye yazdığı yazısının bir bölümünü gazetelerden oku*muştum. 11. uluslararası savaşta aniden İRAN'ı işgal et*tiklerine değinmişti. Yani önce İran sınırına kadar haber*sizce gelmişler ve sonra elçileri vasıtasıyla "yarım saat sonra İran'ı işgal edeceklerini İran yönetimine bildirme*sini" söylemişlerdi. Çorcil yazısında şöyle itirafta bulu*nuyor: "Biz ki İran'la savaşmayacağımıza dair önceden anlaşma yapmıştık, fakat bu tutumumuz, İran ile yap*tığımız antlaşmaya aykırıydı. Sonra çok ilginç bir itiraf*ta bulunuyor, (Avrupa mantığına bakın!) "Bunların (ya*ni antlaşmaların) tümü ahlaktır. Ahlak ferdi ölçülerde iş*ler. Yani tek millet arasında. Şayet ben bir İngiliz ile ant*laşma yaparsam, bu antlaşmaya riayet etmem, milli ah*lakın gereğidir. Fakat milletlerarası ilişkilerde ahlak hâkim değildir. Orada, menfaatler söz konusudur. Menfaat*lerimiz İran'ı işgal etmemizi gerektiriyordu." Böyle antlaşmaları çıkaranlar kahrolsun. Açıkça ve çok açıkça diyor ki; "Aslında böyle olması gereklidir." İyi de bay! Sen ki bu kitapta yazıyorsun, diğer siyasetçiler o zaman şöy*le düşünürler: "Menfaatler icap ettiği sürece, siyasi anlaş*malara riayet etmek saygınlık olur" düşüncesi, siyaset mantığı ise, hangi siyasi anlaşmaya itimat edilir? İşte burada insanlık tehlikeye düşmektedir.
Hadiste üç şeye riayet etmenin vacip olduğu vurgu*lanmıştır. Bu kural, Müslüman için de, gayri Müslim için de aynen geçerlidir. Bunlar, gerçekte İslâmın umumi hukuklarından, yani insani hukuklarındandır. Bunların birincisi: "Emanete riayet etmektir." Eğer bir şahıs, bir şeyi Müslümana emanet etse, emanet eden şahıs kâfirlerin kafiri dahi olsa, o emanete riayet vaciptir ve ihanet etmek ise haramdır.
İmam-ı Zeynül Abidin (Seccad) (r.a) bu konuya misal vererek şöyle buyurmuştur: "Şayet babamın (Hz. Hüseyin) katili, babamı öldürdüğü kılıcı bana emanet ola*rak verirse, ben ona asla ihanet etmem."
İmam-ı Hüseyin (a.s.) gibi bir baba ve İmam-ı Zeynül Abidin (r.a) gibi bir evlat, emsalsiz bir babalık-evlatlık ilişkisine sahiplerdi. Eğer emaneti veren İmam-ı Hü*seyin'in katili olsa ve verilen emanet de Hüseyin'in ba*şını kesen kılıç olsa, ben o emanete ihanet etmem (diye buyuruyor).
Hadiste riayeti vacip olan şeylerin ikincisi de "Ahde vefa" etmektir. Eğer insan birisiyle anlaşma yapıp, ahitleşirse, karşı taraf ahdini bozmadığı sürece, ahdini boz*mamalıdır.
Bunların üçüncüsü ise, "Ebeveyne iyilik etmek ve onların haklarına riayette bulunmaktır." Ebeveyn kâfir bile olsalar, bir kısım hakları vardır ve hayatta ol*dukları müddetçe de o haklara riayet etmek çocukları için vaciptir.
AMELSİZ İMAN
39-Hayır, doğrusu biz onları bildikleri, şeyden ya*rattık!
40-Artık, doğuların ve batıların Rabbine yemin ederim, biz gerçekten güç yetirenleriz,
41-Onların yerine kendilerinden daha hayırlılarını getirip değiştirmeye, üstelik bizim önümüze geçilemez
Değişik ayetler ile 22'den 36. ayete kadar ile başladık ayetiyle tamamladık. Bu ayetlerde, son ayeti de göz önüne alarak, ne gibi şahısla*rın ahiret aleminde, ilahi cennetlerde yer alacaklarını, ik*ram göreceklerini, ihtiram bulacaklarını (yani ilahi lütufa şamil olacaklarını) anladık. "Namaz yönünden şöyle olanlar... mal, servet yönünden böyle olanlar... ve şöyle şöyle vasıflara sahip bulunanlar, ancak cennette buluna*cak ve ikram göreceklerdir" diye buyruldu. İşte bura*dan anlaşılıyor ki, cennete girecekler, ancak iman eden*ler ve imanına amel elbisesi giydirenler olacaktır. Demek ki tamahları kesmek ve yersiz tamahları atmak gerekir.
CAHİLCE ÜSTÜNLÜK İSTEMEK
Anlaşılıyor ki, Allah'ın kâfir olarak gördüğü bir top*luluk vardı. Niçin kâfir olarak görüyordu ve nasıl kâfirlerdi, şimdi açıklayacağız:
Onlar hem iman eden ve hem de iman etmeyen insanlardı. Tabii ki onların imanı, onları Allah'a teslim edecek ve ona itaat etmeye mecbur kılacak gerçek an*lamdaki iman değildi. Fakat buna rağmen, peygamberin (s.a.a.) davetinin doğru olduğuna inanıyorlardı. İmanları olmamasına rağmen, yine de bu durumlarıyla birlikte, bölük bölük peygamberin etrafını sarıyorlardı ve kendi kalplerinde, "belki diğer âlemde bulunan o nimetlerden biz de yararlanabiliriz" düşüncesini taşıyorlardı. Başka bir deyişle, "iman etmeden ve amelde bulunmadan pey*gamberin vaadinin kendileri hakkında da gerçekleşmesini istiyorlardı."
Son ayetlerden onların niçin böyle bir istekte bu*lunduklarını şöyle anlıyoruz; "0 insanlarda özel bir ben*lik vardı. Onlardan bazıları kendilerini, kendi soylarını, kendi kendilerine göre özel bir konum içerisinde bulun*duğunu tasarlıyorlardı, örneğin delilleri de şu idi; "biz*ler İbrahim soyundanız veya Kâbenin etrafında yetiş*mişiz, demek ki bizden daha üstün bir kimse yoktur." Büyüklükleri, şerefleri ve liyakatleri için kendi nazarla*rında oluşturdukları bu gibi ölçekleri, burada da aynı şe*kilde kullandılar. Fakat İslâm'ın işleme koyduğu "iman ve amel" ölçekleri, onlara kesinlikle tesir etmedi. Onlar kendilerini cahiliyet döneminde büyük kişiler, şerefli in*sanlar olarak (sözde) yetiştirmişler ve hep o gözde gör*müşlerdi. Onlar, dünyada elde ettikleri imtiyazlar saye*sinde, çevrelerinde bir kısım köle ve fakirler oluşturmuş*lardı, bu köle ve yoksulları da, "alçak ve düşük" insanlar olarak adlandırmışlardı. İşte bu düşüncenin etkisiyle şöyle diyorlardı; "Bizim bu imtiyazlarımızın olması şerafetimizin bulunmasının delilidir. Bu dünyada imtiyazımız olduğuna göre, o dünyada da aynı imtiyazlarımız olacak*tır. O dünyayı da mutlaka bize vereceklerdir, öyleyse dört tane yalın ayaklı kölenin ve bunun gibilerinin, gelipte iman etmelerinin ne değeri olabilir? Eğer o dünyada bir şeyler olacaksa, "bizim bugün sahip olduğumuz şeyle*ri, zati üstünlüğümüz sayesinde elde ettiğimize göre," orada da aynı şekilde olacaktır." işte bunlar "peygambe*rin getirdiği şeyleri yalanlamak" anlamında kâfir değil*lerdi, bunların kâfirliği, gönüllerinde düşündükleri şeyle*rin karşısında teslim olmadıklarından" kaynaklanıyordu.
Defalarca söylemişiz ki; insanın bir şeyi bilmesi ve içinde ona karşı marifet oluşturmasına rağmen, aynı hal*de kâfir olması mümkündür.
Biz öyle düşünüyoruz ki; eğer bir insan, Allah'ı ta*nırsa, O'na iman da etmiş olur. Eğer kiyametin olduğu*nu bilirse, kıyamete de iman etmiş olur. Eğer peygambe*rin Allah tarafından gönderildiğini bilirse, önada iman etmiş olur... Fakat, Kur'an, bu düşüncemizi kabul etmi*yor. Kur'an buyuruyor ki, "önce Allah'ı tanımalı, sonra iman etmelisin." "iman" insanın tanıdığı bir hakikatin mukabilinde teslim halidir. Niçin Allah, Şeytan'a mümin demirde kâfir diyor? Acaba şeytan Allah'ı tanımıyor muydu? Hâlbuki bizden daha iyi tanıyor ve bizden daha iyi biliyordu. Acaba şeytan kıyametin varlığını bil*miyor muydu? Kâmilen biliyordu, nitekim Allah ile tartışmaya girdiğinde: (Bana kıyamete kadar mühlet ver) diye söyledi. Anlaşılıyor o, kıyameti biliyordu.Acaba Peygamberleri bilmiyor muydu? Bili*yordu... Belki kendisi peygamberlerden söz ederken onlara; "muhlisin" muhlis kullar ve kendilerine nüfuz edilemeyecek kimseler olarak söz ediyordu. O (şeytan) pey*gamberin kim olduğunu ve kimin buna ulaştığını ve kimin yalancı olup peygamber olmadığını herkesten iyi bi*liyordu, öyleyse Allah, ona niçin kafir dedi?
Yani; ileride kimin cennete gireceğini ve kimin ihti*ram göreceğini söylememize rağmen, bunlar neden böyle boş ve yersiz bir istekte bulunuyorlar? Bu insanlar, senin etrafım neden sarıyorlar? Senin etrafını sarıp, hızlı bir şekilde halkalar oluşturuyorlar.
"Bölük bölük, sağdan ve soldan senin etrafını sarmışlar." "Bu kâfirler" diye tabir ediyor. Yani; "bu kafirler niçin senin etrafını bu şekilde sarmışlar?... Ve bu şekilde sağdan ve soldan, senin etrafında dönüp duruyorlar." "E yetmeu kullimriin minhum en yedhule cennete naim" ilginç! Bunlar cennete de mi tamah ediyorlar?"
Kur'an, (önce) buyuruyor: "Kâfirler"; sonra diyor "cenneti" de mi tamah ediyorlar? Buradan anlaşılıyor ki kâfir, "kabul etmiyor anlamında" değildir. Kabullenme*yen (yani itikadı olmayan) kâfirlerden olsalardı, Peygam*berin etrafını sarmaklardı. Cennet'e tamah da etmezlerdi. Demek oluyor ki, bu tip insanlar var idi ve her zaman da var olacaktır, işte o gibi bir topluluk öyle bir millettir ki, hem bir şeyi biliyorlar ve hem de karşısında teslim olma*yı istemiyorlar, sonra da bir kısım ham tamahlar esası üzerine bir yere yetişmek istiyorlar.
Demek ki (fe) önündekine atıftır. Biz hangi topluluğun saadet ehli olduğunu söyledikten sonra, bu kâfir topluluğun, süratle kaçıp sağdan ve soldan senin etrafını sarmaları, tamahlarındandır. Boşuna tamahlanıyorlar. Bu tamahları bir yere varmaz. Bunlar ham tamahlardır. Amel gerekir. Amelsiz her tamah boş tamahtır ve başka bir şey değildir.
Biz ki, hangi toplumun ve kimin cennette ikram gö*receğini söyledik, öyleyse ne oluyor? Neden? Yani, ka*firlerden bir topluluk nasıl bir fayda umarak senin etra*fına hızlıca geldiler ve çevreni sardılar "Senin sağından ve solundan" "izziyn" yani bölük bö*lük "iz" bir topluluğa derler. "İzziyn" ise. avrı ayrı topluluklara derler, ilginç! Ne kadar da ham tamah! Onlardan her fert cennete girmeyi tamah ediyorlar. Hem de imanı ve ameli olmaksızın...
Ne mümkün... "Kella" her zaman reddedilen bir söze karşı kullanılır. Biz bazen; "yeter! yeter! yeter ar*tık!" veya "böyle değildir! Böyle değildir!" şeklinde söylüyoruz.
Sonra Kur'an bir ayet zikrediyor. İnsan ilk bakışta bu ayetin önceki ayetlerle olan irtibatını anlayamıyor. Fakat biraz dikkat ettiği zaman iyi anlıyor.
Biz onları, kendilerinin bildiği maddeden yarat*tık.
Başka bir deyişle "Diğer tüm insanların yaratıldığı kokuşmuş nutfeden, onları da yarattık." Sanki onlar, ayrı bir maddeden yaratılmışlar, değerli bir cevherden oluşmuşlar da, artık iş tamam olmuş! Buna göre, eğer Allah (c.c.) onları kenara iter ise, o halde dünyada onlar gibi veya onlardan daha iyisi kimler bulu*nabilir!!! (Alaylama yapıyor -çev-).
Bu sözleri bırakın. Bu anlamsız sözleri bırakın! Bunları da biz, bildikleri o şeyden yarattık. Diğer ihsanları yarattığımız şeyden... Bunlardı da, biz diğer insanları yarattığımız nütfenin aynı*sından yarattık. Bu iddialar ne içindir? Onların söylemek istedikleri söz şudur; "şayet biz cennete girmeyeceksek, kim girecektir?" Sanki Allah'ın hazinesi boşalmıştır da ondan!! Hayır! Bu ayeti iki çeşit tefsir edebiliriz; fakat her ikisi de aynı anlamı ve*rir. Birinci tefsiri şöyledir; "Yemin etmiyorum Doğula*rın ve Batıların Rabbine." "Yemin etmiyorum" sözü, in*sanın yemin etmek istediği zamanda kullanabildiği bir tabirdir. Fakat yine de "yemin etme" anlamını verir, ikinci tefsiri de şöyledir; yani "Hayır!" Yemin ederim Doğuların ve Batıların Rabbine."
Kur'an bazı ayetlerde; meşarik (Doğular) ve meğarip (Batılar) diye tabir ediyor. Meşarik ve meğarib, meşrik ve mağrib sözündendir. Meşarik ve meğarib de doğ*rudur. (Yani Doğular ve Batılar tabiri de doğru bir ta*birdir).
Dünyayı bir çeşit taksim ettiğimizde, örneğin; "Dünyanın doğusu - Dünyanın batısı" diye söylediğimiz*de, Doğu ve Batı sözü doğru bir anlam taşır. Fakat iyice dikkat ettiğimizde, dünyanın Doğuları ve Batıları oldu*ğunu görüyoruz. Noktaların sayısına göre, güneşin Doğusu ve Batısı vardır, örneğin Tahran'da, o yer ki güneş doğuyor ve orası güneş doğduğunda ufuk olarak kabul ediliyor, orası muayyen bir noktadır. Şayet ölçüsünü yerden hesap etsek, muayyen bir nokta olacaktır. Tahran'ın kendisi de başka bir yer için maşrık hesap edile*cektir, işte bu delille Doğular ve Batılar diyorlar.
Ayrıca âlemde tek bir güneşin olmadığını, nice gü*neşlerin, yerlerin ve yıldızların ve yıldızların da doğusu ve batısı bulunduğunu söylemişlerdir.
Demek ki "Doğuların ve Batıların Rabbine" sözünden maksat; "şu gözüken alemin ve hepimizin başımızın üzerinde, Doğusu ve Batısı bulunan her şeyin Rabbine yemin olsun" demektir.
"Biz, bu beyleri! Ortadan kaldırıp, aynı bu dünyada, onlardan daha iyisini getirmeye kadiriz." Bu söz, onla*rın; eğer biz gitsek, bizden başka hangi şahıslar cennete gidebilir, bizden daha iyileri de bulunabilir mi? Biz önce*lik almışız" diye hayal ettikleri düşüncelerine işarettir.
Şurada dikkat edilecek bir konu vardır, şöyle ki; "Bir vakit bir şeye, örneğin, çok nadir bulunan bir cinse, birçok fertler talip oluyorlar. Onlardan birisi öne çıkıp o cinsi satın alıyor, diğerleri ise "mesbuk" oluyorlar. Yani cinsi almaya gittiklerinde, başkalarının, onlardan önce gelip o malı satın aldığını görüyorlar. Sonra onlar eli boş olarak geri dönüyorlar. Demek ki "mesbuk" olmak (geri*de kalmak) aciz ve güçsüz olmakla eşittir. Başka bir deyişle; bir şahıs öne geçip alır ise, diğerlerinin "artık bu işi yapmaya güçleri kalmadı" anlamına geliyor. İşte bu nedenledir ki, "mesbukiyn"in hükmü, "güçsüzlük ve acizlikle" eşittir.
Burada, arz ettiğim tarafın konusunu kast ediyor; Yani, onlar (kendini beğenenler), dünyada onlardan baş*ka, daha üstün bir topluluğun mevcut olmasının mümkün olamayacağını hayal etmesinler. Ve yine hayal etmesin*ler ki, onlar, beğenilmiş bir fıtrattan yaratılan ender ve özel topluluklardandırlar! Allah, onların aynısı gibi veya daha iyisini halk etmek isterse, güçsüz kalıp halk edemez! Ne kadar iyi madde varsa, sanki beyler için tebdil edil*miş! "Ve ma nahnü bi mesbukiyn" "Hiç kimse bizden öne geçmemiş ki, biz aciz ve güçsüz olalım."
KÂFİRLERE VAAT EDİLEN CEHENNEM AZABI
42-Şu halde sen, kendilerine vaat edilen (azap) gün*lerine kavuşuncaya kadar onları bırak, dalıp-oynasınlar, oyalansınlar.
43-Kabirlerinden koşarcasına çıkacakları gün, sanki onlar dikili bir şeye yönelmişler gibidirler.
44-Gözleri "Korkudan ve dehşetten düşük", yüzle*rini de zillet sarıp kaplamış, işte bu, kendilerine vaat edilmekte (kıyamet ve azap) günüdür
Evet, bunlar bu şekilde bölük bölük sağdan ve sol*dan peygamberin etrafını tutup, halka oluşturmuşlardı. Bu şekilde de tamah etmişlerdi. Peygamber bunlara nasıl bir şekilde cevap vermeliydi? Buyuruyor; "Bırak onları, onları bırak o hallerinde kalsınlar." Hangi halde? "Bırak, gittikleri şekilde aşağıya gitsinler. Bırak boğul*duktan şeyde kalsınlar. Dünyada sahip oldukları ve gö*nüllerini şad ettikleri oyuncaklarıyla baş başa kalsınlar."
Bu "fezerhum" kelimesinin anlamı şu değildir ki; "Ey Peygamber, sen onları hidayet etme teşebbüsüne geçme." Peygamberin işi hidayet etmektir. (Onları kendi haline bırak kalsın) sözü şu manadadır ki; "Sen kendi gö*revini yap, geleceği onlara anlat. Vaat edildikleri o gün, iad olacaklar (yani cezalandırılacaklar). "Yuv'adu" yani (onlara o ceza) vaat edilmiştir. Burada zahiren ("hüm" onlar "iad" yani cezalandırılacaklardır) sözü kastediliyor. Bırak, azaplarına yetişecekleri gün yetişsin ve onlar o azaba mülakat etsinler.
"Kabirlerinden koşarcasına çıkacakları gün, sanki onla* dikili bir şeye yönelmişler gibidirler."
"Nüsub" yollara dikilen işaretler idi. Eskiden, gü*nümüzde olan şu yollar ve caddeler yoktu, özellikle Ara*bistan'da, fazla git gel yapılan caddelerde, Hayvanların, katırların, atların ve develerin git gel izleri, bir yol izi meydana getirmişti. Birisi bir yerden bir yere gitmek is*tediğinde veya çölden geçmek istediğinde, işaretler bıra*kıyorlardı, özellikle de Arabistan'da, yerin kumsal ve kaygan olması nedeniyle, yani ayak izlerinin baki kalma*masından dolayı, (çünkü bazı yerler kum idi ve derhal rüzgar esintisiyle yeri dolup kayboluyordu ve bazı yerler ise taşlık olduğundan iz bırakılmıyordu). O dönemde "Nüsub" dikiyorlardı. Yani yolu göstermek için bir ta*kım işaretler dikiyorlardı. O işaretlere de, "Nüsub" di*yorlardı. O işaretler taştan duvar (çıkıntılı taş) şeklin*deydi. Yollara taş dikiyorlardı, yolun hangi tarafa oldu*ğunu göstermek içindi, öyle ki, yolcu baktığında nereye gideceğini ve ne kadar gideceğini anlıyordu. Bir müddet böyle gittikten sonra, işareti bulmak için, çevresine te*laşlı bir şekilde bakmıyordu. Bir yerde gözleri taş işare*te takıldığında, hemen ona doğru koşuyordu. Bu taş işareti bulmak ve sonrada hızlı bir şekilde ona doğru koşmak bir misal olmuştu. "Sanki taş işareti bulmuştu da ona doğru koşuyor" misali gibi.
Kıyamette insanlar, gitmeleri gereken o yere doğru hızlıca gidecekler, koşacaklardır, aynen taş işaretlere doğru koşanlar gibi. Bir müddet arayıp sonra bulunca na*sıl da hızlıca koşuyorlar! Yani bu dünyada "Senin etrafı*nı bölük bölük sağından ve solundan saran kâfirler" su*ratla sana doğru koşuyorlar. Fakat tamahlarından dolayı yararlanmak istiyorlar. "Keennehüm" Sen, şimdi o yo*lun işareti gibisin. Nasıl yolun işaretini gördüklerinde ona doğru koşuyorlarsa, bunlarda sana doğru şimdi hız*la koşuyorlar. "Fema liyellezine keferu gibe leke muhtiin." Şimdi ki işareti bulmuşlar, bu işaretten, işaret ol*duğu için yararlanıp, sonrada yolu tutup gitmeleri gere*kirken, "bu şekilde gitsek olur mu?" diye soruyorlar. Bu ki olmaz, kıyamette de o makamlara doğru hızla koşa*caklar... Fakat o maksatlar (varılacak yerler), onları bir yere ulaştırmayacak ve orası çok kötü bir yerdir.
"Gözleri 'korkudan ve dehşetten düşük' yüzlerini de bir zillet sarıp kaplamış; işte bu, kendilerine vaade-dilmekte olan (kıyamet ve azab) gündür."
Oradaki farkları ile buradaki farkları şudur; Burada ümitlidirler, yüzleri de parlak ve çok sevinçli. Fakat ora*da, gerçek onlar için hissedilmiştir artık. Yüzlerini bir zillet sarıp kaplamış, özellikle de gözlerinde, ümitsiz ba*kışlar, ayrı bir bakıştır, İnsan, ümitsizlik içerisine düştü*ğünde, onun eseri tüm vücudunda belirtisini gösterir, özellikle de gözlerinde. (Gözleri, korkudan ve dehşetten düşük) (Onları zillet sarıp kaplamıştır). Yani zillet ve aşağılık, vücutlarının tümünde belirmiştir.(İşte bu, kendilerine vaat edilmekte olan (kıyamet ve Azab) günüdür.) "iad" ceza, bu esasladır. Ya iman ve salih amel, veyahut ta böyle bir kötü gelecek.
Vesselam
Murtaza Mutahhari
27-Onlar, Rablerinin azabına karşı (daima) bir korku duymaktadırlar.
28-Şüphesiz Rablerinin azabından emin olunamaz.
29-Ve onlar ırzlarını (mahrem yerlerini) korurlar.
30-Ancak kendi eşleri ya da sağ ellerinin malik olduğu başka; çünkü onlar (bunlardan dolayı) kınanmazlar.
Bu ayetlerde insanın şehvetlerinden bir misal zikredilmiştir. Yani insanda bulunan şehvetlerin en güçlü ve en kuvvetli olanını teşhis etmiştir. O da, mahrem yerlerinin şehvetidir. (Onlar ırzlarını (mahrem yerlerini) korurlar).
Hz. Peygamber (s.a.a.) şöyle buyurmuştur: "Kim kendini üç şehvetinin şerrinden korursa, kendini bütün serlerden korumuş olur. Mahrem yerlerinin şehveti, dil ve karnı'nın şehveti." Dilin şehveti söz söylemek şehvetidir, örneğin gıybet etmek.
Şimdi burada (Kur'an'da) bunun en tehlikeli ve en güçlü şehvetlerinden birisi olduğunu buyurmuştur, örnek olarak da; "mahrem yerlerini koruyanlar "diye vurgulamıştır. Fakat yanlışlık olmasın diye ve Hıristiyanlığın yaygın olduğu o dönemlerde böyle bir yanlışlığı önlesin diye derhal istisna etmiştir. (Yani "ancak kendi eşleri ya da sağ ellerinin malik olduğu başka, çünkü onlar (yani karı-koca, cariye ve sahibi mahrem yerlerini birbirlerinden korumamalarından dolayı) kınanamazlar" diye istisnada bulunmuştur, -çev-). Kur'an-ı Kerim, meşru hudutlar içerisinde, kanuni hadlara riayet etmeyi kabul ettikleri takdirde, (insanların evlenmelerine) müsaade vermiştir.
Kur'an'a göre eğer kanuni olursa, erkek ile kadının evlenmeleri "fehşa" değildir. Hatta şayet kanuni olur ise, bir kadından fazla ile evlenmek dahi fehşa (fuhuş ve kötü bir iş) değildir.
EMANET KURALLARINI KORUMAK
Malın Emanet Edilmesi:
"(Birde) Onlar, kendilerine verilen emanete ve ver-dikleri ahde (harfiyyen) riayet edenlerdir."
Eğer bir şahıs bir şeyi emanet alır ise, örneğin; "bir yeri kiralar ise", kiralayan kişi, kendi tasarrufunda olan o yerin maliki ve faydalananıdır. Aynı yerin sahibine nispeten de, oranın emanetçisidir. Fakat kiralama şartları*nın dışında başka herhangi küçükte olsa bir tasarrufta bulunursa, bu davranışı şer-i açıdan "emanete hıyanet" sayılır.
Eğer birisi sizin kabınızı, atınızı, arabanızı veya herhangi bir şeyinizi faydalanmak için kiralarsa, kiraladığı sınırlar içerisinde faydalanma hakkı vardır. Bir zerre bile o hududun dışına çıkarsa, hıyanet sayılır.
Şimdi size bir hikâye nakledeceğim. Her ne kadar bu konu fıkhi ölçülere uygun düşmüyorsa da, ahlaki ölçülerin bazılarına uygundur. Naklettiklerine göre; "Mukaddes Erdebili" Neceften Kazimeyn'e gelmiş ve binmek için de bir hayvan kiralamıştı. Geriye dönüşünde, birisi tarafından sahibine verilmek üzere bir emanet kendisine verilmiş, üstad Erdebili emaneti yan cebine koymuş ve geri dönüşünde kesinlikle kiraladığı hayvanına binmemiş. Hayvana binmeyişinin nedenini kendisinden sorduklarında ise şöyle cevap vermiş, "Bu hayvanı sahibinden ken*dim bineyim diye kiraladım başkasının emanetini taşı*yayım diye değil! Emanet ile birlikte hayvana binmem, bana göre "emanete hıyanet "tir.
CAN VE NAMUS EMANETİ
Emanetin diğer bir çeşidi de, "namus emaneti dir. Bir kişi, koruması ve kollaması için namusunu başka bir kişiye emanet ederse, emanet edilen şahsın, emanete bir bakışı dahi hıyanet sayılır. Can emaneti bundan da (ba*kıştan) önemlidir!.. Size bir şahıs sığınıyor. Sizin güven*ceniz altına giriyor. Çaresiz ve bir zalimin tecavüzüne uğrayan bir insandır. Bir şahsı kendisine sığınak olarak seçtiğinde, sığınak seçtiği şahıs, ilk başta bu "sığınma talebini" reddedebilir. (Tabiî ki bu bir namertliktir) Ama kabul ettiyse, hıyanet etmemelidir. Örneğin: Haris (namındaki o zalim) in (Hz. Hüseyin (r.a) in küfeye biat almak için gönderdiği) Müslim b. Akil'in (yetim kalan) çocuklarına yaptığı (zulüm) gibi. Ya da (Müslim b. Akil*in Küfe'de sığındığı) kadının çocuğunun Müslime yaptı*ğı (casusluk) ihaneti) gibi. Müslim, o kadının evine gelip sığınma isteğinde bulundu. İlk başta sığınma izni ya da eve girme izni vermeyebilirdi. Fakat sığınma izni verdik*ten sonra, sığman kimseler, kendilerini savunması için herhangi bir talepte bulunmuyorlar" üstelik ihanete uğ*ruyorlar, işte haber vermek "Müslim buradadır" diye (Ibn-i Ziyad mel'una) ihbarda bulunmak, ihanetin ta kendisidir.
TOPLUM EMANETİ
Kur'an-ı Kerim ıstılahında bundan daha yüksek şöy*le bir şey vardır: "Toplum ile ilgili her şeyi, her işi, her insan iyi bir şekilde yerine getirmez ise, bu, "emanete ihanettir." Emirül Mü'minin Hz. Ali (r.a) in ilginç bir tabiri vardır, hem de çok ilginç. Valilerinden birisine şöyle hitap ediyor: "Yanılma, bu (yani valilik makamı) sizin şahsınıza verilen bir araç değildir. Seni şayet falan vilayete vali tayin ettikse, sende bu makamı kabul ettin. Bu makamı kendin için bir menfaat aracı olarak görme. Bu makam senin ihtiyarına verilen bir emanettir. Hem de çok büyük bir emanet! Bu emanet kimin malıdır? Mille*tin malıdır. Hakikatte "millet kendisini" emanet olarak sana teslim etmiştir. Demek ki, bu, senin boynunda olan bir emanettir. Bu emanete riayet etmelisin."
Örneğin bu konu, "vali" gibi fertlerle ilgili özel bir mesele değildir. Herkes, herhangi bir emaneti kabul eder*se, o, ona bırakılan bir emanettir. Güzel bir şekilde de yerine getirmesi şarttır. Herhangi bir şahıs, bir işi yap*mayı taahhüt ederse ve kendini o işe adarsa (örneğin bir dişçi dişçiliği, bir eczacı, eczacılığı, bir gıdacı, gıdacılığı ve bir ekmekçi, ekmekçiliği kendine meslek olarak seç*miş ise) bunların hepsi bir emanetin altına girdiklerini bilmeli ve işlerini doğru bir şekilde yerine getirmelidir*ler. İşte bu nedenledir ki, hükümet ve hilafet meselesini "emanet" olarak tabir etmişlerdir. Millete de bunun "ilahi emanet" olduğunu söylemişlerdir. Böyle bir ema*netin üstesinden gelmek, elbette herkesin işi değildir. Salahiyetli ve özel vasıflı insanların yapmaları gerekir.
AHDE VEFA
İkinci konu, ahd konusudur. Ahd, genellikle taah*hüdün her çeşidini kapsar. Eğer bir insan, başka biriyle anlaşma yapar ise ve gerçekten ahitleşirse, örneğin; "bu evi sana şu kadar miktar karşılığında sattım" derse, ah*dine riayet etmelidir.
Fakihlerin (Büyük din âlimlerinin) "Ahd ve Akid" konusu hakkında söyledikleri fetvalara göre, Ahd ve Akid için illa da özel bir söz (sıga) söylemek şart değil*dir. "Taahhüd"ün kendiside "Ahd ve Akid" için yeterli*dir. Yine onların fetvalarına göre, "Ahd ve Akid "e ria*yet etmek vaciptir. Bu hüküm gereği, her türlü taahhüdü yerine getirmek de vacip oluyor.
Hz. Ali (r.a) nin Malik Eştere yazmış olduğu bir mektup vardır. O mektupta ahitleşmenin tüm yönü be*lirtilmiştir. Hatta insanın kâfir biriyle olan ahdini dahi kapsamıştır. Bu mektubun ahitleşmek hakkında, çök ilginç ve güzel bir bölümü vardır. Dikkat ediniz ki, (mek*tubun) muhatabı, Mısır'da valilik yapan Malik Ester'dir. Orada yapılan ahitler, siyasi ahidler idi. Ahdedilen ta*raf ya Müslüman değildi veya Müslüman olsalar bile, Hz. Ali (r.a)ın hükümetine tabi değillerdi. (Muaviye'nin hükümetine tabi olanlardı), veya üçüncü bir sınıftı.
Hz. Ali (r.a), orada Malik'e şiddetle ve te'kidle şöy*le ısrarda bulunuyor: "Ey Malik! Herhangi bir toplulukla bir antlaşma imzaladığında, sakın onlar anlaşmayı boz*madan önce sen anlaşmayı bozmayasın."
Bu konu hakkında Kur'an'da bir ayet vardır. Müslü*manların kâfirlerle yaptığı anlaşma hakkında Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"Onlar ahitleri üzerinde bağlı kaldığı sürece sizde ahitlerinize bağlı kalın." (Tövbe: 7) Fakat onlar ahitlerini bozduysa, siz elinizi elinizin üzerine koyup beklemeyin, eğer birisi bozarsa, diğer tarafta bozulmuş olur.
Emir'ül Mü'minin Hz. Ali (r.a) Kur'an'da gelen bu manayı tefsir ediyor. Çok ilginç ve güzel bir tefsiri var*dır. O da şöyledir: "Beşerin yaşantısı, ahdine vefa etme esasları üzerinde kalmaya bağlıdır." Yani her şey kanun zoru ile düzeltilemez. (Bu konu) çok güzel ve ilginç bir noktaya (işaret ediyor). Bazıları, her türlü sorunu, kanu*na dayalı cezalar ile halletmenin mümkün olabileceğini zannediyorlar. Birisinin bir dostu ile normal bir antlaş*ma yaptığını farz ediniz. Örneğin; Hacca gitmek istiyor*sunuz, bir dostunuza sizinle arkadaşlık etmesi için anlaşıyorsunuz. Çünkü arkadaşa ihtiyacınız vardır. "Beraber gidelim" diyorsunuz, o da kabul ediyor. Hacca gitme vakti geldiğinde, onun başka bir şahıs ile arkadaşlık edip gittiğini görüyorsunuz. Şimdi bu olayı kanun yolu ile halledebilir misiniz? Birisiyle yolculuğa çıkmak istediği*nizde yol arkadaşınızdan imza ve ahitname gibi şeyleri alıp, arkadaşlığını kanuni yapıp ve sonrada o anlaşmayı mahkemeye götürüp, "Efendim, bu şahıs benimle bir an*laşma imzalamıştı" diye şikâyette bulunabilir misiniz? Burada artık vicdan ve insanın insaniyeti hükmetmelidir!
Malik'e diyor ki: Malik! Bir zalim ve zorbacı unva*nıyla senin elin yukarda, senin düşmanının eli ise aşağıda olmamalıdır. Şayet ahdini bozman şahsi yararına, bozmaman ise insaniyetin yararına olacak ise, (şahsi menfaa*tini göz ardı edip, insanlığın yararını düşünerek) o zaman ahdini bozmayacaksın. Ahitler ve antlaşmalar bozulur ise, artık insan için hangi itimat kalır? Böylece kafir ve düşman için de olsa, hiç bir zaman ahdini bozma ve mu*halefet etme!.
Çorçil'in "11. Dünya Savaşı Hakkında Hatıralarım" diye yazdığı yazısının bir bölümünü gazetelerden oku*muştum. 11. uluslararası savaşta aniden İRAN'ı işgal et*tiklerine değinmişti. Yani önce İran sınırına kadar haber*sizce gelmişler ve sonra elçileri vasıtasıyla "yarım saat sonra İran'ı işgal edeceklerini İran yönetimine bildirme*sini" söylemişlerdi. Çorcil yazısında şöyle itirafta bulu*nuyor: "Biz ki İran'la savaşmayacağımıza dair önceden anlaşma yapmıştık, fakat bu tutumumuz, İran ile yap*tığımız antlaşmaya aykırıydı. Sonra çok ilginç bir itiraf*ta bulunuyor, (Avrupa mantığına bakın!) "Bunların (ya*ni antlaşmaların) tümü ahlaktır. Ahlak ferdi ölçülerde iş*ler. Yani tek millet arasında. Şayet ben bir İngiliz ile ant*laşma yaparsam, bu antlaşmaya riayet etmem, milli ah*lakın gereğidir. Fakat milletlerarası ilişkilerde ahlak hâkim değildir. Orada, menfaatler söz konusudur. Menfaat*lerimiz İran'ı işgal etmemizi gerektiriyordu." Böyle antlaşmaları çıkaranlar kahrolsun. Açıkça ve çok açıkça diyor ki; "Aslında böyle olması gereklidir." İyi de bay! Sen ki bu kitapta yazıyorsun, diğer siyasetçiler o zaman şöy*le düşünürler: "Menfaatler icap ettiği sürece, siyasi anlaş*malara riayet etmek saygınlık olur" düşüncesi, siyaset mantığı ise, hangi siyasi anlaşmaya itimat edilir? İşte burada insanlık tehlikeye düşmektedir.
Hadiste üç şeye riayet etmenin vacip olduğu vurgu*lanmıştır. Bu kural, Müslüman için de, gayri Müslim için de aynen geçerlidir. Bunlar, gerçekte İslâmın umumi hukuklarından, yani insani hukuklarındandır. Bunların birincisi: "Emanete riayet etmektir." Eğer bir şahıs, bir şeyi Müslümana emanet etse, emanet eden şahıs kâfirlerin kafiri dahi olsa, o emanete riayet vaciptir ve ihanet etmek ise haramdır.
İmam-ı Zeynül Abidin (Seccad) (r.a) bu konuya misal vererek şöyle buyurmuştur: "Şayet babamın (Hz. Hüseyin) katili, babamı öldürdüğü kılıcı bana emanet ola*rak verirse, ben ona asla ihanet etmem."
İmam-ı Hüseyin (a.s.) gibi bir baba ve İmam-ı Zeynül Abidin (r.a) gibi bir evlat, emsalsiz bir babalık-evlatlık ilişkisine sahiplerdi. Eğer emaneti veren İmam-ı Hü*seyin'in katili olsa ve verilen emanet de Hüseyin'in ba*şını kesen kılıç olsa, ben o emanete ihanet etmem (diye buyuruyor).
Hadiste riayeti vacip olan şeylerin ikincisi de "Ahde vefa" etmektir. Eğer insan birisiyle anlaşma yapıp, ahitleşirse, karşı taraf ahdini bozmadığı sürece, ahdini boz*mamalıdır.
Bunların üçüncüsü ise, "Ebeveyne iyilik etmek ve onların haklarına riayette bulunmaktır." Ebeveyn kâfir bile olsalar, bir kısım hakları vardır ve hayatta ol*dukları müddetçe de o haklara riayet etmek çocukları için vaciptir.
AMELSİZ İMAN
39-Hayır, doğrusu biz onları bildikleri, şeyden ya*rattık!
40-Artık, doğuların ve batıların Rabbine yemin ederim, biz gerçekten güç yetirenleriz,
41-Onların yerine kendilerinden daha hayırlılarını getirip değiştirmeye, üstelik bizim önümüze geçilemez
Değişik ayetler ile 22'den 36. ayete kadar ile başladık ayetiyle tamamladık. Bu ayetlerde, son ayeti de göz önüne alarak, ne gibi şahısla*rın ahiret aleminde, ilahi cennetlerde yer alacaklarını, ik*ram göreceklerini, ihtiram bulacaklarını (yani ilahi lütufa şamil olacaklarını) anladık. "Namaz yönünden şöyle olanlar... mal, servet yönünden böyle olanlar... ve şöyle şöyle vasıflara sahip bulunanlar, ancak cennette buluna*cak ve ikram göreceklerdir" diye buyruldu. İşte bura*dan anlaşılıyor ki, cennete girecekler, ancak iman eden*ler ve imanına amel elbisesi giydirenler olacaktır. Demek ki tamahları kesmek ve yersiz tamahları atmak gerekir.
CAHİLCE ÜSTÜNLÜK İSTEMEK
Anlaşılıyor ki, Allah'ın kâfir olarak gördüğü bir top*luluk vardı. Niçin kâfir olarak görüyordu ve nasıl kâfirlerdi, şimdi açıklayacağız:
Onlar hem iman eden ve hem de iman etmeyen insanlardı. Tabii ki onların imanı, onları Allah'a teslim edecek ve ona itaat etmeye mecbur kılacak gerçek an*lamdaki iman değildi. Fakat buna rağmen, peygamberin (s.a.a.) davetinin doğru olduğuna inanıyorlardı. İmanları olmamasına rağmen, yine de bu durumlarıyla birlikte, bölük bölük peygamberin etrafını sarıyorlardı ve kendi kalplerinde, "belki diğer âlemde bulunan o nimetlerden biz de yararlanabiliriz" düşüncesini taşıyorlardı. Başka bir deyişle, "iman etmeden ve amelde bulunmadan pey*gamberin vaadinin kendileri hakkında da gerçekleşmesini istiyorlardı."
Son ayetlerden onların niçin böyle bir istekte bu*lunduklarını şöyle anlıyoruz; "0 insanlarda özel bir ben*lik vardı. Onlardan bazıları kendilerini, kendi soylarını, kendi kendilerine göre özel bir konum içerisinde bulun*duğunu tasarlıyorlardı, örneğin delilleri de şu idi; "biz*ler İbrahim soyundanız veya Kâbenin etrafında yetiş*mişiz, demek ki bizden daha üstün bir kimse yoktur." Büyüklükleri, şerefleri ve liyakatleri için kendi nazarla*rında oluşturdukları bu gibi ölçekleri, burada da aynı şe*kilde kullandılar. Fakat İslâm'ın işleme koyduğu "iman ve amel" ölçekleri, onlara kesinlikle tesir etmedi. Onlar kendilerini cahiliyet döneminde büyük kişiler, şerefli in*sanlar olarak (sözde) yetiştirmişler ve hep o gözde gör*müşlerdi. Onlar, dünyada elde ettikleri imtiyazlar saye*sinde, çevrelerinde bir kısım köle ve fakirler oluşturmuş*lardı, bu köle ve yoksulları da, "alçak ve düşük" insanlar olarak adlandırmışlardı. İşte bu düşüncenin etkisiyle şöyle diyorlardı; "Bizim bu imtiyazlarımızın olması şerafetimizin bulunmasının delilidir. Bu dünyada imtiyazımız olduğuna göre, o dünyada da aynı imtiyazlarımız olacak*tır. O dünyayı da mutlaka bize vereceklerdir, öyleyse dört tane yalın ayaklı kölenin ve bunun gibilerinin, gelipte iman etmelerinin ne değeri olabilir? Eğer o dünyada bir şeyler olacaksa, "bizim bugün sahip olduğumuz şeyle*ri, zati üstünlüğümüz sayesinde elde ettiğimize göre," orada da aynı şekilde olacaktır." işte bunlar "peygambe*rin getirdiği şeyleri yalanlamak" anlamında kâfir değil*lerdi, bunların kâfirliği, gönüllerinde düşündükleri şeyle*rin karşısında teslim olmadıklarından" kaynaklanıyordu.
Defalarca söylemişiz ki; insanın bir şeyi bilmesi ve içinde ona karşı marifet oluşturmasına rağmen, aynı hal*de kâfir olması mümkündür.
Biz öyle düşünüyoruz ki; eğer bir insan, Allah'ı ta*nırsa, O'na iman da etmiş olur. Eğer kiyametin olduğu*nu bilirse, kıyamete de iman etmiş olur. Eğer peygambe*rin Allah tarafından gönderildiğini bilirse, önada iman etmiş olur... Fakat, Kur'an, bu düşüncemizi kabul etmi*yor. Kur'an buyuruyor ki, "önce Allah'ı tanımalı, sonra iman etmelisin." "iman" insanın tanıdığı bir hakikatin mukabilinde teslim halidir. Niçin Allah, Şeytan'a mümin demirde kâfir diyor? Acaba şeytan Allah'ı tanımıyor muydu? Hâlbuki bizden daha iyi tanıyor ve bizden daha iyi biliyordu. Acaba şeytan kıyametin varlığını bil*miyor muydu? Kâmilen biliyordu, nitekim Allah ile tartışmaya girdiğinde: (Bana kıyamete kadar mühlet ver) diye söyledi. Anlaşılıyor o, kıyameti biliyordu.Acaba Peygamberleri bilmiyor muydu? Bili*yordu... Belki kendisi peygamberlerden söz ederken onlara; "muhlisin" muhlis kullar ve kendilerine nüfuz edilemeyecek kimseler olarak söz ediyordu. O (şeytan) pey*gamberin kim olduğunu ve kimin buna ulaştığını ve kimin yalancı olup peygamber olmadığını herkesten iyi bi*liyordu, öyleyse Allah, ona niçin kafir dedi?
Yani; ileride kimin cennete gireceğini ve kimin ihti*ram göreceğini söylememize rağmen, bunlar neden böyle boş ve yersiz bir istekte bulunuyorlar? Bu insanlar, senin etrafım neden sarıyorlar? Senin etrafını sarıp, hızlı bir şekilde halkalar oluşturuyorlar.
"Bölük bölük, sağdan ve soldan senin etrafını sarmışlar." "Bu kâfirler" diye tabir ediyor. Yani; "bu kafirler niçin senin etrafını bu şekilde sarmışlar?... Ve bu şekilde sağdan ve soldan, senin etrafında dönüp duruyorlar." "E yetmeu kullimriin minhum en yedhule cennete naim" ilginç! Bunlar cennete de mi tamah ediyorlar?"
Kur'an, (önce) buyuruyor: "Kâfirler"; sonra diyor "cenneti" de mi tamah ediyorlar? Buradan anlaşılıyor ki kâfir, "kabul etmiyor anlamında" değildir. Kabullenme*yen (yani itikadı olmayan) kâfirlerden olsalardı, Peygam*berin etrafını sarmaklardı. Cennet'e tamah da etmezlerdi. Demek oluyor ki, bu tip insanlar var idi ve her zaman da var olacaktır, işte o gibi bir topluluk öyle bir millettir ki, hem bir şeyi biliyorlar ve hem de karşısında teslim olma*yı istemiyorlar, sonra da bir kısım ham tamahlar esası üzerine bir yere yetişmek istiyorlar.
Demek ki (fe) önündekine atıftır. Biz hangi topluluğun saadet ehli olduğunu söyledikten sonra, bu kâfir topluluğun, süratle kaçıp sağdan ve soldan senin etrafını sarmaları, tamahlarındandır. Boşuna tamahlanıyorlar. Bu tamahları bir yere varmaz. Bunlar ham tamahlardır. Amel gerekir. Amelsiz her tamah boş tamahtır ve başka bir şey değildir.
Biz ki, hangi toplumun ve kimin cennette ikram gö*receğini söyledik, öyleyse ne oluyor? Neden? Yani, ka*firlerden bir topluluk nasıl bir fayda umarak senin etra*fına hızlıca geldiler ve çevreni sardılar "Senin sağından ve solundan" "izziyn" yani bölük bö*lük "iz" bir topluluğa derler. "İzziyn" ise. avrı ayrı topluluklara derler, ilginç! Ne kadar da ham tamah! Onlardan her fert cennete girmeyi tamah ediyorlar. Hem de imanı ve ameli olmaksızın...
Ne mümkün... "Kella" her zaman reddedilen bir söze karşı kullanılır. Biz bazen; "yeter! yeter! yeter ar*tık!" veya "böyle değildir! Böyle değildir!" şeklinde söylüyoruz.
Sonra Kur'an bir ayet zikrediyor. İnsan ilk bakışta bu ayetin önceki ayetlerle olan irtibatını anlayamıyor. Fakat biraz dikkat ettiği zaman iyi anlıyor.
Biz onları, kendilerinin bildiği maddeden yarat*tık.
Başka bir deyişle "Diğer tüm insanların yaratıldığı kokuşmuş nutfeden, onları da yarattık." Sanki onlar, ayrı bir maddeden yaratılmışlar, değerli bir cevherden oluşmuşlar da, artık iş tamam olmuş! Buna göre, eğer Allah (c.c.) onları kenara iter ise, o halde dünyada onlar gibi veya onlardan daha iyisi kimler bulu*nabilir!!! (Alaylama yapıyor -çev-).
Bu sözleri bırakın. Bu anlamsız sözleri bırakın! Bunları da biz, bildikleri o şeyden yarattık. Diğer ihsanları yarattığımız şeyden... Bunlardı da, biz diğer insanları yarattığımız nütfenin aynı*sından yarattık. Bu iddialar ne içindir? Onların söylemek istedikleri söz şudur; "şayet biz cennete girmeyeceksek, kim girecektir?" Sanki Allah'ın hazinesi boşalmıştır da ondan!! Hayır! Bu ayeti iki çeşit tefsir edebiliriz; fakat her ikisi de aynı anlamı ve*rir. Birinci tefsiri şöyledir; "Yemin etmiyorum Doğula*rın ve Batıların Rabbine." "Yemin etmiyorum" sözü, in*sanın yemin etmek istediği zamanda kullanabildiği bir tabirdir. Fakat yine de "yemin etme" anlamını verir, ikinci tefsiri de şöyledir; yani "Hayır!" Yemin ederim Doğuların ve Batıların Rabbine."
Kur'an bazı ayetlerde; meşarik (Doğular) ve meğarip (Batılar) diye tabir ediyor. Meşarik ve meğarib, meşrik ve mağrib sözündendir. Meşarik ve meğarib de doğ*rudur. (Yani Doğular ve Batılar tabiri de doğru bir ta*birdir).
Dünyayı bir çeşit taksim ettiğimizde, örneğin; "Dünyanın doğusu - Dünyanın batısı" diye söylediğimiz*de, Doğu ve Batı sözü doğru bir anlam taşır. Fakat iyice dikkat ettiğimizde, dünyanın Doğuları ve Batıları oldu*ğunu görüyoruz. Noktaların sayısına göre, güneşin Doğusu ve Batısı vardır, örneğin Tahran'da, o yer ki güneş doğuyor ve orası güneş doğduğunda ufuk olarak kabul ediliyor, orası muayyen bir noktadır. Şayet ölçüsünü yerden hesap etsek, muayyen bir nokta olacaktır. Tahran'ın kendisi de başka bir yer için maşrık hesap edile*cektir, işte bu delille Doğular ve Batılar diyorlar.
Ayrıca âlemde tek bir güneşin olmadığını, nice gü*neşlerin, yerlerin ve yıldızların ve yıldızların da doğusu ve batısı bulunduğunu söylemişlerdir.
Demek ki "Doğuların ve Batıların Rabbine" sözünden maksat; "şu gözüken alemin ve hepimizin başımızın üzerinde, Doğusu ve Batısı bulunan her şeyin Rabbine yemin olsun" demektir.
"Biz, bu beyleri! Ortadan kaldırıp, aynı bu dünyada, onlardan daha iyisini getirmeye kadiriz." Bu söz, onla*rın; eğer biz gitsek, bizden başka hangi şahıslar cennete gidebilir, bizden daha iyileri de bulunabilir mi? Biz önce*lik almışız" diye hayal ettikleri düşüncelerine işarettir.
Şurada dikkat edilecek bir konu vardır, şöyle ki; "Bir vakit bir şeye, örneğin, çok nadir bulunan bir cinse, birçok fertler talip oluyorlar. Onlardan birisi öne çıkıp o cinsi satın alıyor, diğerleri ise "mesbuk" oluyorlar. Yani cinsi almaya gittiklerinde, başkalarının, onlardan önce gelip o malı satın aldığını görüyorlar. Sonra onlar eli boş olarak geri dönüyorlar. Demek ki "mesbuk" olmak (geri*de kalmak) aciz ve güçsüz olmakla eşittir. Başka bir deyişle; bir şahıs öne geçip alır ise, diğerlerinin "artık bu işi yapmaya güçleri kalmadı" anlamına geliyor. İşte bu nedenledir ki, "mesbukiyn"in hükmü, "güçsüzlük ve acizlikle" eşittir.
Burada, arz ettiğim tarafın konusunu kast ediyor; Yani, onlar (kendini beğenenler), dünyada onlardan baş*ka, daha üstün bir topluluğun mevcut olmasının mümkün olamayacağını hayal etmesinler. Ve yine hayal etmesin*ler ki, onlar, beğenilmiş bir fıtrattan yaratılan ender ve özel topluluklardandırlar! Allah, onların aynısı gibi veya daha iyisini halk etmek isterse, güçsüz kalıp halk edemez! Ne kadar iyi madde varsa, sanki beyler için tebdil edil*miş! "Ve ma nahnü bi mesbukiyn" "Hiç kimse bizden öne geçmemiş ki, biz aciz ve güçsüz olalım."
KÂFİRLERE VAAT EDİLEN CEHENNEM AZABI
42-Şu halde sen, kendilerine vaat edilen (azap) gün*lerine kavuşuncaya kadar onları bırak, dalıp-oynasınlar, oyalansınlar.
43-Kabirlerinden koşarcasına çıkacakları gün, sanki onlar dikili bir şeye yönelmişler gibidirler.
44-Gözleri "Korkudan ve dehşetten düşük", yüzle*rini de zillet sarıp kaplamış, işte bu, kendilerine vaat edilmekte (kıyamet ve azap) günüdür
Evet, bunlar bu şekilde bölük bölük sağdan ve sol*dan peygamberin etrafını tutup, halka oluşturmuşlardı. Bu şekilde de tamah etmişlerdi. Peygamber bunlara nasıl bir şekilde cevap vermeliydi? Buyuruyor; "Bırak onları, onları bırak o hallerinde kalsınlar." Hangi halde? "Bırak, gittikleri şekilde aşağıya gitsinler. Bırak boğul*duktan şeyde kalsınlar. Dünyada sahip oldukları ve gö*nüllerini şad ettikleri oyuncaklarıyla baş başa kalsınlar."
Bu "fezerhum" kelimesinin anlamı şu değildir ki; "Ey Peygamber, sen onları hidayet etme teşebbüsüne geçme." Peygamberin işi hidayet etmektir. (Onları kendi haline bırak kalsın) sözü şu manadadır ki; "Sen kendi gö*revini yap, geleceği onlara anlat. Vaat edildikleri o gün, iad olacaklar (yani cezalandırılacaklar). "Yuv'adu" yani (onlara o ceza) vaat edilmiştir. Burada zahiren ("hüm" onlar "iad" yani cezalandırılacaklardır) sözü kastediliyor. Bırak, azaplarına yetişecekleri gün yetişsin ve onlar o azaba mülakat etsinler.
"Kabirlerinden koşarcasına çıkacakları gün, sanki onla* dikili bir şeye yönelmişler gibidirler."
"Nüsub" yollara dikilen işaretler idi. Eskiden, gü*nümüzde olan şu yollar ve caddeler yoktu, özellikle Ara*bistan'da, fazla git gel yapılan caddelerde, Hayvanların, katırların, atların ve develerin git gel izleri, bir yol izi meydana getirmişti. Birisi bir yerden bir yere gitmek is*tediğinde veya çölden geçmek istediğinde, işaretler bıra*kıyorlardı, özellikle de Arabistan'da, yerin kumsal ve kaygan olması nedeniyle, yani ayak izlerinin baki kalma*masından dolayı, (çünkü bazı yerler kum idi ve derhal rüzgar esintisiyle yeri dolup kayboluyordu ve bazı yerler ise taşlık olduğundan iz bırakılmıyordu). O dönemde "Nüsub" dikiyorlardı. Yani yolu göstermek için bir ta*kım işaretler dikiyorlardı. O işaretlere de, "Nüsub" di*yorlardı. O işaretler taştan duvar (çıkıntılı taş) şeklin*deydi. Yollara taş dikiyorlardı, yolun hangi tarafa oldu*ğunu göstermek içindi, öyle ki, yolcu baktığında nereye gideceğini ve ne kadar gideceğini anlıyordu. Bir müddet böyle gittikten sonra, işareti bulmak için, çevresine te*laşlı bir şekilde bakmıyordu. Bir yerde gözleri taş işare*te takıldığında, hemen ona doğru koşuyordu. Bu taş işareti bulmak ve sonrada hızlı bir şekilde ona doğru koşmak bir misal olmuştu. "Sanki taş işareti bulmuştu da ona doğru koşuyor" misali gibi.
Kıyamette insanlar, gitmeleri gereken o yere doğru hızlıca gidecekler, koşacaklardır, aynen taş işaretlere doğru koşanlar gibi. Bir müddet arayıp sonra bulunca na*sıl da hızlıca koşuyorlar! Yani bu dünyada "Senin etrafı*nı bölük bölük sağından ve solundan saran kâfirler" su*ratla sana doğru koşuyorlar. Fakat tamahlarından dolayı yararlanmak istiyorlar. "Keennehüm" Sen, şimdi o yo*lun işareti gibisin. Nasıl yolun işaretini gördüklerinde ona doğru koşuyorlarsa, bunlarda sana doğru şimdi hız*la koşuyorlar. "Fema liyellezine keferu gibe leke muhtiin." Şimdi ki işareti bulmuşlar, bu işaretten, işaret ol*duğu için yararlanıp, sonrada yolu tutup gitmeleri gere*kirken, "bu şekilde gitsek olur mu?" diye soruyorlar. Bu ki olmaz, kıyamette de o makamlara doğru hızla koşa*caklar... Fakat o maksatlar (varılacak yerler), onları bir yere ulaştırmayacak ve orası çok kötü bir yerdir.
"Gözleri 'korkudan ve dehşetten düşük' yüzlerini de bir zillet sarıp kaplamış; işte bu, kendilerine vaade-dilmekte olan (kıyamet ve azab) gündür."
Oradaki farkları ile buradaki farkları şudur; Burada ümitlidirler, yüzleri de parlak ve çok sevinçli. Fakat ora*da, gerçek onlar için hissedilmiştir artık. Yüzlerini bir zillet sarıp kaplamış, özellikle de gözlerinde, ümitsiz ba*kışlar, ayrı bir bakıştır, İnsan, ümitsizlik içerisine düştü*ğünde, onun eseri tüm vücudunda belirtisini gösterir, özellikle de gözlerinde. (Gözleri, korkudan ve dehşetten düşük) (Onları zillet sarıp kaplamıştır). Yani zillet ve aşağılık, vücutlarının tümünde belirmiştir.(İşte bu, kendilerine vaat edilmekte olan (kıyamet ve Azab) günüdür.) "iad" ceza, bu esasladır. Ya iman ve salih amel, veyahut ta böyle bir kötü gelecek.
Vesselam
Murtaza Mutahhari