SuskunDervis
Kayıtlı Üye
İNSAN EĞİTİMİNDEKİ FAKTÖRLER
İBADETLER
"Ancak namaz kılanlar v..."
Bu gibi sıfatlara sahip olan insanlar, acaba değişik mi yaratılmışlardır? Hayır... Mesele şudur ki, onlar da insandır. Kur'an; "İnnel kafirune hulike heluen" diye söylememiştir. "İnnel insane hulike heluen" diye söz etmiştir. Mü'min de bir insandır. Demek oluyor ki mü'min de, "hulike heluen, ize messehüşşerru cezuen ve iza messehul hayru menuen" olarak yaratılmıştır. Fakat kendi*sini, dini ve imani bir eğitime teslim ettikten sonra, işlen*memiş (ham) olan sermayesi, artık işlenmiş ve onun için yararlanılacak bir duruma gelmiştir.
Din'de eğitim faktörlerinden biri de "ibadet" tir. Kur'an açısından gerçek bir ibadet, doğru, ihlâslı ve bü*tün şartlan ihtiva eden, ruh'un dikkatini Allah'a, istiğfa*ra, O'ndan yardım dilemeye ve O'ndan ümit etmeye sevk eden" ibadettir. Yine aynı şekilde, "insanın dikkatini kendine veren, kendi nefsani günah ve suçlarına sevk eden" bir ibadettir, işte böyle bir ibadet, insani eğitimde en önemli bir yoldur. Allah namazı niçin farz kılmıştır? Namaz bizi oluştursun, eğitsin diye, sebep budur...
İslâm eğitim ve öğretiminde çok geniş bir kapı vardır. 0 da, "insan, kendi amelinin oluşumudur" düşün*cesi prensibidir. Başka bir deyişle, "insan, insanın kendi yapıtıdır." Buna göre insan, kendi ameli ile yapılmış-olgunlaşmış olur. Nasıl amel ederse, öyle yapılaşır. (O yön*de mesafe kaydeder -çeviren-). (Bir söz var ki) Avrupa felsefesinde yeni yeni söylenmektedir. Ona, "praktis" adını vermişler. Yani, "amel felsefesi" oysaki bu söz Kur'an açısından 1400 yıl önce ortaya konmuştur. İnsan kendi amelinin oluşumudur. İnsan, hem kendi amelini -hareketini- yapan ve hem de bu amelle oluşan bir yara*tıktır.
Namaz insanı oluşturur -eğitir- niçin? Çünkü Kur*an şöyle buyuruyor.
"Ey iman edenler! Sabır ve namazdan güç ve yar*dım alınız."
(Hadiste gelen sabrın ilk kapsamı oruçtur). Yani; sabırdan (oruç.'tan) ve namazdan güç ve yardım alınız. Aynen namazın zahiri adabını alınız, sonra batini adabı*na gidiniz. Yani namazın sahih ve kabul olma şartlarını düşününüz.
İnsana şöyle söylediklerinde, "Eğer namaz kılıyor*san, gasp edilmiş toprağın üzerinde kılma, aksi halde na*mazın batıl olur. Eğer evin gasp olursa, evinin sergisi gasp olursa, namazın batıldır. Üzerindeki elbiseler ile namaz kılabilmen için, gasp olmaması gerekir. Hatta borçluysan, borcu ödeme vakti de gelmiş ise, borç sahibi de va*kit vermiyor ise, acelecilik yapıp namaz kılmana müsaade etmiyor ve namaz vakti de bol ise, ilk önce borçlu oldu*ğun şahsın borcunu ödemelisin. Sonra namaz kılmalısın. Yani ilk önce Allah'ın kulu ile irtibatını doğru yapmalı, kul hakkına riayet etmeli, sonra Allah'a yönelmelisin." işte bunlardan her biri, insani eğiten faktörlerdir.
Bir de şu konuya dikkat etmek gerekir, "acaba bu şartların tümü yerine getirilse, insanın namazı kabul olur mu? Diyorlar hayır. Namazın sahih olduğu doğrudur. Fakat kabul edilmesi başka şartlara bağlıdır. 0 da; gü*nahlardan sakınmaktır. Sakınmalısın ki namazın kabul görsün. Durumun ve dikkatin Allah'a yönelmeli ki, na*mazın yukarı çıksın. Kalbin huzurlu olmalı ve dikkat ile kılmalısın. Yani (ancak sana ibadet eder ve ancak senden yardım dilerim) diye söylediğinde, namazının kabul ol*ması için ümit içerisinde olmalı ve kendini muhtaç his*setmelisin.
NAFİLELERİ EDA ETMEK
Eğer namaz halinde iken size bir şer dokunursa, (tabii ki büyük şerri kast etmiyoruz.) örneğin, "bal arısı sokarsa", siz namazı bozarsınız. Çünkü insan, fıtratı ge*reği onu bir sinek dahi ısırsa, sızlanıp feryat eder. Fakat belli bir aşamadan sonra artık böyle olmaz. Namaz insa*nı oluşturur. İnsan günde beş vakit namazı kılıp onu kendine adet edinirse, ister istemez ömrünün tümünde ve her gününde (yaşamına) tesir eder. Kur'an Buyuruyor.
"Ancak namaz kılanlardır ki onlar namazlarında devamlıdırlar. (İhmal göstermezler.)"
Maksat nedir? Burada rivayetler bunu çok güzel açıklıyor. Hz. Cafer Sadık (r.a) ve Hz. Muhammed Bakır (r.a) dan bu hususta şöyle bir rivayet nakletmişlerdir. "Ayet'in buradaki maksadı "nafileler"dir. Zira Kur'an-ı Kerim; "şunlar sabah namazını terk etmiyorlar" diye söylemiyor. Ancak namaz kılanlar" yani; "o kimse ki, en azından farzını yerine getiriyor." Sadece bu kâfi gelmez, nafileleri de yerine getirmelidir. .
İnsanın eğitiminde nafilelerin tesiri farzlardan daha fazladır. Çünkü insana farz olan ameller, vacib ve icbari konumundadır. Fakat nafile ki sünnettir ve mecburi de*ğildir, içten isteyerek ve rağbet üzerine kabullenilip ye*rine getirildiğinden dolayı, fazileti daha fazladır. Nafile*ler ahkâmında da demişlerdir ki; "Nafileleri bir vakit kıl*mak, bir vakit kılmamak doğru değildir." Örneğin insan sabah nafilesini bir defa kılsa, yatsı ve geceyi bir kılıp bir kılmasa, bu şekilde bir eseri olmaz. Sünnetler ancak de*vamlı oldukları zaman tesir bırakırlar.
Demek ki insan "Helu" (Hırslı) olarak yaratılmıştır. Bu durum tüm insanlar için aynıdır. Mü'minleri de kap*sar, namaz kılanları da. Fakat söz konusu "Helu" (Hırs) durumu, mükemmelliğin başlangıç noktası olduğundan ve daha sonra mükemmel bir hale tebdil edilmesi gerektiğinden, mü'min olmayıp namaz kılmayan insanlar için aynen değildir. Bunlar, ömürlerinin sonuna kadar hep öyle kalırlar. Namaz kılan gruplar ise, namaz kılmaların*dan dolayı öyle değillerdir.
22-Ancak namaz kılanlar hariç,
23-Ki onlar namazlarında süreklidirler. Bu bir eğitim faktörüdür.
Dedik ki "namazın kendisi bir eğitim faktörüdür." Başka faktör nedir?
MALI İNFAK ETMEK
24-25- Mallarında, isteyene ve mahrum kalmışa belli hak tanıyanlar.
Bu ayet de aynen "daimun" (devam edenler) anla*mındadır. Burada maddi yöne işaret vardır.
İnsanda fıtri olarak mükemmelliğinin başlangıcında,
"Kendisine bir şer dokunduğu zaman feryadı basar ve ona bir hayır da dokunulduğunda engelleyici (hırslı) olur" haleti vardır. Sonra öyle bir merhaleye yetişmesi gerekir ki, kendisi için hayır olarak kabul ettiği servet ve malına karşı, "menu" (cimri) olmadığı gibi, kendi malının içinde muhtaç olanlarında haklarının olduğuna inanır ve malının içinde bulunan başkalarının haklarını da verir. İşte bu durum insanlar için ne kadar mükem*melliktir...!
İmamlar 'dan "belirli mal'' sözünden maksadın ne olduğu sorulmuştur.
Eimme-i Ethar (r.a) şöyle buyurmuşlardır:
"Maksat zekât değildir. Zekâttan daha yüksek olan şeydir. Yani; "(üzerinde) kendi vacip haklarını eda eden insanlar, kendilerine vacip olan hakka ilaveten, bir de kendiliklerinden nafile (sünnet hak) olarak bir miktar hak tayin etmişlerdir. "Tayin" den maksat, "sail ve mahrum için muayyen bir haktır." Yani "onların kendi*lerinin tayin ettikleri hak" Bu hak, Allah'ın tayin ettiği (vacip kıldığı) hak değildir.
Hiç şüphesiz insanın eğitiminde "farz olan sadaka*ların" da tesiri vardır. Kur'an'ın kendi nassına baktığı*mızda şöyle buyuruyor.
"Ey Resul, onlardan zekâtlarını ve sadakalarını al, bu vesile ile onları temiz edersin, onları olgunlaştırırsın ve geliştirirsin." (Tevbe Suresi: 103)
Milletten farz hukukun kendisini almak, iktisadi ahlak sahasında eğitici ve temizleyici bir faktördür.
Bundan daha yüce olanı, "sürekli olarak ve her ay*da, peygamberin temsilcisi geldiğinde, ona bir şeyler ver*menin" vacip oluşudur. Muayyen bir şeyi bir defa değil, devamlı olarak yapmak şarttır. Çünkü insanın bir defa in-fak etmesi veya bir defa namaz kılması "onun hususi bir haletin tesiri altında kalıp, ondan dolayı öyle yaptığı" anlamına gelirdi. İnsan her hafta veya her ay muhtelif durumlarda, belli vakitlerde infakta bulunursa veya ör*neğin şu "Kümeyl Duası v.s.) yi bir cuma akşamı sabaha kadar oturup bunu okur tamamlarsa, fakat diğer cuma geceleri hiçbir şey yapmazsa" hiç bir tesiri olmaz. Ama her cuma akşamı iki saatini bu işe ayırırsa, işte o vakit bu, vücudunun ve ruhunun derinliklerinden yücelmiş olur ve devamı bulunur.
"Sail"in anlamı, ihtiyacı bulunup isteyen" anlamın*dadır, "mahrum" un anlamı ise; "ihtiyacı olup da iste*meyen insan" demektir.
Elbette dikkat edilmesi gerekir ki; İslâm'da zaruret anları hariç, sual etmek (dilenmek) haramdır. Haram olu*şunun nedeni de şu olsa gerek; "Dilenen insan, ilk aşa*mada bu davranışıyla kendi şahsiyetini zedelemekte*dir." Gerçek anlamda zedelenen şahsiyet, mü'min ve Müslüman birinin şahsiyetidir. (Mü'min olmayanlarla işi*miz yoktur.) Bu açıdan, adını Müslüman koyan bir insan, Allah'ın ve Ali'nin adını getirdiğinde, Müslüman biri ol*duğunu ibraz ediyor. Böyle bir Müslüman dilencilik eder ise, şahsiyetini zedelemiş olur. Zaruret hali icab ettiğin*de dilene bilir elbette, zira öyle bir durumda saillik et*mezse, kötü duruma düşmesi söz konusudur. (Söz konusu haram dilencilikten kasıt, zaruri olmayan durumlarda*dır -çev-).
Buradan anlaşılıyor ki öyle bir sıfata sahip olma*yan bir saile yardım etmeliyiz.
26-Ceza (hesap) gününün doğruluğuna inananlar.
27-Rablerinin azabından korkarlar.
28-Ki Rablerinin azabına karşı emin olunamaz.
"İnnel insane hulike heluen"(19) "İza messuhüşşerru cezuen"(20) "Ve iza messehul hayru menuen"(20) "İllel musallin" (22) ayetlerinden başladık. Ve biraz iza*hat verdik ki, insanın şöyle yaratıldığı buyuruluyor: "İn*san hırs sahibidir, insanın iptidai haleti budur." Böyle de olması gerekirdi. Fakat insanın öyle o durumda baki kal*ması gerekli değildir. Bu (hırs durumu) insanın ilk serma*yesi konumundadır. Daha sonra başka bir şekle dönüş*melidir. Başka bir şekle ise, yine aynı serma*yeden yararlanılarak olmalıdır.
İnsan halet-i evveliyesinde, hayır ve şer karşısında, gayri mantıki, iptidai, sathi ve bedevi bir duyguya sahip*tir. Başka bir deyişle, insan ilk haletinde zararlara, yarar*lara ve kendisine dokunacak her türlü ziyanlara karşı, bu ziyanın, daha büyük faydaların mukaddimesi (başlangıcı) olması ihtimalini göz önüne olmaksızın, o gibi ziyan ve zararlara karşı, sızlayıp feryad eden bir yaratıktır. Oysaki, böyle bu gibi ziyanlar olmaksızın insanın daha bü*yük faydalara kavuşması mümkün değildir. İşte insana öğretilen ilk derste bu derstir. Başka bir deyişle; "maal*esef insanın iyi kavrayamadığı o ders, bazı mahrumlukla-ra göğüs germeden saadeti elde etmek mümkün değildir" dersidir. İnsan şayet mahrumluklara göğüs germeden sa*adeti elde etmeyi düşünürse, büyük hata yapmış olur.
Bir çocuk nazik bir şekilde büyüyerek, çocukluğu*nun ilk dönemlerinde herhangi bir mahrumiyeti göğüslemeyerek, dilediği her şeyi anında bulup, sıkıntıların her çeşidinden de kaçarak, böyle bir özellikleriyle okuyup ilmi, fenni ve ameli bir sahada zirveye ulaşmayı, yüksek makam sahibi bilgin biri gibi olmayı, sanatkar olmayı, velhasıl yüksek bir makam sahibi olmayı istediğini düşü*nünüz. Acaba fevkalade nazik olarak yetişen bu çocuğun bu gibi yüksek bir makama yetişmesi mümkün müdür? O, asla insan olamaz! İşte insanın durumu da aynen bu çocuğun durumuna benzer! Dedik ki, insana öğretilen ilk ders, "geniş nimetlerden yararlanabilmesi için, mah*rumiyetlere tahammül etmesi gerekir" dersidir. Takvanın manası da şudur. Takva, yani "insanın ilk etapta kendi yararına zannettiği şeylerden kendisini uzak tutmasıdır." İnsan kendisini o gibi şeylerden korursa, daha büyük şey*lere kavuşmuş olur.
İnsana öğretilen ilk ders, Ebul beşer olan "Âdem" in dersinin aynısıdır. Çünkü Adem'e şöyle dediler; "sen Cennet-ül huldi de kalmak istiyorsan, bir meyveden sa*kınmalısın." (Benim hangi meyve olduğuyla işim yok*tur.) Fakat kesin olan söz konusu hadisenin ruhu şudur,"Ey Âdem! Ebedi cennet-i elde tutmak, ebedi saadette kalmak, bir mahrumiyete tahammül etmeye bağlıdır." O bire hayır dersen, (yani mahrumiyeti göğüslemeye ha*yır dersen) o vakit (bir şer dokun*duğunda feryat ediyor) olma.
Ona (insana) bir vakit herhangi bir fayda dokunur*sa, o faydaların bir kısmından vazgeçmeden, daha büyük saadete hiçbir zaman kavuşamaz. Demek oluyor ki, bu, insanın halet-i evveliyesidir. Yani insan haleti rüşde ulaşmamıştır. İnsan kendi fıtri hesabı açısından "hayrı isteyen ve serden sızlayan" bir varlıktır. Bu böyle de ol*malıdır, doğrudur da ve ömrünün sonuna dek böyle baki kalmalıdır. Fakat insan "hayrı isteyen ve serden sızla*yan" bir varlık olmasına rağmen, bu hayır ile serler ara*sındaki irtibatı bilmesi gerekir. Âlemde hayır ile serler birbirine karışmışlardır. Başka bir deyişle, "Nice büyük hayırlar vardır ki, akabinden daha büyük serler getirir ve nice küçük serler vardır ki, akabinden daha büyük hayır*lar getirir. Hayır ile serler arasında, yüzde yüz onları biri-birinden ayırt eden özelliklerinin bulunması sözkonusu olamaz. Ya tümü lezzettir, hayır ve faydadır. Bu lezzetin yoludur. Buna göre insanın daha büyük lezzet yolunu araması gerekir. Yani büyük, büyük ve daha büyük lezzet, hayır ve saadet... Ya da ziyan yoludur. Yokluk, dert ve zahmet, ya da aksinedir; zahmet ve kolaylık, hayır ve şer birbiriyle yoğrulmuşlardır. Saadet, yani; "daha büyük hayrı elde etmek ve daha büyük serden kaçınmak" O za*man anlamı şöyle oluyor, "Nice serler vardır ki, hayrın basamaklarını oluşturur ve nice hayırlar da vardır ki düşmeye ve alçalmaya vesile olur."
Şimdiye kadar "hangi şahısların bu iptidai haleti elden verdiklerini, (yani) her zararın dokunmasıyla ta*hammülsüzlük haletini ve her hayrın dokunmasıyla da kıskançlılık haletini elden verenlerin ne gibi vasıflarının olduğunu ve ne gibi özelliklerinin bulunduğunu öğren*miş olduk.
CEZA GÜNÜNÜ KALBEN TASDİK ETMEK
26- Ceza gününün doğruluğuna inananlar.
Onların diğer bir ölçülende, ceza gününü tasdik et*meleridir. "Din" kelimesinin bir anlamı da "ceza"dır. "Ceza" mükâfatlandırma ve eziyet çektirme manasının her ikisin ide kapsar.
Amel, diğer bir anlamıyla, "bir şeyin hedere ve havaya gitmeden, direkt insana yansıması" demektir. Benzetme olarak şöyle diyebiliriz, insanın amelini bir sevt'a (sese) ve sesin dönüşüne benzetmişlerdir. Başka bir deyişle, "Fiziki bir muhitte, hususi bir yerde yapılan ni*da ve sedaya benzetilmektedir, insan eğer öyle bir mu*hitte bir kelime telaffuz ederse, muhit onu derhal geriye yankı yaptırır. Sesin bu geri yansımasına "Ric-i savt" yani "sesin geri dönüşü" denilmektedir. Buna Arap dilin*de "seda" denilmektedir. Biz ki "seda" diyoruz, örneğin, "falan kimseye seda et" (yani falanı çağır anlamında) bu çağırış hatadır. "Nidaet" denilmelidir. Fakat biz farisi dilinde birini çağırtmak istediğimizde "filana seda et" diye söylüyoruz. Oysaki biz kapalı bir yerde veya bir kü*pün içerisinde veyahut ta bir hamamda bağırdığımızda, orada bize geri dönmekte olan bir ses yansımaktadır. İşte gerçek anlamda "seda" bize yansıyan o sese denilir. Ya*ni, gerçekte biz nida ediyoruz, o kapalı yerler ise "seda" ediyorlar. Oysaki biz farisi dilinde "nida"ya "seda" diyoruz, bu da yanlıştır. İşte bu açıdan "geri dönme ha*letine , "Ric-issavt" (sesin yansıması, aksülamel) denil*mektedir.
Kur'an açısından, âlemdeki her şeyin "yansıma ha*leti" aksülameli vardır. Hatta aksülamelden daha yüksek haleti vardır. Biz bu durumu, "aksülamel" sözünden da*ha güzel bir şekilde ifa eden diğer bir tabir bulamadığı*mız için böyle tabir ediyoruz.
Bir insanın; "yapmış olduğum bir iş (amel) benden uzaklaşmayacak ve yine bana mutlaka geri dönecektir" düşüncesi ile, "yaptığım bu iş, artık bana bir daha geri dönmeyecektir" diye düşüncesi ne kadar da farklıdır!
Ceza gününü tasdik etmek, yani amellerin geri dönü*şünü kabul etmek demektir. Yani yapmış olduğumuz her işin bize geri döneceğini tasdik ediyoruz. Bizler bir iş yaptığımızda, bir şeyi düşündüğümüzde, bir kelime ko*nuştuğumuzda ve bir amel işlediğimizde, onların artık bizden uzaklaştıklarını ve onlarla aramıza bir fasıla girdi*ğini düşünüyoruz, hayır öyle düşünmek yanlıştır, o amel*lerin tümünün sonra dönüşü vardır. O ameller ister iyi ameller olsun ister kötü ameller, "kim en küçük bir amel işlerse onu görecek ve bir gün ona ulaşacak, kim de en küçük şer amel işlerse onu görecek" (Zilzal: 78).
Müfessirler çok güzel bir tefsir yapmışlar:
"Yesdugun" yani, onlar ki tasdik ediyorlar. İki çe*şit tasdik etmek vardır. Zihnen tasdik ve amelen tasdik Herhangi bir vakitte siz bana bir konudan bahsederken örneğin şöyle diyorsunuz, "Efendim! Falan şeyi, falan konuyu tecrübe ettim" veya "şu şey çok kötüdür, falan hastalığı yapar" sizin bu sözünüzün karşılığında ben şöyle diyorum, "evet, evet, ben sizin sözünüzü kabul ediyorum." Şurada ben zihnimde sizin doğru söylediği*nizi kabul edip tasdik ediyorum, fakat amelde nasıl? Amelde sizin sözünüzü tasdik etmemin hilafına davran*mam mümkündür. Söz ile tasdik etsem dahi, amelen hila*fına davranabilirim. Demek ki gerçek tasdik ameli tasdiktir, zihni ve lafzı tasdik değildir. Ameli tasdik, zihni tasdikin tamamlayıcısıdır. Başka bir deyişle, eğer tasdik et*mek yalnız zihinde baki kalırsa, kâmil bir tasdik değil*dir. "Yevmiddin"i (yani din gününü) tasdik edenler, hangi çeşit tasdikle tasdik ediyorlar? Ameli lastikle mi? Yani amelen mi tasdik ediyorlar? Onların ameli kıyametin var olduğunu kabul ediyor mu? Onların ameli, "tasdik etmek ölçülerine uygun mu?
Burada izah edilmesi gereken başka bir nokta; "yesdigune" sözünün "müzari fiili" olması nedeniyle "za*man bakımından" oluşudur. (Biz tastik ediyoruz), "sedegu" desek eğer, "tasdik ettiler" olur. Eğer "yesdugu" de*sek, yani "tasdik ediyor" olur. Mazi fiil ile müzari fiilin arasındaki farklardan biri de, mazi fiilin geçmişe delalet etmesi, müzari fiilin ise geleceğe ve hâle delalet etmesi*dir. Diğer bir farkı da, "müzari fiil" bir şeyin devamlılı*ğına işaret eder. "Yesdigune" eğer dersek, örneğin, falan şeyi yüz defa tasdik etti, bu tasdikin bir defada ol*ması mümkündür. Fakat desek ki, "falan şahıs falan şeyi tasdik ediyor", yani bu işi böyle yapıyor. Biz her istedi*ğimizde, o tasdik ediyor. O zaman "yesdigune bi yevmid-din" in manası şöyle oluyor: "Kıyamet gününü daima tasdik ediyorlar" Onların ameli öyle bir ameldir ki, her zaman (kıyametin olacağına) şahitlik ediyor. Vücutlarının tümü şahit ki, kıyamet vardır.
İLAHİ AZAPTAN KORKMAK
"Onlar ki, Rablerinin azabından korkuyorlar. Şüp*hesiz Rablerinin azabından emin olunamaz."
Onlarda Allah korkusu var! Niçin*? Çünkü Allah'ın azabından emin olunamaz. Hiç kimse, "Ben Allah'ın aza*bına karşı güvencedeyim" diye iddiada bulunamaz. Bu söz çok cazib bir sözdür. Bu söz aynen, "imanın şartla*rından birisinin de, mü'minin hiç bir zaman ve hiç bir şartta Allah'ın rahmetinden ümidini yitirmemesi gerekir" konusu gibidir. Mü'min o kimsedir ki, şayet tüm ins ve cinnin (sakeleynin) günahları kadar günaha sahip olsa bile, "artık benden iş geçti" diye bir fikir taşımamalıdır. "Geçti" diye bir şey yoktur. Yani (rahmet) kapısı açık*tır. Kapının açıklığı da, "gerçekten tövbe ederse bağış*lanır" anlamındadır. İlahi rahmet sonsuzdur. Fakat insan rahmet kapısını üzerine kapatır ise, artık rahmet gelmez. (İlahi rahmet kapısı) Aynen ağzı kapatılıp denize atılan bir şi şe misali gibidir. Kapağı açılırsa faydasız kalmaz. Tövbe kapıyı açmaktır. Rahmet kapısını kendi üzerine açmaktır. Kapıyı açtın mı o gelir. Buna göre her bir kim*se hangi şartla olursa olsun, şayet tövbeden ümidini keser ise ve "artık tövbeden bir şey çıkmaz" diye düşünürse, günahların en büyüğünü işlemiş olur. (Çünkü ümidi kesmek büyük günahlardandır -çev).
Bir gün bir şahıs Hz. Peygamberimizin (s.a.a.) huzu*runa geldi ve şöyle dedi:
- Ya Resulullah, şu sırtın arkasında bir genç var, hep ağlıyor, susmak bilmiyor. Ona ne söylüyorsak, hep, "ben günahkârım" diye cevap veriyor...
Hz. Peygamber (s.a.a.): "Onu bana getirin" diye bu*yurdu. Genci getirdiklerinde, hıçkırıkları konuşmasına müsaade vermiyordu.
Hz. Peygamber (s.a.a.): "Ne oluyor sana?" diye sordu.
Genç: "Ey Allah'ın Resulü, günahkârım" dedi.
Hz. Peygamber (s.a.a.):
- Günahın nedir? Genç.
- Ey Allah'ın Resulü! Söylenecek bir günah değil ve Allah beni affetmeyecek.
Hz. Peygamber (s.a.a.):
-Senin günahın mı büyük, yoksa denizler mi? Genç:
-Benim günahım daha büyüktür!
-Senin günahın mı daha büyük yoksa çöllerin kumları mı?
-Benim günahım!
- Senin günahın mı daha büyük, yoksa yağmurun damlaları mı?
- Benim günahım.
- Senin günahın mı daha büyük, yoksa Hakkın Rah*meti mi? Genç:
- Elbette ki Hakkın rahmeti
O zaman buyurdu; "Günahını söyle bakalım"
Öyle çok büyük günah işlemişti ki, Peygamber onu huzurundan kovdu. (Elbette kovuş nedeni, tövbe ateşini biraz daha yükseltmesi içindi).
Günahkâr genç bir dağa gitti. Orada gece gündüz aralıksız ağlıyordu. "Ey Allah'ım! Peygamber de beni huzurundan kovdu, yalnız ve yalnız senin dergâhından başka sığınacak bir yerim yoktur" diye söyleniyordu. Bir süre sonra tövbesinin kabulüne dair ayet nazil oldu.
Azab yönünden de mü'minin durumu şöyledir, eğer tüm ins ve cinnin ibadetini etmiş olsa bile, "benim ken*dime (nefsime) hiç itimadım yoktur" diye düşünmelidir. Böyle düşünmesi gerektiğinin de iki nedeni vardır:
1-İnsani ve nefsanî yönü
2-İlahi yönü.
Hadisenin insani yönü şöyledir, "Allah'ın azabından korkmak, Allah'ın kendinden korkmak değildir. Allah'ın adaletinden korkmaktır. Hakikatte Allah'ın adaletinden korkmak da, kendinden (nefsinden) korkmaktır. Yani harama düşmekten korkmaktır, öyleyse; "Kim kendi nefsine itimat edebilir." Kim; "benim nefsin öyle bir ye*re yetişmiştir ki, artık hiç günah işlemez" diyebilir? Ben günah işlemediğim müddetçe, nedensiz yere Allah'ın azap edecek kadar zalim olduğunu düşünmek doğru de*ğildir. Allah, adaleti ile insana azab eder. Günah işleme*diğim müddetçe azab görmem. Demek ki, "ben yüzde yüz kendime güveniyorum" demek hatadır. Masumların da itimatları Allahın lutfuyladır, kendi ne üsleriyle değildir. ümmü Seleme'nin anlattığı şu hikâyeyi defalarca anlatmıştık, şöyle ki, Ümmü Seleme şöyle anlatıyor; "Bir gece baktım Peygamber yatağında yoktur. Nerede olduğunu bilmek için yatağımdan kalktığımda, odanın bir köşesinde oturup ibadet ve münacâat ettiğini gör*düm. Peygamberin neler söylediğine kulak verdiğimde, şöyle cümleleri söylediğini duydum, "ilahi la tüşmid fi aduvvi" (Ya Rabbi! Beni düşmanların şenlik yapacakları bir duruma düşürme! Bana verdiğin nimetleri benden ge*ri alma. Beni kurtarmış olduğun bu kötülüklere tekrar düşürme! Ya rabbi! Ebedi olarak, göz açıp kapayıncaya kadar dahi beni kendime bırakma! Buraya gelince Ümmü Seleme (r.a.) kendinden geçti, ağlamasının hıçkırık sesi yükseldi... Peygamberimizin namazı tamam oldu ve Üm*mü Selemeye şöyle buyurdu: "Ümmü Seleme niçin ağlı*yorsun?" Ümmü Seleme şöyle dedi. "Ey Allah'ın Resulü, siz, "Ya Rabbim, beni biran bile kendime bırakma" derseniz, bizim durumumuz nice olur?"
Konu şöyledir; Allah (c.c.) Yunus Peygamberi bir an kendine bırakmıştı da başına gelenler gelmişti. De*mek ki, kim kendine güvenirse, yani itimadını Allah'tan çekerse ve "Allah'ın artık benden bir talebi yoktur" diye söylerse, o zaman böyle düşünmelidir ki, Allah, âdil ve hâkim'dir. Adil ve hâkim ne eder? Adil, Hâkim, za*limlere ve mütecavizlere azap eder. "Bana azap etmek. Ne söylüyorsun? Karşısında duruyorum işte, Ya Rabbi karşında durdum!" Anlamıyor ki, ayakta durması baş*kasına bağlıdır. Başka bir kimse onu ayakta tutmuştur. Ayakta durması da, onu ayakta tutanın lutfu ve inayetidir. Mü'minin kendisine itimad etmeyişinin delili işte şudur. Onun itimadı her zaman Allah'a dır. Her zaman Allah'a karşı bir hata işlemekten çekinmiştir. Hadisenin insani yönü işte budur.
Şimdi hadisenin ilahi yönünü araştıralım... Başka bir deyişle; hadisenin nefsani dilimini araştırdık. Şimdi de Rabbani dilimini araştırmaya koyulalım. Konunun Rabbani dilimi şöyledir, Allah'tan insana gelen her şeyin, Allah'ın fazlı olduğunu düşünecek kadar insanın irfan sahibi olması gerek. Allah, hiçbir zaman, hiçbir kimseye adaleti ile muamele etmez, fazlı ile hareket etmesi gerek*lidir. Eğer adaleti ile muamele etmek istese talep kar hiç-kimse kalmaz. Demek ki ne varsa onun fazlıdır. Bazı za*manlar adalet söz konusu oluyor ve deniliyor ki; "Allah, adaletinin zıddına hareket etmez. Buna göre ben onun adaletine yapışırım." Bunun cevabı şöyledir; "Eğer ada*leti ile hareket etse, herkesin miğferi mevzinin gerisinde kalır." Demek ki, yine O'nun fazlı söz konusudur. Fazl-ı da Allah'a mutlak noktalama olmaz. Buna göre mü'mi*nin sıfatıdır ki, nasıl Hakkın rahmetine karşı reca ve ümidini elden vermiyorsa, Allah'tan korkma duygusunu da yitirmiyor. Mü'minlerin en mü'mini dahi, diğer in*sanların tümünden daha çok Hakkın rahmetine ümit bes*liyor ve yine Allah'ın azabından da yine herkesten daha çok korkuyor. Ali (ra)'ın kendisi gibi.
Murtaza Mutahhari
İBADETLER
"Ancak namaz kılanlar v..."
Bu gibi sıfatlara sahip olan insanlar, acaba değişik mi yaratılmışlardır? Hayır... Mesele şudur ki, onlar da insandır. Kur'an; "İnnel kafirune hulike heluen" diye söylememiştir. "İnnel insane hulike heluen" diye söz etmiştir. Mü'min de bir insandır. Demek oluyor ki mü'min de, "hulike heluen, ize messehüşşerru cezuen ve iza messehul hayru menuen" olarak yaratılmıştır. Fakat kendi*sini, dini ve imani bir eğitime teslim ettikten sonra, işlen*memiş (ham) olan sermayesi, artık işlenmiş ve onun için yararlanılacak bir duruma gelmiştir.
Din'de eğitim faktörlerinden biri de "ibadet" tir. Kur'an açısından gerçek bir ibadet, doğru, ihlâslı ve bü*tün şartlan ihtiva eden, ruh'un dikkatini Allah'a, istiğfa*ra, O'ndan yardım dilemeye ve O'ndan ümit etmeye sevk eden" ibadettir. Yine aynı şekilde, "insanın dikkatini kendine veren, kendi nefsani günah ve suçlarına sevk eden" bir ibadettir, işte böyle bir ibadet, insani eğitimde en önemli bir yoldur. Allah namazı niçin farz kılmıştır? Namaz bizi oluştursun, eğitsin diye, sebep budur...
İslâm eğitim ve öğretiminde çok geniş bir kapı vardır. 0 da, "insan, kendi amelinin oluşumudur" düşün*cesi prensibidir. Başka bir deyişle, "insan, insanın kendi yapıtıdır." Buna göre insan, kendi ameli ile yapılmış-olgunlaşmış olur. Nasıl amel ederse, öyle yapılaşır. (O yön*de mesafe kaydeder -çeviren-). (Bir söz var ki) Avrupa felsefesinde yeni yeni söylenmektedir. Ona, "praktis" adını vermişler. Yani, "amel felsefesi" oysaki bu söz Kur'an açısından 1400 yıl önce ortaya konmuştur. İnsan kendi amelinin oluşumudur. İnsan, hem kendi amelini -hareketini- yapan ve hem de bu amelle oluşan bir yara*tıktır.
Namaz insanı oluşturur -eğitir- niçin? Çünkü Kur*an şöyle buyuruyor.
"Ey iman edenler! Sabır ve namazdan güç ve yar*dım alınız."
(Hadiste gelen sabrın ilk kapsamı oruçtur). Yani; sabırdan (oruç.'tan) ve namazdan güç ve yardım alınız. Aynen namazın zahiri adabını alınız, sonra batini adabı*na gidiniz. Yani namazın sahih ve kabul olma şartlarını düşününüz.
İnsana şöyle söylediklerinde, "Eğer namaz kılıyor*san, gasp edilmiş toprağın üzerinde kılma, aksi halde na*mazın batıl olur. Eğer evin gasp olursa, evinin sergisi gasp olursa, namazın batıldır. Üzerindeki elbiseler ile namaz kılabilmen için, gasp olmaması gerekir. Hatta borçluysan, borcu ödeme vakti de gelmiş ise, borç sahibi de va*kit vermiyor ise, acelecilik yapıp namaz kılmana müsaade etmiyor ve namaz vakti de bol ise, ilk önce borçlu oldu*ğun şahsın borcunu ödemelisin. Sonra namaz kılmalısın. Yani ilk önce Allah'ın kulu ile irtibatını doğru yapmalı, kul hakkına riayet etmeli, sonra Allah'a yönelmelisin." işte bunlardan her biri, insani eğiten faktörlerdir.
Bir de şu konuya dikkat etmek gerekir, "acaba bu şartların tümü yerine getirilse, insanın namazı kabul olur mu? Diyorlar hayır. Namazın sahih olduğu doğrudur. Fakat kabul edilmesi başka şartlara bağlıdır. 0 da; gü*nahlardan sakınmaktır. Sakınmalısın ki namazın kabul görsün. Durumun ve dikkatin Allah'a yönelmeli ki, na*mazın yukarı çıksın. Kalbin huzurlu olmalı ve dikkat ile kılmalısın. Yani (ancak sana ibadet eder ve ancak senden yardım dilerim) diye söylediğinde, namazının kabul ol*ması için ümit içerisinde olmalı ve kendini muhtaç his*setmelisin.
NAFİLELERİ EDA ETMEK
Eğer namaz halinde iken size bir şer dokunursa, (tabii ki büyük şerri kast etmiyoruz.) örneğin, "bal arısı sokarsa", siz namazı bozarsınız. Çünkü insan, fıtratı ge*reği onu bir sinek dahi ısırsa, sızlanıp feryat eder. Fakat belli bir aşamadan sonra artık böyle olmaz. Namaz insa*nı oluşturur. İnsan günde beş vakit namazı kılıp onu kendine adet edinirse, ister istemez ömrünün tümünde ve her gününde (yaşamına) tesir eder. Kur'an Buyuruyor.
"Ancak namaz kılanlardır ki onlar namazlarında devamlıdırlar. (İhmal göstermezler.)"
Maksat nedir? Burada rivayetler bunu çok güzel açıklıyor. Hz. Cafer Sadık (r.a) ve Hz. Muhammed Bakır (r.a) dan bu hususta şöyle bir rivayet nakletmişlerdir. "Ayet'in buradaki maksadı "nafileler"dir. Zira Kur'an-ı Kerim; "şunlar sabah namazını terk etmiyorlar" diye söylemiyor. Ancak namaz kılanlar" yani; "o kimse ki, en azından farzını yerine getiriyor." Sadece bu kâfi gelmez, nafileleri de yerine getirmelidir. .
İnsanın eğitiminde nafilelerin tesiri farzlardan daha fazladır. Çünkü insana farz olan ameller, vacib ve icbari konumundadır. Fakat nafile ki sünnettir ve mecburi de*ğildir, içten isteyerek ve rağbet üzerine kabullenilip ye*rine getirildiğinden dolayı, fazileti daha fazladır. Nafile*ler ahkâmında da demişlerdir ki; "Nafileleri bir vakit kıl*mak, bir vakit kılmamak doğru değildir." Örneğin insan sabah nafilesini bir defa kılsa, yatsı ve geceyi bir kılıp bir kılmasa, bu şekilde bir eseri olmaz. Sünnetler ancak de*vamlı oldukları zaman tesir bırakırlar.
Demek ki insan "Helu" (Hırslı) olarak yaratılmıştır. Bu durum tüm insanlar için aynıdır. Mü'minleri de kap*sar, namaz kılanları da. Fakat söz konusu "Helu" (Hırs) durumu, mükemmelliğin başlangıç noktası olduğundan ve daha sonra mükemmel bir hale tebdil edilmesi gerektiğinden, mü'min olmayıp namaz kılmayan insanlar için aynen değildir. Bunlar, ömürlerinin sonuna kadar hep öyle kalırlar. Namaz kılan gruplar ise, namaz kılmaların*dan dolayı öyle değillerdir.
22-Ancak namaz kılanlar hariç,
23-Ki onlar namazlarında süreklidirler. Bu bir eğitim faktörüdür.
Dedik ki "namazın kendisi bir eğitim faktörüdür." Başka faktör nedir?
MALI İNFAK ETMEK
24-25- Mallarında, isteyene ve mahrum kalmışa belli hak tanıyanlar.
Bu ayet de aynen "daimun" (devam edenler) anla*mındadır. Burada maddi yöne işaret vardır.
İnsanda fıtri olarak mükemmelliğinin başlangıcında,
"Kendisine bir şer dokunduğu zaman feryadı basar ve ona bir hayır da dokunulduğunda engelleyici (hırslı) olur" haleti vardır. Sonra öyle bir merhaleye yetişmesi gerekir ki, kendisi için hayır olarak kabul ettiği servet ve malına karşı, "menu" (cimri) olmadığı gibi, kendi malının içinde muhtaç olanlarında haklarının olduğuna inanır ve malının içinde bulunan başkalarının haklarını da verir. İşte bu durum insanlar için ne kadar mükem*melliktir...!
İmamlar 'dan "belirli mal'' sözünden maksadın ne olduğu sorulmuştur.
Eimme-i Ethar (r.a) şöyle buyurmuşlardır:
"Maksat zekât değildir. Zekâttan daha yüksek olan şeydir. Yani; "(üzerinde) kendi vacip haklarını eda eden insanlar, kendilerine vacip olan hakka ilaveten, bir de kendiliklerinden nafile (sünnet hak) olarak bir miktar hak tayin etmişlerdir. "Tayin" den maksat, "sail ve mahrum için muayyen bir haktır." Yani "onların kendi*lerinin tayin ettikleri hak" Bu hak, Allah'ın tayin ettiği (vacip kıldığı) hak değildir.
Hiç şüphesiz insanın eğitiminde "farz olan sadaka*ların" da tesiri vardır. Kur'an'ın kendi nassına baktığı*mızda şöyle buyuruyor.
"Ey Resul, onlardan zekâtlarını ve sadakalarını al, bu vesile ile onları temiz edersin, onları olgunlaştırırsın ve geliştirirsin." (Tevbe Suresi: 103)
Milletten farz hukukun kendisini almak, iktisadi ahlak sahasında eğitici ve temizleyici bir faktördür.
Bundan daha yüce olanı, "sürekli olarak ve her ay*da, peygamberin temsilcisi geldiğinde, ona bir şeyler ver*menin" vacip oluşudur. Muayyen bir şeyi bir defa değil, devamlı olarak yapmak şarttır. Çünkü insanın bir defa in-fak etmesi veya bir defa namaz kılması "onun hususi bir haletin tesiri altında kalıp, ondan dolayı öyle yaptığı" anlamına gelirdi. İnsan her hafta veya her ay muhtelif durumlarda, belli vakitlerde infakta bulunursa veya ör*neğin şu "Kümeyl Duası v.s.) yi bir cuma akşamı sabaha kadar oturup bunu okur tamamlarsa, fakat diğer cuma geceleri hiçbir şey yapmazsa" hiç bir tesiri olmaz. Ama her cuma akşamı iki saatini bu işe ayırırsa, işte o vakit bu, vücudunun ve ruhunun derinliklerinden yücelmiş olur ve devamı bulunur.
"Sail"in anlamı, ihtiyacı bulunup isteyen" anlamın*dadır, "mahrum" un anlamı ise; "ihtiyacı olup da iste*meyen insan" demektir.
Elbette dikkat edilmesi gerekir ki; İslâm'da zaruret anları hariç, sual etmek (dilenmek) haramdır. Haram olu*şunun nedeni de şu olsa gerek; "Dilenen insan, ilk aşa*mada bu davranışıyla kendi şahsiyetini zedelemekte*dir." Gerçek anlamda zedelenen şahsiyet, mü'min ve Müslüman birinin şahsiyetidir. (Mü'min olmayanlarla işi*miz yoktur.) Bu açıdan, adını Müslüman koyan bir insan, Allah'ın ve Ali'nin adını getirdiğinde, Müslüman biri ol*duğunu ibraz ediyor. Böyle bir Müslüman dilencilik eder ise, şahsiyetini zedelemiş olur. Zaruret hali icab ettiğin*de dilene bilir elbette, zira öyle bir durumda saillik et*mezse, kötü duruma düşmesi söz konusudur. (Söz konusu haram dilencilikten kasıt, zaruri olmayan durumlarda*dır -çev-).
Buradan anlaşılıyor ki öyle bir sıfata sahip olma*yan bir saile yardım etmeliyiz.
26-Ceza (hesap) gününün doğruluğuna inananlar.
27-Rablerinin azabından korkarlar.
28-Ki Rablerinin azabına karşı emin olunamaz.
"İnnel insane hulike heluen"(19) "İza messuhüşşerru cezuen"(20) "Ve iza messehul hayru menuen"(20) "İllel musallin" (22) ayetlerinden başladık. Ve biraz iza*hat verdik ki, insanın şöyle yaratıldığı buyuruluyor: "İn*san hırs sahibidir, insanın iptidai haleti budur." Böyle de olması gerekirdi. Fakat insanın öyle o durumda baki kal*ması gerekli değildir. Bu (hırs durumu) insanın ilk serma*yesi konumundadır. Daha sonra başka bir şekle dönüş*melidir. Başka bir şekle ise, yine aynı serma*yeden yararlanılarak olmalıdır.
İnsan halet-i evveliyesinde, hayır ve şer karşısında, gayri mantıki, iptidai, sathi ve bedevi bir duyguya sahip*tir. Başka bir deyişle, insan ilk haletinde zararlara, yarar*lara ve kendisine dokunacak her türlü ziyanlara karşı, bu ziyanın, daha büyük faydaların mukaddimesi (başlangıcı) olması ihtimalini göz önüne olmaksızın, o gibi ziyan ve zararlara karşı, sızlayıp feryad eden bir yaratıktır. Oysaki, böyle bu gibi ziyanlar olmaksızın insanın daha bü*yük faydalara kavuşması mümkün değildir. İşte insana öğretilen ilk derste bu derstir. Başka bir deyişle; "maal*esef insanın iyi kavrayamadığı o ders, bazı mahrumlukla-ra göğüs germeden saadeti elde etmek mümkün değildir" dersidir. İnsan şayet mahrumluklara göğüs germeden sa*adeti elde etmeyi düşünürse, büyük hata yapmış olur.
Bir çocuk nazik bir şekilde büyüyerek, çocukluğu*nun ilk dönemlerinde herhangi bir mahrumiyeti göğüslemeyerek, dilediği her şeyi anında bulup, sıkıntıların her çeşidinden de kaçarak, böyle bir özellikleriyle okuyup ilmi, fenni ve ameli bir sahada zirveye ulaşmayı, yüksek makam sahibi bilgin biri gibi olmayı, sanatkar olmayı, velhasıl yüksek bir makam sahibi olmayı istediğini düşü*nünüz. Acaba fevkalade nazik olarak yetişen bu çocuğun bu gibi yüksek bir makama yetişmesi mümkün müdür? O, asla insan olamaz! İşte insanın durumu da aynen bu çocuğun durumuna benzer! Dedik ki, insana öğretilen ilk ders, "geniş nimetlerden yararlanabilmesi için, mah*rumiyetlere tahammül etmesi gerekir" dersidir. Takvanın manası da şudur. Takva, yani "insanın ilk etapta kendi yararına zannettiği şeylerden kendisini uzak tutmasıdır." İnsan kendisini o gibi şeylerden korursa, daha büyük şey*lere kavuşmuş olur.
İnsana öğretilen ilk ders, Ebul beşer olan "Âdem" in dersinin aynısıdır. Çünkü Adem'e şöyle dediler; "sen Cennet-ül huldi de kalmak istiyorsan, bir meyveden sa*kınmalısın." (Benim hangi meyve olduğuyla işim yok*tur.) Fakat kesin olan söz konusu hadisenin ruhu şudur,"Ey Âdem! Ebedi cennet-i elde tutmak, ebedi saadette kalmak, bir mahrumiyete tahammül etmeye bağlıdır." O bire hayır dersen, (yani mahrumiyeti göğüslemeye ha*yır dersen) o vakit (bir şer dokun*duğunda feryat ediyor) olma.
Ona (insana) bir vakit herhangi bir fayda dokunur*sa, o faydaların bir kısmından vazgeçmeden, daha büyük saadete hiçbir zaman kavuşamaz. Demek oluyor ki, bu, insanın halet-i evveliyesidir. Yani insan haleti rüşde ulaşmamıştır. İnsan kendi fıtri hesabı açısından "hayrı isteyen ve serden sızlayan" bir varlıktır. Bu böyle de ol*malıdır, doğrudur da ve ömrünün sonuna dek böyle baki kalmalıdır. Fakat insan "hayrı isteyen ve serden sızla*yan" bir varlık olmasına rağmen, bu hayır ile serler ara*sındaki irtibatı bilmesi gerekir. Âlemde hayır ile serler birbirine karışmışlardır. Başka bir deyişle, "Nice büyük hayırlar vardır ki, akabinden daha büyük serler getirir ve nice küçük serler vardır ki, akabinden daha büyük hayır*lar getirir. Hayır ile serler arasında, yüzde yüz onları biri-birinden ayırt eden özelliklerinin bulunması sözkonusu olamaz. Ya tümü lezzettir, hayır ve faydadır. Bu lezzetin yoludur. Buna göre insanın daha büyük lezzet yolunu araması gerekir. Yani büyük, büyük ve daha büyük lezzet, hayır ve saadet... Ya da ziyan yoludur. Yokluk, dert ve zahmet, ya da aksinedir; zahmet ve kolaylık, hayır ve şer birbiriyle yoğrulmuşlardır. Saadet, yani; "daha büyük hayrı elde etmek ve daha büyük serden kaçınmak" O za*man anlamı şöyle oluyor, "Nice serler vardır ki, hayrın basamaklarını oluşturur ve nice hayırlar da vardır ki düşmeye ve alçalmaya vesile olur."
Şimdiye kadar "hangi şahısların bu iptidai haleti elden verdiklerini, (yani) her zararın dokunmasıyla ta*hammülsüzlük haletini ve her hayrın dokunmasıyla da kıskançlılık haletini elden verenlerin ne gibi vasıflarının olduğunu ve ne gibi özelliklerinin bulunduğunu öğren*miş olduk.
CEZA GÜNÜNÜ KALBEN TASDİK ETMEK
26- Ceza gününün doğruluğuna inananlar.
Onların diğer bir ölçülende, ceza gününü tasdik et*meleridir. "Din" kelimesinin bir anlamı da "ceza"dır. "Ceza" mükâfatlandırma ve eziyet çektirme manasının her ikisin ide kapsar.
Amel, diğer bir anlamıyla, "bir şeyin hedere ve havaya gitmeden, direkt insana yansıması" demektir. Benzetme olarak şöyle diyebiliriz, insanın amelini bir sevt'a (sese) ve sesin dönüşüne benzetmişlerdir. Başka bir deyişle, "Fiziki bir muhitte, hususi bir yerde yapılan ni*da ve sedaya benzetilmektedir, insan eğer öyle bir mu*hitte bir kelime telaffuz ederse, muhit onu derhal geriye yankı yaptırır. Sesin bu geri yansımasına "Ric-i savt" yani "sesin geri dönüşü" denilmektedir. Buna Arap dilin*de "seda" denilmektedir. Biz ki "seda" diyoruz, örneğin, "falan kimseye seda et" (yani falanı çağır anlamında) bu çağırış hatadır. "Nidaet" denilmelidir. Fakat biz farisi dilinde birini çağırtmak istediğimizde "filana seda et" diye söylüyoruz. Oysaki biz kapalı bir yerde veya bir kü*pün içerisinde veyahut ta bir hamamda bağırdığımızda, orada bize geri dönmekte olan bir ses yansımaktadır. İşte gerçek anlamda "seda" bize yansıyan o sese denilir. Ya*ni, gerçekte biz nida ediyoruz, o kapalı yerler ise "seda" ediyorlar. Oysaki biz farisi dilinde "nida"ya "seda" diyoruz, bu da yanlıştır. İşte bu açıdan "geri dönme ha*letine , "Ric-issavt" (sesin yansıması, aksülamel) denil*mektedir.
Kur'an açısından, âlemdeki her şeyin "yansıma ha*leti" aksülameli vardır. Hatta aksülamelden daha yüksek haleti vardır. Biz bu durumu, "aksülamel" sözünden da*ha güzel bir şekilde ifa eden diğer bir tabir bulamadığı*mız için böyle tabir ediyoruz.
Bir insanın; "yapmış olduğum bir iş (amel) benden uzaklaşmayacak ve yine bana mutlaka geri dönecektir" düşüncesi ile, "yaptığım bu iş, artık bana bir daha geri dönmeyecektir" diye düşüncesi ne kadar da farklıdır!
Ceza gününü tasdik etmek, yani amellerin geri dönü*şünü kabul etmek demektir. Yani yapmış olduğumuz her işin bize geri döneceğini tasdik ediyoruz. Bizler bir iş yaptığımızda, bir şeyi düşündüğümüzde, bir kelime ko*nuştuğumuzda ve bir amel işlediğimizde, onların artık bizden uzaklaştıklarını ve onlarla aramıza bir fasıla girdi*ğini düşünüyoruz, hayır öyle düşünmek yanlıştır, o amel*lerin tümünün sonra dönüşü vardır. O ameller ister iyi ameller olsun ister kötü ameller, "kim en küçük bir amel işlerse onu görecek ve bir gün ona ulaşacak, kim de en küçük şer amel işlerse onu görecek" (Zilzal: 78).
Müfessirler çok güzel bir tefsir yapmışlar:
"Yesdugun" yani, onlar ki tasdik ediyorlar. İki çe*şit tasdik etmek vardır. Zihnen tasdik ve amelen tasdik Herhangi bir vakitte siz bana bir konudan bahsederken örneğin şöyle diyorsunuz, "Efendim! Falan şeyi, falan konuyu tecrübe ettim" veya "şu şey çok kötüdür, falan hastalığı yapar" sizin bu sözünüzün karşılığında ben şöyle diyorum, "evet, evet, ben sizin sözünüzü kabul ediyorum." Şurada ben zihnimde sizin doğru söylediği*nizi kabul edip tasdik ediyorum, fakat amelde nasıl? Amelde sizin sözünüzü tasdik etmemin hilafına davran*mam mümkündür. Söz ile tasdik etsem dahi, amelen hila*fına davranabilirim. Demek ki gerçek tasdik ameli tasdiktir, zihni ve lafzı tasdik değildir. Ameli tasdik, zihni tasdikin tamamlayıcısıdır. Başka bir deyişle, eğer tasdik et*mek yalnız zihinde baki kalırsa, kâmil bir tasdik değil*dir. "Yevmiddin"i (yani din gününü) tasdik edenler, hangi çeşit tasdikle tasdik ediyorlar? Ameli lastikle mi? Yani amelen mi tasdik ediyorlar? Onların ameli kıyametin var olduğunu kabul ediyor mu? Onların ameli, "tasdik etmek ölçülerine uygun mu?
Burada izah edilmesi gereken başka bir nokta; "yesdigune" sözünün "müzari fiili" olması nedeniyle "za*man bakımından" oluşudur. (Biz tastik ediyoruz), "sedegu" desek eğer, "tasdik ettiler" olur. Eğer "yesdugu" de*sek, yani "tasdik ediyor" olur. Mazi fiil ile müzari fiilin arasındaki farklardan biri de, mazi fiilin geçmişe delalet etmesi, müzari fiilin ise geleceğe ve hâle delalet etmesi*dir. Diğer bir farkı da, "müzari fiil" bir şeyin devamlılı*ğına işaret eder. "Yesdigune" eğer dersek, örneğin, falan şeyi yüz defa tasdik etti, bu tasdikin bir defada ol*ması mümkündür. Fakat desek ki, "falan şahıs falan şeyi tasdik ediyor", yani bu işi böyle yapıyor. Biz her istedi*ğimizde, o tasdik ediyor. O zaman "yesdigune bi yevmid-din" in manası şöyle oluyor: "Kıyamet gününü daima tasdik ediyorlar" Onların ameli öyle bir ameldir ki, her zaman (kıyametin olacağına) şahitlik ediyor. Vücutlarının tümü şahit ki, kıyamet vardır.
İLAHİ AZAPTAN KORKMAK
"Onlar ki, Rablerinin azabından korkuyorlar. Şüp*hesiz Rablerinin azabından emin olunamaz."
Onlarda Allah korkusu var! Niçin*? Çünkü Allah'ın azabından emin olunamaz. Hiç kimse, "Ben Allah'ın aza*bına karşı güvencedeyim" diye iddiada bulunamaz. Bu söz çok cazib bir sözdür. Bu söz aynen, "imanın şartla*rından birisinin de, mü'minin hiç bir zaman ve hiç bir şartta Allah'ın rahmetinden ümidini yitirmemesi gerekir" konusu gibidir. Mü'min o kimsedir ki, şayet tüm ins ve cinnin (sakeleynin) günahları kadar günaha sahip olsa bile, "artık benden iş geçti" diye bir fikir taşımamalıdır. "Geçti" diye bir şey yoktur. Yani (rahmet) kapısı açık*tır. Kapının açıklığı da, "gerçekten tövbe ederse bağış*lanır" anlamındadır. İlahi rahmet sonsuzdur. Fakat insan rahmet kapısını üzerine kapatır ise, artık rahmet gelmez. (İlahi rahmet kapısı) Aynen ağzı kapatılıp denize atılan bir şi şe misali gibidir. Kapağı açılırsa faydasız kalmaz. Tövbe kapıyı açmaktır. Rahmet kapısını kendi üzerine açmaktır. Kapıyı açtın mı o gelir. Buna göre her bir kim*se hangi şartla olursa olsun, şayet tövbeden ümidini keser ise ve "artık tövbeden bir şey çıkmaz" diye düşünürse, günahların en büyüğünü işlemiş olur. (Çünkü ümidi kesmek büyük günahlardandır -çev).
Bir gün bir şahıs Hz. Peygamberimizin (s.a.a.) huzu*runa geldi ve şöyle dedi:
- Ya Resulullah, şu sırtın arkasında bir genç var, hep ağlıyor, susmak bilmiyor. Ona ne söylüyorsak, hep, "ben günahkârım" diye cevap veriyor...
Hz. Peygamber (s.a.a.): "Onu bana getirin" diye bu*yurdu. Genci getirdiklerinde, hıçkırıkları konuşmasına müsaade vermiyordu.
Hz. Peygamber (s.a.a.): "Ne oluyor sana?" diye sordu.
Genç: "Ey Allah'ın Resulü, günahkârım" dedi.
Hz. Peygamber (s.a.a.):
- Günahın nedir? Genç.
- Ey Allah'ın Resulü! Söylenecek bir günah değil ve Allah beni affetmeyecek.
Hz. Peygamber (s.a.a.):
-Senin günahın mı büyük, yoksa denizler mi? Genç:
-Benim günahım daha büyüktür!
-Senin günahın mı daha büyük yoksa çöllerin kumları mı?
-Benim günahım!
- Senin günahın mı daha büyük, yoksa yağmurun damlaları mı?
- Benim günahım.
- Senin günahın mı daha büyük, yoksa Hakkın Rah*meti mi? Genç:
- Elbette ki Hakkın rahmeti
O zaman buyurdu; "Günahını söyle bakalım"
Öyle çok büyük günah işlemişti ki, Peygamber onu huzurundan kovdu. (Elbette kovuş nedeni, tövbe ateşini biraz daha yükseltmesi içindi).
Günahkâr genç bir dağa gitti. Orada gece gündüz aralıksız ağlıyordu. "Ey Allah'ım! Peygamber de beni huzurundan kovdu, yalnız ve yalnız senin dergâhından başka sığınacak bir yerim yoktur" diye söyleniyordu. Bir süre sonra tövbesinin kabulüne dair ayet nazil oldu.
Azab yönünden de mü'minin durumu şöyledir, eğer tüm ins ve cinnin ibadetini etmiş olsa bile, "benim ken*dime (nefsime) hiç itimadım yoktur" diye düşünmelidir. Böyle düşünmesi gerektiğinin de iki nedeni vardır:
1-İnsani ve nefsanî yönü
2-İlahi yönü.
Hadisenin insani yönü şöyledir, "Allah'ın azabından korkmak, Allah'ın kendinden korkmak değildir. Allah'ın adaletinden korkmaktır. Hakikatte Allah'ın adaletinden korkmak da, kendinden (nefsinden) korkmaktır. Yani harama düşmekten korkmaktır, öyleyse; "Kim kendi nefsine itimat edebilir." Kim; "benim nefsin öyle bir ye*re yetişmiştir ki, artık hiç günah işlemez" diyebilir? Ben günah işlemediğim müddetçe, nedensiz yere Allah'ın azap edecek kadar zalim olduğunu düşünmek doğru de*ğildir. Allah, adaleti ile insana azab eder. Günah işleme*diğim müddetçe azab görmem. Demek ki, "ben yüzde yüz kendime güveniyorum" demek hatadır. Masumların da itimatları Allahın lutfuyladır, kendi ne üsleriyle değildir. ümmü Seleme'nin anlattığı şu hikâyeyi defalarca anlatmıştık, şöyle ki, Ümmü Seleme şöyle anlatıyor; "Bir gece baktım Peygamber yatağında yoktur. Nerede olduğunu bilmek için yatağımdan kalktığımda, odanın bir köşesinde oturup ibadet ve münacâat ettiğini gör*düm. Peygamberin neler söylediğine kulak verdiğimde, şöyle cümleleri söylediğini duydum, "ilahi la tüşmid fi aduvvi" (Ya Rabbi! Beni düşmanların şenlik yapacakları bir duruma düşürme! Bana verdiğin nimetleri benden ge*ri alma. Beni kurtarmış olduğun bu kötülüklere tekrar düşürme! Ya rabbi! Ebedi olarak, göz açıp kapayıncaya kadar dahi beni kendime bırakma! Buraya gelince Ümmü Seleme (r.a.) kendinden geçti, ağlamasının hıçkırık sesi yükseldi... Peygamberimizin namazı tamam oldu ve Üm*mü Selemeye şöyle buyurdu: "Ümmü Seleme niçin ağlı*yorsun?" Ümmü Seleme şöyle dedi. "Ey Allah'ın Resulü, siz, "Ya Rabbim, beni biran bile kendime bırakma" derseniz, bizim durumumuz nice olur?"
Konu şöyledir; Allah (c.c.) Yunus Peygamberi bir an kendine bırakmıştı da başına gelenler gelmişti. De*mek ki, kim kendine güvenirse, yani itimadını Allah'tan çekerse ve "Allah'ın artık benden bir talebi yoktur" diye söylerse, o zaman böyle düşünmelidir ki, Allah, âdil ve hâkim'dir. Adil ve hâkim ne eder? Adil, Hâkim, za*limlere ve mütecavizlere azap eder. "Bana azap etmek. Ne söylüyorsun? Karşısında duruyorum işte, Ya Rabbi karşında durdum!" Anlamıyor ki, ayakta durması baş*kasına bağlıdır. Başka bir kimse onu ayakta tutmuştur. Ayakta durması da, onu ayakta tutanın lutfu ve inayetidir. Mü'minin kendisine itimad etmeyişinin delili işte şudur. Onun itimadı her zaman Allah'a dır. Her zaman Allah'a karşı bir hata işlemekten çekinmiştir. Hadisenin insani yönü işte budur.
Şimdi hadisenin ilahi yönünü araştıralım... Başka bir deyişle; hadisenin nefsani dilimini araştırdık. Şimdi de Rabbani dilimini araştırmaya koyulalım. Konunun Rabbani dilimi şöyledir, Allah'tan insana gelen her şeyin, Allah'ın fazlı olduğunu düşünecek kadar insanın irfan sahibi olması gerek. Allah, hiçbir zaman, hiçbir kimseye adaleti ile muamele etmez, fazlı ile hareket etmesi gerek*lidir. Eğer adaleti ile muamele etmek istese talep kar hiç-kimse kalmaz. Demek ki ne varsa onun fazlıdır. Bazı za*manlar adalet söz konusu oluyor ve deniliyor ki; "Allah, adaletinin zıddına hareket etmez. Buna göre ben onun adaletine yapışırım." Bunun cevabı şöyledir; "Eğer ada*leti ile hareket etse, herkesin miğferi mevzinin gerisinde kalır." Demek ki, yine O'nun fazlı söz konusudur. Fazl-ı da Allah'a mutlak noktalama olmaz. Buna göre mü'mi*nin sıfatıdır ki, nasıl Hakkın rahmetine karşı reca ve ümidini elden vermiyorsa, Allah'tan korkma duygusunu da yitirmiyor. Mü'minlerin en mü'mini dahi, diğer in*sanların tümünden daha çok Hakkın rahmetine ümit bes*liyor ve yine Allah'ın azabından da yine herkesten daha çok korkuyor. Ali (ra)'ın kendisi gibi.
Murtaza Mutahhari