DiReNiS
Bayan Üye
İLAHİ SEVGİNİN ZİRVESİ: ŞEHİTLİK
Arif Gezer
Hiç düşündünüz mü, çok sevdiğiniz birisi için neler yapabilirsiniz? O sevgili isterse siz, çok şeylerden vazgeçersiniz. Onun hatırı için pek çok fedakarlıklarda bulunursunuz. Onun rahatı için kendi rahatınızdan vazgeçersiniz. Onun yorulmaması için kendiniz yorulursunuz. Onun üzülmemesi için kendiniz üzülürsünüz. Onun sevinmesi için kendi sevincinizi terkedersiniz. Sizin üzüntünüz onun üzüntüsüne, sizin sevinciniz onun sevincine râm olur. Sizin, onun sevincinden başka sevinciniz ve onun üzüntüsünden başka üzüntünüz yoktur artık. Çünkü o gerçek bir sevgili. Siz de ona gerçekten aşıksınız. Bütün bu fedakarlıklarla sadece sevginizin hakiki olduğunu ispatlamaya çalışırsınız.
Fakat düşünün ki, bu sevgili başka bir sevgili. Sevgiye sınır tanımıyor. Onu sonsuzlaştırmak, onu ebedileştirmek istiyor. Çünkü sevgili ile onun aşığı arasındaki bağ, sadece ve sadece sevgidir. Yalın bir sevgi. Sâfî bir sevgi. Herhangi bir menfaatten ve en küçük bir gösterişten uzak. Tamamiyle arı ve duru...
Bu sevgiyi yok etmeye veya azaltmaya yönelik herhangi bir teşebbüsün tek adı vardır sevgi ikliminde: İhanet. Sevgiye ihanet. Sevgiye aykırı her bir girişimi yok etmek, sevgi hukukunun vazgeçilmez bir kanunu.
İşte bu gerçek sevgilinin adı, Allah. Ona aşık olan kişinin adı ise, mümin. Aralarındaki bağ, iman ve sevgi bağı. Bu sevgi ilahi bir sevgi. Kutsiyyetinin bir sınırı yok. Yani sonsuz. Yani ebedi. Ezeli ve ebedi olan Yüce Allah’a karşı, ebediyyet ile müjdelenmiş müminin sevgisi sonlu olabilir mi hiç? O da sonsuz ve ebedi olmak durumundadır. Hatta zorundadır. Bu ikisi arasındaki sevgiye herhangi bir engel düşünülemez.
Mümin ile onun sevgilisi Allah arasındaki bütün engellerin kaldırılmasının bu iklimdeki adı cihaddır,
mücahededir. Kime karşı cihad? Aradaki engellere karşı. Bu engellerin başında, kişinin kendi nefsi, yani benliği gelir. O yüce sevgiliye karşı beslediği ilahi sevgi, en küçük bir “ben” olgusunu taşıyamaz. Benliğini izale etmek için, O’nun karşısında küçülür de küçülür.
Şeref nişanesi kabul ettiği alnını, onun karşısında alçaltır da alçaltır. Alçaltabileceği en son yere kadar, yerlere kadar, ayaklarının dibine kadar indirir, secde eder. Bir benliğin yok olmasının zirvesidir bu. Bir kulun, kulluğunu idrak etmesinin zirvesidir bu. Kullukta yükselmenin zirvesidir bu. Tek kelimeyle kulun miracıdır bu...Sevgili olan Allah karşısında kendi benliğini tamamen izale etmiş aşık bir mümin için, diğer bütün engelleri aşmak artık kolaydır. Sevgilisinin istediği, maldan fedakarlık mı? Derhal yerine getirir. Malının kırkta birini vermek onun için asgari bir seviye. Azami değil. Gerekirse malının yarısını verir; Ömer misali. Hatta hepsini verir; Ebu Bekir Sıddik misali...
Artık bu sevgi, sevgi kelimesiyle ifade edilemiyecek boyutlara varır: Aşk... İlahi aşk... Mümin artık ilahi aşka boyanır. Bu aşk sonsuz bir aşktır. Buna bir son had veya kenar, beşerin anladığı anlamda yoktur artık. Eşrefoğlu’nun deyişiyle;
“Bu aşk bir bahru ummandır / Buna haddü kenar olmaz.”
Bu aşıkın, maşukuna giden yolda herhangi bir engel tanıması anlamsızdır artık. Müminin kendisi ile Rabbi arasındaki engelleri kaldırmaya son vermesi, yani cihadı ve mücahedeyi bırakması düşünülemez. Bu aşk uğruna malından geçen mü’min, diğer bütün yakınlarından da geçer. Anadan, babadan, yardan ve nihayet serden vazgeçer. Onun, bu yolda verebileceği en son varlığı olan canını dahi vermekten geri kalması artık mümkün değildir. Çünkü o, sevgili Peygamberi tarafından uyarılmıştır: “Kim ki Allah yolunda şehit olmayı ihlaslı bir şekilde arzu etmezse, (kamil) mümin değildir.” Ardından şu müjdeyi de almıştır: “Kim ki Allah yolunda şehit olmayı kalbinden arzu ederse, yatağında ölse bile şehittir.”
Müminin, en hakiki sevgili olan Allah’a karşı sevgisini ispatlamak için yapabileceği en büyük fedakarlık canını vermektir. Bunun adı şehitliktir. Şehitlik makamı, Peygamberlikten sonra en yüksek ve en şerefli makamdır. Bu, o kadar büyük bir şereftir ki, onlar için ölü denmesi, onların sevgilisi Allah Tealâ tarafından şu ferman ile yasaklanmıştır: “Allah yolunda şehit edilenlere ölü demeyin. Onlar bilakis diridirler. Fakat siz anlayamazsınız.” (Bakara/154) Bu ilahi ferman, ne güzel bir fermandır. Aynı şekilde, “Şehitler ölmez” ilahi gerçeğini, milli bir slogan haline getiren ve bu slogan ile sık sık yeri göğü inleten millet ne büyük millettir. Allah yolunda şehit veremeyen milletler, İslamın hizmetçisi olamazlar. İslam Tarihi boyunca görülmüştür ki, İslamın Sancaktarı olan milletler, ancak en çok şehit verenlerdir. Gayet tabidir ki en büyük şeref, en büyük fedakarlıklarla elde edilebilir.Hakiki sevgili Allah’a aşık bir mümin, aşkının zirvesine, sevgilisi için gerektiğinde canını vermek suretiyle ancak ulaşabilir.
ÖLÜMÜ TAHAYYÜL
En başında, musalla taşında buluyorsun kendini. Gözyaşları arasında açmak üzeresin dünyaya gözlerini. Ağlayan sen değilsin. Bu defa, sevenlerin ağlıyor, sen gülüyorsun. Tersinden doğuyorsun dünyaya. “Doğum günü”nde, sevenlerinin hüzünlerine tanık oluyorsun. Cenazendekilerin gözlerinde okuyorsun ne kadar gözde olduğunu. Hıçkırıklarla ölçüyorsun eşinin ve çocuklarının kalbindeki yerini.
Duyar duymaz cenazene koşacak kadar samimi, tabutunun altına girecek denli vefalı dostlarının omuzlarında evine dönüyorsun. Hayatının ilk gününde, asıl hayatın ahiret hayatı olduğunu iliklerine kadar hissetmiş olarak dönüyorsun eve. Herkesin canı gönülden hakkını helal ettiği gün, ilk nefesini almaya başlıyorsun. Göğsünde kalbin bir iki tekliyor. Çok geçmeden ilk nefesini alıyorsun. Üzerindeki beyaz kefeni usulca çıkarıyorlar.
İlk elbiselerini giyiyorsun. Yürümeye başlıyorsun. Muhtemelen emeklisin. Etrafında dostların, çocukların, hatta torunların beliriyor. Hatıralarınla birlikte doğmuş olduğunu fark ediyorsun. Anlatacağın o kadar çok şey var ki… Susuyorsun. Tatlı hatıraların gün geçtikçe gerçek olacağını bilerek daha bir tatlı yaşıyorsun. Ne mutlu ki, her günü nostalji tadıyla yaşayacaksın.
“Ölümü tatmış bir nefis”le doğduğun için uçarılıklardan, şımarıklıklardan vazgeçiyorsun. Namazı kılınmış biri olarak dünyaya geldiğini bilerek, namazlarını giderek tazelenen bir heyecanla kılıyorsun. Topraktan henüz yeni geldiğini bilerek mütevazı yaşıyorsun. Büyüklenme yok. Nasıl büyüklenesin ki, gün geçtikçe seni tanıyanlar azalıyor, itibarın eksiliyor.
Gün geçtikçe gençleşiyorsun. Doktorlarla randevuların giderek seyreliyor. Sağlık tavsiyelerine ihtiyacın kalmıyor. Damarların her gün daha bir genişliyor. Kalbin gittikçe zindeleşiyor. Kasların güç kuvvet kazanıyor. Kilolarını hızla atıyorsun.
Göz açıp kapayıncaya kadar emekliliğin bitiyor. Seni işe alıyorlar. İlk gün işinin en kıdemli noktasında buluyorsun kendini. Etrafında daha genç çalışanlar beliriyor. Tecrüben zirvede. Şevkle çalışmaya başlıyorsun. Çalıştıkça garip biçimde deneyimlerin azalıyor. Gençleşme pahasına, sahip olduğun makamları bir bir boşaltıyorsun. Servetin giderek azalıyor. Maaşın her ay biraz daha kırpılıyor. Onca taksitle aldığın evi elden çıkarıyorsun. Çok geçmeden arabanı da geri alıyorlar. Kefenden çıkmış bir adam olarak hiç aldırış etmiyorsun eksilenlere, azalanlara, terk edenlere, uzaklaşanlara.
Evde de işler iyi gidiyor gibi. Giderek taze bir heyecanla seviyorsun eşini. Her yıl yeni bir şey kaybediyorsunuz ama daha da mutlu oluyorsunuz. Evden arabadan oluyorsunuz; birbirinizin huyuna suyuna yavaş yavaş yabancılaşıyorsunuz ama daha bir sıkı sarılıyorsunuz birbirinize. İşler seyreldikçe, daha çok zaman ayırıyorsun eve. Bir de evlenip uzaklara gitmiş çocukların bir bir eve döndükçe keyfin nasıl da gıcır gıcır oluyor.
Arada bir torunlarınız ortadan kayboluyor ama onların yokluğu hiç dokunmuyor sana ve eşine.
Sanki hiç yokmuş gibi, hiç olmamış gibi onlarsız da yaşamaya devam ediyorsunuz.
En sonunda, bir sözlü mülakat sonrası, hiç kimsenin tanımadığı,
yeni mezun bir delikanlı ya da genç kız olarak, elinde kısacık özgeçmişinle, kariyerini
sıfırlamış olarak kapının önüne bırakılıyorsun.
Moralin hiç bozulmuyor. Az sonra diplomanı da elinden alıyorlar. Okula gidip gelmeye başlıyorsun.
Okuldaki ilk günün diploma töreniyle başlıyor. Bir kenara koyduğun
kitapları taze bir heyecanla eline alıyorsun. Okudukça cahilleşiyorsun. Giderek, bildiğin yabancı dilleri konuşamaz hale geliyorsun.
Kan ter içinde girdiğin ÖSS sınavından sonra liseye başlıyorsun. Sevdiğin kız ya da oğlan yok ortalıkta.
Buna da takılmıyorsun. Yuvanın yerinde yeller esiyor olsa da ne gam.
Senin başında kavak yelleri giderek şiddetleniyor. Ne zamandır görmediğin babacığın yanı başında bitiyor.
Sana harçlık vermeye başlıyor. Elinden tutuyor sonra annen, ilkokula götürüyor.
Giderek etrafındaki yazıları okuyamaz hale geliyorsun. Alfabeye yabancılaşırken, lunaparklar,
sokak oyunları, çizgi filmler daha çok dikkatini çekmeye başlıyor. Onca serveti kaybetmiş biri olarak,
kumdan kaleler yapmaya başlıyorsun.
Kumdan kalelerini büyüklerin oyun ve oynaş yeri olan dünya hayatında kazandıklarından daha değerli ve kalıcı görüyorsun. Daha az şeyle mutlu oluyorsun. Daha küçük kazançlarla seviniyorsun. Umurunda değil dünya. Çocuk saçlarını rüzgârda savurdukça, dilindeki kelimeler azaldıkça, kaygıların azalıyor, gözlerindeki hayret artıyor. Yalan konuşmayı unutuyorsun birden. Gıybet edemez oluveriyor dilin. Elin harama uzanamıyor hiç. Dudağına günah değmiyor. Yırtıp attığın masumiyetini yeniden giyiniyorsun. Eskitip yıprattığın doğruluğunu, duruluğunu yeniden kazanıyorsun. Affedilmiş, hiç günah işlememiş bir kul oluveriyorsun birden. Aklın ermiyor günaha. Ellerin gitmiyor isyana.
Ve birden, hiç kimsenin seni özlemediği, yolunu gözlemediği, eksikliğini çekmediği bir boşlukta buluyorsun kendini. Annenin babanın yüzüne bakıyorsun boş yere. Hatırlamıyorlar bile seni. Hiç olmamışsın gibi sensiz de yaşamaya devam ediyorlar. Adın yazılı değil bir defterde. İsmin okunmuyor hiçbir yerde.
Sadece bir ses duyuyorsun kulağa kesilmiş ruhunun dört bir yanından: “Hatırla ki şimdi hatırlanmaya değer bir şey değilsin.” Dünyada iken unuttuğun ilk sözünü bütün ruhunla söylerken buluyorsun kendini: “Belâ...” “Elbette ki…” Verdiğin cevabın sorusunu ise daha sonra duyuyorsun: “Ben senin Rabbin değil miyim?”
SENAİ DEMİRCİ
Arif Gezer
Hiç düşündünüz mü, çok sevdiğiniz birisi için neler yapabilirsiniz? O sevgili isterse siz, çok şeylerden vazgeçersiniz. Onun hatırı için pek çok fedakarlıklarda bulunursunuz. Onun rahatı için kendi rahatınızdan vazgeçersiniz. Onun yorulmaması için kendiniz yorulursunuz. Onun üzülmemesi için kendiniz üzülürsünüz. Onun sevinmesi için kendi sevincinizi terkedersiniz. Sizin üzüntünüz onun üzüntüsüne, sizin sevinciniz onun sevincine râm olur. Sizin, onun sevincinden başka sevinciniz ve onun üzüntüsünden başka üzüntünüz yoktur artık. Çünkü o gerçek bir sevgili. Siz de ona gerçekten aşıksınız. Bütün bu fedakarlıklarla sadece sevginizin hakiki olduğunu ispatlamaya çalışırsınız.
Fakat düşünün ki, bu sevgili başka bir sevgili. Sevgiye sınır tanımıyor. Onu sonsuzlaştırmak, onu ebedileştirmek istiyor. Çünkü sevgili ile onun aşığı arasındaki bağ, sadece ve sadece sevgidir. Yalın bir sevgi. Sâfî bir sevgi. Herhangi bir menfaatten ve en küçük bir gösterişten uzak. Tamamiyle arı ve duru...
Bu sevgiyi yok etmeye veya azaltmaya yönelik herhangi bir teşebbüsün tek adı vardır sevgi ikliminde: İhanet. Sevgiye ihanet. Sevgiye aykırı her bir girişimi yok etmek, sevgi hukukunun vazgeçilmez bir kanunu.
İşte bu gerçek sevgilinin adı, Allah. Ona aşık olan kişinin adı ise, mümin. Aralarındaki bağ, iman ve sevgi bağı. Bu sevgi ilahi bir sevgi. Kutsiyyetinin bir sınırı yok. Yani sonsuz. Yani ebedi. Ezeli ve ebedi olan Yüce Allah’a karşı, ebediyyet ile müjdelenmiş müminin sevgisi sonlu olabilir mi hiç? O da sonsuz ve ebedi olmak durumundadır. Hatta zorundadır. Bu ikisi arasındaki sevgiye herhangi bir engel düşünülemez.
Mümin ile onun sevgilisi Allah arasındaki bütün engellerin kaldırılmasının bu iklimdeki adı cihaddır,
mücahededir. Kime karşı cihad? Aradaki engellere karşı. Bu engellerin başında, kişinin kendi nefsi, yani benliği gelir. O yüce sevgiliye karşı beslediği ilahi sevgi, en küçük bir “ben” olgusunu taşıyamaz. Benliğini izale etmek için, O’nun karşısında küçülür de küçülür.
Şeref nişanesi kabul ettiği alnını, onun karşısında alçaltır da alçaltır. Alçaltabileceği en son yere kadar, yerlere kadar, ayaklarının dibine kadar indirir, secde eder. Bir benliğin yok olmasının zirvesidir bu. Bir kulun, kulluğunu idrak etmesinin zirvesidir bu. Kullukta yükselmenin zirvesidir bu. Tek kelimeyle kulun miracıdır bu...Sevgili olan Allah karşısında kendi benliğini tamamen izale etmiş aşık bir mümin için, diğer bütün engelleri aşmak artık kolaydır. Sevgilisinin istediği, maldan fedakarlık mı? Derhal yerine getirir. Malının kırkta birini vermek onun için asgari bir seviye. Azami değil. Gerekirse malının yarısını verir; Ömer misali. Hatta hepsini verir; Ebu Bekir Sıddik misali...
Artık bu sevgi, sevgi kelimesiyle ifade edilemiyecek boyutlara varır: Aşk... İlahi aşk... Mümin artık ilahi aşka boyanır. Bu aşk sonsuz bir aşktır. Buna bir son had veya kenar, beşerin anladığı anlamda yoktur artık. Eşrefoğlu’nun deyişiyle;
“Bu aşk bir bahru ummandır / Buna haddü kenar olmaz.”
Bu aşıkın, maşukuna giden yolda herhangi bir engel tanıması anlamsızdır artık. Müminin kendisi ile Rabbi arasındaki engelleri kaldırmaya son vermesi, yani cihadı ve mücahedeyi bırakması düşünülemez. Bu aşk uğruna malından geçen mü’min, diğer bütün yakınlarından da geçer. Anadan, babadan, yardan ve nihayet serden vazgeçer. Onun, bu yolda verebileceği en son varlığı olan canını dahi vermekten geri kalması artık mümkün değildir. Çünkü o, sevgili Peygamberi tarafından uyarılmıştır: “Kim ki Allah yolunda şehit olmayı ihlaslı bir şekilde arzu etmezse, (kamil) mümin değildir.” Ardından şu müjdeyi de almıştır: “Kim ki Allah yolunda şehit olmayı kalbinden arzu ederse, yatağında ölse bile şehittir.”
Müminin, en hakiki sevgili olan Allah’a karşı sevgisini ispatlamak için yapabileceği en büyük fedakarlık canını vermektir. Bunun adı şehitliktir. Şehitlik makamı, Peygamberlikten sonra en yüksek ve en şerefli makamdır. Bu, o kadar büyük bir şereftir ki, onlar için ölü denmesi, onların sevgilisi Allah Tealâ tarafından şu ferman ile yasaklanmıştır: “Allah yolunda şehit edilenlere ölü demeyin. Onlar bilakis diridirler. Fakat siz anlayamazsınız.” (Bakara/154) Bu ilahi ferman, ne güzel bir fermandır. Aynı şekilde, “Şehitler ölmez” ilahi gerçeğini, milli bir slogan haline getiren ve bu slogan ile sık sık yeri göğü inleten millet ne büyük millettir. Allah yolunda şehit veremeyen milletler, İslamın hizmetçisi olamazlar. İslam Tarihi boyunca görülmüştür ki, İslamın Sancaktarı olan milletler, ancak en çok şehit verenlerdir. Gayet tabidir ki en büyük şeref, en büyük fedakarlıklarla elde edilebilir.Hakiki sevgili Allah’a aşık bir mümin, aşkının zirvesine, sevgilisi için gerektiğinde canını vermek suretiyle ancak ulaşabilir.
ÖLÜMÜ TAHAYYÜL
En başında, musalla taşında buluyorsun kendini. Gözyaşları arasında açmak üzeresin dünyaya gözlerini. Ağlayan sen değilsin. Bu defa, sevenlerin ağlıyor, sen gülüyorsun. Tersinden doğuyorsun dünyaya. “Doğum günü”nde, sevenlerinin hüzünlerine tanık oluyorsun. Cenazendekilerin gözlerinde okuyorsun ne kadar gözde olduğunu. Hıçkırıklarla ölçüyorsun eşinin ve çocuklarının kalbindeki yerini.
Duyar duymaz cenazene koşacak kadar samimi, tabutunun altına girecek denli vefalı dostlarının omuzlarında evine dönüyorsun. Hayatının ilk gününde, asıl hayatın ahiret hayatı olduğunu iliklerine kadar hissetmiş olarak dönüyorsun eve. Herkesin canı gönülden hakkını helal ettiği gün, ilk nefesini almaya başlıyorsun. Göğsünde kalbin bir iki tekliyor. Çok geçmeden ilk nefesini alıyorsun. Üzerindeki beyaz kefeni usulca çıkarıyorlar.
İlk elbiselerini giyiyorsun. Yürümeye başlıyorsun. Muhtemelen emeklisin. Etrafında dostların, çocukların, hatta torunların beliriyor. Hatıralarınla birlikte doğmuş olduğunu fark ediyorsun. Anlatacağın o kadar çok şey var ki… Susuyorsun. Tatlı hatıraların gün geçtikçe gerçek olacağını bilerek daha bir tatlı yaşıyorsun. Ne mutlu ki, her günü nostalji tadıyla yaşayacaksın.
“Ölümü tatmış bir nefis”le doğduğun için uçarılıklardan, şımarıklıklardan vazgeçiyorsun. Namazı kılınmış biri olarak dünyaya geldiğini bilerek, namazlarını giderek tazelenen bir heyecanla kılıyorsun. Topraktan henüz yeni geldiğini bilerek mütevazı yaşıyorsun. Büyüklenme yok. Nasıl büyüklenesin ki, gün geçtikçe seni tanıyanlar azalıyor, itibarın eksiliyor.
Gün geçtikçe gençleşiyorsun. Doktorlarla randevuların giderek seyreliyor. Sağlık tavsiyelerine ihtiyacın kalmıyor. Damarların her gün daha bir genişliyor. Kalbin gittikçe zindeleşiyor. Kasların güç kuvvet kazanıyor. Kilolarını hızla atıyorsun.
Göz açıp kapayıncaya kadar emekliliğin bitiyor. Seni işe alıyorlar. İlk gün işinin en kıdemli noktasında buluyorsun kendini. Etrafında daha genç çalışanlar beliriyor. Tecrüben zirvede. Şevkle çalışmaya başlıyorsun. Çalıştıkça garip biçimde deneyimlerin azalıyor. Gençleşme pahasına, sahip olduğun makamları bir bir boşaltıyorsun. Servetin giderek azalıyor. Maaşın her ay biraz daha kırpılıyor. Onca taksitle aldığın evi elden çıkarıyorsun. Çok geçmeden arabanı da geri alıyorlar. Kefenden çıkmış bir adam olarak hiç aldırış etmiyorsun eksilenlere, azalanlara, terk edenlere, uzaklaşanlara.
Evde de işler iyi gidiyor gibi. Giderek taze bir heyecanla seviyorsun eşini. Her yıl yeni bir şey kaybediyorsunuz ama daha da mutlu oluyorsunuz. Evden arabadan oluyorsunuz; birbirinizin huyuna suyuna yavaş yavaş yabancılaşıyorsunuz ama daha bir sıkı sarılıyorsunuz birbirinize. İşler seyreldikçe, daha çok zaman ayırıyorsun eve. Bir de evlenip uzaklara gitmiş çocukların bir bir eve döndükçe keyfin nasıl da gıcır gıcır oluyor.
Arada bir torunlarınız ortadan kayboluyor ama onların yokluğu hiç dokunmuyor sana ve eşine.
Sanki hiç yokmuş gibi, hiç olmamış gibi onlarsız da yaşamaya devam ediyorsunuz.
En sonunda, bir sözlü mülakat sonrası, hiç kimsenin tanımadığı,
yeni mezun bir delikanlı ya da genç kız olarak, elinde kısacık özgeçmişinle, kariyerini
sıfırlamış olarak kapının önüne bırakılıyorsun.
Moralin hiç bozulmuyor. Az sonra diplomanı da elinden alıyorlar. Okula gidip gelmeye başlıyorsun.
Okuldaki ilk günün diploma töreniyle başlıyor. Bir kenara koyduğun
kitapları taze bir heyecanla eline alıyorsun. Okudukça cahilleşiyorsun. Giderek, bildiğin yabancı dilleri konuşamaz hale geliyorsun.
Kan ter içinde girdiğin ÖSS sınavından sonra liseye başlıyorsun. Sevdiğin kız ya da oğlan yok ortalıkta.
Buna da takılmıyorsun. Yuvanın yerinde yeller esiyor olsa da ne gam.
Senin başında kavak yelleri giderek şiddetleniyor. Ne zamandır görmediğin babacığın yanı başında bitiyor.
Sana harçlık vermeye başlıyor. Elinden tutuyor sonra annen, ilkokula götürüyor.
Giderek etrafındaki yazıları okuyamaz hale geliyorsun. Alfabeye yabancılaşırken, lunaparklar,
sokak oyunları, çizgi filmler daha çok dikkatini çekmeye başlıyor. Onca serveti kaybetmiş biri olarak,
kumdan kaleler yapmaya başlıyorsun.
Kumdan kalelerini büyüklerin oyun ve oynaş yeri olan dünya hayatında kazandıklarından daha değerli ve kalıcı görüyorsun. Daha az şeyle mutlu oluyorsun. Daha küçük kazançlarla seviniyorsun. Umurunda değil dünya. Çocuk saçlarını rüzgârda savurdukça, dilindeki kelimeler azaldıkça, kaygıların azalıyor, gözlerindeki hayret artıyor. Yalan konuşmayı unutuyorsun birden. Gıybet edemez oluveriyor dilin. Elin harama uzanamıyor hiç. Dudağına günah değmiyor. Yırtıp attığın masumiyetini yeniden giyiniyorsun. Eskitip yıprattığın doğruluğunu, duruluğunu yeniden kazanıyorsun. Affedilmiş, hiç günah işlememiş bir kul oluveriyorsun birden. Aklın ermiyor günaha. Ellerin gitmiyor isyana.
Ve birden, hiç kimsenin seni özlemediği, yolunu gözlemediği, eksikliğini çekmediği bir boşlukta buluyorsun kendini. Annenin babanın yüzüne bakıyorsun boş yere. Hatırlamıyorlar bile seni. Hiç olmamışsın gibi sensiz de yaşamaya devam ediyorlar. Adın yazılı değil bir defterde. İsmin okunmuyor hiçbir yerde.
Sadece bir ses duyuyorsun kulağa kesilmiş ruhunun dört bir yanından: “Hatırla ki şimdi hatırlanmaya değer bir şey değilsin.” Dünyada iken unuttuğun ilk sözünü bütün ruhunla söylerken buluyorsun kendini: “Belâ...” “Elbette ki…” Verdiğin cevabın sorusunu ise daha sonra duyuyorsun: “Ben senin Rabbin değil miyim?”
SENAİ DEMİRCİ