nisanur
Kayıtlı Üye
Yıllardan beri Yakındoğu tarihçileriyle hıristiyanlık üzerine araştırma yapan ilahiyatçılar arasında oldukça temel bir anlaşmazlığa bağlı bir tartışma sürer gider. Bu tartışmanın ana ekseni, dünyanın ilk iki büyük tektanrılı dini olan yahudilik ve hıristiyanlığın doğuş ve gelişim sürecinin belirleyici kişi ve olaylarıdır. Bilindiği gibi, Filistin, Kenan ve Sina bölgesinde geçen ve Kutsal Kitap için son derece belirleyici olan olayların, tarihi ve arkeolojik anlamda başka hiçbir tanığı yoktur. Yani, İ.Ö 1400 dolaylarında gerçekleştiği düşünülen Exodus Yahudilerin Mısırdan çıkışı ve bunu izleyen olaylar zinciri üzerine ne Mısırda elle tutulur bir belge bulunabilmiştir, ne de Yakındoğuda. Yine buna bağlı olarak, Mısırda Yeni Krallık döneminin başlangıcında yaşamış Musa adlı bir yahudi peygamberinin varlığına ilişkin de yegane bulgu, Tevratın sayfalarıdır. Aşağı yukarı aynı durum, Yeni Ahit için de geçerlidir: görece çok daha yakın bir tarih olan 1. yüzyıla ilişkin onca tarihi belge arasında, Nasırada (Nazareth) İsa adlı bir yahudi peygamberinin yaşadığı ve 34 yılı dolaylarında çarmıha gerildiği yolunda en küçük bir belge bile elde edilememiştir. Bugün dünya üzerinde 3 milyara yakın insanın inandığı iki büyük dinin Kutsal Kitabını doğrulayacak verilerin azlığı, ilginç olmanın da ilerisinde, garip bir durum sayılabilir.
Oysa Mısır tarihinin en iyi bilinen bölümü, Yeni Krallık, özellikle de 17. Hanedan ve sonrasıdır. Bir yığın belge, papirüs, mektup ve resmi metin yardımıyla kronolojisi çok büyük oranda kesinleştirilen böylesi bir dönemde, binlerce insanın Firavunun arzusu hilafına ülkeyi terketmesi ve onları yok etmek üzere artlarına düşen askerlerin Kızıldenizde boğulmalarına ilişkin bir tek satır bile destekleyici veriye ulaşılamamış olması, şaşırtıcıdır. Bu denli büyük ve önemli bir göç hareketi, dahası, din temelli bir siyasi isyan, nasıl olur da Mısırda lehte ya da aleyhte hiçbir yankı bulmaz? Bu nokta üzerine giden tarihçiler, Yahudilerin Mısırdan çıkışı diye bir olayın hiçbir zaman yaşanmadığını, çünkü bu ulusun Mısırda kalıcı bir yerleşime gitmedikleri, başlangıçtan beri Kenan ülkesi dolayında yaşayan göçebe çobanlar oldukları ve fırsatını buldukları anda da bu ülkeyi ele geçirerek Yahudi Krallığını kurduklarını vurgulamaktadırlar. Buna karşı ilahiyatçılar, Mısır belgelerinde Hapiru ya da Apiru adıyla anılan Yakındoğulu göçebe işçilerin aslında İbraniler olduğunu ve İbrani anlamına gelen Hebrew sözcüğünün Hapirudan türediğini savunurlar. Ancak, Mısırda statü sahibi biriyken Hapiruların başına geçip onları Vaat edilen topraklara götüren Musa adli bir lider üzerine onlar da hiçbir bulgu ileri sürememektedirler. Orta yolcu bir görüş, Mısırda İ.Ö 1650 dolayında yaşanan Hiksos istilası sırasında Yakındoğudan bu ülkeye gelen insanların arasında Yahudilerin ağırlıkta olduğunu, yüz elli yıl sonra Hiksos devri bitip yönetim Teb prenslerinin eline geçtiğinde mağdur ve istenmeyen duruma düşen Yahudilerin Kenana geri döndüklerini ileri sürmektedir ama Musanın varlığını ve Exodusu doğrulayacak veri hala ek******************.
Aynı durum, Tevratın ilk bölümü olan Genesis Yaratılış sayfalarında daha farklı bir biçimde belirir: Bu ilk tektanrılı dinin kutsal kitabında anlatılan olayların (insanın yaratılışı, cennetten çıkış, Büyük Tufan) hiçbirinin özgün olmayıp en az iki bin yıl daha eski olan Sümer mitlerinden alındığı, geçen yüzyılda yapılan arkeolojik çalışmalar sırasında net olarak ortaya çıkmıştır. Yahudilerin 2000 yıl önceki tarihlerine, yani hıristiyanlığın başlangıcına ilişkin veriler ve İncil (Yeni Ahit) bölümleri de aynı destek eksiğiyle karşı karşıyadır. Birinci yüzyılın hemen başında Yahudi Krallığının durumu ve Kral Heroda ilişkin yeterli bilgi vardır. İsraildeki yahudilerin bir Mesih arayışında oldukları da bilinmekte ve hatta radikal dini akımların Roma işbirlikçisi olarak gördükleri krallığa sırt çevirdikleri, isyan denemelerine giriştikleri de bilinmektedir. Aynı şekilde, bölgede Roma İmparatorluğunun valisi olarak Pontius Pilatusun yetkili olduğu da belli belgelerde ortaya çıkmaktadır. Ama birinci yüzyılın büyük Yahudi ve Romalı tarihçilerinin hiçbirinin yazdığı belgelerde, Nasıralı İsa adıyla bilinen birinin ülkeyi boydan boya dolaşıp vaazlar verdiği ve insanları peşine takarak imparatorluk için bir tehlike oluşturduğuna ilişkin tek satır yoktur. Dahası, İsa diye birinin yaşadığına ilişkin tek belge, İncildir. Vali Pilatusun isyankar bir yahudiyi Kudüste çarmıha gerilmeye nahkum ettiği yolunda bir tek Roma belgesinin bulunmamasını da bu veri eksikliklerine ekleyebiliriz.
1945 ve 1947 yıllarında Mısır ve İsrailde elde edilen iki büyük arkeolojik bulgu, belki de yıllardan beri aranan, Tevrat ve İncili doğrulayacak belgelere erişilmiş olabileceği yolunda büyük heyecan yarattı. Bunlardan birincisi, 1945te Mısırda Nag Hammadi bölgesinde bulunan çok eski dini papirüsler; ikincisi de 1947de İsrailde, Ölü Deniz yakınındaki mağaralarda bulunan ve Ölü Deniz Yazıtları olarak bilinen belgelerdi. Ne var ki, her iki büyük bulgu da ortodoks dini tezleri doğrulamak bir yana, onların yüzyıllarca gözlerden uzak tutmaya çalıştığı şeyleri ortaya çıkarmışlardı: Nag Hammadi belgeleri, hıristiyanlığın kabulünden sonra ısrarla ve sistematik biçimde Kilise tarafından sindirilen ve susturulan Gnostiklerin dini-felsefi belgelerini içeriyordu, Ölü Deniz Yazıtlarıysa Yahudi din adamları tarafından yüzyıllar boyu iz kalmamacasına silinip atılmaya çalışılan Enochun Kitabı başta olmak üzere binyıllar öncesinin yasak yayınlarını içermekteydi.
Her iki bulgu, araştırmacıları ve tarihçileri yeni noktalara götürmekte yardımcı oldu. Nag Hammadi ve Ölü Deniz Yazıtları, egemen ortodoks dini çevrelerin yok etmek istedikleri belgeleri ve bu belgeleri saklayan marjinal dini-felsefi insan gruplarını bilim adamlarının dikkatlerine sunuyordu: Bilgiye ve somut akla değer verdikleri için mitleri sorgulayan, İsanın Tanrının Oğlu değil bir insan olduğunu ve çarmıhta ölmediğini, dolayısıyla bedensel dirilişin de masal olduğunu savunan Gnostikler; birinci yüzyıl başlarında Bethlehem ve Kudüs dolaylarında yaşamış bir Mesih kültünün yaşatıcıları olan Nasoriler ve yine İsrailde inzivaya çekilen radikal bir dini grup olan Esseneler. Bugün tarihçiler, bu son iki grubun, yani Nasoriler ve Essenelerin, hıristiyanlığın ilk esinlerini oluşturduklarını ama Romanın hıristiyanlığı kabulünü izleyen süreçte İmparator Konstantinin (kendisi bir pagan kült olan Sol Invictus dinine son nefesine kadar bağlı olmakla birlikte) değişik Yakındoğu mitlerinden sentez oluşturup İmparatorluk Dinini yaratmak üzere bir din adamları konseyini bir araya getirdiğini düşünüyorlar. Doğuyu İmparatorluğun ana ekseni yapmak isteyen Konstantin, böylece bölge halklarını resmi din ile pasifize etmeyi amaçlıyor ve siyasi otoritenin ilgilenmediği bütün alanlarda Kiliseyi yetkili ilan ediyor. Seçilen din adamları konseyi İznikte toplanıyor ve Mithra Kültünden Mısırın İsis Osiris mitlerine dek bütün bilinen kaynakları elden geçirip resmi dini formüle ediyorlar. Dini yetki Kilisenin ellerine teslim edildiği için, bu dini ilkeleri sorgulayan ya da itiraz eden bütün yerel gruplar birer birer sindiriliyor, yok ediliyor. Hareketin asıl sahibi Nasori ve Essene mezhepleri ve dogmaları sorgulayan Gnostikler başta olmak üzere, muhalifler silinip gidiyor ortadan.
Bugün ortodoks dini çevreler (hem hıristiyan hem de yahudiler) bu yorumlara şiddetli tepki gösteriyorlar. Ama araştırmacılar da, açılan yeni yoldan yürümekte kararlılar. Bundan dört yıla yakın bir süre önce yayımlanan Hiram Key adlı kitabın yazarları Christopher Knight ve Robert Lomas da bu araştırıcıların en sansasyonellerinden. Her ikisi de Mason olan bu iki İngiliz, bütün tepkilere rağmen 6 yıl boyunca Masonluğun bilinmeyen tarihini incelediler, sorguladılar ve sonunda kendilerinin bile ummadıkları noktalara vardılar: Hıristiyanlığın tarihi, belki de yeniden yazılmalıydı!
İki genç adamın araştırmasının en sürpriz yanı, İsa ile ilgili ilk kez elle tutulur açıklamalar ortaya koyması ama bunların yine ortodoks dinin iddialarıyla 180 derece çelişik olmasıydı. İsanın memleketi olarak bilinen Nasıraya ilişkin bir bilmeceye takıldı ilkin Knight ve Lomas. İncil, Ona herkes Nasıralı İsa diyecek diyordu ama, bütün tarihi bulgular sözü edilen tarihlerde Nasıra kentinin varolmadığını gösteriyordu. İki araştırmacı, İsrailde uzun süre dolaştılar, belgeleri incelediler ve sonunda aradıklarını hem Nag Hammadi yazıtlarında hem de orijinal metinlerde buldular. Nasıra (Nazareth) İsa zamanında ortada yoktu ama, Nasıralı nitelemesi de bir dil ve çeviri hatasından ileri geliyordu: Doğru sözcük, Masorean, yani Nasoriliydi. Sina dolaylarında yerel dilde Nasori balık sürüleri anlamına geliyordu ve şaşırtıcı biçimde aynı sözcük aynı lehçede İsaya inananları da niteliyordu! Araştırmalarını ilerleten iki yazar, Nag Hammadi yazıtları ve bölgede rastlanan eski kabartmalar dahil, hıristiyanların kullandığı birbirini kesen iki yay biçimindeki amblemin net bir biçimde balık şeklini simgelediğini farkettiler. Bu, hıristiyan kültüründeki balıkçılık mitine de uygun düşüyor ve Aziz Peterın balıkçı olmasını, İsanın ağları balıklarla doldurması mitlerini de açıklıyordu. Son noktada Nasıralı İsa nitelemesi, bir başka okunuşla beliriverdi: Balıkçılar grubunun İsası !
Nasorilere ilişkin bu yorumları, söz konusu grubun Esseneler ile de iç içe yaşadığını, dahası, belki de bu ikisinin aynı insanlardan söz ettiğini ortaya çıkaran bulgular izledi. Roma imparatorluğu bütün Yakındoğuya egemen olurken, dinlerinin ve binlerce yıldır saklanan eski bilgilerinin elden gideceğini düşünen bir grup yahudi şehirlerden uzakta inzivaya çekilmiş ve mağaralarda derviş hayatı yaşamaya başlamıştı. Bunlar, insanın doğumdan itibaren kirliliğe yatkın olduğunu düşünüyorlar ve sürekli su ile yıkanmayı gerekli görüyorlardı: Vaftizin izleriydi bunlar! İçlerinden bazıları Kudüs ve dolaylarında insanların arasında dolaşıp onları doğru yola çağırma işlevini üstlendikleri anlaşılıyordu ki, bunlardan biri Nasorilerin İsası, diğeri de Vaftizci Yahya olmalıydı.
Sonra Knight ve Lomas, İsanın adı üzerinde durdular: İncil yunanca yazılmıştı ve bu nedenle Jesus adı Yunan dilindeydi. Bu ismin Yahudi dilindeki karşılığı çok büyük bir olasılıkla Joshua olmalıydı aslında. Joshua, Tevrattaki kurtarıcı Mesih imgesine yakın kişiliklerden biriydi. Diğer yandan İsanın soyadı haline gelen Mesih yani Christ sözcüğünün de bir özel isim olmayıp, Yahudi dinindeki beklentiyle ilişkili olduğunu vurguladılar Knight ve Lomas. Yahudiler, Tevratta yazılı olan, kendilerini bağımsızlığa götürecek bir Mesihi bekliyorlardı ama bekledikleri kişi Tanrının Oğlu ya da bizzat Tanrı nitelemesiyle gelecek ve dünyayı kurtaracak biri değil, etten kemikten biriydi: Yahudilerin Kralı unvanıyla, Davutun mirasını üstlenecek ve Yahudileri Roma zulmünden kurtarıp bağımsızlığını sağlayacak güçlü, savaşçı bir Mesih bekliyordu onlar. Bu durumda, isimde bir gariplik vardı sanki.
İki yazar, araştırmayı İsanın yakalanıp yargılanmasına ve çarmıha gerilmesine dek götürdüler. 4. yüzyıldan beri yüzlerce inanmış insan Yahudi topraklarını karış karış aramış ama ne mahkeme tutanaklarına ne de ünlü çarmıha gerilme işleminin yapıldığı meydana ya da mezara ulaşabilmişti. Bir referans noktası arayan Knight ve Lomas, yargılama ve çarmıha gerilme bölümüne ilişkin İncildeki hikayede, kimsenin o güne dek dikkat etmediği bir anormalliği farkettiler birden: Efsaneye göre Vali Pilatus, İsa ile birlikte idama mahkum edilen Barrabas adında bir suçluyu halkın önüne çıkarmış ve adet gereğini birinin affedileceğini söyleyip halktan seçim yapmasını istemişti. Çoğunluğunu yahudilerin oluşturduğu halk da söz birliği içinde Barrabası affet, İsayı as yanıtını vermişti valiye. İki yazar, bu Barrabasın bir ikinci isminin daha olduğunu fark ettiler: Matta İncilinin 27:16 ayetinde bu adamın adı, bir kez geçiyordu: İsa Barrabas!
İşler bambaşka bir noktaya yönelmeye başladı Knight ve Lomas için: Demek o gün, inanışa göre, idama mahkum edilen iki İsa vardı! Bunlardan biri, Yahudilerin Kralı iddiasıyla ortaya çıkmış ve bu unvan alaycı biçimde başının üzerine yazılarak çarmıha gerilmişti. Diğeriyse, İsa Barrabas idi ve Vali Pilatus tarafından affedilmişti. İki yazar, bir adım daha ileri gittiler ve o günün diline ilişkin verilerden yararlanarak, bu kökeni hiç bilinmeyen Barrabas adını çözümlediler: Bar, dönemin dilinde Oğlu anlamına geliyordu. Abba ise Baba demekti. İki sözcük birleşip tamlama haline geldiğinde Babasının Oğlu çıkıyordu ortaya ama bu tamlamanın özel anlamı, Tanrının Oğluydu! Yani Barrabas bir isim falan değil, bir unvandı ve İsa Barrabas harfi harfine Tanrının Oğlu İsa demekti! Demek ki, o gün Kudüste Tanrının Oğlu İsa adıyla bilinen biri, olasılıkla başını derde sokmuş bir din adamı ya da vaiz Vali Pilatus tarafından affedilmiş, daha tehlikeli görülen, çünkü Yahudilerin Kralı unvanına sahip olduğu söylenen, halk arasında beklenen Mesih olabileceği inançları yayılan bir başka İsa da çarmıha gerilerek idam edilmişti! Şimdi, bunların hangisi hıristiyanların İsasıydı sorusuna yanıt bulmak kalıyordu ve Knight ile Lomasa göre yanıt açıktı: Affedilen ve serbest kalan, Tanrının Oğlu unvanlı derviş!
İddia, hemen farkedeceğiniz gibi sağlam bilimsel dayanaklara sahip değil ve yine dini belgelerden yararlanıyor. Ama çözümleme ve varsayımın geçerli olma olasılığı hiç de düşük değil. Bu varsayım, iki yazarı şöyle bir noktaya da yönlendiriyor: İsa, affedildi ve bir Nasorili olarak, Essenelerin arasına geri döndü. Birinci yüzyılın ortaları boyunca, diğer yoldaşlarıyla birlikte mezhep inanışlarını yaymaya çalıştı, bunda bir ölçüde başarılı da oldu. Ne var ki Roma İmparatorluğu ani bir strateji değişikliğiyle yeni dini alıp resmi din haline getirince ve onu istediği gibi yoğurup muhalifleri de ezince, Essene ve Nasorilerin sahip oldukları tek şey, inançları ve bilgileri de ellerinden alındı. Romanın kurduğu Kilise de yüzyıllar boyunca yapay bir hıristiyanlığı Batı dünyasına egemen kıldı, muhalifleri yok etti. İki yazar, Hiram Key kitabında İsanın döneminde yazılan ve bilinmeyen geçmişe ışık tutacak belgelerin İsa ve yoldaşlarınca Kudüste bir yerlere saklandığını; 1000 yıla yakın bir süre sonra, Haçlı Seferleri sırasında bölgeye gelen Templar Şövalyelerinin ısrarla bu belgeleri arayıp bulduklarını; ele geçen yazıtların şövalyelerce İskoçyadaki bir şatonun içine gizlendiğini de iddia ediyorlar. Buna göre, eğer İskoçyadaki Rosslyn Şatosu iyice aranırsa, bilmediğimiz daha pek çok şeyi içeren büyük bir gizem ortaya çıkacak. Bu, Essenelere de atalarından kalan, olasılıkla İ.Ö 3. binyıla, hatta daha gerilere giden bir gizem belki de.
(kaynak:http://genelkulturvadisi.blogcu.com/hz-isa-carmiha-gerildi-mi/9682643)
Oysa Mısır tarihinin en iyi bilinen bölümü, Yeni Krallık, özellikle de 17. Hanedan ve sonrasıdır. Bir yığın belge, papirüs, mektup ve resmi metin yardımıyla kronolojisi çok büyük oranda kesinleştirilen böylesi bir dönemde, binlerce insanın Firavunun arzusu hilafına ülkeyi terketmesi ve onları yok etmek üzere artlarına düşen askerlerin Kızıldenizde boğulmalarına ilişkin bir tek satır bile destekleyici veriye ulaşılamamış olması, şaşırtıcıdır. Bu denli büyük ve önemli bir göç hareketi, dahası, din temelli bir siyasi isyan, nasıl olur da Mısırda lehte ya da aleyhte hiçbir yankı bulmaz? Bu nokta üzerine giden tarihçiler, Yahudilerin Mısırdan çıkışı diye bir olayın hiçbir zaman yaşanmadığını, çünkü bu ulusun Mısırda kalıcı bir yerleşime gitmedikleri, başlangıçtan beri Kenan ülkesi dolayında yaşayan göçebe çobanlar oldukları ve fırsatını buldukları anda da bu ülkeyi ele geçirerek Yahudi Krallığını kurduklarını vurgulamaktadırlar. Buna karşı ilahiyatçılar, Mısır belgelerinde Hapiru ya da Apiru adıyla anılan Yakındoğulu göçebe işçilerin aslında İbraniler olduğunu ve İbrani anlamına gelen Hebrew sözcüğünün Hapirudan türediğini savunurlar. Ancak, Mısırda statü sahibi biriyken Hapiruların başına geçip onları Vaat edilen topraklara götüren Musa adli bir lider üzerine onlar da hiçbir bulgu ileri sürememektedirler. Orta yolcu bir görüş, Mısırda İ.Ö 1650 dolayında yaşanan Hiksos istilası sırasında Yakındoğudan bu ülkeye gelen insanların arasında Yahudilerin ağırlıkta olduğunu, yüz elli yıl sonra Hiksos devri bitip yönetim Teb prenslerinin eline geçtiğinde mağdur ve istenmeyen duruma düşen Yahudilerin Kenana geri döndüklerini ileri sürmektedir ama Musanın varlığını ve Exodusu doğrulayacak veri hala ek******************.
Aynı durum, Tevratın ilk bölümü olan Genesis Yaratılış sayfalarında daha farklı bir biçimde belirir: Bu ilk tektanrılı dinin kutsal kitabında anlatılan olayların (insanın yaratılışı, cennetten çıkış, Büyük Tufan) hiçbirinin özgün olmayıp en az iki bin yıl daha eski olan Sümer mitlerinden alındığı, geçen yüzyılda yapılan arkeolojik çalışmalar sırasında net olarak ortaya çıkmıştır. Yahudilerin 2000 yıl önceki tarihlerine, yani hıristiyanlığın başlangıcına ilişkin veriler ve İncil (Yeni Ahit) bölümleri de aynı destek eksiğiyle karşı karşıyadır. Birinci yüzyılın hemen başında Yahudi Krallığının durumu ve Kral Heroda ilişkin yeterli bilgi vardır. İsraildeki yahudilerin bir Mesih arayışında oldukları da bilinmekte ve hatta radikal dini akımların Roma işbirlikçisi olarak gördükleri krallığa sırt çevirdikleri, isyan denemelerine giriştikleri de bilinmektedir. Aynı şekilde, bölgede Roma İmparatorluğunun valisi olarak Pontius Pilatusun yetkili olduğu da belli belgelerde ortaya çıkmaktadır. Ama birinci yüzyılın büyük Yahudi ve Romalı tarihçilerinin hiçbirinin yazdığı belgelerde, Nasıralı İsa adıyla bilinen birinin ülkeyi boydan boya dolaşıp vaazlar verdiği ve insanları peşine takarak imparatorluk için bir tehlike oluşturduğuna ilişkin tek satır yoktur. Dahası, İsa diye birinin yaşadığına ilişkin tek belge, İncildir. Vali Pilatusun isyankar bir yahudiyi Kudüste çarmıha gerilmeye nahkum ettiği yolunda bir tek Roma belgesinin bulunmamasını da bu veri eksikliklerine ekleyebiliriz.
1945 ve 1947 yıllarında Mısır ve İsrailde elde edilen iki büyük arkeolojik bulgu, belki de yıllardan beri aranan, Tevrat ve İncili doğrulayacak belgelere erişilmiş olabileceği yolunda büyük heyecan yarattı. Bunlardan birincisi, 1945te Mısırda Nag Hammadi bölgesinde bulunan çok eski dini papirüsler; ikincisi de 1947de İsrailde, Ölü Deniz yakınındaki mağaralarda bulunan ve Ölü Deniz Yazıtları olarak bilinen belgelerdi. Ne var ki, her iki büyük bulgu da ortodoks dini tezleri doğrulamak bir yana, onların yüzyıllarca gözlerden uzak tutmaya çalıştığı şeyleri ortaya çıkarmışlardı: Nag Hammadi belgeleri, hıristiyanlığın kabulünden sonra ısrarla ve sistematik biçimde Kilise tarafından sindirilen ve susturulan Gnostiklerin dini-felsefi belgelerini içeriyordu, Ölü Deniz Yazıtlarıysa Yahudi din adamları tarafından yüzyıllar boyu iz kalmamacasına silinip atılmaya çalışılan Enochun Kitabı başta olmak üzere binyıllar öncesinin yasak yayınlarını içermekteydi.
Her iki bulgu, araştırmacıları ve tarihçileri yeni noktalara götürmekte yardımcı oldu. Nag Hammadi ve Ölü Deniz Yazıtları, egemen ortodoks dini çevrelerin yok etmek istedikleri belgeleri ve bu belgeleri saklayan marjinal dini-felsefi insan gruplarını bilim adamlarının dikkatlerine sunuyordu: Bilgiye ve somut akla değer verdikleri için mitleri sorgulayan, İsanın Tanrının Oğlu değil bir insan olduğunu ve çarmıhta ölmediğini, dolayısıyla bedensel dirilişin de masal olduğunu savunan Gnostikler; birinci yüzyıl başlarında Bethlehem ve Kudüs dolaylarında yaşamış bir Mesih kültünün yaşatıcıları olan Nasoriler ve yine İsrailde inzivaya çekilen radikal bir dini grup olan Esseneler. Bugün tarihçiler, bu son iki grubun, yani Nasoriler ve Essenelerin, hıristiyanlığın ilk esinlerini oluşturduklarını ama Romanın hıristiyanlığı kabulünü izleyen süreçte İmparator Konstantinin (kendisi bir pagan kült olan Sol Invictus dinine son nefesine kadar bağlı olmakla birlikte) değişik Yakındoğu mitlerinden sentez oluşturup İmparatorluk Dinini yaratmak üzere bir din adamları konseyini bir araya getirdiğini düşünüyorlar. Doğuyu İmparatorluğun ana ekseni yapmak isteyen Konstantin, böylece bölge halklarını resmi din ile pasifize etmeyi amaçlıyor ve siyasi otoritenin ilgilenmediği bütün alanlarda Kiliseyi yetkili ilan ediyor. Seçilen din adamları konseyi İznikte toplanıyor ve Mithra Kültünden Mısırın İsis Osiris mitlerine dek bütün bilinen kaynakları elden geçirip resmi dini formüle ediyorlar. Dini yetki Kilisenin ellerine teslim edildiği için, bu dini ilkeleri sorgulayan ya da itiraz eden bütün yerel gruplar birer birer sindiriliyor, yok ediliyor. Hareketin asıl sahibi Nasori ve Essene mezhepleri ve dogmaları sorgulayan Gnostikler başta olmak üzere, muhalifler silinip gidiyor ortadan.
Bugün ortodoks dini çevreler (hem hıristiyan hem de yahudiler) bu yorumlara şiddetli tepki gösteriyorlar. Ama araştırmacılar da, açılan yeni yoldan yürümekte kararlılar. Bundan dört yıla yakın bir süre önce yayımlanan Hiram Key adlı kitabın yazarları Christopher Knight ve Robert Lomas da bu araştırıcıların en sansasyonellerinden. Her ikisi de Mason olan bu iki İngiliz, bütün tepkilere rağmen 6 yıl boyunca Masonluğun bilinmeyen tarihini incelediler, sorguladılar ve sonunda kendilerinin bile ummadıkları noktalara vardılar: Hıristiyanlığın tarihi, belki de yeniden yazılmalıydı!
İki genç adamın araştırmasının en sürpriz yanı, İsa ile ilgili ilk kez elle tutulur açıklamalar ortaya koyması ama bunların yine ortodoks dinin iddialarıyla 180 derece çelişik olmasıydı. İsanın memleketi olarak bilinen Nasıraya ilişkin bir bilmeceye takıldı ilkin Knight ve Lomas. İncil, Ona herkes Nasıralı İsa diyecek diyordu ama, bütün tarihi bulgular sözü edilen tarihlerde Nasıra kentinin varolmadığını gösteriyordu. İki araştırmacı, İsrailde uzun süre dolaştılar, belgeleri incelediler ve sonunda aradıklarını hem Nag Hammadi yazıtlarında hem de orijinal metinlerde buldular. Nasıra (Nazareth) İsa zamanında ortada yoktu ama, Nasıralı nitelemesi de bir dil ve çeviri hatasından ileri geliyordu: Doğru sözcük, Masorean, yani Nasoriliydi. Sina dolaylarında yerel dilde Nasori balık sürüleri anlamına geliyordu ve şaşırtıcı biçimde aynı sözcük aynı lehçede İsaya inananları da niteliyordu! Araştırmalarını ilerleten iki yazar, Nag Hammadi yazıtları ve bölgede rastlanan eski kabartmalar dahil, hıristiyanların kullandığı birbirini kesen iki yay biçimindeki amblemin net bir biçimde balık şeklini simgelediğini farkettiler. Bu, hıristiyan kültüründeki balıkçılık mitine de uygun düşüyor ve Aziz Peterın balıkçı olmasını, İsanın ağları balıklarla doldurması mitlerini de açıklıyordu. Son noktada Nasıralı İsa nitelemesi, bir başka okunuşla beliriverdi: Balıkçılar grubunun İsası !
Nasorilere ilişkin bu yorumları, söz konusu grubun Esseneler ile de iç içe yaşadığını, dahası, belki de bu ikisinin aynı insanlardan söz ettiğini ortaya çıkaran bulgular izledi. Roma imparatorluğu bütün Yakındoğuya egemen olurken, dinlerinin ve binlerce yıldır saklanan eski bilgilerinin elden gideceğini düşünen bir grup yahudi şehirlerden uzakta inzivaya çekilmiş ve mağaralarda derviş hayatı yaşamaya başlamıştı. Bunlar, insanın doğumdan itibaren kirliliğe yatkın olduğunu düşünüyorlar ve sürekli su ile yıkanmayı gerekli görüyorlardı: Vaftizin izleriydi bunlar! İçlerinden bazıları Kudüs ve dolaylarında insanların arasında dolaşıp onları doğru yola çağırma işlevini üstlendikleri anlaşılıyordu ki, bunlardan biri Nasorilerin İsası, diğeri de Vaftizci Yahya olmalıydı.
Sonra Knight ve Lomas, İsanın adı üzerinde durdular: İncil yunanca yazılmıştı ve bu nedenle Jesus adı Yunan dilindeydi. Bu ismin Yahudi dilindeki karşılığı çok büyük bir olasılıkla Joshua olmalıydı aslında. Joshua, Tevrattaki kurtarıcı Mesih imgesine yakın kişiliklerden biriydi. Diğer yandan İsanın soyadı haline gelen Mesih yani Christ sözcüğünün de bir özel isim olmayıp, Yahudi dinindeki beklentiyle ilişkili olduğunu vurguladılar Knight ve Lomas. Yahudiler, Tevratta yazılı olan, kendilerini bağımsızlığa götürecek bir Mesihi bekliyorlardı ama bekledikleri kişi Tanrının Oğlu ya da bizzat Tanrı nitelemesiyle gelecek ve dünyayı kurtaracak biri değil, etten kemikten biriydi: Yahudilerin Kralı unvanıyla, Davutun mirasını üstlenecek ve Yahudileri Roma zulmünden kurtarıp bağımsızlığını sağlayacak güçlü, savaşçı bir Mesih bekliyordu onlar. Bu durumda, isimde bir gariplik vardı sanki.
İki yazar, araştırmayı İsanın yakalanıp yargılanmasına ve çarmıha gerilmesine dek götürdüler. 4. yüzyıldan beri yüzlerce inanmış insan Yahudi topraklarını karış karış aramış ama ne mahkeme tutanaklarına ne de ünlü çarmıha gerilme işleminin yapıldığı meydana ya da mezara ulaşabilmişti. Bir referans noktası arayan Knight ve Lomas, yargılama ve çarmıha gerilme bölümüne ilişkin İncildeki hikayede, kimsenin o güne dek dikkat etmediği bir anormalliği farkettiler birden: Efsaneye göre Vali Pilatus, İsa ile birlikte idama mahkum edilen Barrabas adında bir suçluyu halkın önüne çıkarmış ve adet gereğini birinin affedileceğini söyleyip halktan seçim yapmasını istemişti. Çoğunluğunu yahudilerin oluşturduğu halk da söz birliği içinde Barrabası affet, İsayı as yanıtını vermişti valiye. İki yazar, bu Barrabasın bir ikinci isminin daha olduğunu fark ettiler: Matta İncilinin 27:16 ayetinde bu adamın adı, bir kez geçiyordu: İsa Barrabas!
İşler bambaşka bir noktaya yönelmeye başladı Knight ve Lomas için: Demek o gün, inanışa göre, idama mahkum edilen iki İsa vardı! Bunlardan biri, Yahudilerin Kralı iddiasıyla ortaya çıkmış ve bu unvan alaycı biçimde başının üzerine yazılarak çarmıha gerilmişti. Diğeriyse, İsa Barrabas idi ve Vali Pilatus tarafından affedilmişti. İki yazar, bir adım daha ileri gittiler ve o günün diline ilişkin verilerden yararlanarak, bu kökeni hiç bilinmeyen Barrabas adını çözümlediler: Bar, dönemin dilinde Oğlu anlamına geliyordu. Abba ise Baba demekti. İki sözcük birleşip tamlama haline geldiğinde Babasının Oğlu çıkıyordu ortaya ama bu tamlamanın özel anlamı, Tanrının Oğluydu! Yani Barrabas bir isim falan değil, bir unvandı ve İsa Barrabas harfi harfine Tanrının Oğlu İsa demekti! Demek ki, o gün Kudüste Tanrının Oğlu İsa adıyla bilinen biri, olasılıkla başını derde sokmuş bir din adamı ya da vaiz Vali Pilatus tarafından affedilmiş, daha tehlikeli görülen, çünkü Yahudilerin Kralı unvanına sahip olduğu söylenen, halk arasında beklenen Mesih olabileceği inançları yayılan bir başka İsa da çarmıha gerilerek idam edilmişti! Şimdi, bunların hangisi hıristiyanların İsasıydı sorusuna yanıt bulmak kalıyordu ve Knight ile Lomasa göre yanıt açıktı: Affedilen ve serbest kalan, Tanrının Oğlu unvanlı derviş!
İddia, hemen farkedeceğiniz gibi sağlam bilimsel dayanaklara sahip değil ve yine dini belgelerden yararlanıyor. Ama çözümleme ve varsayımın geçerli olma olasılığı hiç de düşük değil. Bu varsayım, iki yazarı şöyle bir noktaya da yönlendiriyor: İsa, affedildi ve bir Nasorili olarak, Essenelerin arasına geri döndü. Birinci yüzyılın ortaları boyunca, diğer yoldaşlarıyla birlikte mezhep inanışlarını yaymaya çalıştı, bunda bir ölçüde başarılı da oldu. Ne var ki Roma İmparatorluğu ani bir strateji değişikliğiyle yeni dini alıp resmi din haline getirince ve onu istediği gibi yoğurup muhalifleri de ezince, Essene ve Nasorilerin sahip oldukları tek şey, inançları ve bilgileri de ellerinden alındı. Romanın kurduğu Kilise de yüzyıllar boyunca yapay bir hıristiyanlığı Batı dünyasına egemen kıldı, muhalifleri yok etti. İki yazar, Hiram Key kitabında İsanın döneminde yazılan ve bilinmeyen geçmişe ışık tutacak belgelerin İsa ve yoldaşlarınca Kudüste bir yerlere saklandığını; 1000 yıla yakın bir süre sonra, Haçlı Seferleri sırasında bölgeye gelen Templar Şövalyelerinin ısrarla bu belgeleri arayıp bulduklarını; ele geçen yazıtların şövalyelerce İskoçyadaki bir şatonun içine gizlendiğini de iddia ediyorlar. Buna göre, eğer İskoçyadaki Rosslyn Şatosu iyice aranırsa, bilmediğimiz daha pek çok şeyi içeren büyük bir gizem ortaya çıkacak. Bu, Essenelere de atalarından kalan, olasılıkla İ.Ö 3. binyıla, hatta daha gerilere giden bir gizem belki de.
(kaynak:http://genelkulturvadisi.blogcu.com/hz-isa-carmiha-gerildi-mi/9682643)