İnsan Kemalinin Tecellileri - 8

SuskunDervis

Kayıtlı Üye
İNSAN HAKKINDA BİR KONU

19-Gerçekten insan hırslı ve cimri yaratılmıştır.

20-Kendine bir zarar dokundu mu, feryadı basar.

21-Ona hayır (mal) isabet edince de kıskanç...

22-Namaz kılanlar müstesna.

23-Namaz kılan o kimseler ki, onlar namazlarına devamlıdırlar.

24-Onlar ki, mallarında belirli bir hak vardır.

25-Hem dilenen, hem de iffetinden dilenmeyen için.

26-Onlar ki, hesap gününü tasdik ederler.

27-Onlar ki, Rablerinin azabından korkarlar.

28-Çünkü Rablerinin azabından emin bulunulma?.

29-Onlar ki, avret yerlerini korurlar.

30-Ancak zevcelerine ve cariyelerine müstesna... Çünkü onlar (bunlarda) kınanmazlar.

31-Fakat bundan (zevce ve cariyelerden) ötesini arayanlar, işte onlar haddi aşanlardır.

Bu bir kaç ayette insan hakkında bir konu vardır. Bu konu ayetlerde öylesine beyan edilmiş ki, müfessirler o ayetin bazı kısımlarını açıklarken görüş ayrılığına düşmüşler ve ayeti tefsir ederken değişik fikirler belirtmişlerdir. Ben önce ihtilafın nedenini arzedip sonra ayetin tefsirine geçeceğim.

Ayetin tercümesi şöyledir,

İnsan "helu" olarak yaratılmıştır. "Helu" yani "hırslı", insan hırslı olarak yaratılmıştır. Öyle yaratıl*mıştır ki ona bir zarar dokundu mu, sızlanır -feryat eder- Bir şer dokunmayla çok ıztırap çeker. Fakat. " ona hayır (mal) isabet edince de menu olur (kıskanç olur). Yani ona sarılır, onu bırakmaz ve başkasına da vermez.

Müfessirler demişlerdir ki -ÎZA MESSEHÜŞŞERRU CEZUEN VE İZA MESSEHÜL HAYRÜ MENUEN- bu iki cümle, "heluen" (hırslı) kelimesinin tefsiridir. Fa*kat "Helu" kelimesinin "Haris" (Hırslı) kelimesiyle şöyle bir farkı vardır, "Helu"nun özelliği şu, yani hayırda ve serde son derece hassasiyeti oları bir kimse.

Bu kısım ayette iki tür hassasiyet beyan edilmiştir, Biri, insana "zararın ve ziyanın ulaştığı dönemdeki has*sasiyet". İkincisi ise, "yararın ulaştığı dönemdeki hassa*siyet".

Müfessirler için söz konusu olan mesele şudur; acaba ayet, insanı methetme mi yoksa yerme konusunda mı nazil olmuştur? Çoğunluk, ayetin insanı yerme konusun*da olduğunu söylemişlerdir. Çünkü ayet hırs konusunu ve insanın hırslı olduğunu -kıskanç olduğunu- vurgula*maktadır.

Sonra başka bir konu söz konusu olmuştur, o da şudur, (Gerçek şu ki, insan, bencil ve haris yaratıldı) ayeti, insanın o şekilde bir yaratı*lışa sahip olduğunu beyan etmektedir. Yani insan bu surette yaratılıp halk olmuştur. Ayet, insanın fıtri yapı*sını beyan ediyor. iktisabi yapısını değil. Asla yermek anlamına gelmemektedir. Konu insanın halk oluşu anla*mındadır, yani insan yaratılış fıtratı itibarıyla, hayra ve şerre meyilli olarak yaratılmıştır. Serlere nispeten şu derece meyilli, hayırlara nisbeten bu derece meyillidir. O vakit insanın yaratıcısı olan Allah, insanı hilkat bakı*mından şu şekilde vasıflandırmaktadır. Bu ayetin yer*mek -mezemmet- makamında geldiğine dair mana ver*mek doğru mudur? Bu, konunun mübhemliliğine delalettir.

Müfessirlerden bazıları (örneğin Zemahşeri gibileri) da gelmişler -İNNEL İNSANE HULİKE HELUEN- aye*tini, bir çeşit" mecazi istiare "ye hamletmişlerdir ve şöyle demişlerdir. Ayetten maksat, "insanın gerçek ve

Fıtri yaratılışı ile böyle olduğu" değildir. Hayır! İnsan fıtrat ve hilkat itibariyle böyle değildir. Fakat insanlar amelen çoğunlukla böyle bu şekilde sudan çıktıkları için Kur'an buyuruyor ki, sanki bunlar da böyle yaratıl*mışlardır ve bu şekilde dünyaya gelmişlerdir.

Bazı insanların bazı işlere karşı fevkalade kabiliyetli olduklarını görüyorsunuz. Hemen ilk aşamada işe el atar atmaz "bir gecede yüz yıl yol mesafe kat eden çocuk" gibi ilerleyip gidiyor. Başkalarının on, yirmi yılda tecrü*be edip kavrayacakları işleri, o gibi insanlar bir günde kavrayabiliyorlar. Örneğin, şoförlüğü kavramak için birçok insanların aylarca deneyim yapmaları gerekirken, ba*zıları bunu çok hızlı bir şekilde öğrenmektedirler. Halk
arasında bu gibi şahıslara, "sanki şoför olarak dünyaya gelmiştir" diye tabir ederler. Hâlbuki hiç kimse âlim olarak dünyaya gelmiyor. Siyasetçi, şair olarak dün*yaya gelmiyor. Bunların tümüne insan kendi gücüyle sa*hip oluyor. Fakat insanlardan bazıları bu aşamaları çok süratli bir şekilde kat etmektedirler. Biz buna örfi, meca*zi ve istiari tabirde şöyle diyoruz; "Bu insanlar şoför, şair, alim veya siyasetçi olarak dünyaya gelmişlerdir.

Zemahşeri edip bir insandır. Arap edebiyatının da önderlerindendir. Özellikle fesahat ve belagat sahasında İslâm âleminde ehil olan üç veya dört kişiden biriside odur. Zemahşeri inanıyor ki; Kur'an'daki (İNNEL İNSANE HULİKE HELUEN) ayetlerinin tabir*leri, birer "istiari" tabirlerdir. Demek istemiyor ki insan hırslı olarak dünyaya gelmiştir. Fakat hırslıları açığa vur*mak istediğinden dolayı buyuruyor ki, "bunlar hırslı ola*rak dünyaya geldiler." Oysaki gerçekte hırslı olarak dün*yaya gelmemişlerdir. (Bu Zemahşeri'nin görüşüdür).

Bazı müfessirler de şöyle diyorlar:

İnsan bu şekilde (yani hırslı olarak) yaratılmıştır. Fakat insanın yaratılışının bu şekilde olması, (insan için) bir noksanlık değildir. Belki, insanın böyle bu surette ya*ratılması gerekliydi. Noksanlık sonraları insanın kendin*de oluşturduğu tutumlarından oluşur. İnsanın başlangıç*ta bu şekilde doğması, insanın ilk sermayesidir ve bu şe*kilde yaratılmıştır. Fakat öyle bir sermayedir ki, insanın onun üzerinde çalışması ve meşgul olması gerekir. Çün*kü insan, mükellef, muhtar ve özgür bir yaratıca sahiptir. Allah ona, kendi tercihleri ve kendi çabalarıyla ken*dine nitelik kazanma gücü vermiştir. İnsanın kendi ken*dini oluşturma teklifi aldığı ilk merhalede, o zaman ayıp*ların varoluşu söz konusudur. Kur'an, asıl hilkat mer*halesini yermek istemiyor ki "insan niçin böyle yaratıl*mıştır." Şu konu insan için kesindir ki, insan diğer yara*tıklar ile farklı ve özellikle de hayvanlardan olan ayrılığı şudur ki "insan hilkatin (yaratılışın) tek baliğ çocuğu*dur. Bunun anlamı nedir? Yani bu Âdemin çocukların*dan çoğunluğu, "Na baliğ" çocuk hükmündedir. Na ba*liğ çocuklar da, baba ve annelerinin hidayet etmesine -yol göstermesine-ve korumalarına muhtaç olan ve ebe*veyni sorumlu kılan çocuklardır. Baliğ çocuklar ise, haddi kemal, buluğ ve rüşd seviyesine vardıklarından do*layıdır ki kendi başlarına bırakılmışlardır. Bu kendi ha*line bırakılma öyle bir esastır ki, bugünkü felsefelerde (özellikle de Egzistansiyalizm'de) onu "varlığın asaleti" diye tabir ederler. Bunlara göre insan, niteliksiz bir var*lıktır, kendi tercihleri ve kendi çabalarıyla nitelik kazanır. Bu söz doğrudur. Fakat bu "kendine yeterlilik" aileden tard edilme manasına değildir. İnsanda buluğ ve kemalliğin bulunması, insanın kendi haline bırakılmasına sebep*tir. Bu "kendi haline" bırakılmaktır ki, insanı mümkün olan en yüksek dereceye çıkarıyor. Hatta meleklerden daha yükseğe Yine bu "kendi haline bırakılma" dır ki, insanı hayvandan daha aşağı salıyor.

İnsan Suresi ayet 3 ve 4 te bakın şöyle buyuruyor:


"Biz ona gerçek yolu gösterdik, (artık o) ya şükredici olur ya da nankör."

İşte bu, kendi haline bırakılma haletidir.

"Biz, insanı karışık bir nutfeden yarattık, onu dene*yeceğiz. Bunun için onu duygu ve görgü sahibi kıldık."

Altı aylık bir çocuğu ki deneyecek değilsiniz. Onu duygulu, görgülü ve anlayan biri olarak karar kıldık. Bu nedenle de denemeye alındı. Sonrada yolu ona gösterdik. Ya şükredici olur ya nankör. Oysa hayvanlar böyle değil*dirler. Biz görüyoruz ki hayvanlar içgüdüleriyle yaşamla*rını sürdürüyorlar. Bir içgüdüyle, yani hayvanların içinde yol gösteren otomatik bir araç. Bu araç hayvandan her*hangi bir teklifi veya vazifeyi istemeksizin veya iki yol ayırımında durmaksızın, bir araç gibi, otomatik ola*rak kendi kendine, kendi görevini yapıyor.

Böylece Yüce Allah, insanı kendi haline bırakılan bir varlık olarak yaratmıştır. Tabii ki bu "kendi haline bırakılma" durumu, bir sermaye gerektirir. Boşyere o kendi haline bırakılmamıştır. Şayet böyle olsaydı, tard edilmiş olurdu. Kovulmuş bir çocuk gibi...

Kendine bırakılma, "baliğ" durumunda olma anla*mındadır. Böyle bir sermayeye sahip kılınmayla, kendi kendine bu sermaye ile çalışabilirsin artık. Bu sermaye ise, fikri, mali, bedeni ve bunun gibi güçlerdir.

Böyle bir yaratık (fikri güç, bedeni güç ve mali güç) gibi sermayelere sahip olunca, onun için nelerin kamillik ve nelerinde noksanlık olabileceği malumdur. Hiç şüphe*siz üstün şeylere sahip olmak onun için kemallıktır. Ye*rinde saymak ve duraklamak ise, onun için eksikliktir.

Şayet (bu sermayeleri iyi kullanmadan) bir kaç yıl sonrası geri dönüp, "bana ne vermiş isen, şimdide aynı*sına sahibim. Ders okuma isteğim vardı, şimdide o güce sahibim, para ve sermaye vermiştin, şimdide ona sahi*bim" diye söylerse, (ona şöyle denilir,) Bunları sana, böyle kalasın diye vermediler, bunları sana sermaye ol*sun diye verdiler.

Buradan yermenin hangi kısımda olduğu anlaşılmış oldu. İnsanın hayra ve şerre hassasiyet göstermesinin, noksanlık mı, yoksa kemallik mi? Olduğunu şimdi ben sizden soruyorum... Bunun cevabını siz veriniz! İlk ola*rak bunu bir çocuktan soralım. Şayet bir veya iki yaşla*rındaki bir çocuk kendi şerrini-zararını- hissediyorsa, (ör*neğin yiyecek veya buna benzer şeyleri ondan aldıkla*rında, ya da vücuduna bir aşı yaptıklarında) kendinden hassasiyet gösteriyor, firar ediyor ve bağırıp çağırıyorsa, çocuk için bunlar birer kemallik işaretidir. Eğer bir ço*cuğa aşı yaptıklarında, vücudu incinmesine rağmen tepki göstermez ise, bu onun için bir noksanlıktır. Tepki gös*termeme durumu, çocuğun his duygusunu yitirmesinin belirtisi sayılır. Tabii ki bu da çocuk için bir eksikliktir.

Şayet bir çocuğa oyuncak verseniz, geri aldığınızda ise vermemek için onun direnişiyle karşı karşıya kalsanız, sizin bu iyiliğiniz karşısında çocuğun "menu" (cim*ri) olması, onun için kemallik mi sayılır noksanlık mı? Elbette ki kemallik Şayet siz aynı çocuktan "ihsan ve ikram" etme anlayışı bekler iseniz, o vakit çocuğun oyuncağını size geri vermesi, onun için noksanlık sa*yılır. Tabii ki çocuk düşünsel olarak böyle bir seviyeye gelmemiştir ve şayet geri verse bile, düşüncesizliğinden vermiş olacaktır. Buna göre kendi düşünsel dahilinde kendisi için kemalliktir. Fakat bu durum söz konusu ço*cuk için devamlı olur ise, sonraları yirmi yaşındaki bir delikanlı olduğunda da aynı amel ve davranış üzerine ha*reket eder ise, böyle bir yaşta o gibi bir davranış delikan*lı için eksiklik olur. Öyle bir zamanda ona bir aşı yap*mak istediğinizde delikanlı çocukluk döneminde olduğu gibi yine tepki gösterir ise, ona, "efendi, bu senin sağlı*ğın açısından yararlıdır, sen, geniş bir ufuk açısıyla ko*nuya bakmalısın" diye söylenilmelidir.

Farsça şöyle bir şiir vardır:

Çocuk iğnenin keskin ucundan korkup titriyor
Şefkatli annesi ise, bu üzüntü anında çok mutlu oluyor.

Anne ki çocuğunun düşmanı değildir. Çocuğu ağla*yıp korkudan titrerken annesi niçin çok sevinçlidir? Çünkü anne daha geniş görüş ufkuna sahiptir de ondan. Bu çocuk da annesinin sahip olduğu aynı görüş ufkuna sahip olsa idi, oda sevinçli olurdu.
Hayırda da durum aynen öyledir. Şayet bir çocuk yirmi yaşma basıp delikanlı olduğu, dönemde ona. "kar*deşin orada acından ölmek üzeredir, yiyeceklerinin bir miktarını da ona ver" diye söyleseler, o delikanlı da hala "menu" (cimri) olur ise, bu davranış onun için kemallik değil de noksanlık olur.

İhsanlardan, ikramlardan ve verilen hediyelerden birçoğu, kendinden fedakârlık etmektir. Bu fedakârlıkta, arkasından daha büyük hayırlar getirmektedir. Demek oluyor ki, hilkatin birinci aşaması çocuk için kemalliktir. Fakat "kendine bırakılma" aşamasında da o durum*dan bir sermaye unvanı olarak istifade etmelidir.

İnsan, "kendi haline bırakılma" durumunda, hırs ile mücadele edebilmesi için, yaratılışında öyle bir hırsın olması şarttır. Çünkü onu kemallik derecesine çıkaran şey, onun hırs ile mücadele etmesin dendir. Bu, insan için verilen bir sermayedir. İnsan, hayatının ilk aşamasından (çocukluk dönemi) sonraki dönemlerinde halet-i evveliyesi ile karşı karşıya geldiğinde, o sermayeyi kullanacak, böylece de kendi kemallik derecelerine doğru yükselip, o aşamaları aşacaktır. Artık o ilk durumunda kalmadığı gibi, hırsı da yok edecektir.

Tabii olarak insan bu hırsa sahip olmasaydı, onun için hiç bir şey kemallik olmazdı.

Bir kısım insanları anlattığımızda şöyle tarif edi*yoruz, "Bunlar fedakâr ve kedilerinden vazgeçen insan*lardır. Mallarını, canlarını ve her şeylerini Allah yolunda ve Allah'ın kulları yolunda feda ediyorlar." Bunlar ile her şeyi yiyenler arasındaki fark nedir? Farkları şudur, şayet şu hırs kaynağı onda olmasaydı, isâr (kendinden geçme duygusu) onda kâmilleşmeyecekti. Başka bir de*yişle, "neyin varsa kendin için harca, başkalarına verme" tabii istek duygusu olmasaydı, o vakit bu isteğin tam zıddı olan "kendinden geçme ve isâr etme" ameli de kâmilleşmeyecekti.

Eğer Hz. Ali (a.s.) beşer olmasaydı ve hep tok kal*saydı, kendisine bir yiyecek verdiklerinde ona karşı bir meyil ve istek duygusu bulunmasaydı, farksız bir halde olsaydı, bir fakir kapısına geldiğinde de o üç günü! aç ka*lıp yiyeceğini ona verseydi, bunun hiçbir değeri kalmaz*dı. Sizin yiyecek yerine ona bir avuç taş vermeniz ne fark ederdi. Şayet halet-i evveliyesi olmasaydı, halet-i saneviyesi onun için kemallik sayılmazdı. İşte halet-i evveliyesi olduğu için halet-i saneviyesi onun için kemalliktir.

Gerek erkek ve gerekse kadın, asıl yaratılışındaki bu hassasiyetle birlikte, hayra ve şerre nispeten, herhangi bir muhasebeyi söz konusu yapmamaksızın, şayet daha büyük bir hayır elde edebilmek için şerre tahammül gös*terir ise, bunun adına "sabır" derler,

İtaate sabır, masiyete sabır ve musibete sabır, ibtidai olarak beşer bu haletin aslına sahip olmalıdır.

Asli yaratılış onun için bir kemalliktir. İnsan şayet şer ile hayır arasındaki farkı göremeyecek şekilde yara*tılmış olsaydı, eksik bu yaratık olurdu. Aynen azası nok*san olan bir insan gibi Fakat o insan bunun aksine olur*du. Yani, azası değil de, ruhi yönden eksik bir yaratık olurdu. Asıl noksanlık olan şey ise, insanın halet-i evveli*yesi üzerinde baki kalmasıdır. Oysaki insanın "kendi ha*line bırakılması ve kendine terk edilmiş" bir mevcud olu*şu açısından konuya yaklaşım gösterir isek, ikinci hale*tini kendi isteğiyle tamamlayıp aşmasının şart olduğunu anlamış bulunuyoruz. Yine hayır ve serleri, şeriat ve akıl terazisine kontrol ettiren şey, insanın ikinci haletidir. Bu haleti öylesine mükemmel bir halettir ki, ona herhangi bir "şer" dokunduğunda, şerrin karşısında artık çığlık atmıyor. Şer, onun için "gerçek şer" oluverir. Sabredip, karşı koyma day&nıkhğmı gösterirse de, aynı şer onun için hayra tebdil oluverir ve "gerçek hayır" olur. örne*ğin, ona herhangi bir hayır yetişse, o, hiçte "menu" (cimri) olmaz. Artık ona sarılmaz. Anlar ki, şu hayır ve şu menfaat, örneğin "ona ulaşan şu para ve servet" onun için hayır olduğu doğrudur. Fakat onu Allah yolunda ih*san ederse, onun için daha fazla hayır olur. İşte, ayetlerine verilen istisnai durumlar bundandır.

Murtaza Mutahhari
 
bayigram takipçi satın al instagram beğeni satın al instagram takipçi satın al tiktok takipçi satın al Buy Followers bugün haber
vozol
Geri
Üst