PuZzL3
Banned
Taklitçi olmayın, güdülen durumundan kurtulun! İlim sahibi olun ve yaşantınıza kendiniz yön verin!
Soru ilmin yarısı ise, kapasiten ne kadar çalışıyorsa, o kadar soracak sorun var demektir. Kişi soracak soru bulamıyorsa, o zaman da kafası çalışmıyor demektir.
Hiçbir şeyi taklit yollu yapmayacaksın; eğer, “ben bir insanım” şuuruna sahipsen!. O böyle yapıyor, ben de böyle yapayım demeyeceksin!.
“İnsan, en şerefli mahlûktur” denilmiştir.
İnsanlık şerefine ulaşmanın ilk basamağı, neden, niçin suallerini kullanmakla başlar.
Benim Kitabım Kur'ân!..
Tâbi olduğum kişi de Hz. Muhammed Mustafa aleyhisselâm.!.
İmân ettiğim, yakînine erdiğim varlık, "ALLAH"!.
Ben bütün insanları severim. Hiçbir insanı ayırmam. Hangi görüş, hangi düşünce, hangi din, hangi mezhep, ne olursa olsun. İmânlı olsun, imânsız olsun!. Hepsini severim.
Hepsi de insandır, birer değerdir. ALLAH’ın yaratmış olduğu varlıktır.
"Allah", gereksiz, yersiz iş yapmadığına göre, "Allah'ın" her yarattığı bir hikmete bağlı olarak yaratılmış olduğuna göre, bir değerdir.
Öyleyse ben, var olan her varlığı severim.
Size tavsiyem; insanlar arasında hiçbir şekilde ayrım yapmayın!. Onlar arasında ayrım yapma hakkı, sadece ve sadece onları yaradana aittir.
Ben, O'nun bir hikmetle yarattığı varlığı hor görmem, hakîr göremem.
Varsa onun eksiği kusuru, ALLAH’ın indinde o, ALLAH'la onun arasında olan bir şeydir.
Hz. Muhammed Aleyhisselâm'n getirdiği din anlayışındaki insana bakış açısı budur.
Benim anlayışımda insanlara zorlama yoktur. İnsanlara şunu yap, bunu yapma demek yoktur.
Ben bilebildiğim kadarı ile; şu, şöyle yapılırsa böyle yarar sağlar, yapılmazsa şöyle zararı olur, diye izah ederim.
O kişi artık nasıl dilerse öyle davranır, ister yapar, ister yapmaz.
Çünkü, temeldeki prensip:
"İslâm dini uygulanmasında zorlama yoktur!"
Niye yoktur?..
Çünkü, zorlama ile insanlara bir şey yaptırmanın yararı yoktur. Şeklen, eliyle ve diliyle yapıyordur ama, içiyle yapmıyordur.
Zorlama, insanı dinden çıkarır. Münafıklığa sokar. İmânlı olanın imanını elinden alır.
Onun içindir ki, dinde zorlama yoktur.
Hz. Rasulullah’a gelen hitap;
“Onları uyar! Tebliğ et!.. Sen onlar üzerinde zorlayıcı değilsin! Vazifen bu kadardır!.”
Allah'ın yaratmış olduğu her bir birimde bir hikmet, bir kemalât, bir güzellik vardır.
Ama, yanlış işler yapıyor?.. Yapar!..
Hepimiz yanlış iş yapıyoruz.
Yanlış iş yapıyor diye başkasını suçlayacağımıza, önce kendi yanlışlarımızı görelim, onları düzeltelim.
Öbür tarafa gittiğimizde bize falâncanın, filâncanın yanlışlarını sormayacaklar. Kendi yanlışlarımızın pahasını ödeyeceğiz.
Öyleyse, burada kendi yanlışlarımızı düzeltmeye bakalım.
Allah, bizi, başkalarını terbiye edelim diye yaratmadı. Kendi kendimizi terbiye edip, geliştirip, Allah’ı bilip, bulup, anlayıp, O'na yakîn elde edelim diye yarattı!..
“Allah” diyoruz! Hangimiz, bu kelimenin mânâsını biliyoruz?.
"İnsan"a “Eşrefi Mahlûk” deniyor! Niçin?..
Yaratılmışların en şereflisidir. Ancak, yaratılmışların en şereflisi olabilmesi için aklını kullanabilmiş olması lâzım.
"Aklı" olmayanın "imânı" da olmaz!. İman da akla bağlıdır. İmân olabilmesi için şuurun yerinde olması lâzımdır.
Sarhoşun imânı olmaz!. İmân olabilmesi için belirttiğimiz gibi mutlak ve mutlak şuurun yerinde olması lâzımdır.
Sarhoşun şuuru yerinde değil!. Onun için, Hz. Rasûlullah diyor ki;
“İçki içip, sarhoş olarak ölmüş kişi, imânsız olarak ölür.”
Sarhoş olmuş insanda şuur durur. Şuur durmuş bir vaziyette vefat ederse ne oluyor? Şuursuz bir vaziyette imânsız olarak vefat etmiş oluyor.
Hz. Rasûlullah’ın her söylediği mutlaka belli bir sebep ve hikmete göre söylenmiştir. Ama, ne yazık ki, bizler araştırmıyoruz. Ne demek istemiştir diye araştırma yapmıyoruz, sorgulamıyoruz.
Hz. Rasûlullah’ın söylediği sözler, kişinin şartlanmasına ters düşünce, hiç araştırma yapmadan, düşünmeden, ”olmaz böyle bir şey,” diyor.
İyi ama, senin şartlanman lokalize bir şartlanma, lokalize bir değer yargısı!.
Birisi Türkiye’nin bilmem neresinde doğmuş, büyümüş... Bu kişi, doğduğu toplumun değer yargılarına göre yetişmiş, büyümüş, oranın şartlanmalarına göre hareket ediyor.
Diğeri ise Avrupa’nın bilmem neresinde büyümüş, yetişmiş... O da, içinde bulunduğu toplumun şartlarına göre hareket ediyor, olayları değerlendiriyor.
Hz. Muhammed Aleyhisselâm’ı değerlendirebilmek için evvelâ evrensel düşünebilme kapasitesine ulaşmak lâzım.
Böyle bir kapasiteye ulaşmamış, göresel değer yargıları ve şartlanmaları olan insanların, Hz Muhammed Mustafa Aleyhisselâm’ı anlamaları ve değerlendirebilmeleri asla mümkün değildir.
Yöresel değer yargılarından arınıp, evrensel düşünebilmek düzeyine çıkabilen biri ancak Hz. Rasûlullah’ı değerlendirebilir.
Hz. Muhammed s.a.v. sistemi "OKU"duktan sonra, İslâm Dini'ni tebliğ etti.
Sen SİSTEM'i "OKU"dun mu?.. Hayır!..
O halde, şartlanma yoluyla gelen birikimler insana gerçeği göstermez!. İnsan, aklını ve mantığını kullanabildiği kadar değerlidir.
Tarih, insana gerçeği değil, saptırmaları gösterir.
Ne Emevi, ne de Abbasi tarihine inanırım. Ne Âlevi tarihine, ne de Sünni tarihine inanırım.
Efendimizden 30 sene sonra, saltanat devirleri başlamış. Sultanların yönetimi altında tarihçiler, tarih yazmaya başlamışlar.
Sultanların, diktatörlerin baskı rejimi altında yazılan tarihlere ne kadar inanabilirsiniz ki?
Şimdi, bu dedikodularla kafanızı yormak yerine, yaşamın gerçeklerini görüp, değerlendirmek ve o gerçeklere göre de hayatımızı bir düzene sokmak gerek!.
Ne yapacağız, bunun için?..
Bunun için Hz. Muhammed Aleyhisselâm'ın karşısına oturacağız. Onun dediklerini anlamaya çalışacağız. Onun anlattıkları istikametinde Kur'ân'ı anlamaya çalışacağız.
Ve, Kur'ân'ı anlamak için de, yaşamın gerçekleri ile âyetleri özdeşleştirerek, bütünleştirerek, deşifre etmeye çalışacağız.
Yaşamın gerçeklerine, SİSTEM'in gerçeklerine uymayan bir şeyin Kur'ân'da olduğunu söylerlerse, onu söyleyene kesinlikle uymayın!
Çünkü Kur'ân, Yaşamın ve Sistemin gerçeklerini açıklayan bir Kitap'tır.
Bunu başka türlü nakleden ya ard niyetlidir, ya da Kur'ân'ı anlayacak bilinç düzeyine sahip değildir.
Kurân'da, akıl ve mantık dışı tek bir hüküm yoktur.
İslâm Dini'ni kabullenmenin şartı:
Hz. Muhammed Aleyhisselâm'ın Nebilerin sonuncusu ve Allah Rasûlu olduğunu kabul etmek;
''Allah'' adıyla işaret edilene iman etmek;
Ölüm sonrasında hayatın devam edeceğine inanmak;
Her şeyin Allah’ın kuvvet ve kudretinden, O'nun takdiri ile meydana geldiğine inanmak...
Bunlara inandığın anda sen "mü’min"sin!..
İslâm'da, kimsenin kimseyi ne dine alma ve ne de dinden çıkarma hakkı vardır. Din konusunda kimse kimseye hesap verme zorunda değildir.
Herkes hesabını ALLAH’a verecektir. Bu konu bu kadar açık, basit ve net iken, bu konuyu zorlaştırırlarsa, bunun hesabını çok ağır öderler.
Halbuki, Hz. Muhammed Aleyhisselâm diyor ki:
“İnsanlara kolaylık gösterin, zorlaştırmayın!. Sevdirin, nefret ettirmeyin!."
Hakiki mânâsı ile "mü’min";
Hz. Rasulullah’ın tebliğ ettiği hakikatlara imân etmiş kişidir.
Hakiki manâsı ile Müslim ise;
İlâhi iradeye tam anlamı ile mutlak teslim hâlinde olduğunun bilincinde olan kişidir.
Mü’minde şirk-i hafi vardır. Ama Müslim’de asla şirk olmaz.
Hz. İbrahim’in Kur'ân'daki âyetini hatırlayın:
“İnniy veeccehtü vechiyelillezi fatıressemavati vel’ard hanifen müslimen ve mâ ene minel müşrikiyn..” (Alî İmrân: 67)
Vechim, arzın ve semâvatın Fâtır'ına dönüktür. Hanifim!. Şirkim yoktur, şirk hâlim yoktur. Ve Müslimim!..
İbrahim a.s.’ın Allah'a teslimiyeti idrak etmesi hâlinin ifadesidir bu âyet!..
Şirk-i hâfinin kalkmış olması gerekir ki, kişi tam bir kâmil müslim olabilsin.
İmânda yakîn yoktur. İmân, kemale ulaştığı zaman, "ikan"a döner. Îkanda, "yakîn" vardır.
Yani, "yakîn" başladığı anda, artık "imân", "ikana" dönüşmüş demektir.
Yakînin de kemal dereceleri vardır.
İmân, avama mahsus iken; îkan, havasa mahsustur.
Havasın üstündeki "Hass-ül Havasın" da, yakîninin dereceleri yükselir.
İlmel Yakîn, Aynel Yakîn, Hakkel Yakîyn gibi...
Yani, ikan hâlinin üç basamağı vardır;
İlm'el Yakîn
Ayn'el Yakîn
Hakk'el Yakîn
Birinci basamak imândır, avama dönük!.
İkinci basamak îkandır, havasa dönük.
Gerçi bu kelimeler gerçek anlamları ile kullanılmıyor halk arasında… Zaten çoklarının bunlardan haberleri bile yok!.
Halkın müslümanlık anlayışı başka;
“Namaz kılıyorum, oruç tutuyorum; o halde ben müslüman’ım,” düşüncesi hakim.
Geçenlerde, “elhamdülillah ben müslüman’ım” diyen birine;
“Peki sen öldükten sonra ne zaman dirileceksin?” diye sordum.
Cevap olarak; “Kıyamette dirileceğim,” dedi..
Dedim ki, “ “Bak, sen şu anda 'elhamdülillâh müslüman’ım,' diyorsun ama, İslâm Dini'nin esas inancını benimseyememişsin!.
Çünkü, hiçbir insan ölüp de kıyamette dirilmez!. Bütün insanlar, ölüm dediğimiz olayla birlikte boyut değiştirip, aynen kaldığı yerden yaşantısına kesintisiz devam eder. Bütün insanlar diri diri mezara girer, aklı başında ve şuurlu olarak!.
Ölüm, bu bedenle kişinin alâkasının kesilmesi ve bu beden üzerindeki tasarrufunun kalkmasıdır. Ölüm yok olmak değildir.
Kişi kesintisiz olarak ruh boyutuyla yaşamına şuurlu olarak devam eder..” diye açıklama yapmak durumunda kaldım.
Kişi rüyâ görürken, rüyânın içinde iken; “Ben bu rüyayı beğenmedim, biraz da başka tarz bir rüya göreyim,” diyerek gördüğü rüyayı arzusuna uygun olarak değiştirebilir mi?.. Hayır!..
Aynı şekilde, tüm dünya yaşamında beynine, “ben bu bedenim!.” düşüncesi yerleştiği için, ölümü tatma anından itibaren bu bedenle ilgin tamamen kesildiği halde ve ruh bedenle yaşam boyutuna geçmiş olmana rağmen, bu fizik-biyolojik bedeni bırakıp gidemiyorsun.
Ruhuna yüklenmiş olan kayıtlar; “ben bu bedenim” şeklinde olduğundan, sen de cesetle birlikte diri diri toprağa giriyorsun. Üzerine toprak atılıyor ve orada kalıyorsun!..
Bu dünyada yaşadığın süreç içinde “ben bu beden değilim“ bilincini oluşturamadığınız sürece âkıbet budur.
Yanarak ölen biri için de, aynı şey!. Kendisini beden zannettiğinden, korkunç bir acı çekerek, bedeninin yanışını seyrediyor.
Bir rüyâda boğazını kestikleri, veya vücuduna bıçak sapladıkları zaman ne hâle geliyorsun?.
Rüyada gerçekten bedene verilen bir ezâ, cefa var mı? Hayır!.
Ama, öyle olmasına rağmen o rüyada ne hâle geliyorsun, bir düşün!
Oysa olay, ruh boyutunda oluyor. İşte kişi, kabre girdiği zaman da olay, tamamen ruh boyutunda cereyan ediyor.
* * *
Bilincimiz, her an ilâhi kudrete tâbidir. Bu sebeple ne kadar gerçeğe ermiş olursak olalım, her an o gerçekten sapmak mümkündür.
Israrla edilen dua, icâbet işareti taşır.
Üç aylar hepinize mübârek olsun!
Regaib gecesi geçti. Önümüzde daha çok mübârek geceler var. Onları da en güzel şekilde değerlendirmeye bakın! Ne yapabilirseniz, kazancınız olur.
Bir daha böyle geceleri yaşayıp, yaşayamayacağımız meçhul!. Ömrümüzün ne kadar olduğu meçhul!..
Dolayısıyla önümüzdeki süreci en iyi şekilde değerlendirmek her akıllı kişinin boynunun borcudur. Zira burada zaman çok kısıtlı.Geçirdiğimiz zamanı biliyoruz da, ne kadar zamanımız kaldı, onu bilemiyoruz.
Zamanımız diyoruz... Kimimiz 30, kimimiz 40, kimimiz 50, kimimiz daha fazla yaşlarda!.
Buradaki zamandan bahsediyorum. Bu bahsettiğim zamanın ölüm ötesi yaşamda hiçbir değer ifade etmediğini, orada geçireceğimiz zamana göre burada geçireceğimiz 50–60-70 senenin üç beş saniyelik değeri olduğunu bildiğiniz gibi, daha evvel anlatım ve yazdım.
Orada öyle bir zaman boyutuna giriyoruz ki, oranın gününe göre burası minik saliseler!..
Oraya geçince, “Dünyada bir saniye kadar mı yaşadık?.” diyeceğiz…
Oraya gidip de, oranın zaman boyutu ile karşı karşıya kaldığımız vakit işte böyle diyeceğiz...
Peki? Şimdi burada bir zaman var. Kendimize göre uydurduğumuz, kabullendiğimiz bir zaman!. Öldükten sonra da, kıyâmete kadar olan devrede yine bir zaman kavramı var.
Muhyiddin İbn-ül Arabi’nin anlatımına göre: “Cehennem, içinde girenler için 3000 senelik yol...bin sene çıkış, bin sene düz gidiş, bin sene de iniş,” diye açıklıyor. Tabii ki, oranın zaman ölçüsüne göre...
Fakat, cehennemden çıktıktan sonra, çıkanlar için (oradan çıkıp Cennet boyutuna girenler için) Cennet boyutunda zaman var mı?
Şu anda dünyada yaşıyoruz. Ölüm denen olayla birlikte dünya gözden kayboluyor; sanki dünya hiç var olmamış gibi!.
Nasıl ki, uykudan uyanan bir insan, rüyasında gördüklerini bir süre hatırlar, bilâhare o rüya silinir, gider; yani, rüyanın ortamı ve yaşamı silinir hafızadan...
Aynı şekilde, ölümü tadan kişinin de hafızasından dünya ve içindekiler kaybolup gider ve o Kabir âlemi denen, Berzah âlemi denen âlemde yaşamaya başlar...
Bu âlemde yaşam devam ederken belli bir süre sonra büyük kıyamet meydana gelir. Büyük kıyametle birlikte dünyanın manyetik alanı ortadan kalkar ve yer yüzünde yaşamış olan bütün insanlar tek bir plâtformda bir arada ve cehennem her bir taraftan, alttan, üstten, sağdan, soldan, her bir yandan bu plâtformu kuşatmış vaziyette!.
İnsanların bu plâtformdan kaçmaları, cehennemin içinden geçerek kaçıp kurtulma şansları var.
Ve herkes kendi inancına göre, dünyada kazandığı ilmine göre, dünyada kazandığı belli güçlere göre, bu cehennem ortamının içinden geçip, dışarı çıkmaya çabalayacak.
Bu süreçlerde hep, zaman kavramı işliyor. Şu anda dünyada bu biyolojik madde bedenle yaşıyoruz. Ölüm dediğimiz olayla birlikte biyolojik bedenimiz ortadan kalkacak, beynimizin ürettiği aynen bu beden şeklinde olan ruh bedenle kalacak.
"Kabir" hayatında, bu bedenin son hâli olan şekildeki "ruh beden" ile yaşantımızı devam ettireceğiz.
"Mahşer" denen plâtformda da, gene bu bedene taallûk eden bu beden şeklindeki "ruh beden" şeklimizle yaşamımız devam edecek.
Fakat, cehennem boyutuna girdiğimiz andan itibaren, bedenimiz o ortama göre daha değişik bir şekil alacak, ancak gene "ruh beden" olarak...
Burada anlaşılamayan ve sorulan şu;
-Madde beden olmazsa beden azap çekmez!?.
Bilimsellikten haberi olmayıp, çağlar öncesinin maddeci anlayışıdır bu; ve de onun bu sorusu!
Gerçekte madde yoktur!...Algılama vardır!.
Algılama da bulunduğu boyutu ''madde'' diye değerlendirir, hangi boyutu algılarsa algılasın!
Bunu çok iyi anlayın!.
Cehennemden çıkıp Cennet ortamına girebilenler acaba nasıl bir ortamda yaşayacak? Orada zaman mefhumu var mı?
Dünyada zaman var, kabir âleminde zaman var, kıyamette zaman var, mahşerde zaman var, cehennemde zaman var kendi boyut şartlarına göre!.
Bunlara rağmen, cennet ortamında zaman kavramı yoktur. Çünkü Cennete nur yapıda girilecek, "nur" yapılı ortamda da "ışık hızına" erişilir.
Işık hızına ulaşılan bir ortamda da artık zaman durur.
"Nur beden boyutu", yani "cennet boyutu" ışık hızı boyutudur. Orada olup biten her şey "ışık hızı" ile olup biter.
Işık hızı ile devam eden olaylar dolayısıyla da orada zaman kavramı olmaz!. O nurâni yapıda her şey, düşünce boyutunda oluşur. Düşünce boyutunda, “şöyle bir bedenim olsun,” dersin; derhal bedenin o düşündüğünün şeklinde olur, belirginleşir.
Düşünce boyutu, ışık hızından bile hızlıdır!. Düşünce boyutunda zaman kavramı yoktur. Cennet ortamına gidenlerde zaman kavramı olmayacağı için "yaşlanmak" diye bir kavram da söz konusu değildir.
Orada sadece düşünsel beraberlikler ve düşünsel güzellikler yaşanır. Herkes düşünebildiği kadarki güzellikleri yaşayacaktır.
Dünyada düşünce, düşünebilme kapasitesini ne kadar artırabilirse, o insan cennette de o kadar çok nimete kavuşacak.
Kişinin cennette erişeceği nimetler, dünyada erişebildiği düşünce kapasitesi kadardır.
Bu kapasitenin yükselmesi de dünyada yaptığın "zikirle" beynindeki açılım kadardır. Zikirle ne kadar açılım meydana getirebilirsen, o kadar ilmin artar. O kadar ruhâni kapasiten gelişir. Ve bunun sonucu olarak da o kadar Allah isimleri sende açığa çıkar.
Ne kadar sende ALLAH’ın yaratıcılık sıfatı açığa çıkarsa, o kadar da senin cennette yaratıcılığın meydana gelir ve o kadar büyük güzellikleri yaşarsın.
''Allah'' adıyla işaret edilen için zaman kavramı yoktur.
ALLAH’ın esmâsında var olmuş varlık eğer o boyutta kendisini tanırsa onun için de zaman kavramı kalmaz! ALLAH’ın esmâsının getirdiği güzelliklerin oluşturduğu bir ortamda yaşam sürer.
ALLAH hepimize, bu güzellikleri yaşamayı nasip etmiş olsun ve bu güzellikleri anlayıp idrâk edip, hazmetmeyi kolaylaştırsın!
ALLAH önümüzdeki günleri en iyi şekilde değerlendirmeyi bizlere nasip etsin!.
Soru ilmin yarısı ise, kapasiten ne kadar çalışıyorsa, o kadar soracak sorun var demektir. Kişi soracak soru bulamıyorsa, o zaman da kafası çalışmıyor demektir.
Hiçbir şeyi taklit yollu yapmayacaksın; eğer, “ben bir insanım” şuuruna sahipsen!. O böyle yapıyor, ben de böyle yapayım demeyeceksin!.
“İnsan, en şerefli mahlûktur” denilmiştir.
İnsanlık şerefine ulaşmanın ilk basamağı, neden, niçin suallerini kullanmakla başlar.
Benim Kitabım Kur'ân!..
Tâbi olduğum kişi de Hz. Muhammed Mustafa aleyhisselâm.!.
İmân ettiğim, yakînine erdiğim varlık, "ALLAH"!.
Ben bütün insanları severim. Hiçbir insanı ayırmam. Hangi görüş, hangi düşünce, hangi din, hangi mezhep, ne olursa olsun. İmânlı olsun, imânsız olsun!. Hepsini severim.
Hepsi de insandır, birer değerdir. ALLAH’ın yaratmış olduğu varlıktır.
"Allah", gereksiz, yersiz iş yapmadığına göre, "Allah'ın" her yarattığı bir hikmete bağlı olarak yaratılmış olduğuna göre, bir değerdir.
Öyleyse ben, var olan her varlığı severim.
Size tavsiyem; insanlar arasında hiçbir şekilde ayrım yapmayın!. Onlar arasında ayrım yapma hakkı, sadece ve sadece onları yaradana aittir.
Ben, O'nun bir hikmetle yarattığı varlığı hor görmem, hakîr göremem.
Varsa onun eksiği kusuru, ALLAH’ın indinde o, ALLAH'la onun arasında olan bir şeydir.
Hz. Muhammed Aleyhisselâm'n getirdiği din anlayışındaki insana bakış açısı budur.
Benim anlayışımda insanlara zorlama yoktur. İnsanlara şunu yap, bunu yapma demek yoktur.
Ben bilebildiğim kadarı ile; şu, şöyle yapılırsa böyle yarar sağlar, yapılmazsa şöyle zararı olur, diye izah ederim.
O kişi artık nasıl dilerse öyle davranır, ister yapar, ister yapmaz.
Çünkü, temeldeki prensip:
"İslâm dini uygulanmasında zorlama yoktur!"
Niye yoktur?..
Çünkü, zorlama ile insanlara bir şey yaptırmanın yararı yoktur. Şeklen, eliyle ve diliyle yapıyordur ama, içiyle yapmıyordur.
Zorlama, insanı dinden çıkarır. Münafıklığa sokar. İmânlı olanın imanını elinden alır.
Onun içindir ki, dinde zorlama yoktur.
Hz. Rasulullah’a gelen hitap;
“Onları uyar! Tebliğ et!.. Sen onlar üzerinde zorlayıcı değilsin! Vazifen bu kadardır!.”
Allah'ın yaratmış olduğu her bir birimde bir hikmet, bir kemalât, bir güzellik vardır.
Ama, yanlış işler yapıyor?.. Yapar!..
Hepimiz yanlış iş yapıyoruz.
Yanlış iş yapıyor diye başkasını suçlayacağımıza, önce kendi yanlışlarımızı görelim, onları düzeltelim.
Öbür tarafa gittiğimizde bize falâncanın, filâncanın yanlışlarını sormayacaklar. Kendi yanlışlarımızın pahasını ödeyeceğiz.
Öyleyse, burada kendi yanlışlarımızı düzeltmeye bakalım.
Allah, bizi, başkalarını terbiye edelim diye yaratmadı. Kendi kendimizi terbiye edip, geliştirip, Allah’ı bilip, bulup, anlayıp, O'na yakîn elde edelim diye yarattı!..
“Allah” diyoruz! Hangimiz, bu kelimenin mânâsını biliyoruz?.
"İnsan"a “Eşrefi Mahlûk” deniyor! Niçin?..
Yaratılmışların en şereflisidir. Ancak, yaratılmışların en şereflisi olabilmesi için aklını kullanabilmiş olması lâzım.
"Aklı" olmayanın "imânı" da olmaz!. İman da akla bağlıdır. İmân olabilmesi için şuurun yerinde olması lâzımdır.
Sarhoşun imânı olmaz!. İmân olabilmesi için belirttiğimiz gibi mutlak ve mutlak şuurun yerinde olması lâzımdır.
Sarhoşun şuuru yerinde değil!. Onun için, Hz. Rasûlullah diyor ki;
“İçki içip, sarhoş olarak ölmüş kişi, imânsız olarak ölür.”
Sarhoş olmuş insanda şuur durur. Şuur durmuş bir vaziyette vefat ederse ne oluyor? Şuursuz bir vaziyette imânsız olarak vefat etmiş oluyor.
Hz. Rasûlullah’ın her söylediği mutlaka belli bir sebep ve hikmete göre söylenmiştir. Ama, ne yazık ki, bizler araştırmıyoruz. Ne demek istemiştir diye araştırma yapmıyoruz, sorgulamıyoruz.
Hz. Rasûlullah’ın söylediği sözler, kişinin şartlanmasına ters düşünce, hiç araştırma yapmadan, düşünmeden, ”olmaz böyle bir şey,” diyor.
İyi ama, senin şartlanman lokalize bir şartlanma, lokalize bir değer yargısı!.
Birisi Türkiye’nin bilmem neresinde doğmuş, büyümüş... Bu kişi, doğduğu toplumun değer yargılarına göre yetişmiş, büyümüş, oranın şartlanmalarına göre hareket ediyor.
Diğeri ise Avrupa’nın bilmem neresinde büyümüş, yetişmiş... O da, içinde bulunduğu toplumun şartlarına göre hareket ediyor, olayları değerlendiriyor.
Hz. Muhammed Aleyhisselâm’ı değerlendirebilmek için evvelâ evrensel düşünebilme kapasitesine ulaşmak lâzım.
Böyle bir kapasiteye ulaşmamış, göresel değer yargıları ve şartlanmaları olan insanların, Hz Muhammed Mustafa Aleyhisselâm’ı anlamaları ve değerlendirebilmeleri asla mümkün değildir.
Yöresel değer yargılarından arınıp, evrensel düşünebilmek düzeyine çıkabilen biri ancak Hz. Rasûlullah’ı değerlendirebilir.
Hz. Muhammed s.a.v. sistemi "OKU"duktan sonra, İslâm Dini'ni tebliğ etti.
Sen SİSTEM'i "OKU"dun mu?.. Hayır!..
O halde, şartlanma yoluyla gelen birikimler insana gerçeği göstermez!. İnsan, aklını ve mantığını kullanabildiği kadar değerlidir.
Tarih, insana gerçeği değil, saptırmaları gösterir.
Ne Emevi, ne de Abbasi tarihine inanırım. Ne Âlevi tarihine, ne de Sünni tarihine inanırım.
Efendimizden 30 sene sonra, saltanat devirleri başlamış. Sultanların yönetimi altında tarihçiler, tarih yazmaya başlamışlar.
Sultanların, diktatörlerin baskı rejimi altında yazılan tarihlere ne kadar inanabilirsiniz ki?
Şimdi, bu dedikodularla kafanızı yormak yerine, yaşamın gerçeklerini görüp, değerlendirmek ve o gerçeklere göre de hayatımızı bir düzene sokmak gerek!.
Ne yapacağız, bunun için?..
Bunun için Hz. Muhammed Aleyhisselâm'ın karşısına oturacağız. Onun dediklerini anlamaya çalışacağız. Onun anlattıkları istikametinde Kur'ân'ı anlamaya çalışacağız.
Ve, Kur'ân'ı anlamak için de, yaşamın gerçekleri ile âyetleri özdeşleştirerek, bütünleştirerek, deşifre etmeye çalışacağız.
Yaşamın gerçeklerine, SİSTEM'in gerçeklerine uymayan bir şeyin Kur'ân'da olduğunu söylerlerse, onu söyleyene kesinlikle uymayın!
Çünkü Kur'ân, Yaşamın ve Sistemin gerçeklerini açıklayan bir Kitap'tır.
Bunu başka türlü nakleden ya ard niyetlidir, ya da Kur'ân'ı anlayacak bilinç düzeyine sahip değildir.
Kurân'da, akıl ve mantık dışı tek bir hüküm yoktur.
İslâm Dini'ni kabullenmenin şartı:
Hz. Muhammed Aleyhisselâm'ın Nebilerin sonuncusu ve Allah Rasûlu olduğunu kabul etmek;
''Allah'' adıyla işaret edilene iman etmek;
Ölüm sonrasında hayatın devam edeceğine inanmak;
Her şeyin Allah’ın kuvvet ve kudretinden, O'nun takdiri ile meydana geldiğine inanmak...
Bunlara inandığın anda sen "mü’min"sin!..
İslâm'da, kimsenin kimseyi ne dine alma ve ne de dinden çıkarma hakkı vardır. Din konusunda kimse kimseye hesap verme zorunda değildir.
Herkes hesabını ALLAH’a verecektir. Bu konu bu kadar açık, basit ve net iken, bu konuyu zorlaştırırlarsa, bunun hesabını çok ağır öderler.
Halbuki, Hz. Muhammed Aleyhisselâm diyor ki:
“İnsanlara kolaylık gösterin, zorlaştırmayın!. Sevdirin, nefret ettirmeyin!."
Hakiki mânâsı ile "mü’min";
Hz. Rasulullah’ın tebliğ ettiği hakikatlara imân etmiş kişidir.
Hakiki manâsı ile Müslim ise;
İlâhi iradeye tam anlamı ile mutlak teslim hâlinde olduğunun bilincinde olan kişidir.
Mü’minde şirk-i hafi vardır. Ama Müslim’de asla şirk olmaz.
Hz. İbrahim’in Kur'ân'daki âyetini hatırlayın:
“İnniy veeccehtü vechiyelillezi fatıressemavati vel’ard hanifen müslimen ve mâ ene minel müşrikiyn..” (Alî İmrân: 67)
Vechim, arzın ve semâvatın Fâtır'ına dönüktür. Hanifim!. Şirkim yoktur, şirk hâlim yoktur. Ve Müslimim!..
İbrahim a.s.’ın Allah'a teslimiyeti idrak etmesi hâlinin ifadesidir bu âyet!..
Şirk-i hâfinin kalkmış olması gerekir ki, kişi tam bir kâmil müslim olabilsin.
İmânda yakîn yoktur. İmân, kemale ulaştığı zaman, "ikan"a döner. Îkanda, "yakîn" vardır.
Yani, "yakîn" başladığı anda, artık "imân", "ikana" dönüşmüş demektir.
Yakînin de kemal dereceleri vardır.
İmân, avama mahsus iken; îkan, havasa mahsustur.
Havasın üstündeki "Hass-ül Havasın" da, yakîninin dereceleri yükselir.
İlmel Yakîn, Aynel Yakîn, Hakkel Yakîyn gibi...
Yani, ikan hâlinin üç basamağı vardır;
İlm'el Yakîn
Ayn'el Yakîn
Hakk'el Yakîn
Birinci basamak imândır, avama dönük!.
İkinci basamak îkandır, havasa dönük.
Gerçi bu kelimeler gerçek anlamları ile kullanılmıyor halk arasında… Zaten çoklarının bunlardan haberleri bile yok!.
Halkın müslümanlık anlayışı başka;
“Namaz kılıyorum, oruç tutuyorum; o halde ben müslüman’ım,” düşüncesi hakim.
Geçenlerde, “elhamdülillah ben müslüman’ım” diyen birine;
“Peki sen öldükten sonra ne zaman dirileceksin?” diye sordum.
Cevap olarak; “Kıyamette dirileceğim,” dedi..
Dedim ki, “ “Bak, sen şu anda 'elhamdülillâh müslüman’ım,' diyorsun ama, İslâm Dini'nin esas inancını benimseyememişsin!.
Çünkü, hiçbir insan ölüp de kıyamette dirilmez!. Bütün insanlar, ölüm dediğimiz olayla birlikte boyut değiştirip, aynen kaldığı yerden yaşantısına kesintisiz devam eder. Bütün insanlar diri diri mezara girer, aklı başında ve şuurlu olarak!.
Ölüm, bu bedenle kişinin alâkasının kesilmesi ve bu beden üzerindeki tasarrufunun kalkmasıdır. Ölüm yok olmak değildir.
Kişi kesintisiz olarak ruh boyutuyla yaşamına şuurlu olarak devam eder..” diye açıklama yapmak durumunda kaldım.
Kişi rüyâ görürken, rüyânın içinde iken; “Ben bu rüyayı beğenmedim, biraz da başka tarz bir rüya göreyim,” diyerek gördüğü rüyayı arzusuna uygun olarak değiştirebilir mi?.. Hayır!..
Aynı şekilde, tüm dünya yaşamında beynine, “ben bu bedenim!.” düşüncesi yerleştiği için, ölümü tatma anından itibaren bu bedenle ilgin tamamen kesildiği halde ve ruh bedenle yaşam boyutuna geçmiş olmana rağmen, bu fizik-biyolojik bedeni bırakıp gidemiyorsun.
Ruhuna yüklenmiş olan kayıtlar; “ben bu bedenim” şeklinde olduğundan, sen de cesetle birlikte diri diri toprağa giriyorsun. Üzerine toprak atılıyor ve orada kalıyorsun!..
Bu dünyada yaşadığın süreç içinde “ben bu beden değilim“ bilincini oluşturamadığınız sürece âkıbet budur.
Yanarak ölen biri için de, aynı şey!. Kendisini beden zannettiğinden, korkunç bir acı çekerek, bedeninin yanışını seyrediyor.
Bir rüyâda boğazını kestikleri, veya vücuduna bıçak sapladıkları zaman ne hâle geliyorsun?.
Rüyada gerçekten bedene verilen bir ezâ, cefa var mı? Hayır!.
Ama, öyle olmasına rağmen o rüyada ne hâle geliyorsun, bir düşün!
Oysa olay, ruh boyutunda oluyor. İşte kişi, kabre girdiği zaman da olay, tamamen ruh boyutunda cereyan ediyor.
* * *
Bilincimiz, her an ilâhi kudrete tâbidir. Bu sebeple ne kadar gerçeğe ermiş olursak olalım, her an o gerçekten sapmak mümkündür.
Israrla edilen dua, icâbet işareti taşır.
Üç aylar hepinize mübârek olsun!
Regaib gecesi geçti. Önümüzde daha çok mübârek geceler var. Onları da en güzel şekilde değerlendirmeye bakın! Ne yapabilirseniz, kazancınız olur.
Bir daha böyle geceleri yaşayıp, yaşayamayacağımız meçhul!. Ömrümüzün ne kadar olduğu meçhul!..
Dolayısıyla önümüzdeki süreci en iyi şekilde değerlendirmek her akıllı kişinin boynunun borcudur. Zira burada zaman çok kısıtlı.Geçirdiğimiz zamanı biliyoruz da, ne kadar zamanımız kaldı, onu bilemiyoruz.
Zamanımız diyoruz... Kimimiz 30, kimimiz 40, kimimiz 50, kimimiz daha fazla yaşlarda!.
Buradaki zamandan bahsediyorum. Bu bahsettiğim zamanın ölüm ötesi yaşamda hiçbir değer ifade etmediğini, orada geçireceğimiz zamana göre burada geçireceğimiz 50–60-70 senenin üç beş saniyelik değeri olduğunu bildiğiniz gibi, daha evvel anlatım ve yazdım.
Orada öyle bir zaman boyutuna giriyoruz ki, oranın gününe göre burası minik saliseler!..
Oraya geçince, “Dünyada bir saniye kadar mı yaşadık?.” diyeceğiz…
Oraya gidip de, oranın zaman boyutu ile karşı karşıya kaldığımız vakit işte böyle diyeceğiz...
Peki? Şimdi burada bir zaman var. Kendimize göre uydurduğumuz, kabullendiğimiz bir zaman!. Öldükten sonra da, kıyâmete kadar olan devrede yine bir zaman kavramı var.
Muhyiddin İbn-ül Arabi’nin anlatımına göre: “Cehennem, içinde girenler için 3000 senelik yol...bin sene çıkış, bin sene düz gidiş, bin sene de iniş,” diye açıklıyor. Tabii ki, oranın zaman ölçüsüne göre...
Fakat, cehennemden çıktıktan sonra, çıkanlar için (oradan çıkıp Cennet boyutuna girenler için) Cennet boyutunda zaman var mı?
Şu anda dünyada yaşıyoruz. Ölüm denen olayla birlikte dünya gözden kayboluyor; sanki dünya hiç var olmamış gibi!.
Nasıl ki, uykudan uyanan bir insan, rüyasında gördüklerini bir süre hatırlar, bilâhare o rüya silinir, gider; yani, rüyanın ortamı ve yaşamı silinir hafızadan...
Aynı şekilde, ölümü tadan kişinin de hafızasından dünya ve içindekiler kaybolup gider ve o Kabir âlemi denen, Berzah âlemi denen âlemde yaşamaya başlar...
Bu âlemde yaşam devam ederken belli bir süre sonra büyük kıyamet meydana gelir. Büyük kıyametle birlikte dünyanın manyetik alanı ortadan kalkar ve yer yüzünde yaşamış olan bütün insanlar tek bir plâtformda bir arada ve cehennem her bir taraftan, alttan, üstten, sağdan, soldan, her bir yandan bu plâtformu kuşatmış vaziyette!.
İnsanların bu plâtformdan kaçmaları, cehennemin içinden geçerek kaçıp kurtulma şansları var.
Ve herkes kendi inancına göre, dünyada kazandığı ilmine göre, dünyada kazandığı belli güçlere göre, bu cehennem ortamının içinden geçip, dışarı çıkmaya çabalayacak.
Bu süreçlerde hep, zaman kavramı işliyor. Şu anda dünyada bu biyolojik madde bedenle yaşıyoruz. Ölüm dediğimiz olayla birlikte biyolojik bedenimiz ortadan kalkacak, beynimizin ürettiği aynen bu beden şeklinde olan ruh bedenle kalacak.
"Kabir" hayatında, bu bedenin son hâli olan şekildeki "ruh beden" ile yaşantımızı devam ettireceğiz.
"Mahşer" denen plâtformda da, gene bu bedene taallûk eden bu beden şeklindeki "ruh beden" şeklimizle yaşamımız devam edecek.
Fakat, cehennem boyutuna girdiğimiz andan itibaren, bedenimiz o ortama göre daha değişik bir şekil alacak, ancak gene "ruh beden" olarak...
Burada anlaşılamayan ve sorulan şu;
-Madde beden olmazsa beden azap çekmez!?.
Bilimsellikten haberi olmayıp, çağlar öncesinin maddeci anlayışıdır bu; ve de onun bu sorusu!
Gerçekte madde yoktur!...Algılama vardır!.
Algılama da bulunduğu boyutu ''madde'' diye değerlendirir, hangi boyutu algılarsa algılasın!
Bunu çok iyi anlayın!.
Cehennemden çıkıp Cennet ortamına girebilenler acaba nasıl bir ortamda yaşayacak? Orada zaman mefhumu var mı?
Dünyada zaman var, kabir âleminde zaman var, kıyamette zaman var, mahşerde zaman var, cehennemde zaman var kendi boyut şartlarına göre!.
Bunlara rağmen, cennet ortamında zaman kavramı yoktur. Çünkü Cennete nur yapıda girilecek, "nur" yapılı ortamda da "ışık hızına" erişilir.
Işık hızına ulaşılan bir ortamda da artık zaman durur.
"Nur beden boyutu", yani "cennet boyutu" ışık hızı boyutudur. Orada olup biten her şey "ışık hızı" ile olup biter.
Işık hızı ile devam eden olaylar dolayısıyla da orada zaman kavramı olmaz!. O nurâni yapıda her şey, düşünce boyutunda oluşur. Düşünce boyutunda, “şöyle bir bedenim olsun,” dersin; derhal bedenin o düşündüğünün şeklinde olur, belirginleşir.
Düşünce boyutu, ışık hızından bile hızlıdır!. Düşünce boyutunda zaman kavramı yoktur. Cennet ortamına gidenlerde zaman kavramı olmayacağı için "yaşlanmak" diye bir kavram da söz konusu değildir.
Orada sadece düşünsel beraberlikler ve düşünsel güzellikler yaşanır. Herkes düşünebildiği kadarki güzellikleri yaşayacaktır.
Dünyada düşünce, düşünebilme kapasitesini ne kadar artırabilirse, o insan cennette de o kadar çok nimete kavuşacak.
Kişinin cennette erişeceği nimetler, dünyada erişebildiği düşünce kapasitesi kadardır.
Bu kapasitenin yükselmesi de dünyada yaptığın "zikirle" beynindeki açılım kadardır. Zikirle ne kadar açılım meydana getirebilirsen, o kadar ilmin artar. O kadar ruhâni kapasiten gelişir. Ve bunun sonucu olarak da o kadar Allah isimleri sende açığa çıkar.
Ne kadar sende ALLAH’ın yaratıcılık sıfatı açığa çıkarsa, o kadar da senin cennette yaratıcılığın meydana gelir ve o kadar büyük güzellikleri yaşarsın.
''Allah'' adıyla işaret edilen için zaman kavramı yoktur.
ALLAH’ın esmâsında var olmuş varlık eğer o boyutta kendisini tanırsa onun için de zaman kavramı kalmaz! ALLAH’ın esmâsının getirdiği güzelliklerin oluşturduğu bir ortamda yaşam sürer.
ALLAH hepimize, bu güzellikleri yaşamayı nasip etmiş olsun ve bu güzellikleri anlayıp idrâk edip, hazmetmeyi kolaylaştırsın!
ALLAH önümüzdeki günleri en iyi şekilde değerlendirmeyi bizlere nasip etsin!.