SuskunDervis
Kayıtlı Üye
Yarım günlük misafir
Bismillahirrahmanirrahiym
Hava sıcak mı sıcaktı. Gökten ateş yağıyorcasına, topraktan alev yükseliyorcasına korkunç bir sıcaklık... Dikenli çalılar arasından yükselen cırcır böceği sesleri etrafa hakim olan sükutu bozuyordu. Karşı tepeden üç kişi yuvarlanırcasına aşağıya indiler; ortalığı bir toz bulutu kaplamıştı. Birinci adam tepenin eteğine varınca durdu. Yüzüne sıkıca doladığı bez parçasını açarak bitkin bir tavırla:
-Saatlerdir bu çölde dolaşıp durmadayız, diye mırıldandı, fakat halâ bir damla su bulabilmiş değiliz!
İkinci adam üzgün ve endişeli bakışlarla çevresine bakındı, vücudu terden sırılsıklam olmuştu. Yorgun elleriyle yerden bir avuç toprak alıp havaya savurarak kısık bir sesle söylendi:
-Toprak kupkuru... Su kokusu gelmiyor burnuma... Belki de kaderimiz bu çölün ortasında susuzluktan ölmek, kim bilir?..
Üçüncü adam bitkin adımlarla tepenin çevresini dolanmaya başladı. Diğer iki kişi de onun ardısıra gittiler. Kızgın toprak, yumuşak ve kalın bir kum tabakasıyla örtülüydü. Her adımda dizlerine kadar kuma gömülüyordu. Üç adam, yorgun ve susuz bir halde dört bir yanı aranıp durmadaydı. Ancak, nereye dönseler uçsuz bucaksız kızgın çölden başka birşey çıkmıyordu karşılarına. O sırada birisi elini alnına götürerek güneşin kamaştırdığı birisi elini alnına götürerek güneşin kamaştırdığı gözlerine siper edip diğer eliyle gösterdiği noktaya doğru bağırdı:
-Hey! Bakın!..
-Tepenin biraz ötesinde, birkaç hurma ağacının olduğu bir vaha görünüyordu.
Hurma ağaçlarının uzun yaprakları, minik bir pınara doğru eğilmişti. Ağaçlarının gölgesinde bir koyun uzanmış, uyuyordu. Daha ötede bir çadır çarpıyordu göze. Çadırın hemen yanında oturan yaşlı bir kadın elindeki iğle konuşurcasına yün eğirmekle meşguldü. Üç adam, sabırsızlıkla ona doğru koşmaya başladılar. Onları gören yaşlı kadıncağız ilkin neye uğradığını şaşırdı, ancak kendisini çabucak toparlayarak hemen yanıbaşındaki sopaya sarılıp ayağa kalktı, elindeki sopayı tehditkâr bir tavırla onlara doğru sallamaya başladı.
Bunun üzerine öndeki adam:
-Hey! Nine! diye bağırdı, Bizden korkmana gerek yok! Biz yolcuyuz, şu çölün ortasında aç ve susuz kalıverdik!
Yaşlı kadın tereddütlü bakışlarını onlardan ayırmaksızın
-Sizi tanımıyorum! dedi, kimsiniz?!
Adam bitkinlikle cevap verdi:
-Tanrı misafiri!... Mekke'ye, Allah'ın evini ziyarete giden hac yolcularıyız! Bize buraz su verirsen minnettar kalırız sana!
Yaşlı kadıncağız:
-Ka'be'yi ziyarete yayan mı gidiyorsunuz?! diye sordu hayretle.
Yorgun adam, terbiyeli bir hareketle başını öne eğip:
-Rabbimin evine yayan gitmemeye utanırım! dedi, Adağımız böyle, Allah'ın evine yürüyerek gitmeyi ahdettik biz!..
Yaşlı kadın sopayı tutan elini yavaşça yere indirerek:
-Allah'ın evini ziyarete gidenlere kapımız her zaman açıktır! dedi, Buyrun, çadırda dinlenin biraz!
Üç yorgun adam, çadıra girdi.
Yaşlı kadın koyunu sağdı.
Çok geçmeden elinde süt dolu bir kâseyle çadıra girip:
-Kızgın çölde su içmek göze zarar verir, dedi. Yol yorgunusunuz, önce biraz süt için hele!
Üç adam, yaşlı kadının getirdiği taze sütü sırayla ve büyük bir iştiyakle içtiler. Yaşlı kadın:
-Ben ve kocam bu çadırda yaşarız, dedi. Kocam her gün sabahın erken vakitlerinde çöle gider, gün batımına doğru çölden gelir. Biliyorum ki açsınız; fakat ne yazık ki yiyecek hiçbirşeyimiz yok... Fakat...
Yaşlı kadın bir an durakladı. Hurma ağaçlarını gölgesinde uyuyan koyuna bakıyordu. Hafif bir esinti hurma ağaçlarının uzun dallarını yavaşça oynatıyordu. Yaşlı kadın:
-Eğer, diye mırıldandı kendi kendine, Koyunu kesersem şu yorgun misafirlere yiyecek birşeyler hazırlayabilirim!
Yaşlı kadın bu düşünceyle koyuna doğru yürüdü. Misafirlerden biri de yerinden doğruldu o sırada Pınara gidip abdest aldı. Yaşlı kadın onun bütün hareketlerini sessizce izlemiş, şaşırmıştı. Zira adamcağızın eli ayağı titriyordu, rengi de iyiden iyiye sararmıştı birden... İhtiyar kadın:
-Açlık ve yorgunluktan mı bu titreyişin oğul?! dedi, bir ana şefkatiyle.
Adam:
-Hayır, dedi tedirgi bir tavırla; Alemlerin Rabbi'nin huzuruna çıkmak istiyorum, bu titreyiş O'nun korkusundan...
Adamın yüzü tanıdık gelmişti yaşlı kadına. "Onu nerede gördüm acaba? Tanıyor gibiyim..." dedi kendi kendine.
Beyaz teni güneşte yanmış, yer yer bronzlaşmıştı. Saçları sık, gür ve kıvırcıktı. Kara gözleri; çölün geceleri gibi simsiyahtı. Yaşlı kadın onu gördüğünde çocukluğunda başından geçen bir olayı hatırladı. Bir gün annesi hurma ağacına çıkmış, beyazlaşan kısır filizleri kopararak onun için yere atmadaydı. Hurmalık, elvan elvan yeşillik kokuyordu o gün. Adeta dünyanın bütün bitkilerini koparık havaya saçmışlardı... O sırada koşarak gelen babası nefes nefese "Sevindirici bir haberim var!" diye bağırmıştı heyecanla, "Muhammed adlı biri, herkesi tektanrıya, Allah'a tapmaya çağırmış!... Putlara karşı olduğunu, kız çocuklarının diri diri toprağa gömülmesini kınadığını söylüyorlar! Allah'ın elçisiymiş! Gökten yeryüzüne bizler için mutluluk ve saadet mesajı getirmiş!...
Yaşlı kadın derin bir iç geçirerek adama tekrar bakıp "Allah'ım ! Kim bu adam?" diye düşündü, "Niçin o günü hatırlatıyor bana acaba?!"
Adam, onun düşündüklerini sezmiş gibi:
-Nine! Ne düşünüyorsun öyle? diye sordu. Yaşlı kadın kendisini toparlamaya çalışarak:
-Ben mi? dedi, Hiç... Biriniz şu koyunu kesse de, etiyle size yemek pişirsem diyorum...
Adam:
-Hayır nineciğim! dedi; kocan gelir de koyunu soracak olursa ne cevap verirsin o zaman?
Yaşlı kadın başını dikerek:
-Benim kocam kimseyi çölün ortasında aç bırakmaya razı olmaz! dedi, gururla...
Sonra da misafirlere dönüp birinin koyunu kesmesini rica etti. Koyunun etiyle çabucak yiyecek birşeyler hazırlayıp onları doyurdu. Yemek bittikten sonra üç adam ayağa kalkıp çadırdan çıktılar. İçlerinden biri yaşlı kadına dönüp:
-Allah razı olsun nineciğim! dedi, Sağolasın! Bize iyilikte bulundun... Şimdi Mekke'ye hangi taraftan gidebileceğimizi söyler misin?..
Yaşlı kadın, eliyle çölün batısını gösterdi. Güneş, son ışıklarını da yerden toplayarak gitmeye hazırlanıyordu. Üç adam yaşlı kadınla vedalaşarak yola koyuldular. İhtiyar kadın, batmak üzere olan güneşin kızıl ışıkları altında kayboluncaya kadar bir an olsun gözlerini ayırmaksızın öylece durup seyretti onları...
-*-
Çok geçmeden kocasının gür sesi bütün çölde yankılanırcasına kulaklarında çınladı:
-Hey! Kadın! Neredesin! Biraz süt getir de içeyim... Elini çabuk tut! Akşamın bu vaktinde ne kadar yorgun ve susuz olduğunu bilmiyor musun?!
Yaşlı kadın ürperdi... Koyunun boş olan yerine baktı korkuyla... Kocası halâ bağırıyordu:
-Süt kâsesi niçin boş bugün!" Şu koyunu sağmadın mı daha?!
Kadıncağız kâseyi alıp telaşla pınara doğru seğirtti. Kâseyi kocasına uzattığında, içindekinin su olduğunu gören kocası hayret ve öfke dolu bir sesle:
-Bu da ne! diye haykırdı, Bu kızgın çölün ortasında su içemeyeceğimi bilmez misin sen?! Çabuk biraz süt getir bana!..
Kadıncağız ne yapacağını şaşırmıştı, çaresizdi. Kekelercesine:
-Şey... dedi, Şu koyun vardı ya... Ben... Yani... Onu...
Adam hurma ağaçlarının olduğu tarafa baktı, koyun herzamanki yerinde yoktu!
-Koyun nerede!... diye sordu hayretle.
Yaşlı kadın çölün batısını göstererek gözlerini ufuktan ayırmaksızın:
-Üç kişi geldi... dedi yavaşça. Aç ve susuzlardı. Tanrı misafiri... Azıkları bitmişti... Susuzluklarını gidermesi için önce süt ikram ettim onlara. Sonra da karınlarını doyurmak için koyunu kesmelerini rica ettim... Koyunun etiyle...
Kocası öfkeneden deliye dönmüştü:
-Ne!!! diye haykırdı olanca şaşkınlığıyla; üç yabancıya yedirdin ha!?!
Yaşlı kadın gözlerini ufuktan ayırmaksızın:
-Yabancı değillerdi! mırıldanırcasına yavaş bir sesle: Birinin yüzü tanıdık geldi bana. Aşina birşey vardı çehresinde sanki... Evet... Peygamberimsi bir nurla parlıyordu yüzü... Büyük insanlara mahsus bir azamet vardı onda...
Kocası bağırdı:
-Neler söylüyorsun be kadın! Kimdi o adam?!
Yaşlı kadın kendi kendine konuşurcasına:
-O, diye mırıldandı, Allah'ın Resulü Muhammed'e -sav- benziyordu.
Kocası ellerini perişan bir hareketle başına götürüp:
-Mahvoldum! diye haykırdı ve ekledi: Delirdin mi sen!? Resulullah -sav- dünyadan göçeli yıllar oldu... Onun vefatını duyduğun zaman saçını başını yolarak ağlamıştın hani... Hatırlamıyor musun?!
Yaşlı kadın
-Allah'a yemin ederim ki o günü unutmuş değilim, dedi.
Adam hiddetle bağırdı:
-O halde cezalandırılmamak için deli numarası yapıyorsun öyle mi? Yegane koyunumuzu tutup elaleme bağışlıyor, sonra da cezadan kurtulmak istiyorsun ha! Çabuk, yaptığından pişmanlık duyduğunu söyle, hadi!
Yaşlı kadın başını yukarı doğru kaldırarak:
-Bin tane koyunum olsaydı, hepsini onlara kurban ederdim! dedi.
Bu cevap adamı çılgına çevirmişti. Elindeki sopayı yukarı doğru kaldırarak yaşlı kadına saldırdı. Kadıncağız dehşetle yerinden fırlayarak karşı tepelerden birine doğru koşmaya başladı. Adam onu izlemekten vazgeçmişti, var gücüyle bağırdı:
-Defol! Sakın bu taraflara adımını atma! Eğer buralarda gözüme görünecek olursan vallahi diri diri gömerim seni!..
O bunları söylerken kadıncağız tepeyi çoktan aşmış, gözden kaybolmuştu bile...
-*-
Medine sokaklarından yükselen deve çıngırakları sesi, kulakları okşar gibiydi. Güneş, hurma ağaçlarının uzun yüksek dallarına çarpıyor, parıl parıl ışıltılar saçıyordu yapraklardan... Rüzgar hafif bir esintiyle yerden kaldırdığı toprağı, ak saçlı yaşlı kadının yüzüne gözüne serpiyordu sevgiyle... Kadıncağız eğilmiş, yerde bulduğu hurma çekirdeklerini aceleyle elindeki sepete atıyordu. Medine halkı en az onun kadar aceleci hareketlerle geçmedeydi sokağı... Yaşlı kadın başını kaldırarak şimdi göğün tam ortasına varmış bulunan güneşe dikti dözlerini:
-Güneş iyice yükselmiş... diye iç geçirdi, gün ortaya vardı ama benim sepet yarıya kadar bile dolmadı daha...
O sırada gri renkli bir güvercin süzülerek yaşlı kadının hemen yanıbaşında yere kondu yavaşça. O da aceleci hareketlerle hurma çekirdeklerinin arasını gagalamaya başladı.
Yaşlı kadın ona bakarak:
-Sen de mi çekirdek peşindesin minik güvercin? dedi okşarcasına bir sesle: Sen de hurma çekirdeği satarak mı kazanıyorsun geçimini yoksa?
Güvercin kendi etrafında şöyle bir döndükten sonra yeniden toprağı gagalamaya başladı. Yaşlı kadın ona acımıştı:
-Biliyorum, dedi titrek bir sesle: Sen de açsın, çekirdekler arasında yiyecek birşeyler bulmak zorundasın... Küçük bir kulübem olsaydı seni yanıma alır, kulübeme götürür, buğday ve arpa koyardım önüne... Senin yanında oturur, hurma yapraklarıyla sepet örerdim ben de... Tıpkı eskiden olduğu gibi hani...
Yaşlı kadın bunları söyledikten sonra derin bir iç çekip düşünceye daldı. Güvercin, gagasına inci bir dal alıp kanatlandı. Gagasındaki dalı çamurdan bir duvarın üzerine, iyice kenarına bırakıverdi. O sırada gelen hafif bir esinti, incecik dalı alıp götürdü. Yaşlı kadın yavaşça kımıldandı. Yorgün yüzünün terini elinin tersiyle silerek yeniden yere eğilip işe koyuldu, bir yandan da şöyle düşünüyordu:
-Oldu bir kere... Yaptığım iyiliğe pişman değilim ama... O adam peygamberin yüzünü hatırlatıyordu bana. Beytullah'a yayan gitmeyi ahdetmişti. Namaza durduğunda Allah korkusuyla nasıl da titriyordu öyle!.. O sırada güneş karşısında dupduru ve berrak bir pınar gibi olduğunu hissettim onun...
Başını kaldırıp göğe baktı:
-Allah'ım!.. O adam kimdi acaba?!
O sırada bir çift gözün bakışlarını üzerinde hissederek başını yere doğru çevirip etrafına bakındı. Aman Allah'ım! Kalbi duracaktı neredeyse!.. Bir adam yanıbaşında diz çökmüş ona bakıyordu. Gülgeç ve nur dolu bir yüzü vardı, çölün geceleri gibi simsiyah ve pırıl pırıldı gözleri... Kadıncağız zorlukla kendisini toparlamaya çalışarak "Aman Allah'ım! Rüya mı görüyorum yoksa?! dedi hayretle, "Bu onun hayali!.. Bana bakıyor!..! Ne yapacağını bilememenin şaşkınlığıyla yavaşça yerinden doğruldu, sepetine sımsıkı yapışarak arkasına bakmaksızın aceleci adımlarla oradan uzaklaşmaya başladı.
Adam, yerinden doğruldu:
-Bir dadika!.. diye seslendi ona.
Yaşlı kadın dehşetle irkildi, çivilenmiş gibi olduğu yerde kalakaldı öylece... Adam ona bakarak sordu:
-Beni tanıdın mı?
Yaşlı kadının sesi titrer gibiydi:
-Hayır... Kimsin sen?..
-Arkadaşlarımla birlikte bir öğle vakti yarım günlüğüne misafir olmuştuk sana hani... Hatırlıyor musun?
Yaşlı kadın halâ hayal gördüğünü sanıyordu, kekelercesine:
-Allahaşkına!.. dedi, Söyle bana, sen o musun yoksa onun hayali mi?
Adam sevgiyle gülümseyerek:
-Şu sokaktan geçiyordum... dedi, yere eğilmiş, hurma çekirdeği toplamakla meşgul olduğunu gördüm. Şimdi senin dinlenme çağın... Sana bin koyunla bin altın verirsem kabul eder misin?
Yaşlı kadın hayretten küçük dilini yutacak gibiydi:
-Bin altınla bin koyun mu?!!! Aman Allah'ım!.. Fakat... Kimsin sen?!
Adam gülümsüyordu sevgiyle:
-Allah'ın kullarından biri... Bir öğle vakti yarım günlüğüne sana konuk olmuş bir tanrı misafiri...
Adam bunları söyledikten sonra bir kağıda birşeyler yazıp yaşlı kadına vererek sessizce uzaklaşıp gitti.
Yaşlı kadın:
-İyi ama, kimsin sen!?.. diye haykırdı yalvarırcasına bir sesle.
O sırada oradan geçmekte olan birisi kadıncağıza yaklaşarak:
-Onu tanımıyor musun sen?! diye sordu hayretle: Şia müslümanlarının ikinci imamı Ali oğlu Hasan'dır -s- o !...
Yaşlı kadın hayretle irkildi... Sokağın sonuna doğru giderek gözden uzaklaşan İmam'ı seyretti şaşkınlıkla.
Hafif bir esinti, olgunlaşmış hurmaların taptaze kokusunu saçıyordu "Medine" sokaklarına.
Bismillahirrahmanirrahiym
Hava sıcak mı sıcaktı. Gökten ateş yağıyorcasına, topraktan alev yükseliyorcasına korkunç bir sıcaklık... Dikenli çalılar arasından yükselen cırcır böceği sesleri etrafa hakim olan sükutu bozuyordu. Karşı tepeden üç kişi yuvarlanırcasına aşağıya indiler; ortalığı bir toz bulutu kaplamıştı. Birinci adam tepenin eteğine varınca durdu. Yüzüne sıkıca doladığı bez parçasını açarak bitkin bir tavırla:
-Saatlerdir bu çölde dolaşıp durmadayız, diye mırıldandı, fakat halâ bir damla su bulabilmiş değiliz!
İkinci adam üzgün ve endişeli bakışlarla çevresine bakındı, vücudu terden sırılsıklam olmuştu. Yorgun elleriyle yerden bir avuç toprak alıp havaya savurarak kısık bir sesle söylendi:
-Toprak kupkuru... Su kokusu gelmiyor burnuma... Belki de kaderimiz bu çölün ortasında susuzluktan ölmek, kim bilir?..
Üçüncü adam bitkin adımlarla tepenin çevresini dolanmaya başladı. Diğer iki kişi de onun ardısıra gittiler. Kızgın toprak, yumuşak ve kalın bir kum tabakasıyla örtülüydü. Her adımda dizlerine kadar kuma gömülüyordu. Üç adam, yorgun ve susuz bir halde dört bir yanı aranıp durmadaydı. Ancak, nereye dönseler uçsuz bucaksız kızgın çölden başka birşey çıkmıyordu karşılarına. O sırada birisi elini alnına götürerek güneşin kamaştırdığı birisi elini alnına götürerek güneşin kamaştırdığı gözlerine siper edip diğer eliyle gösterdiği noktaya doğru bağırdı:
-Hey! Bakın!..
-Tepenin biraz ötesinde, birkaç hurma ağacının olduğu bir vaha görünüyordu.
Hurma ağaçlarının uzun yaprakları, minik bir pınara doğru eğilmişti. Ağaçlarının gölgesinde bir koyun uzanmış, uyuyordu. Daha ötede bir çadır çarpıyordu göze. Çadırın hemen yanında oturan yaşlı bir kadın elindeki iğle konuşurcasına yün eğirmekle meşguldü. Üç adam, sabırsızlıkla ona doğru koşmaya başladılar. Onları gören yaşlı kadıncağız ilkin neye uğradığını şaşırdı, ancak kendisini çabucak toparlayarak hemen yanıbaşındaki sopaya sarılıp ayağa kalktı, elindeki sopayı tehditkâr bir tavırla onlara doğru sallamaya başladı.
Bunun üzerine öndeki adam:
-Hey! Nine! diye bağırdı, Bizden korkmana gerek yok! Biz yolcuyuz, şu çölün ortasında aç ve susuz kalıverdik!
Yaşlı kadın tereddütlü bakışlarını onlardan ayırmaksızın
-Sizi tanımıyorum! dedi, kimsiniz?!
Adam bitkinlikle cevap verdi:
-Tanrı misafiri!... Mekke'ye, Allah'ın evini ziyarete giden hac yolcularıyız! Bize buraz su verirsen minnettar kalırız sana!
Yaşlı kadıncağız:
-Ka'be'yi ziyarete yayan mı gidiyorsunuz?! diye sordu hayretle.
Yorgun adam, terbiyeli bir hareketle başını öne eğip:
-Rabbimin evine yayan gitmemeye utanırım! dedi, Adağımız böyle, Allah'ın evine yürüyerek gitmeyi ahdettik biz!..
Yaşlı kadın sopayı tutan elini yavaşça yere indirerek:
-Allah'ın evini ziyarete gidenlere kapımız her zaman açıktır! dedi, Buyrun, çadırda dinlenin biraz!
Üç yorgun adam, çadıra girdi.
Yaşlı kadın koyunu sağdı.
Çok geçmeden elinde süt dolu bir kâseyle çadıra girip:
-Kızgın çölde su içmek göze zarar verir, dedi. Yol yorgunusunuz, önce biraz süt için hele!
Üç adam, yaşlı kadının getirdiği taze sütü sırayla ve büyük bir iştiyakle içtiler. Yaşlı kadın:
-Ben ve kocam bu çadırda yaşarız, dedi. Kocam her gün sabahın erken vakitlerinde çöle gider, gün batımına doğru çölden gelir. Biliyorum ki açsınız; fakat ne yazık ki yiyecek hiçbirşeyimiz yok... Fakat...
Yaşlı kadın bir an durakladı. Hurma ağaçlarını gölgesinde uyuyan koyuna bakıyordu. Hafif bir esinti hurma ağaçlarının uzun dallarını yavaşça oynatıyordu. Yaşlı kadın:
-Eğer, diye mırıldandı kendi kendine, Koyunu kesersem şu yorgun misafirlere yiyecek birşeyler hazırlayabilirim!
Yaşlı kadın bu düşünceyle koyuna doğru yürüdü. Misafirlerden biri de yerinden doğruldu o sırada Pınara gidip abdest aldı. Yaşlı kadın onun bütün hareketlerini sessizce izlemiş, şaşırmıştı. Zira adamcağızın eli ayağı titriyordu, rengi de iyiden iyiye sararmıştı birden... İhtiyar kadın:
-Açlık ve yorgunluktan mı bu titreyişin oğul?! dedi, bir ana şefkatiyle.
Adam:
-Hayır, dedi tedirgi bir tavırla; Alemlerin Rabbi'nin huzuruna çıkmak istiyorum, bu titreyiş O'nun korkusundan...
Adamın yüzü tanıdık gelmişti yaşlı kadına. "Onu nerede gördüm acaba? Tanıyor gibiyim..." dedi kendi kendine.
Beyaz teni güneşte yanmış, yer yer bronzlaşmıştı. Saçları sık, gür ve kıvırcıktı. Kara gözleri; çölün geceleri gibi simsiyahtı. Yaşlı kadın onu gördüğünde çocukluğunda başından geçen bir olayı hatırladı. Bir gün annesi hurma ağacına çıkmış, beyazlaşan kısır filizleri kopararak onun için yere atmadaydı. Hurmalık, elvan elvan yeşillik kokuyordu o gün. Adeta dünyanın bütün bitkilerini koparık havaya saçmışlardı... O sırada koşarak gelen babası nefes nefese "Sevindirici bir haberim var!" diye bağırmıştı heyecanla, "Muhammed adlı biri, herkesi tektanrıya, Allah'a tapmaya çağırmış!... Putlara karşı olduğunu, kız çocuklarının diri diri toprağa gömülmesini kınadığını söylüyorlar! Allah'ın elçisiymiş! Gökten yeryüzüne bizler için mutluluk ve saadet mesajı getirmiş!...
Yaşlı kadın derin bir iç geçirerek adama tekrar bakıp "Allah'ım ! Kim bu adam?" diye düşündü, "Niçin o günü hatırlatıyor bana acaba?!"
Adam, onun düşündüklerini sezmiş gibi:
-Nine! Ne düşünüyorsun öyle? diye sordu. Yaşlı kadın kendisini toparlamaya çalışarak:
-Ben mi? dedi, Hiç... Biriniz şu koyunu kesse de, etiyle size yemek pişirsem diyorum...
Adam:
-Hayır nineciğim! dedi; kocan gelir de koyunu soracak olursa ne cevap verirsin o zaman?
Yaşlı kadın başını dikerek:
-Benim kocam kimseyi çölün ortasında aç bırakmaya razı olmaz! dedi, gururla...
Sonra da misafirlere dönüp birinin koyunu kesmesini rica etti. Koyunun etiyle çabucak yiyecek birşeyler hazırlayıp onları doyurdu. Yemek bittikten sonra üç adam ayağa kalkıp çadırdan çıktılar. İçlerinden biri yaşlı kadına dönüp:
-Allah razı olsun nineciğim! dedi, Sağolasın! Bize iyilikte bulundun... Şimdi Mekke'ye hangi taraftan gidebileceğimizi söyler misin?..
Yaşlı kadın, eliyle çölün batısını gösterdi. Güneş, son ışıklarını da yerden toplayarak gitmeye hazırlanıyordu. Üç adam yaşlı kadınla vedalaşarak yola koyuldular. İhtiyar kadın, batmak üzere olan güneşin kızıl ışıkları altında kayboluncaya kadar bir an olsun gözlerini ayırmaksızın öylece durup seyretti onları...
-*-
Çok geçmeden kocasının gür sesi bütün çölde yankılanırcasına kulaklarında çınladı:
-Hey! Kadın! Neredesin! Biraz süt getir de içeyim... Elini çabuk tut! Akşamın bu vaktinde ne kadar yorgun ve susuz olduğunu bilmiyor musun?!
Yaşlı kadın ürperdi... Koyunun boş olan yerine baktı korkuyla... Kocası halâ bağırıyordu:
-Süt kâsesi niçin boş bugün!" Şu koyunu sağmadın mı daha?!
Kadıncağız kâseyi alıp telaşla pınara doğru seğirtti. Kâseyi kocasına uzattığında, içindekinin su olduğunu gören kocası hayret ve öfke dolu bir sesle:
-Bu da ne! diye haykırdı, Bu kızgın çölün ortasında su içemeyeceğimi bilmez misin sen?! Çabuk biraz süt getir bana!..
Kadıncağız ne yapacağını şaşırmıştı, çaresizdi. Kekelercesine:
-Şey... dedi, Şu koyun vardı ya... Ben... Yani... Onu...
Adam hurma ağaçlarının olduğu tarafa baktı, koyun herzamanki yerinde yoktu!
-Koyun nerede!... diye sordu hayretle.
Yaşlı kadın çölün batısını göstererek gözlerini ufuktan ayırmaksızın:
-Üç kişi geldi... dedi yavaşça. Aç ve susuzlardı. Tanrı misafiri... Azıkları bitmişti... Susuzluklarını gidermesi için önce süt ikram ettim onlara. Sonra da karınlarını doyurmak için koyunu kesmelerini rica ettim... Koyunun etiyle...
Kocası öfkeneden deliye dönmüştü:
-Ne!!! diye haykırdı olanca şaşkınlığıyla; üç yabancıya yedirdin ha!?!
Yaşlı kadın gözlerini ufuktan ayırmaksızın:
-Yabancı değillerdi! mırıldanırcasına yavaş bir sesle: Birinin yüzü tanıdık geldi bana. Aşina birşey vardı çehresinde sanki... Evet... Peygamberimsi bir nurla parlıyordu yüzü... Büyük insanlara mahsus bir azamet vardı onda...
Kocası bağırdı:
-Neler söylüyorsun be kadın! Kimdi o adam?!
Yaşlı kadın kendi kendine konuşurcasına:
-O, diye mırıldandı, Allah'ın Resulü Muhammed'e -sav- benziyordu.
Kocası ellerini perişan bir hareketle başına götürüp:
-Mahvoldum! diye haykırdı ve ekledi: Delirdin mi sen!? Resulullah -sav- dünyadan göçeli yıllar oldu... Onun vefatını duyduğun zaman saçını başını yolarak ağlamıştın hani... Hatırlamıyor musun?!
Yaşlı kadın
-Allah'a yemin ederim ki o günü unutmuş değilim, dedi.
Adam hiddetle bağırdı:
-O halde cezalandırılmamak için deli numarası yapıyorsun öyle mi? Yegane koyunumuzu tutup elaleme bağışlıyor, sonra da cezadan kurtulmak istiyorsun ha! Çabuk, yaptığından pişmanlık duyduğunu söyle, hadi!
Yaşlı kadın başını yukarı doğru kaldırarak:
-Bin tane koyunum olsaydı, hepsini onlara kurban ederdim! dedi.
Bu cevap adamı çılgına çevirmişti. Elindeki sopayı yukarı doğru kaldırarak yaşlı kadına saldırdı. Kadıncağız dehşetle yerinden fırlayarak karşı tepelerden birine doğru koşmaya başladı. Adam onu izlemekten vazgeçmişti, var gücüyle bağırdı:
-Defol! Sakın bu taraflara adımını atma! Eğer buralarda gözüme görünecek olursan vallahi diri diri gömerim seni!..
O bunları söylerken kadıncağız tepeyi çoktan aşmış, gözden kaybolmuştu bile...
-*-
Medine sokaklarından yükselen deve çıngırakları sesi, kulakları okşar gibiydi. Güneş, hurma ağaçlarının uzun yüksek dallarına çarpıyor, parıl parıl ışıltılar saçıyordu yapraklardan... Rüzgar hafif bir esintiyle yerden kaldırdığı toprağı, ak saçlı yaşlı kadının yüzüne gözüne serpiyordu sevgiyle... Kadıncağız eğilmiş, yerde bulduğu hurma çekirdeklerini aceleyle elindeki sepete atıyordu. Medine halkı en az onun kadar aceleci hareketlerle geçmedeydi sokağı... Yaşlı kadın başını kaldırarak şimdi göğün tam ortasına varmış bulunan güneşe dikti dözlerini:
-Güneş iyice yükselmiş... diye iç geçirdi, gün ortaya vardı ama benim sepet yarıya kadar bile dolmadı daha...
O sırada gri renkli bir güvercin süzülerek yaşlı kadının hemen yanıbaşında yere kondu yavaşça. O da aceleci hareketlerle hurma çekirdeklerinin arasını gagalamaya başladı.
Yaşlı kadın ona bakarak:
-Sen de mi çekirdek peşindesin minik güvercin? dedi okşarcasına bir sesle: Sen de hurma çekirdeği satarak mı kazanıyorsun geçimini yoksa?
Güvercin kendi etrafında şöyle bir döndükten sonra yeniden toprağı gagalamaya başladı. Yaşlı kadın ona acımıştı:
-Biliyorum, dedi titrek bir sesle: Sen de açsın, çekirdekler arasında yiyecek birşeyler bulmak zorundasın... Küçük bir kulübem olsaydı seni yanıma alır, kulübeme götürür, buğday ve arpa koyardım önüne... Senin yanında oturur, hurma yapraklarıyla sepet örerdim ben de... Tıpkı eskiden olduğu gibi hani...
Yaşlı kadın bunları söyledikten sonra derin bir iç çekip düşünceye daldı. Güvercin, gagasına inci bir dal alıp kanatlandı. Gagasındaki dalı çamurdan bir duvarın üzerine, iyice kenarına bırakıverdi. O sırada gelen hafif bir esinti, incecik dalı alıp götürdü. Yaşlı kadın yavaşça kımıldandı. Yorgün yüzünün terini elinin tersiyle silerek yeniden yere eğilip işe koyuldu, bir yandan da şöyle düşünüyordu:
-Oldu bir kere... Yaptığım iyiliğe pişman değilim ama... O adam peygamberin yüzünü hatırlatıyordu bana. Beytullah'a yayan gitmeyi ahdetmişti. Namaza durduğunda Allah korkusuyla nasıl da titriyordu öyle!.. O sırada güneş karşısında dupduru ve berrak bir pınar gibi olduğunu hissettim onun...
Başını kaldırıp göğe baktı:
-Allah'ım!.. O adam kimdi acaba?!
O sırada bir çift gözün bakışlarını üzerinde hissederek başını yere doğru çevirip etrafına bakındı. Aman Allah'ım! Kalbi duracaktı neredeyse!.. Bir adam yanıbaşında diz çökmüş ona bakıyordu. Gülgeç ve nur dolu bir yüzü vardı, çölün geceleri gibi simsiyah ve pırıl pırıldı gözleri... Kadıncağız zorlukla kendisini toparlamaya çalışarak "Aman Allah'ım! Rüya mı görüyorum yoksa?! dedi hayretle, "Bu onun hayali!.. Bana bakıyor!..! Ne yapacağını bilememenin şaşkınlığıyla yavaşça yerinden doğruldu, sepetine sımsıkı yapışarak arkasına bakmaksızın aceleci adımlarla oradan uzaklaşmaya başladı.
Adam, yerinden doğruldu:
-Bir dadika!.. diye seslendi ona.
Yaşlı kadın dehşetle irkildi, çivilenmiş gibi olduğu yerde kalakaldı öylece... Adam ona bakarak sordu:
-Beni tanıdın mı?
Yaşlı kadının sesi titrer gibiydi:
-Hayır... Kimsin sen?..
-Arkadaşlarımla birlikte bir öğle vakti yarım günlüğüne misafir olmuştuk sana hani... Hatırlıyor musun?
Yaşlı kadın halâ hayal gördüğünü sanıyordu, kekelercesine:
-Allahaşkına!.. dedi, Söyle bana, sen o musun yoksa onun hayali mi?
Adam sevgiyle gülümseyerek:
-Şu sokaktan geçiyordum... dedi, yere eğilmiş, hurma çekirdeği toplamakla meşgul olduğunu gördüm. Şimdi senin dinlenme çağın... Sana bin koyunla bin altın verirsem kabul eder misin?
Yaşlı kadın hayretten küçük dilini yutacak gibiydi:
-Bin altınla bin koyun mu?!!! Aman Allah'ım!.. Fakat... Kimsin sen?!
Adam gülümsüyordu sevgiyle:
-Allah'ın kullarından biri... Bir öğle vakti yarım günlüğüne sana konuk olmuş bir tanrı misafiri...
Adam bunları söyledikten sonra bir kağıda birşeyler yazıp yaşlı kadına vererek sessizce uzaklaşıp gitti.
Yaşlı kadın:
-İyi ama, kimsin sen!?.. diye haykırdı yalvarırcasına bir sesle.
O sırada oradan geçmekte olan birisi kadıncağıza yaklaşarak:
-Onu tanımıyor musun sen?! diye sordu hayretle: Şia müslümanlarının ikinci imamı Ali oğlu Hasan'dır -s- o !...
Yaşlı kadın hayretle irkildi... Sokağın sonuna doğru giderek gözden uzaklaşan İmam'ı seyretti şaşkınlıkla.
Hafif bir esinti, olgunlaşmış hurmaların taptaze kokusunu saçıyordu "Medine" sokaklarına.