ßy.MeCHuL
Kayıtlı Üye
Ne yana gitsem uçurum bir yalnızlıktın ömrüme. Yalnızlığımı fark ettiğim ilk düş…
Ellerim böylesi üşümemişti sakar hayatımın poyraz yemiş kıyılarında. Böylesi vurgunlara seherden tutulmuşluğum olmazdı oysa… Oysa iç cebimde buruşuk kâğıtlara yazılmış “aşk”, masallarda yaşanan bir karenin, gerçek hayatıma masalsı surette yansıyan bir sanrısıydı. Bir şizofrenin halüsülasyonu kadar sakıncalı…
Vakitsiz mevsimlerin kucağında olan bir gün, iç cebimdeki buruşuk kâğıtlar içime işledi… Yersizdi… Karşımdaki, adı ne olursa olsun lehçemde yâr oluyordu. Yâr’ı bulan, bulduğunu sanıp kendini kandıran bir sızıdan yarenliğe sürüklenmiştim.
Aksini iddia etmekle ilerliyordu zaman. Ben bir şizofrendim ve "aşk" halüsülasyonumdu benim. Aşk, dilimin döndüğü son noktaydı ve inkârımı gerektiriyordu. Giyotinler paklayamazdı bu suçu. Yok yok bir kabustu, uzun soluklu rüyalarımdan nefeslerimi çalan bir karabasan. Seslenemiyordum, sesim çıkmıyordu. O kadar bağırırken sadece susmuş oluyordum. Kim uyandıracak bu derin uykudan?
Aynaların karşısına geçip yüzlerce kez inkâr ediyordum. Neydi beni bu denli korkutan? Oysa aşk üç harflik bir yangındı. Yaksa yaksa en fazla bir mısramı yakardı, en fazla bir avuç düş çalardı dünyamdan, en fazla birkaç damla gözyaşı…
Yanlıştı bildiğim, kabulsüzlüğüm kadar saydamdı.
Üç harflik bir yangının kül ettiği hayatta oynuyorum rolümü. Saklıyorum senaryomu.
Aşkı aşk yapan neydi yar? Sen çıkıp gelmiştin, iç cebimdeki buruşuk kâğıtlar mı dile gelmişti? Sen çıkıp gelmiştin de aşk öyle mi anlamına kavuşmuştu? Peki hangi aşk tanımıydın sen? Bir yâr olmak aşkı tanımlamaya yetiyor muydu? Leyla da yârdı, Aslı da, Şirin de… Peki, hangisi daha fazla yârdı? Hangisi daha bir dolduruyordu aşk yapbozunu. Hangisi daha âşıktı? Ya da hangininki asıl “AŞK”tı?
Suskunluğum kaleme geldi vakitsiz bir mevsimde. Dilime aşkı doladım… Aşk bu kadar asimile olmuşken Leyla – Mecnun kalıplı sevda düşlerinden, ona konuşmam yersizdi. En yalın duruşumda dünyada, bilmeden gelmişti ömrüme. Ömrüm kabulsüzlüğündeydi ya hala. Ama buyur etmişti kapısından içeri. Bilmemişti bendeki büyüklüğünü. Bilmemişti içimin o yanını. Bilemeyecekti…
Zor bir kuşatmadaydı ömrüm. Ne kadar direnebilirdi? Zaman acıma aldırmadan geçiyordu hep.
Ne halimi soranlara verilecek “iyiyim” cevabı kalıyordu dilimde, ne de avuçlarıma düşen gözyaşlarıma sunulacak bir “sebep”…
Oysa insanlar sebeplice ağlardı. Sorulunca birçok açıklaması olurdu. “Neden ağlıyorsun?” sorusuna muallâk bir cevap veriyordum hep; “hiçç”. Bir hiç kadardım, belki o nedenle hep hiç diye ağladım.
Varlığı yokluğuna denk düşüyordu. Kimi inandırabilirdim yaşadığına? Cismi yoktu. Bu yüzden ben bir şizofren bilindim ve aşk halüsülasyonumdu benim. Oysa vardı… Kendini bilmeden ne çok yazıldı, ne çok susuldu ve ne çok ağlandı…
Biliyorsun ki en çok sende acımıştım, en çok sende dem tutmuştu hüzünlerim. Ama sen olmasaydın bu kadar dayanamazdı yüreğim…
Kalemime sormadan yazmıştım bu kez… Adresi belliydi…
Beynimde bir hikâye kurguluyordum; genç her zorluğa rağmen aşkı seçiyordu aşktan habersiz. Ve susuyordu hep. Susmak ki bu düşe en çok yakışandı… Biliyordu… Susmalıydı ve büyümeliydi hep aşk yanından… Tek başına büyümeliydi… En söylenmemiş haliyle… Belki kız başka bir aşkın içinde ilerliyordu. Önemsizdi… Canına acıyı yamalardı sadece… Günler geçiyordu birbiri ardınca. Genç hayal kurmuyor, büyük düşlerin altına uzatmıyordu elini… Ezileceğinden emindi sanki. Günlerden bir gün genç şehrin hep yürüdüğü o sokağında yürüyordu. Baktığı yer canını acıtmıştı. Gördüğü aşktı ve aşkın yanında içinde ilerlediği aşkın faili vardı… En fazla bir mısraımı yakardı diyordu ya genç, ömrünü yakmıştı. Hepsi hepsi ateşten bir parça dokunmuştu yüreğine. Ve biliyordu artık, yarınlara eklediği dizeler hep ağlamaklı olacaktı. Diline ağıtlar dökmeye hakkı yoktu. Ki o aşktan habersiz aşkı seçmişti…
Hatalıydı… Affedilmeyecekti… Affetmeyecekti de kendini…
Hikâyeyi susturuyorum, ilerledikçe en ölümcül harfleri seçiyor kendine.
Yazıyorum, uzaklardan bir yerlerden gelen ses alıp götürüyor beni.Sonra radyomun yanı başına geçiyorum. Sonra büyük bir sessizlik kaplıyor odamın duvarlarını. Defterimdeki yazılar konuşuyor en sesli harflerle. Yitip gidiyorum kendi dehlizlerimde…
Aşk gelmişti… Habersizce… Haberlice geleni var mıydı ki? Git demeyle gider miydi? Ya gitmezse, yüreğim ayaklarıma mı dolanırdı hep böylesi? Ayaklarımın altında can mı verirdi? Yüreğimin ayakları da takılmıştı ya aşkın yamaçlarında. Yüz üstü düşmüştüm acılara.
Hep yazıldın aşk. Her kalemde yazıldın… Seni sen yapan yazılmandı belki. Doğru ya, bu kadar yazılmasaydın bu kadar büyük olamazdın gözlerde. Ve bu denli tarifi mümkün olmayan yaralar bırakamazdın.
Aşkı aşk yapan! Varlığını bağıran bu yazıdan sonra ne denir ki; “hoş geldin(!)” hiç gelmediğin ömrüme…
Şimdi sadece ömrüm ağlar dizleri üstüne çökmüş kendi haline…
Ellerim böylesi üşümemişti sakar hayatımın poyraz yemiş kıyılarında. Böylesi vurgunlara seherden tutulmuşluğum olmazdı oysa… Oysa iç cebimde buruşuk kâğıtlara yazılmış “aşk”, masallarda yaşanan bir karenin, gerçek hayatıma masalsı surette yansıyan bir sanrısıydı. Bir şizofrenin halüsülasyonu kadar sakıncalı…
Vakitsiz mevsimlerin kucağında olan bir gün, iç cebimdeki buruşuk kâğıtlar içime işledi… Yersizdi… Karşımdaki, adı ne olursa olsun lehçemde yâr oluyordu. Yâr’ı bulan, bulduğunu sanıp kendini kandıran bir sızıdan yarenliğe sürüklenmiştim.
Aksini iddia etmekle ilerliyordu zaman. Ben bir şizofrendim ve "aşk" halüsülasyonumdu benim. Aşk, dilimin döndüğü son noktaydı ve inkârımı gerektiriyordu. Giyotinler paklayamazdı bu suçu. Yok yok bir kabustu, uzun soluklu rüyalarımdan nefeslerimi çalan bir karabasan. Seslenemiyordum, sesim çıkmıyordu. O kadar bağırırken sadece susmuş oluyordum. Kim uyandıracak bu derin uykudan?
Aynaların karşısına geçip yüzlerce kez inkâr ediyordum. Neydi beni bu denli korkutan? Oysa aşk üç harflik bir yangındı. Yaksa yaksa en fazla bir mısramı yakardı, en fazla bir avuç düş çalardı dünyamdan, en fazla birkaç damla gözyaşı…
Yanlıştı bildiğim, kabulsüzlüğüm kadar saydamdı.
Üç harflik bir yangının kül ettiği hayatta oynuyorum rolümü. Saklıyorum senaryomu.
Aşkı aşk yapan neydi yar? Sen çıkıp gelmiştin, iç cebimdeki buruşuk kâğıtlar mı dile gelmişti? Sen çıkıp gelmiştin de aşk öyle mi anlamına kavuşmuştu? Peki hangi aşk tanımıydın sen? Bir yâr olmak aşkı tanımlamaya yetiyor muydu? Leyla da yârdı, Aslı da, Şirin de… Peki, hangisi daha fazla yârdı? Hangisi daha bir dolduruyordu aşk yapbozunu. Hangisi daha âşıktı? Ya da hangininki asıl “AŞK”tı?
Suskunluğum kaleme geldi vakitsiz bir mevsimde. Dilime aşkı doladım… Aşk bu kadar asimile olmuşken Leyla – Mecnun kalıplı sevda düşlerinden, ona konuşmam yersizdi. En yalın duruşumda dünyada, bilmeden gelmişti ömrüme. Ömrüm kabulsüzlüğündeydi ya hala. Ama buyur etmişti kapısından içeri. Bilmemişti bendeki büyüklüğünü. Bilmemişti içimin o yanını. Bilemeyecekti…
Zor bir kuşatmadaydı ömrüm. Ne kadar direnebilirdi? Zaman acıma aldırmadan geçiyordu hep.
Ne halimi soranlara verilecek “iyiyim” cevabı kalıyordu dilimde, ne de avuçlarıma düşen gözyaşlarıma sunulacak bir “sebep”…
Oysa insanlar sebeplice ağlardı. Sorulunca birçok açıklaması olurdu. “Neden ağlıyorsun?” sorusuna muallâk bir cevap veriyordum hep; “hiçç”. Bir hiç kadardım, belki o nedenle hep hiç diye ağladım.
Varlığı yokluğuna denk düşüyordu. Kimi inandırabilirdim yaşadığına? Cismi yoktu. Bu yüzden ben bir şizofren bilindim ve aşk halüsülasyonumdu benim. Oysa vardı… Kendini bilmeden ne çok yazıldı, ne çok susuldu ve ne çok ağlandı…
Biliyorsun ki en çok sende acımıştım, en çok sende dem tutmuştu hüzünlerim. Ama sen olmasaydın bu kadar dayanamazdı yüreğim…
Kalemime sormadan yazmıştım bu kez… Adresi belliydi…
Beynimde bir hikâye kurguluyordum; genç her zorluğa rağmen aşkı seçiyordu aşktan habersiz. Ve susuyordu hep. Susmak ki bu düşe en çok yakışandı… Biliyordu… Susmalıydı ve büyümeliydi hep aşk yanından… Tek başına büyümeliydi… En söylenmemiş haliyle… Belki kız başka bir aşkın içinde ilerliyordu. Önemsizdi… Canına acıyı yamalardı sadece… Günler geçiyordu birbiri ardınca. Genç hayal kurmuyor, büyük düşlerin altına uzatmıyordu elini… Ezileceğinden emindi sanki. Günlerden bir gün genç şehrin hep yürüdüğü o sokağında yürüyordu. Baktığı yer canını acıtmıştı. Gördüğü aşktı ve aşkın yanında içinde ilerlediği aşkın faili vardı… En fazla bir mısraımı yakardı diyordu ya genç, ömrünü yakmıştı. Hepsi hepsi ateşten bir parça dokunmuştu yüreğine. Ve biliyordu artık, yarınlara eklediği dizeler hep ağlamaklı olacaktı. Diline ağıtlar dökmeye hakkı yoktu. Ki o aşktan habersiz aşkı seçmişti…
Hatalıydı… Affedilmeyecekti… Affetmeyecekti de kendini…
Hikâyeyi susturuyorum, ilerledikçe en ölümcül harfleri seçiyor kendine.
Yazıyorum, uzaklardan bir yerlerden gelen ses alıp götürüyor beni.Sonra radyomun yanı başına geçiyorum. Sonra büyük bir sessizlik kaplıyor odamın duvarlarını. Defterimdeki yazılar konuşuyor en sesli harflerle. Yitip gidiyorum kendi dehlizlerimde…
Aşk gelmişti… Habersizce… Haberlice geleni var mıydı ki? Git demeyle gider miydi? Ya gitmezse, yüreğim ayaklarıma mı dolanırdı hep böylesi? Ayaklarımın altında can mı verirdi? Yüreğimin ayakları da takılmıştı ya aşkın yamaçlarında. Yüz üstü düşmüştüm acılara.
Hep yazıldın aşk. Her kalemde yazıldın… Seni sen yapan yazılmandı belki. Doğru ya, bu kadar yazılmasaydın bu kadar büyük olamazdın gözlerde. Ve bu denli tarifi mümkün olmayan yaralar bırakamazdın.
Aşkı aşk yapan! Varlığını bağıran bu yazıdan sonra ne denir ki; “hoş geldin(!)” hiç gelmediğin ömrüme…
Şimdi sadece ömrüm ağlar dizleri üstüne çökmüş kendi haline…