Herakleitos: Kosmos'tan İnsan'a

Efsunkar

Bayan Üye
Ölçüsüzlüğü söndürmek,yangın söndürmekten önemlidir.

(Herakleitos, fr. 43)


Belirli tarihsel dönemler, felsefî problemlerin de biçimlendiği dönemlerdir. Antik çağın evreni kosmos olarak gören kozmolojik metafiziğinde, insan doğrudan doğruya felsefenin konusu değildir. İlk bildiriler, evren ve onun temel yapıtaşı yani arkhe üzerinedir. Bu manada, evrene ve onun yapısını çözmeye yönelmiş filozofun, yıldızların hareketlerini incelerken önündeki kuyuyu görememesi ironiktir. Daha da ironik olanı, evren muammasını çözmeye çalışan bir bilincin kendi muammasının farkında olamamasıdır.

Gerçekten böyle midir? Evren hakkında soru soran bilinç, "benim bu evrendeki yerim nedir?" sorusunu hesaba katmadan mı kendi sorusunu oluşturmuştur?Felsefî düşüncenin bilinen ilk döneminden itibaren, evrenin yapısı üzerine düşünmede, düşündüğümüz varlık ile düşünen varlığın varlık referansını veren temel öğe aynı olduğu için, insan problemi evren problemi çerçevesinde ele alınmakta ve bu ikisi arasındaki bir tür aynılık veya uyum düşünülmekteydi. Antik düşüncesinin temel yönelimi,bu uyumu kurma biçiminde olmuştur. Thaïes'deki yaratıcı ilkenin (suyun), yaratıcı (tanrılarla dolu) olması ve Anaximenes'te alemin ruhu olan hava ile bedenin ruhu olan hava arasında paralelliğin kurulması, bu uyumun göstergesi olarak okunabilir. Bunun sonucu olarak insan, ilk dönem felsefede kozmosun tüm öğe ve formlarını içinde barındıran bir mikrokozmos olarak algılanıyor; insan evrenin küçük bir modeli, evren de insanın büyük bir modeli olarak telakki ediliyordu.

Bu telakkiye göre kozmik düzenle uyum içindeki hayat,doğru ve iyi bir hayat demekti. Evrenin bir kosmos olduğuna bir kez inanıldı mı, kozmik düzenle uyum içinde yaşamak, ahlâkî gaye olarak kendiliğinden meydana geliyordu. İnsan, kendinde bir evren dokusu taşıyan varlık olunca, evren düzeni onun için aynı zamanda bir değer düzeni meydana getirmekte ve doğa yasası aynı zamanda bir ahlâk yasası olmakta idi.

Evren-insan ilişkisini makrokosmos/mikrokosmos kavramlarıyla açıklayan bu tarihsel düşünce çerçevesinde, insan felsefesi açısından Herakleitos, önemli bir uğrak yeridir. O, Ernst Cassirer'in İnsan Üzerine Bir Deneme adlı eserinin giriş kısmında belirttiği gibi, evrenbilimsel ve insanbilimsel düşünceler arasındaki smır çizgisi üzerinde durmaktadır.

Herakleitos'un tarzının özgünlüğü, hakikati kendi dışına yönelerek arayan insanın, bu dışı kendi içinde keşfetmesi özgünlüğüdür. Bu tarz, daha sonraları, St. Augustinus tarafından ifade edilen ve çağımızda Husserl tarafından yinelenen "hakikat dış dünyada bulunmaz, o insanın içselliğinde ikamet eder" diskurumuyla uyuşur; insani doğamızın bir öz-çözümlemeyle keşfedilmesi gereken gizli bir gerçeklik değil de, kim olduğumuza ilişkin kamusal tanımlar vermek yoluyla seçtiğimiz biçimlerin toplamı olarak gören ve insan doğası diye bir şeyin olamayacağını öne süren söylemlerden ayrılır .

Bu manada insanı 'insan' kılan 'öz'e, yahut insanın kendisi hakkındaki hakikate ulaşmasının yolu/yöntemi açısından, Herakleitos'un "kendimi aradım araştırdım"(fr.101)ifadesi, insan felsefesi için temel olabilecek bir ifadedir ve ifadenin bizi götüreceği yer, insana ilişkin hakikatin onun kendi tikelliğinde içerilmiş tümel-evrensel bir hakikat olduğudur.

Cassirer'in dile getirdiği gibi, felsefenin son tahlilde insanın kendini bilmesi olduğu şeklinde ortak bir kanaat vardır. Felsefî araştırmanın nihaî amacı da budur. Kendini aramak/araştırmak, insanın kendisi hakkındaki bilgiye ulaşmasının asırlardır yolu/yöntemi olmuş ve çoğu zaman 'kendini bilmek', kendisi hakkındaki gerçeği keşfederek 'kendini bulmak' olarak anlaşılmıştır. Kimine göre kendini bilmek, evrendeki yerini bilmesi/bulması ve bu yerdeki 'duruş'unu sorgulaması; kimine göre "kendi üzerine titizlenmesi", kendine yani öz-benliğine dikkat etmesi , kimine göre de insanı 'insan' kılan 'öz'ün, yahut kendisi hakkındaki hakikatin keşfedilmesidir. Böylece bir tür bilgelik araştırması olarak kendini soran, sorgulayan, soruşturan, araştıran bir adam da, 'kendini arayan adam'dır. Bütün bu çaba, insanın kendini niçin aradığı sorusunun cevabı olarak düşünülebilir. Peki, insan kendini nasıl arar/araştırır?

İnsan kendini, bir nesneyi aradığı ve araştırdığı -mesela kaybettiği anahtarını aradığı veya anahtar hakkındaki doğru bilgiye ulaşmak için onu araştırdığı gibi- aramaz. Nesneyi aramanın yeri, onu araştırmanın yolu/yöntemi, bellidir. İnsan sadece nesne bağlamındaki bir olgu dünyasının parçası olmadığı; aynı zamanda değer dünyasının da parçası hatta bu dünyanın yaratıcısı olduğu için, nesne düzleminde bir araştırma, insan araş-turnalarında tümüyle geçerli bir yöntem olamaz. Çünkü nesne hakkında, nesneden hareketle doğru bilgiye ulaşılabilir. Nesne, bilginin konusu olabilir ama bilmenin kendisi olamaz. Oysa insan, kendini bilme eylemi içinde, hem bilen, hem de bildiğini bilendir. Üstelik bu bilgi, yani insanın kendisi hakkındaki bilgisi, nesne bilgisinden farklı olarak değerle doludur; nesnenin kendinde bir değeri olmadığından, değeri ona biz atfederiz. Oysa insan değer atfettiği ve hatta onu yarattığı için, bu yaratmanın zemini olan 'insanlık (adamlık) bilgisi' de değer yüklü bilgidir ve ahlâkîdir. Öyle ki kendimiz ve başkaları için biçtiğimiz ölçüyü, bu insanlık değerine göre belirleriz. İnsanı kendini gerçekleştirdiği alan belki de burasıdır. Dolayısıyla insan, sadece olgusal bir araştırmanın sınırlan içine sokulamaz. Çünkü, 'insanlık' deyince, adına dünya dediğimiz gezegende yaşayan zeki bir canlı türünden daha çok, bu kavramının değer boyutu gelmektedir. "İnsan ol" "Adam ol" emir kipinde bu kavramın değere ilişkin kullanımı açıktır.

İnsan olmak asıl anlamıyla ahlâkî sahada gerçekleştiği ve insan özü itibarıyla ahlâkî bir varlık olduğu için, insanın kendisi hakkındaki bilgisi, yani kendini bulmak/bilmek ahlâkî olanda gerçekleşir. İnsanın kendisiyle ilgili bir gerçekliği keşfetmesi bağlamında,felsefenin, bilim ve dinin de amacı, bu noktada; insanın kendini tanımasıdır. "Alemin mihrakı insandır. Ham gerçekliğe katılmış ne varsa, insanın eserindir, onun içindir. İnsan ise her şeyden önce ve en mühim vasfıyla ahlâkî bir varlıktır. Ahlâkî varlık demek ferdin fiiliyle kamulaşması; parçanın kişilik halinde bütüne açılması demektir."

Kendini arayan insan, kendindeki ve varlıktaki bu gerçekliği bulmak isteyen insandır. Bu 'kendi gerçekliği'ni nerede bulur insan ve kendisini nerede arar? İnsanın kendisini aradığı yer, yine kendisidir. Bu yer; yukarıda zikrettiğimiz ve insanî doğamızın olmadığını varsayan, onu kim olduğumuza ilişkin kamusal tanımlar vermek yoluyla seçtiğimiz biçimlerin toplamı olarak gören anlayışın aksine, toplumun, ideolojinin, dinin oluşturduğu bir 'benlik' (superogo) değildir. Peki o zaman nedir?

Bu yer, "kendini araştırmak" ile ilgi fragmanından hareketle kendisi üzerine konuştuğumuz Herakleitos ve bir çok düşünür, şairler ve mistik eğilimli filozoflarca, insanın kendi içerisindeki yolculuğu ile kendini ve kendinde içerilmiş insanlık durumunu keşfettiği yer olarak gösterilmiştir.Bu, Yünus'un diliyle, "benden içeri olan Ben"in keşfidir. Kendini dışarıda arama, şeyleşme, nesneleşme, benlik açısından bir yitme, kaybolma halidir. İçteki bu beni aramak,(kendini-düşünme=self reflection) bir tür dalgıçlığa benzetilebilir. Derin bir nehirde, bu nehrin ya da akarsuyun üzerinde aktığı dibe dalmak... Bununla beraber, Herakleitos'un dediği gibi, "Tüm yolları denese de insan, ruhun sınırlarına ulaşamaz yolculuğunda; öylesine derindir ondaki logos " (fr.45).

Nefiir ve dalgıçlık, kavramlarını, Herakleitos felsefesindeki akış öğretisi ile onun hakkında Sokrates'in "anlamak için dalgıç olmak gerekir" ifadesiyle ilişkili olduğu, böylece bu felsefenin bağlamında yerli yerinde oturduğu ve buradan çıkacak bir insan felsefesine zemin sağlayacağını düşündüğümüz için yineliyoruz. Bu felsefenin imgelem dünyası çerçevesinde konuşacak olursak, 'nehir' ve 'dalmak' terimlerinden ilki, kendini araştırma zemininin, ikincisi yönteminin simgesel ifadesidir ve bundan murat, gerçekliğin araştırılmasıdır. Her ne kadar insan, ruhdaki logosun derinliği nedeniyle -filozofa göre "yaratılış (füzis), derinlerdedir ve gizlenmeyi sever" (fr.123)- onun sınırlarına ulaşılamasa da, bu gerçekliği keşfetmek isteyen onun derinliklerine dalmak durumundadır.

Yaratılışın özü hakkındaki böyle bir araştırma, ruhun kendi kendini araştırmasıdır.Bunun için Herakleitos felsefesi, yazının başında verdiğimiz özdeyişi çerçevesinde özetlenebilir: "Kendimi araştırdım!" Bu cümleyi "kendimi aradım" şeklinde okumak daha anlamlıdır, zira fragman, İngilizce çevirilerinde "I searc out myself, "I have sought myself "I have striven myself "I have inguired myself şekillerinde verilmektedir.Searc out, aramak, araştırmak öğrenmek ve bundan sonuca varmak; sought (seek) aramak, araştırmak; strive çalışmak, uğraşmak anlamlarına gelmektedir. Aramak mastarının orijinal metindeki karşılığı olan airistos fiilinin, Grekçe'ye özgü belirsiz geniş/geçmış zamanda çekiminden ötürü, bu cümleyi "Kendimi ararım" biçiminde de okuyanlar bulunmaktadır.

Kendini aramanın yöntemi ise içe dalmak ve logosun bir kopyası olan ruhtan bütün bir evreni çıkartmaktır. Çünkü ruhta kendi kendine çoğalan bir logos vardır (fr. 115).Türkçedeki ikili (isim ve fiil) köklerden olan biri olan dalmak, dal isminden türetilmiştir. Dal: çıkma, bir yerden çıkan uzanan ayrılan kısım; dalmak fiili, bulunduğu durumdan çıkmak, kendinden geçmek anlamlarına gelmektedir. Türkçe'nin kelimeye yüklediği anlamla fragmanı yorumladığımızda, kendini aramak; varolan fizik realitenin yani dış gerçekliğin dışına çıkmak, iç gerçekliğin içine geçmek demektir. Realitenin dışına çıkma durumu da bir tür 'dalgıç'lık olacaktır. Sokrates'in Herakleitos için; "Anlayabildiklerim dahice, sanırım anlamadıklarım da öyle; ama Delos'lu bir dalgıç gerek" demesi bu manada manidardır.

Herakleitos felsefesi bir tür dalgıçlığı gerektirdiği için rivayetin gerçekliğe tekabüliyeti, rivayetten daha önemli görünmektedir. Yukarıdaki ifade,bu bakımdan bizce Sokrates'in ironisi gibi görülmemelidir. Eğer Sokrates, ironi yapmış olsaydı, şöyle demesi gerekirdi: "Anlayabildiklerimde pek bir şey yok, ama sanırım anlayamadıklarım dahiyane olmalı." Sokrates'in dalgıçlıkla ilgili tespitinde gerçek olan bir başka husus, Herakleitos metninin kapalılığıdır. Bu kapalılık, sadece metnin kapalılığı olmayıp, bizatihi bu metnin yöneldiği konunun yani bir türlü kendine nüfuz edilemeyen yaratılışın kapalılığı olarak yorumlanırsa, bunun sebebini, "görünmezi koklayan ruh"(fr.98) un "görünürlerden güçlü olan görünmezdeki uyumu (fr.54)" tasvir edişinde aramak gerekir.

Herakleitos'un "karanlık" (obcure) unvanıyla anılması, yaratılışın (füzis) sırrı (fr. 121)kadar bu sırrı ifşa ederken kullandığı zengin imgelem dilini kullanmasından olsa gerektir. Onu güç bir filozof olarak görmemiz kadar ilgi çekici bulmamız da bu kapalılıktandır. Tam da burada kapalılıkla ilgili şu söylenebilir: "Einstein'in çalışmalarının matematikle anlatımı, konusu nedeniyle kapalıdır; araştırıcının, içeriği yabancılardan gizlemek istemesi ya da ekleme zorluklarla okuru dürtmek istemesi nedeniyle değil: gerçek kapalılık nesnenin doğasından gelmektedir. 'Evren' ve 'bizler', fazlasıyla bilmeceyiz zaten, buna bir şeyler 'eklemek' de gerekmez. Tıpkı Taractatus'un ilk önermesinde "Dünya olduğu gibi olandır" diyen Wittgenstein'in kapalılığı gibi...

Çabucak el atma kilidine
Ephesoslu Herakletos'un kitabının
Çok sarp bir patikadır bu saptığın
Baştanbaşa karanlık siyah bir gölge

Kapalılığı deşifre etmek, onu ifşa etmek, Herakleitos felsefesinde ifşa edilenin yani varlığın diliyle yapıldığı için, Tanrı Apollon'un simgelerle konuşması gibi, Herakleitos'ta yaratılışa uyarak, simgesel bir dil kullanmaktadır. Herakleitos, kelimelere başvurmaksızın gerekeni simgeler halinde anlatıyor: Sürekli değişmenin ritmini kulağı ile dinleyen Herakleitos, onu diline de verebilmiştir. Bu dil dalgalanışıyla meydana-gelişin yükselip alçalmasını pek güzel taklit etmekte, fakat öte yandan düşüncenin özünün sağlamlığı akıp dağılmanın önüne geçmektedir. Bu dilin karanlığı, Tanrı dudaklarındaki kâhin sözlerin karanlığıdır: Kendisinin Delpoi Apollon'u için söylediği gibi sadece işaret eder, bir işaret, bir simge verir .

"Tanrı Apollon'un bildirdikleri sırlı işaretlerdir: Ne söyler, ne gizler, sadece işaret verir".(fr 67)

Bir gün, yurttaşlar arasındaki banş üzerine düşündüğünü söylemeye çağrıldığında,hatip kürsüsüne çıkarak, bir bardak soğuk su alıp üzerine arpa unu sermiş, bir parça çöple karıştırdıktan sonra içmiş; bununla eldeki ile kanaat etmenin kentleri barış ve dirlik içinde bulunduracağını anlatıyormuş Herakleitos. Bu simgesel anlatımın bir benzeri Kratylos'ta da bulunmaktadır. Onun varlık öğretisini daha da radikal bir uca götüren Kratylos, oluşun kendisini tek gerçek olarak gördüğü ve konuşmanın dahi mümkün olmadığına inandığı için anlatmak isteğini işaretlerle ifade edermiş.

Bu simgesel anlatıma bir örnek verecek olursak; "İnsan ışığa değer, gecenin içinde, öldüğünde, gözünün feri söndüğünde. Diriyken ölüye değer uykuda, gözünün feri söndüğünde. Uyanıkken uyuyana değer"

Cezbedici bir sözcük kurgusuna sahip bu ifade ile ne kastedildiği bir muamma gibi durmaktadır. Onu cezbedici kılan söylediği kadar söyleyiş biçimi şüphesiz. Biz, onun söyleyiş biçiminin söylediği ile de alakalı olduğunu düşünüyoruz; Kapalılık, simgeselliği, simgesellik de kapalılığı beslemektedir. Herakleitos metninin şiir tadında bir söyleyiş olduğu aşikardır. Ama bu söyleyiş içinde, bizim tecrübe dünyamızda birebir karşılıp olmayan bir dizi metafizik tez de bu söyleyişe yapışmış veyahut bu tezler nedeniyle böyle bir söyleyiş meydana gelmiştir.

Herakleitos'a "Güneş bir insan ayağı kadar" dedirten sözcük kurgusunu anlamayı hiç denediniz mi?" "Sanki bu sabah yazılmış gibi; bizim şiirimiz bu" Bu ifadeler, Herakleitos'tan kavram değil imge olarak etkilenen; şiir anlayışı açısından ise derinlemesine Herakleitos'çu olan René Char'a aittir.Gerçekten de Herakleitos'tan kalan, özdeyişler biçimindeki sözleri, kimi zaman şaşırtıcı, çarpıcı bir hal almakta ve kullandığı gizemli dil, bir şairin esin kaynağı olacak kadar zengin görünmektedir ki, bu husus Heraklietos metafiziğinin 'felsefe'den çok 'şiir' olabileceğini ve şiir olarak daha anlamlı olabileceğini düşündürmektedir.

Gerçi gerek Ayer gibi analitikçi ve gerekse Heidegger gibi varoluşçu için bile metafizikçi ile şair arasında Önemli benzerlikler kurulabilir. Mesela Heidegger, şiirin bilim ve felsefeden daha çok insanî bir faaliyet olduğunu belirtir.

Metafizik: şiirin sahih-olmayan formudur. Metafizik ise, kendini 'şiir-karşıtı olarak düşünen bir şiirdir. Metafiziğin metafordan arınmak olduğunu zanneden metafizikçilere, onun bir dizi metafordan öte bir şey olmadığını hatırlatır Heidegger... Şiirsel edimler (poetical acts), Dünya'ya nevi şahsına mahsus açılımlar getirir ve bu edimler yeni tür Varlık'lan var eder. Şiirsel edimler, İnsan'ın Dünya'daki duruşunu değiştirirler. Felsefenin bunu gerçekleştirebilmesi için bunu ancak şiirsel söylemin içinden yapılabilir olmasıyla mümkündür.

Wittgenstein'in da dile getirdiği gibi, felsefenin aslında bir şiir olarak kurulması gerekir,Ayer için ise, metafizikçi felsefeciden çok şairdir. Ne var ki onun için bu benzeyiş hem felsefe hem de şiir açısından negatif bir mânâ taşır. Çünkü ona göre bilgi verdiği öne sürülen önerme iki bakımdan anlamlı olmalıdır. (1) Sentaks kurallarına uymalı ve (2) ampirik olarak tahkik edilmelidir.

Dilin de bu manada iki fonksiyonu vardır: (a) bilgiyi alıp verme, (b) ruh halini dışa vurma: (a) ile bilim üretilir, (b) ile şiir yazılır (edebiyat yapılır). Metafizik, mutlak bilgiden ve evrenin sarsılmaz temelinden söz ederken, (b) görevini gerçekleştiriyor fakat bunu yaparken (a) nın malzemesini kullanıyor. Bu sebeple metafizik (a) formu bakımından anlamsız (b) görevi bakımından da şiirdir; uygun olmayan bir dille yazılmış bir şiirdir ve "metafizikçi yolunu şaşırmış bir ozandır."

Herakleitos, evren yasasından söz etmekte -ki bu her şeye hükmeden tek bir tanrısal dünya-kanunudur; bu varlık ve evren yasasını bilmenin yolunun kendini bilmekten geçtiğini söylemekte, evrensel varlığa geçmek için ruhun kendini araştırması ve evren yasasını kendi içine dalarak bulması gerektiğinden bahsetmekte; böylece ruh halini de dışa vurmaktadır; bu dünya-kanuna, sezgi -intuition- yoluyla, evrenin derinliklerine dalarak bulmakta ve sonsuz logosun dili olarak poloriteyi (kutupluluğu) ortaya koymaktadır. Yani mantıkçı pozitivistler açısından dilin (a) görevini yerine getirmekte ama üslubu yani bir şaire ilham veren şaşırtıcı söz dizimi ile şair olarak durmaktadır. Çünkü şairin varlığı şuurunda adeta yeniden yaratarak yeniden bir mana kalıbına soktuğu için,gerçek şiir, metafizik bir yük taşımaktadır. Şiirin manalarından biri de, ilimden daha özel bir kelime olup bir nesneyi hoşça fehmedip, zeka, zihin ve fatanetle (zihin açıklığı) zaviye ve inceliklerine varıp, iyice idrak etmek anlamlarına gelmektedir. Şiir bu biçimiyle anlaşıldığında, bilimsel olmayan bir bilgiyi üretebilme imkanı olarak görülür.....
 
---> Herakleitos: Kosmos'tan İnsan'a

Şiir ve şuur kelimelerinin aynı kökten türetildiği düşünülürse, şair, şuurda sezgisel olarak bulduğu hakikati, simgesel bir dille anlatmakta; şairi takip eden de simgesel olanla sezgisel iletişim kurarak bu özel hakikati onunla paylaşmaktadır.

Metafizikçinin şairden farkı nedir? O, şairin şuurunda sezgisel olarak bulduğu bu iç hakikati, mantıksal bir çerçeveye içerisinde sunma gayretindedir. Eğer şairi, kelimelerden resim yapan bir ressama benzetecek olursak, bu, manası şairde olan özel bir resimdir. Eskilerin dediği gibi,anlam şairin kanundadır (el-ma'nâ f î batn-ı şair). Oysa metafizikçi, şairden farklı olarak mantıksal bir resim yapma iddiasındadır ki, bu resim aslında, metafizikçinin kendi dünyasında karşılığı olan bir tecrübenin simgesel dille anlatımıdır.

Herakleitos bu manada,insanlara kendisinin değil, logosun sesini yineleyerek söylediği ve insanların anlamadığı bir gerçekten söz etmektedir: "Benim değil, logos'un sesini duyduktan sonra, bütün şeylerin tek bir şey olduğunu söylemek, bilgeliktir", (fr. 50)

Şöyle der Herakleitos: "Bu logos ki vardı vardır her zaman uslarıyla yabancıdır ona, duymadan önce de, bir kez duyduktan sonra da. her şey bu logos'a göre olup biter oysa,ama onlar ne yaptıklarını bilmez görünürler, benim her birini doğasını ayırarak ve nasıl olduklarını göstererek ortaya koyduğum türden sözler ya da eylemlerle.

Başka insanlar uyanıkken ne yaptıklarını bilmezler, tıpkı uykuda yaptıklarını unuttukları gibi (fr. I).

Düşünme herkeste ortaklaşadır (fr. 113). Ortaklaşa olan şeye uyulmalıdır; fakat logos, ortaklaşa olduğu hâlde, çokluk kendilerine özgü düşünmeleri varmış gibi yaşıyor. - Nasıl ki ateşe yaklaştırılan kömürler başkalaşarak ateşleşirler, uzaklaşınca da sönerlerse,ruhumuz da ortaklaşa olanın ardından gittiğinde logos'tan pay alır, ayrılırsa logos'suzdur.-Akılla konuşmak isteyenler, herkeste ortaklaşa olan (akıl yani logos) ile kendini kuvvetlendirmelidir. Ruhta kendi kendine çoğalan bir logos vardır (fr. 115). Uyanık kişiler için tek ve ortaktır evren, uyuyanlar ise kendi dünyalarına dönerler (fr. 89).

Beni değil, logos'u dinlemek, her şeyin bir olduğunu uyumla söylemektir bilgelik! (fr. 50).Her şey bu yasaya göre olup bittiği halde, çokluk (insanlar) kendilerine özgü düşünceleri varmış gibi davrandıkları ve evrensel olana (logosa) uymadıkları için uykudakiler gibidirler. Bu sebeple Herakleitos'un bu gerçeği sezemeyen diğer insanlarla arasının pek de hoş olmadığı bildirilenler arasında. Onun nazarında insanların pek de önemi yok.

Kendi deyimiyle uyuyan ve uyanıkken de uykuda gibi olan bu insan topluluğu ile, bu sürü ile birlikte yaşamak yerine yalnızlığı tercih eder. Ne ki yalnızlık, bir çaresizlik, bir eksiklik değildir. O ferdî yalnızlığını, fert olma durumunu ihmal ederek, evrensel olanla bütünleşme yoluyla aşmayı denemektedir.

Bizim gözümüzde maymun neyse, tanrı ya da hakikat karşısında insan öyledir (fr.79, 82, 83). Diğer insanlara kapalılığı da bu sebeple olsa gerektir; bunun için ve bundan dolayı başkalarıyla iletişime geçme yollarını denemez. Fakat içinden (ruhtan), evrensel Logos'a geçit açar. Çünkü, ruh, kendinde çoğalan bir logostur ve tıpkı kömürün ateşte yanması gibi ortak olana katılıp ondan pay aldıkça ruh logoslaşır, evrenle bütünleşir: Ortak olana uyum ile yalnızlık aşılmakta, böylece yalnızlıktan kurtulurken evrenle tümleşilmektedir. Bu, Nietzsche'in Yunanlıların Trajik Çağında Felsefemde işaret ettiği trajik durumdur: En yüksek insanda, en ters insanda da aynı iç yasa ve doğruluk (adalet) kendini gösterir ve insan doğada ayrıcalıklı bir yere sahip değildir.

Doğada en yüksek görünüş ateştir, fakat basit bir insan olarak değil, bir yıldız olarak... İnsan zorunluluk yoluyla ateşten pay almışsa biraz daha akıllıdır, fakat basit bir insan olarak değil, bir yıldız olarak... Kaderi ile özgürlüğü arasında sıkışan evren karşısında bu trajediyi kendinde duyan ve kendisi ile evren arasında bir denge olduğunu anlayan kişi (Herakleitos),evrenle bütünleşip -belki- mutlak özgürleşme adına ferdin özgürlüğünden vazgeçer.

Nehir metaforunu duruma uyarlarsak, "Aynı ırmağa hem gireriz, hem girmeyiz;hem biziz, hem biz değiliz." (fr.49a). İnsan ve nehir metaforu, yine şairane bir benzetmedir ve N. Fazıl'ın -ki onun da Bergson yoluyla Herakleitos ile bir tür ilişkisi kurulabilir- dilinde insan gerçeği yine nehir benzetmesiyle verilir: "insan bu su misali kıvrım kıvrım akar ya/Bir yanda akan benim, diğer yanda Sakarya".

Herakleitos'un felsefeye kazandırdığı Logos kavramı, bu imkanı (varlık ve bilgi ve hatta değer için bir temel oluşturacak şekilde) metafizikçiye sağlamıştır. Onun evrene ve insana ilişkin görüşlerini, bir şairin kendi hakikatini anlatmak için kullandığı simgesel dil gibi görür ve bu simgesel dilin müsaade ettiği ölçüde onları yorumlarsak -bir şairin şiirini yorumlarmış gibi, işte o zaman Herakleitos'un -Ayer'in belirttiğinin aksine- yolunu şaşırmadığını söyleyebiliriz.

Onun metafiziğindeki imgelem gücü yani şiirsellik Nietsche'nin Sokrat öncesi felsefe ile ilgili söylediklerini tekrar hatırlatmaktadır: O değişmez kavramlar ve bunların değişmez özleri hakkında felsefe yapan bir metafiziğin, kuru bir zihinciliğin etkili bütün coşkusuyla bilgeliğinin peşindedir. Felsefe, bu manada, Sokrates ve Platon dan itibaren Dionysoscu yanını, yani coşkusunu ve heyecanını yitirmiş, zihinci bir yola; Apollon (ölçü)'un yoluna koyulmuştur. Peki ne kaybetmiştir böylece felsefe? Tabi ki yaşama içgüdüsünü!

Nietzsche'nin felsefe ile trajedi arasında kurduğu ilişkiyi hatırlayacak olursak, trajedi insana, alınyazısı ve özgürlük arasında bırakıyordu. Trajedi, Apollon (ölçü) ve Dionisos (duygu) ile temsil edilir. Trajedi, Dionyssosça taşkınlıkları, doğa ile bir olmayı,acı veren bir tutkuyu dile getirir. Ama bunu yüzüne bir ölçülü güzellik maskesi takarak başarır. Evren karşısında bağımsız varlık olarak, bu trajediyi kendinde duyan ve kendisi ile evren arasında bir denge olduğunu anlayan filozof, evreni kavramak isterken kendini de kavrar, bunu sadece mantığıyla değil; bütün kişiliği ile yapar. Varlığı Dionysos ve Apollon gerginliğine bağlı olan insan hayatı trajiktir. Sokrates öncesi felsefede, filozofun kişiliğinde ve bariz bir şekilde Herakleitos'ta bu iki ilke yanyanadır: Char, Herakleitos için "Gerçeğin soylu olduğunu ve onu ortaya koyan imgenin Trajedi olduğunu biliyordu" derken bu duruma işaret etmiş olmalıdır. Bu sebeple, Herakleitos'a 'ağlama'yı; Demokritos'a gülmeyi yakıştıranlar pek de haksız sayılmazlar...

O halde, varoluş felsefelerinde çeşitli bağlamlarda ele alınan yalnızlık, Herakleitos'un kaderi midir? Şöyle der Niezsche:Herakleitos sadece elde bulunan evreni tasvir ediyor; ondan, tıpkı sanatçının, meydana çıkmakta olan eseri karşısında duyduğu haz gibi haz alıyor. Herakleitos'u ağır,gamlı, gözyaşı bol, karanlık, kabahatli, kötümser ve genel olarak nefrete değer bulanlar,sadece onun insan doğası tasvirinden memnun olmamaları için nedenleri olanlardır. Fakat o bütün antipatileri ve sempatileri ile, nefret ve sevgi ile, önemsiz buluyor ve bu gibi kimselere şöyle ders veriyordu: "köpekler tanımadıkları her kişiye havlarlar", yahut,"Eşek için devedikeni, altından daha iyidir."

Pers Kralı Darius ona bir mektup yazıp, "Gelin başımızın tacı olun, sizin halkınız filozoflarının kıymetini bilmiyorlar" diye sarayına davet etmiş. Ama filozof, ısrarla yalnızlığı seçmiştir. Çünkü o, ortak kaderi insan fertleri içinde değil, ferdin gerçekliğini aldığı tümel ideada arıyor, bu yönüyle, Platon'u önceliyor ve bu yönüyle Platon, Parmenides'ten daha çok Herakleitos'a yakın duruyor gibidir.

Herakleitos'un bilmeceler ve gizli anlamlar içeren özdeyişlerle konuşmasına iki gerekçe gösterilir: Birincisi, kendi mizacıdır; bazen şaşırtıcı ve temaşa hazzı veren paradoksal bir dilden hoşlanmasıdır: "(Hayat) zaman dama oynayan çocuk" veya "savaş her şeyin hakanı", "güneş her gün yeni" "yayın adı hayat, işi ölüm" "yol, düz ve eğri, yol,iniş ve yokuş, tek ve aynı"gibi. Bu gerekçeyi gösterenlere göre, Herakleitos, ilgi çekici hana aldatıcı bir imge vermektedir. İkincisi, İonya kozmogonilerinden daha karmaşık ve daha inceltilmiş bir düşünceyi temsil etmesidir ve bu manada hayat ve düşünce artık maddî tözün dar ceketi içerisine sıkıştırılamazdı.

Gutrie'den yaptığımız bu alıntıyla felsefe tarihinden tanıdığımız Herakleitos'a dönelim: Felsefe tarihinden tanıdığımız Herakleitos resmi, onu farklı tanıtan Nietszche gibi istisnalar hariç, daha çok Platon ve Aristoteles yoluyla aktarılan Herakleitos'tur -bütün Sokrates öncesi filozoflar gibi...

Russel'in de belirttiği gibi Aristo'nun ve Platon'un yaptığı aktarmalar açıktır ki, çürütme amacıyla yapılır. Bu aktarmalar içinde, Herakleitos, sürekli akış içerisindeki varlığın bilgisi edinilemeyeceği için eleştirilmektedir. Gençliğinde Herakleitos ve Kratylos'tan etkilenerek göze görünen şeyin akış içinde olduğunu ve şeyler hakkında bilgi edinmenin imkansız olduğunu düşünen Platon, aynı nehre iki kere değil, bir kere bile girilemeyeceğini söylemektedir. Çünkü Herakleitos'un öğretisinin kabul edilmesi durumunda, 'aynı nehir' den bahsetmenin imkanı bulunmamaktadır.

Madem ki her şey değişmektedir; 'değişen' şey, 'aynı' kalmaz. O halde değişenin bilgisine ulaşılamaz. Bu sebeple o ırmağa, o ırmak olarak kalamayacağı için bir kere bile girilemez. Logos kavramının mahiyeti itibarıyla, Herakletios'un bütünüyle böyle düşündüğünü söylemek güçtür. O, bütün değişimin üzerinde cereyan ettiği bir yasadan (logos'tan) söz etmektedir.

Yasanın bizatihi kendisi bize bilginin imkanını vermektedir. Bunun için 'aynı nehir' den kastı, zıtların çarpışması (savaşı) öğretisi çerçevesinde henüz yatağına oturmamış, yatağını oluşturan bir nehirdir. Bu gerekçeyle eğer bir akıştan söz ediyorsak, o akışın üzerinde gerçekleştiği; akış esnasında hem yatay hem de dikey hacmiyle değişime uğrasa da hep yatak olarak kalan bir yataktan ve onunla aynı şey olan bir nehirden de söz etme imkanımız vardır.Sürekli akış içerisindeki varlıkta;

(1) bütün değişmelerin içerisindeki tözün miktarı değişmezdir. Varlıktaki bütün değişme ateşin değişmeleridir. Varlığın arkesi durumundaki ateş, önce bir şey sonra başka bir şey olur ve sonra aslî şekline döner (böylece varlığın özünde ve onun kendisiyle aynı olduğundan söz edebiliriz).

(2) Yasa ya da logos, bu değişmenin ölçüsüdür. Tanrı, logos ve ateş bir ve aynı olduğu için , sözün gücü ve anlatımı da logos'un doğasıyla bir ve aynıdır. Bunun için varlıktaki zıtlık ve akış, kelime düzenine de yansımıştır. Aynı şeylere farklı adlann verilmesi onların doğalarından kaynaklanmaktadır: Tanrı, ateş ve logos aynı şeylerdir ve Tanrı evrenin ilkesi olan ateşin en saf halidir. Logos ise, Tanrının evrende iş gören kuvveti, bir yasa olarak tanımlanmış olmak bakımından addır.

Herakleitos'un Logos'u, bütün dillerin (farklı kültür ve ifade biçimlerinin) ötesinde ya da üstünde ve belki de özünde, -düşünmenin kanunları ile varlığın kanununun aynı kaynaklı olması ve konuşma, düşünce ile söz ve sözcük birbirinden koparılmaz şekilde kaynaşmış bulunması sebebiyle- bütün insanlık için müşterek, adeta mantıksal bir dil ve gramer olarak belirmektedir ve logos, varlığın anlamı olarak logos, 'Söz=Varlık' demekti. Logos öğretisi en üst, en yüksek gerçeklik olarak algılanmış bir ruh ve töz ilişkisidir.

Logos, varlıktan ayrılmaz bir birlik olarak her şeyin nedeni ve varlığın anlamıdır.Logosun gücü, Tanrısal güçtür. Kutsal kitaplarda da öyle; söz (logos), kıdem olarak öncedir. Vedalarda sözün gücü Tanrının gücüne yakında-. Doğan, yok olan insan sözünün temelinde, tanrısal Söz bulunur. Varlığın ve düşünmenin kanunu olan logos, varlığın da bilgiyi de değeri kendinde tümleştirir. "Bizi çerçeveleyen (evren) logoslu ve usludur" . Bu evren yasası varlığın doğru dili olmalıdır:

"Bilgelik, gerçek şeyler söylemek ve işlemektir, yaratılışa (varlığa) göre ve ona kulak vererek."

Yasaya uygun, yasanın koyduğu dil, doğru dil olarak, yani varlığın doğru bir ifadesi olarak yorumlanabilir. Bizatihi evren yasası olan bu yasaya evrende bulunan her şey uymalıdır. Sözgelimi Herakleiıos, "Güneş ölçülerini aşmayacaktır. Eğer bunu yaparsa, adaletin hizmetkârları olan Eriny'ler onu yakalayacaktır" der ki, Herakleitos'ta varlığın ilkesi olarak gördüğü ateşin saf halde bulunduğu güneş dahi bu yasanın hükmü altındadır. Fizik varlığın ilkesi olan ateşin akılsal ilke olan logosa bağlılığından söz etmek mümkündür. Bu evren ve varlık yasası, adaletin ve toplumun da yasası olarak ele alınabilir.

Özetleyecek olursak;

Ondan bize kalan fragmanlara ve bu fragmanlar üzerine yapılan yorumlara baktığımızda o da diğer İonya filozofları gibi kozmosu meydana getiren temel ilke problemiyle ilgilenmiştir; insan yine doğrudan felsefesinin konusu olarak görünmemektedir. İlke ateştir, yasa ise logos... Kozmosun güdücüsü logostur ve bütün evreni ateş yönetir (fr.64). Ateş, sadece maddî bir ilke değil aynı zamanda akılsal bir ilkedir de...

Logosla birlikte evrenle akıl; madde ve ruh arasında bir farklılık değil, aynılık sözkonusudur:Kozmosun ana maddesi olan ateş ile insani öz olan aklın veya ruhun yapısı aynıdır: Kozmos ve ondaki akılsal düzen Logos, bizi kozmosla aynı logostan pay alan ruha götürmektedir: Bu ayniyet, onun ruh hakkındaki görüşlerinde belirgindir: Ölüm, ateşe karşıt olarak ruhun yaşlığı, hayat ise ruhun kuruluğu ve sıcaklığı ile verilir. Ruhlar nemliden doğarlar ve nemliye dönerler. Bilgelik de, yine simgesel bir anlatımla, ruh açısından yaş bir hayata karşıt olarak ruhtaki ateşin harlanmasıdır: (krş. "Hamdım, piştim, yandım"-Yunus). Ruhun erdemi onun kuruluğudur... Buna göre, sarhoşluk ruhta nemlilik meydana getirdiği için, ölüm gibidir ve sarhoş bir ruh bilgeliğe ve hayata karşıdır. "Parıltılı, kuru ruh en bilge ve en iyisi"dir (fr.118). "Ruhlar için ölüm suya dönüşmektir, su için ölümse toprak olmak. Su topraktan doğar, ruh da sudan (fr.36)...

Buna göre, erdemli hayat, evrenin özüyle aynı öze sahip olan ruhun, evrenle bir uyum içerinde olmasıdır, yani "doğaya kulak vererek" (fr.112), yani onun yasasına "bir'in istemine boyun eğerek"(fr.33) ortak olana (fr.113) katılmasıdır. Doğada gördüğümüz bu zıtlık, insan diline de yansımıştır. Bu çelişen konuşmaların ardında, gerçek konuşmanın logos' ta ve logos'la olduğunu söyleyebiliriz ve bunun için 'logos'a uyarak konuşmanın doğru konuşma logos'un sesini dinlemenin varlığı bilmek anlamına geldiğini iddia edebiliriz.

Kozmosu logosla biliriz; onun düşüncesinde kozmos ile logosun bir oluşu, aynılığı sebebiyle, logos ile bütünleşme ve logostan pay almaya yönelik ifadeleri, evreni bilmenin yolunun insanı bilmekten geçtiğini gösterir.Çünkü logos, sadece dil varlık, dil-düşünce ilişkisini kuran kurucu öğe değil, aynı zamanda değerin de yasasıdır.

Herakleitos,evren kanununa, kendisinden yola çıkarak ulaştığını kendimi aradım/araştırdım ifadesiyle dile getirmektedir. Böylece sübjektif olandan hareketle evrensele geçmekte, bütün insanlarda ortaklaşa olan ve bütün şeylerin kendinden pay aldığı logos'a yani varlığın gerçek bilgisine, zıtların arkasındaki birliğe yani tanrısal bilgiye; logos'un sesini duyarak ve logos'a uyarak söylemenin bilgeliğine ulaşmaktadır.

Bütün insanlarda bu yeti vardır (fr. 116). Çünkü ruhta kendi kendine çoğalan bir logos vardır (fr. 115). Fakat pek çok insan bu gerçeği göremez ve kendilerine özgü düşünceleri varmış gibi yaşarlar (fr.2). Oysa insanların düşünceleri, hakikat karşısında çocuk oyunu gibidir (fr.57). Akıl (gnome) insanoğluna özgü değildir, tanrısal ırada vardır (fr.78). Bunun için "Beni (Herakleitos *u) değil, Logos 'u dinlemek ve her şeyin BİR olduğunu söylemektir bilgelik (fr.5O). Eğer insan, uyuyanlar gibi konuşmayacaksa (fr. 73),ve -eğer akıl insana özgü değilse (fr.78),her şeydeki logos karşısında şaşkınlığa düşmemek için (fr.87), uyanmak ve uyanık kişiler için tek ve ortak evrene (fr.89), herkesteki ortak düşünceye (fr. 113) katılmak gerekir.


Prof. Dr. Hakan POYRAZ
 
bayigram takipçi satın al instagram beğeni satın al instagram takipçi satın al tiktok takipçi satın al Buy Followers bugün haber
vozol
Geri
Üst