İdeoloji Eleştirisi Olarak Psikoloji Tarihi

PReѧ

Kayıtlı Üye
Bu çalışma aslında bir araya getirilmesi güç olan isimleri bir araya getiriyor. Ancak bu bir araya getiriş bir yandan bir takım paralelliklere parmak basmayı, bir yandan da toplumsal eleştirinin psikoloji eleştirisiyle kesiştiği noktaları keşfetmeyi amaçlıyor. Psikolojinin her türlü eleştirisi, psikolojinin ne olduğu sorusuyla başlar. Böylesi bir sorunun mutlak doğru bir yanıtı olduğunu ileri sürmek, belirli bir bilim felsefesini ve / veya epistemolojiyi mutlaklaştırmak anl***** gelecektir. Şurası muhakkak ki, bu soruya verilecek yanıtlar hangi noktada durulduğuna göre çeşitlilik gösterecektir ve her bir yanıt, bir diğer taraftan bakıldığında temel aksiyomları bakımından yadsınacaktır. Bu yüzden bu çalışma hem tamamlanmış bir araştırmanın sonucu olmaması itibariyle, hem de psikoloji eleştirisinden bir eleştirel psikolojiye giden yolu bulma çabasına katkı olma düşüncesiyle, eleştirel, ama bir o kadar da bilimsel açıdan üretken bir tarzı benimsemeye çalışıyor.

Hareket noktamız öncelikle bilimin gerçeklik olmadığı, gerçekliğin bir kurgusu olduğu düşüncesi. Bu çalışma da bugüne kadar kullanılan yanıltıcı terimlerle geleneksel ya da egemen, daha doğru bir ifadeyle burjuva psikolojisinin kendi alanıyla ilgili yaptığı kurgunun yerine yeni bir kurguyu koymayı deniyor. Bu anlamıyla psikolojinin eleştirisini, psikologların eleştirisi anlamında revizyonist eleştiri anlayışının daha da ötesine taşıyarak, psikolojinin temellerine yöneliyor.

Friedrich Engels’in Doğanın Diyalektiği çalışması, uzun süre, en azından “doğu”da Marksistlerin bilim anlayışı üzerinde etkili oldu. Bu eser Sovyet psikolojisinin ilk döneminde doğa bilimsel bir psikoloji anlayışının temel nedeni olarak görülebilir. Ancak hem doğayı hem de toplumu kapsayacak bir ontolojinin bugün için ne kadar işlevsel olduğu sorulmaya değer. Bu ontolojik arayış Batı Marksizmi adıyla bilinen Avrupalı Marx yorumcuları arasında karşılık bulmadı. Batı Marksizmi’nin psikolojiye yaklaşımında beliren insan bilimsel eğilimi de buna dayandırmak mümkündür. Ancak doğa ve topluma ortak bir ontoloji arama çabasına karşı çıkış 20. yüzyılda yalnızca Marksistlere özgü bir tutum değildir.

Hegelci okulun son dönem temsilcilerinden Alexander Kojeve, “doğa diyalektik değildir” diyordu örneğin. Nitekim doğanın belirleyen özelliği tarihsiz oluşudur. Oysa diyalektik olan, devinen tarihtir. Buradan hareketle Kojeve ikili bir varlık anlayışına ulaşır. Değişmeden kalanı ifade eden doğal varlık ve oluşu olgusallığın reddiyle karakterize olan tarihsel varlık.

Dilthey’in deyimiyle “doğa insana yabancıdır” ve Vico’nun söylediği gibi, insan ancak kendi yarattığını bilebilir: kendi tarihini. Bu noktada psikolojinin nesnesinin hangisi olduğu sorusuyla karşı karşıyayız. Döngüsel bir hareket içinde özünde değişmeden kalan doğal varlık mı, yoksa oluşu bir olumsuzlama olan tarihsel varlık mı? 20. yüzyılın başlarında bu soruyu William Stern şöyle sormuştu: Özne psikolojisi mi, yoksa öznesiz psikoloji mi?

Soru basit bir yanıtla karşılanamayacak kadar karmaşık. En azından bütün bir psikoloji tarihinin bu soru çevresinde döndüğü düşünülürse bu durum daha da belirginlik kazanacaktır. Tercihlerden birini seçmek bizi epistemolojik engellerimizden kurtaracak gibi görünmüyor.

Öyleyse biraz daha geriden dolanıp, psikolojinin özne bilimi mi, yoksa öznesiz bir bilim mi olduğu sorusunu bir yana bırakıp, psikolojinin bir bilim olup olmadığını soralım.

Althusser’e göre her bilimin kendi tarih öncesinde bir ideoloji bulunur. İdeolojiden bilime giden yolda belirleyici olan, epistemolojik engelleri kaldıracak olan bir kopuntudur. Bu kopuntu sorunsalı tümüyle değiştirir ve ortaya yeni bir sorunsal koyar. Bir ifadeyle gerçekliğe yeni bir kurgu sunar. Öyleyse bilimi ideolojiden ayıran ince ama geri dönüşsüz çizgiyi sorunsalı değiştiren bir kopuntuyla tanımlıyoruz. Psikoloji tarihinde böyle bir kopuntu bulunabilir mi? Örneğin psikolojinin “kuruluşu” olarak kutsanan Leipzig laboratuarının kuruluşu bu türden bir kopuntuya yol açmış mıdır?

Bu noktada bize yeni kapılar açacak başlıca metin eleştirel psikolojinin başlangıcında bulunmaktadır. Georges Politzer Psikolojinin Temellerinin Eleştirisi’nde psikoloji tarihinde kayda değer olanın klasik psikolojinin nesnellik ve öznellik arasında gidip gelmesi, ya da psikologların bilimsel yöntemi uygulayamaması değil, bilimin kendisinin yanlışlığı olduğunu vurgular. Sonuçta klasik psikolojinin iç ve dış dünyaya yönelik ayrımlaması Leipzig laboratuarının kurulmasından, hatta deneysel paradigmanın gerçek yaratıcısı Ebbinghaus’un hafıza deneylerinden sonra da olduğu gibi durmaktaydı. Sadece vurgunun yönü değişmişti. Kavramlar bir kopuntu yaşamamıştı. Aynı sorunsalın içinde kalınmıştı. Kullanılan yöntemdeki farklılaşma, matematiğin işin içine girmesi, sadece yüzeydeki değişikliklerden ibaretti. Ancak derinde, yöntemin üzerinde şekillendiği temel aynıydı.

Psikoloji tarihinde Politzer’in kendisi bu kavramı kullanmasa da haklı olarak saptadığı gibi epistemolojik bir kopuntuyu 1900 yılında yayınlanan Freud’un Düşlerin Yorumu’nda buluyoruz. Althusser bu nedenle psikanalizin yeni bir bilim kıtası olarak geliştiğini söylemektedir. Ancak burada hemen sorulması gereken soru “hangi psikanaliz” olmalıdır. Psikolojinin bir uzantısı olmuş ve radikal içeriğini tümüyle yitirerek bir terapi tekniğine dönüşmüş, üstelik bu terapi tekniğini de McDonaldslaştırılmış paket programlara indirgemiş olan psikanaliz mi, yoksa Freud mu? Almanca konuşan kimi psikanalistler, Amerika’yı “Freud’un öldüğü yer” olarak tanımlarlar. Psikolojiye eklemlenmiş psikanalizi, psikanalizden daha çok psikoloji içinde kabul etmek doğru olacaktır. Psikolojinin epistemolojik engellerini yeniden örmüş olan bu akımın, sorunsalını değiştirmiş psikanalizle yüzeysel benzerliklerin dışında artık bir ilgisi kalmadığı açıktır. Lacan’ın Freud’a dönüş çağrısı şüphesiz buna vurgu yapıyordu.

Öyleyse biz burada psikanalizi psikolojiden ayrı bir bilim olarak bir yana bırakacağız. Ancak tırnak içinde “psikanaliz” de psikolojiyle ilgili söylediklerimizin muhatabı olacak.

Althusser’den yola çıkarak ulaştığımız sonuca, psikolojinin bilimsel bir kuruluş tamamlayamadığı olgusuna, Kuhn’u takip ederek de varmak mümkün gözüküyor. Nitekim bugünkü psikolojinin durumuna baktığımızda göreceğimiz, hakim bir paradigmanın kurulamadığı, farklı önparadigmaların bir arada yaşadığıdır. Kuhn’un yaklaşımına göre bu durum, henüz bilim öncesi döneme işaret etmektedir. Çünkü bir disiplinin bilime doğru gelişmesinde temel özellik paradigma oluşumu ve tekleşmesidir.

Psikolojinin bilim öncesi, yani ideolojik varoluşu burada bizi ideolojilere ve işlevlerine yöneltmek durumunda. İdeolojiler bize dış dünyanın çarpıtılmış bir görüntüsünü sunar. Temel işlevleri mevcut üretim ilişkilerinin devamını sağlamaktır. Gerçeklik ideoloji tarafından öyle kurgulanmıştır ki, gerçekliğin olası tek gerçeklik olduğundan kimsenin şüphesi kalmaz. Bu anlamda Althusser’de ideolojiden bilime geçiş sürecinde, ideolojinin bir önceliği olduğunu belirtmek gerekir. Epistemolojik kopuntu, yeni bir ideolojinin üretilmesiyle değil, ideolojiyi ortadan kaldırmakla karakterizedir. Politzer’in ifadesiyle, kesilmesi gereken şey, dallar değil, ağacın kendisidir. İdeolojinin ortadan kaldırılması ise, ideolojinin kendi kavramlarıyla değil bu kavramları koşullayan tarihsel sürecin çözümlemesiyle mümkündür.

Bu noktada eleştirel psikolojiyi, özellikle Anglo-Sakson gelenek içinde yanlışlıkla eleştirel olarak adlandırılan revizyonist psikolojiden ayırmak gerekir. Eleştirel psikolojiyle, revizyonist anlayış arasında epistemolojik bir ayrım vardır ve revizyonist anlayış, ana akımın dışında düşünülebilir değildir.

Eleştirel psikolojinin önemli temsilcilerinden Thomas Teo, Scientia ve Cultura’nın yanında Critica’yı da psikolojinin bir alt sistemi olarak belirler. Scientia psikolojik olay ya da nesne hakkında birincil bilgiyi veren ya da bu olay ve nesneyi ayrıntılandıran uygulamalardır. SCIENTIA’da psikologlar analitik bir metodolojiyle nesneyi ayrıntılı bir şekilde tanımlayarak, psikolojik yasalara yani nomolojik bilgiye ulaşmaya çalışır. Araştırma nesnesi (psyche) atomik parçalara ayrılır. Bunun için geleneksel olarak deneysel kantitatif yöntem kullanılır. Ampirizm, mantıksal ampirizm ve eleştirel rasyonalizm bu sisteme uygun düşen felsefelerdir. CULTURA ise bir özne için anlam bilgisi üretir. Özne birey, topluluk ya da tüm kültürdür. Cultura’nın metodolojisi sentetiktir. Psikolojik parçaları bir bütün haline getirir ya da araştırma nesnesi olan psycheyi bir bütünlük içinde alır. Kalitatif yöntemi geleneksel olarak tercih eder. Cultura’ya uygun düşen felsefeler hermeneutik ve fenomenolojik epistemolojidir. Buna karşın CRITICA eleştirel bilgi üretir. SCIENTIA ve CULTURA (ve hatta kendi) üzerinde gözlem ve kontrol işlevi üstlenir. Araştırma düzeyi ¤¤¤¤psikolojiktir. Araştırma nesnesi psikolojinin ya da psikolojik konuların eleştirel çalışılmasıdır. Teo Critica’ya üç fonksiyon atfeder: Dekonstrüksiyon, Rekonstrüksiyon, Konstrüksiyon.

Dekonstrüksiyon: Geleneksel olarak ¤¤¤¤-teorik ve felsefi çerçeveye dayanan arı psikoloji eleştirisidir Örnek olarak Marksist, feminist, postmodern, neomodern eleştireler ve çok kültürlü perspektifler verilebilir.

Rekonstrüksiyon: Psikolojik teori, yöntem ve kavramların teorik, mantıksal ve tarihsel anlamda yeniden yapılandırılmasıdır.

Ve son olarak Konstrüksiyon: Kurtuluş, özgürleşme, yabancılaşma vb. özel eleştirel kategorilerin psikoloji için geliştirilmesini tanımlar. Eleştirel çerçeveye dayanan psikoloji teorilerinin geliştirilmesini kapsar. Sıklıkla dekonstrüksiyon ve rekonstrüksiyonla el ele gider.

Başka bir yerde de Teo, Critica’nın dört biçiminden bahseder: 1. Eleştirel teorik psikoloji, 2. Pratik kurtuluşçu niyetleri olan eleştirel teorik psikoloji, 3. eleştirel ampirik psikoloji ve 4. Eleştirel uygulamalı psikoloji.

Teo’nun yaklaşımında temel sorun eleştiriyi oldukça “genel” olarak ele almasıdır. Eleştirinin dayandığı sorunsal üzerinde durmaz. Eğer böylesi bir ayrım yapılsaydı, şüphesiz eleştirel teorik psikolojiyi hem diğer eleştirel psikolojiler içinde tanımlamak, hem de kendisi başlıbaşına bir sistem olan dekonstrüksiyonu psikolojinin alt sistemi olan Critica’nın bir işlevi olarak görmek mümkün olmayacaktır. Bu anlamda revizyonist ve eleştirel akımlar arasındaki farklılığa yönelik vurguyu tekrarlamakta fayda var. Nitekim revizyonist akımın dekonstrüksiyondan faydalandığı bir gerçekse de, bu, dekonstrüksiyonu revizyonist akımla eşleştirmek anl***** gelmeyecektir.

¤¤¤¤-teorik bir psikoloji eleştirisinin nesnesi, bugünü ele aldığı durumlarda bile psikoloji tarihidir. Bu anlamıyla eleştirel bir psikolojinin tek varlık alanı olarak da tarih belirmektedir. Bu anlamıyla eleştirel girişimi psikolojinin değil, tarihin bir alt sistemi olarak görmek durumundayız. Bu girişim, mevcut psikolojiyi “düzeltmeye” çalışmanın, ya da kurtuluşçu niyetlerle mevcut psikoloji paradigması içinde eleştirel bir tavır takınmanın tersine, psikolojinin kendisini tartışma nesnesi halinde getiren ve onu yapıbozuma uğratan bir sistemdir.
 
bayigram takipçi satın al instagram beğeni satın al instagram takipçi satın al tiktok takipçi satın al Buy Followers bugün haber
vozol puff
Geri
Üst