sEmih
Kayıtlı Üye
Hacı Bektaş Veli, 1256da Alamutun Moğollar tarafından yerle bir edilmesi sonucu Ismaililerle ilişkisini kesmiş, ama batıni inancın doruğunda; zamanın kurtarıcı imamı olarak ortaya çıkıp, Alamut Imamlarının temsil ettiği (Haft bab-ı Baba Seyyidinaya göre Alamut Imamı Aliyi temsil ediyor, bütün Ismaili inançlıların her biri de Salmannın makamında bulunuyordu, yani birer Salman idiler.) Alinin donuna bürünmüştür. Bunu pekçok Alevi-Bektaşi ozanı işlemiştir.
Dr. Ismail Kaygusuz
Hacı Bektaş Velinin Türkistanlı Hace Ahmet Yeseviden (ö.1167-9) el aldığı doğru olmadığı gibi mümkün de değildir. Geleneksel bilgiler, özellikle Vilayetname, Ahmet Yesevinin halifesi Lokman Perendeden el aldığını söylüyor. Ahmet Yesevi, Orta Asyada Hacegan (Hocalar) Hanedanının kurucusu bilinen Yusuf Hemedaninin (ö.1140) öğrencisidir. Onun öğrencilerinden Abdel Halik el-Gucvani (22 yaşına kadar Malatyada yaşamış, ö.1120) yol zinciriyle Nakşibendilik, Şeyh Zahid (ö.1296) aracılığıyla Safevilik, Halvetilik ve Bayramilik, ve Ahmet Yesevi - Lokman Perende - el Harasami üzerinden Bektaşilikin çıktığı üzerine bir Tarikat zinciri kurmaktadır Nakşibendi araştırmacıları. (Hasan Şuşud, Hacegan Hanedanı-Les Maitres de Sagesse de lAsie Centrale-Orta Asya Bilgelik Üstatları, Fransızcaya Çev. Charles Antoni, Le Soufism, la voie de lUnité, Paris-1980, s.47-80)
Hacı Bektaş Velinin, Yesevilik çevresinde yetiştiği doğru mudur? Daha önce biz de gelenekçilere uyarak, istemeye istemeye Vilayetname verilerini kabul edip, bu soruya evet diyorduk. Zaten Ittihat Terakkici araştırmacılardan bu yana milliyetçi ve resmi çevreler, Hacı Bektaşın Ahmet Yesevinin ölümünden yaklaşık kırk yıl sonra doğmasına rağmen, onun tarafından Anadoluyu Türkleştirmek ve Türkçeyi yaymak için gönderildiğini ciddi ciddi(!) ileri sürdü, yazdı çizdi. Bile bile yanlış olanda ısrar etmek, tarihe müdahale etmektir. Bu ise baskıcı devlet anlayışının yansımasıdır. Kaldı ki, Hacı Bektaş Velinin Yesevi çevresinde, Lokman Perende aracılığıyla yetişmiş olması da onun Yeseviliği Anadoluya taşıyıp Bektaşiliğe dönüştürdüğünü, ve de aynı çevrenin onu Türklük-Türkmenlik adına buraya gönderildiğini kesinlikle göstermez.
Yıllar önce bu anlayışa Abdülbaki Gölpınarlı haklı olarak şu yanıtı vermişti:
Hacı Bektaşın, Mevlanaya karşı Türk harsını koruduğu, Mevlevilerdeki Farsçaya karşılık Bektaşilerde Türkçenin işlendiği gibi götürü, yahut ısmarlama pek çok sözler duyuldu. Hatta onun bir Türkçü olduğu ve başında Ahmet Yesevinin bulunduğu bir teşkilat tarafından bu maksatla Anadoluya gönderildiği gibi, kargaları bile güldürecek hükümler verenler çıktı... (Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlana Celaleddin, 4.Basım, Istanbul-1985, s.237)
Hacı Bektaşın soyunun Imam Musa Kazıma (Ö.799) kadar çıkması, onun Türk-Türkmen olmasına engel değildir. Yedinci Imam Musa Kazımın ölümüyle 11. kuşaktan Hacı Bektaşın doğumu arasında tam dörtyüz yıl var. Adı geçen Imam ve oğlu Imam Rıza Horasan bölgesinde yaşamış olup, kendileri ve çocukları yerli halkla evlilik ilişkileri kurmuşlardır. Yalnız onlar değil 8.yüzyılın başlarından beri Hasan ve Hüseyin soylular zaten Iran, Horasan, Daylam, Tabaristan, Türkistana yayılmış bulunuyorlardı. Özellikle Zeynelabidin oğlu Zeyd soylu, Imam Caferin oğlu Ismail ve onun oğlu Muhammed soylu Imamlar da yaşıyorlardı. Onlar da bölgelerindeki etnik gruplar ve kültürleriyle iç içe karışmışlardı. Bir kaç kuşak sonra artık onların etnik Arap olduklarını söylemek çok anlamsızdır. Hele Nakşibendi şeyhi Prof. Dr. Esat Çoşanın, Makalatı Arapça yazmış olmasını kastederek Hacı Bektaş Veli için; demek ki, Arap ırkından ki, Arapça yazmayi uygun görmüş yargısını vermesi saçmalığın en büyüğüdür! Zaten Coşan, Ahmet Yesevinin Yusuf Hemedani ve El-Gucvani ile ilişkilerinden ötürü, Hacı Bektaşı Yesevi tarikatından kabul edip, Nakşilere amcazade yapıyor, akraba olarak görüyor. (Bu kişi Hünkarı Sünni göstermek için Makalatı tümüyle tahrif edip, işine geldiği gibi yorumlayarak Üniversite kariyerini tamamlamış; onu kendi inanç ve kişisel çıkarlarının aracı yapmıştır.) Hacı Bektaş Veliye - hatta ellerinde doğru şecereleri olan seyyidlere, dedelere - Ali soylu diye Arap gözüyle bakılırsa, tarih boyunca halkların ve kültürlerin kaynaşma sürecinde yaşamış olduğu gerçeğini yadsımış olursunuz.
Hacı Bektaş Yesevi yolu yolcusu mu, yoksa bir Batıni mi?
Hacı Bektaş Veli, Yesevi yolunun yolcusu değildir, olamaz. Tarihsel olarak Nişaburda geçen olaylar ve Horasan bölgesindeki Moğol saldırıları gözönünde tutulacak olursa gerçeğin çok farklı olduğu görülecektir. Hacı Bektaş 1200ün ilk on yılı içinde doğmuş olduğuna göre, Lokman Perendeden olsa olsa okuma yazma öğrenmiş ve ilk dinsel bilgilerini almış olmalıdır. Lokman Perende, Ahmet Yesevinin halifesi olmuş olsa bile, ondan çocuk yaşlarda ders alan Hacı Bektaşın Yeseviliği öğrenip, ona bağlanması olası görülmüyor. Abdülbaki Gölpınarlı bu konuda, hasılı bizce, diyor, Ahmet-i Yesevi nasıl şöhreti yüzünden Bektaşi geleneğine sokulmuşsa, Lokman da bu geleneğe sokulmuş ve bu zata Hacı Bektaşa hocalık ettirilmiştir. (Vilayetname, s.103) Elbette bu kişiler sadece şöhretleri yüzünden değil, Hacı Bektaşın menkıbelerinin yazıya geçirildiği dönemin (1480li yıllar) Osmanlı siyasetinin gereği olarak Vilayetnameye sokulmuştur. Gölpınarlının asıl Mevlana Celaleddin (s.237) adlı yapıtında, Hacı Bektaş Veli hakkındaki aşağıdaki saptaması çok yerindedir:
Hacı Bektaş, bütün manasıyla batıni inanışların mürevvici (yürüten, propagandasını yapan) bir batıni daisiydi. Bunu Makalat açıkça gösterdiği gibi en eski kaynakların Bektaşilik hakkında verdikleri malumat da teyid eder.
Bu kanısına fazla açıklık getirmemesi ve nedenleri üzerinde doğru bilgi vermemesi düşündürücüdür. Abdülbaki Gölpınarlının Hacı Bektaşı, salt Mevlana ile karşılaştırılacak düzeyde olmadığını göstermek ve onu küçük düşürmek için (sevilmeyen) bir tarihsel gerçeği ortaya atıp ardında durmamasının, belirsiz bırakmasının anlaşılır yanı olamaz. Ayrıca, bu saptamasından sonra Gölpınarlı, Mevlana karşısında Hacı Bektaşı tanımlarken, doğrularla yanlışları bir arada kullanarak, birbirlerini elimine etme niyetini ortaya koyuyor:
Halbuki Horasanilerden olmakla birlikte ne kadar bilgin olduğunu bilemediğimiz, ancak Makalatına ve gene elimizde bulunan bir Şathiyyesine nazaran derin ve geniş bir bilgiye sahip olmaktan ziyade münteşir (yaygın,dağınık) terbiyeyle yetiştiğini sandığımız Hacı Bektaş, bir halk isyanının (Babai başkaldırısı kastediliyor- I.K.) arda kalanları tarafından ulu tanındı. Bilgisi, meşrep ve mezhebi bakımından yalnız medrese mensupları tarafından değil, tarikatçılar tarafından da kınanan bu zümre, ilk zamanlardan itibaren gizlenmeye lüzum görmüş ve tekkelerini, şehirleri bile dağ başlarında, ıssız yerlerde kurmuştur. Ortodoks Müslümanlıktan dışarı gören saltanat ve medrese, bu zümreyi vakıftan da mahrum etmişti.(agy.s.239-40)
Abdülbaki Gölpınarlı, Hacı Bektaşa bir batıni daisi diyorsa - ki bu en doğru saptamadır-, bunun arkasında durmalı ve açıklığa kavuşturmalıydı. Yani onun bir batıni olarak yetişmesinin tarihsel ve nesnel koşullarını açık açık göstermeliydi.
Hacı Bektaş Veli ailesi ve Mogolların Nişaburu zaptı
Nedense araştırmacılar o yıllarda bölgenin tarihsel koşullarını inceleme gereği bile duymadan, Vilayetnamede anlatılan olayların hepsini doğru kabul ediyorlar. Hacı Bektaş ailesiyle birlikte, doğduğu kent olan Nişaburdan en geç 1221in Mart ayında ayrılmak zorunda kalmıştır. Çünkü kent Nisan ayının ikinci haftasında Moğol ordusu tarafından kuşatıldı. Hacı Bektaş 11-14 yaşlarındadır. Belki de Vilayetnamede anlatıldığı gibi, babası Ibrahim el-Sani, Tanrının rahmetine vardı. Ayrıca aynı paragrafta, padişahlığı Hacı Bektaş Veliye arzettiler, kabul etmedi. Padişahlığı, amcazadelerinden olan ve Musa-el Sani evladından Seyyid Hasana verdiler denilmektedir.
Bu gerçek Nişabur padişahlığı değil, gönül padişahlığıdır. Aile bireyleri, Muhammed Ali soyundan olması dolayısıyla kendilerine bağlı ehlibeyti ve Imamları sevenler için bir padişah, yani inançsal önderdi. Belli ki, Hacı Bektaşın henüz çocuk olması dolayısıyla, babasının yerine Seyyid Hasan seçilmiştir. Bu kişi kaynaklara göre Abdal Musanın babasıdır. Eğer Ibrahim el-Sani Nişaburda ölmüşse, aile ve aileye bağlı olanlar Seyyid Hasanın önderliğinde Nişaburdan çıkıp yollara düşmüştür.
Moğollar Türkistandan Azerbaycana kadar Horasanı baştanbaşa işgal etmişlerdi. Konar-göçer Oğuzlar, kentli kasabalı Türkmen toplulukları, Doğuya değil Batı Iran ve Iraka doğru gidiyorlardı. Moğolların önünden kaçan çok sayıda Horasanlı göçmen Alamuta bağlı Kuhistan bölgesindeki Nizari Ismaili kalelerine sığındı. Hacı Bektaş aile çevresi ve yandaşları en geç 1221 yılı içinde, Kuhistandaki Ismaili kalelerinden birine sığınmışlardı. Büyük olasıyla bu kale, Nizari valisinin oturduğu yerdi. Hacı Bektaş burada önemli biriyle tanışacaktı.
Bu ilk duraklarında ne kadar kaldıkları üzerine yorumlarımıza geçmeden önce Nişabur kenti ve kentin son Moğol işgali hakkında kısa bir bilgi geçelim: Ilk kez Sünni Selçuklu önderi Tuğrul 1038de Nişaburu alıp kendini orada sultan ilan etti. Nasır Husrev, 1052 yılında Horasan hücceti (Imamın tanığı) ve Fatımi Ismaili baş daisi olarak karargahını Belhde kurdu; oradan Nişabur ve Horasanın diğer kentlerine Ismaili propagandasını yönetti. Onun başarıları, Selçuklu yöneticilerinin desteğini alan Sünni ulemanın düşmanlığını yükseltmiş (Farhad Daftary, Ismailis, their history and doctrines, s.204,216) ve kuşkusuz heterodoks Islam inançlı Türkmenler ve Iranlılar (Oniki Imamcılar, yedi Imamcı Ismaililer) bu ortamda kendilerini gizlemek zorunda kalmışlardı. Ancak Hasan Sabbahın Alamut Nizari devletini kurmasından ölümüne kadar (1090-1124) ve ölümünden sonraki Alamut şeflerinin, Melikşah (1063-1092) ve oğullarıyla mücadeleleri boyunca Ismaili daileri Isfahanda Belh ve Nişaburda çok geniş propagandaya girişmişler ve Onikimamcı Şiilerden kendilerine büyük katılımlar olmuştu. Bunlar Sünni Selçuk oğullarının baskılarından ötürü akın akın Hasan Sabbahın kalelerine (darül hicralara) gidip yerleşiyorlardı. Kentlerde kalanlar da gizli ilişkiler içerisindeydiler. Hacı Bektaş Velinin babasının ve dedesinin bu olaylarla ilişkileri olmadıkları söylenemez. Ayrıca çocukluk dönemi hocası Lokman Perendenin bile bu ortam içinde Yesevici olduğu iddiası bizce geçersizdir.
Nişabur 1142de Selçuklu prensi Atsız tarafından ele geçirilmiş ve arkasından Sencer tüm Horasana yeniden egemen olmuştu. Sonra 1174-1185 yılları arasında Toğan Şah Ebu Bekrin egemenliği altına girdi. 1187de Melikşah bin Tekiş ve 1193de Kutbeddin Muhammedi Nişaburun hakimleri olarak görüyoruz. Kent, bölgedeki Harezmşahlar, Karahitaylı ve Selçuklular arasındaki çekişmeler arasında birinden diğerine el değiştiriyordu. Son olarak;
10 Nisan 1221, Cumartesi günü Moğolların eline geçen Nişabur şehrinin sonu (Mervden) daha acıklı oldu. Halk, Kasım 1220de şehir surundan atılan bir ok ile vurulan Tokuçarın ölümünden dolayı cezalandırıldı. Bu nedenle Toluy aman dileyenlerin isteklerini kabul etmiyordu. Şehir zaptedilince 400 sanatkar hariç bütün halk katledildi. Şehir tamamıyla tahrip edilerek çift sürüldü. Gizlenerek sağ kalanları da imha etmek için bir Mogol komutanı 400 Tacik ile harabeler arasına bırakıldı. (V.V. Barthold, Türkistan, s. 472, 558,560; dpnt.385)
Batıya doğru ilerleyen Cengiz Han 1221e doğru Oksusu geçip Buharayı almış. Genç oğlu Toluyu Horasanı fethetmekle görevlendirmişti. Doğu Irana yöneldikleri sırada Cengiz Han 1223te oğullarıyla görüştü. 1225te Mogolistana döndü ve 1227de öldü. Onun ölümü ile bölge geçici olarak biraz nefes aldı. Zaten bölgede Moğollarla mücadele eden sadece Celaleddin Harezmşah idi.
Elbette, Hacı Bektaş ailesi ve yandaşlarının, yerle bir edilmiş, tarla gibi sürülmüş Nişabura bir daha geri gelmiş olmaları düşünülemezdi. O zaman bu aile nereye yerleşmiş ve ergenlik çağına yeni girmiş bulunan Hacı Bektaş eğitimini nerede görmüştü? Farid Daftary, Moğolların Horasanı istila ettikleri yıllar ve Horasanın batı sınırını oluşturan Kuhistan bölgesindeki Nizari kalelerinin durumu hakkında şu bilgileri veriyor:
Alaaddin Muhammed IIIün (1221-1255) ilk yıllarıydı. Sünni ulema dahil (acaba Belhden çıkmış olan Mevlananın babası Bahaaddin Veled de bunlar arasında mıydı? I.K.), Mogolların önünden kaçan çok sayıda Horasanlı göçmenler gelerek Kuhistan bölgesindeki Nizari Ismaili kalelerine sığındılar. Mogollar istilalarının başlangıcından itibaren, Alamut Nizari Ismaili devletinin, diğer küçük prensliklerden daha güçlü olduklarını deneyerek anlamışlardı. Ayrıca Nizari Ismaili önderleriyle Moğollar arasında bir andlaşma yapıldığı anlaşılıyor; çünkü Celaleddin Hasan III (1210-1221) Mogolların batıya hareketinin başlangıcında, Talikanda bulunan Cengiz Hana barış istemiyle gizli bir elçi heyeti gönderdiği biliniyor.
Kuhistan Nizari Ismailileri Mogol istilasından etkilenmedi. Güçlerini, gelişim ve özgür yönetimlerini (saltanatlarını) sürdürdüler. Aralarına katılmış olan sığınmacılarla herşeylerini paylaştılar. Doğrusu, Kuhistan Nizarilerinin bilgin önderi Şihabeddin (Shihab-al Din) bu mültecilere öylesine iyi ve cömert davrandı ki, bu Nizari bölgesinden Alamuta şikayetler oldu; hazinenin kaynakları üzerinde olumsuz etkilenmelerden yakınılıyordu. Alamuttan onun yerine atanmış olan yeni muhtashim (Kuhistan Nizari önderlerine verilen genel ad) Shams al-Din (Şemseddin) de mültecilerde eşit derecede saygı ve hayranlık uyandırdı. Bu olayları ve Kuhistandaki Nizarilerin o zamanki durumunun ayrıntılarını, Minhac-i Sirac adıyla tanınan, 1224-1226 arasında üç kez Kuhistanı ziyaret etmiş bulunan Sünni kadı Minhac al-Din Osman bin Sirac al-Din al Cuzcani anlatmaktadır. Cuzcani, hem yüksek övgüler yaptığı Şihabeddini hem de Şemseddinii tanımış. Hatta Şemseddin ile Sistan adına diplomatik görüşmeler yapmıştı.
Şemseddinin Kuhistana gelişi Nizarilerle, Sistanlı komşuları arasında yeni çatışmaların patladığı dönem rastlar. Sistan Emiri Yamin al-Din Bahramşah, daha önce Hasan III ile iki kez çatışmaya girmişti. Moğollar Sistanı istila ettiyse de fazla kalmadan batıya doğru ilerlediler. Yeniden tehditler ve karışıklıklar başladı Sistanda. Güçlü bir askeri kumandan olan Şemseddin Nizari güçlerin başına geçerek, Sistan Emiri Binaltıgini 1226 yılında kesin bir yenilgiye uğrattı... Kuhistandaki Nizari topluluğu bölgesel işler ve olaylarda Alamuttan bağımsız davranma siyaseti izliyordu; böylece diğer bölgelerle ticaret yolları geliştirdi, bu da ekonomisinin yükselmesine büyük yardımcı oldu. (F.Daftary, Ismailis, s.381,414; Juzjani, Tabaqat , vol 2, s.182-185 ve 186-188).
Hacı Bektaş ve Şemseddin Muhammed Tebrizi
Yukarıda söylediğimiz gibi Hacı Bektaşın aile çevresi ve yandaşları en geç 1221 yılı ortalarında, Kuhistandaki Ismaili kalelerinden birine sığınmışlardı. Büyük olasılıkla bu kale, Nizari valisinin oturduğu yerdi. 1221-1223 yılları arasında tanınmış bilgin ve Ismaili ozanlarının övgü şiirleri yazığı Şihabeddin, muhtashim (Kuhistan Ismaili valilerinin genel adı) idi. Bu Ismaili valisi, Ismaililiğin kurucusu, büyük Imamı Ismailin kardeşi Musa Kazım soyundan gelmiş olan Hacı Bektaş ve ailesine saygıda kusur etmemiş, özel bir değer vermiş olmalıdırlar. Hacı Bektaşın, 1224te Alamut tarafından Kuhistan yöneticisi olarak atanan genç Şemseddin Muhammed (el Tebrizi) ile kurduğu ilişki yaşamlarının son dönemlerine kadar sürecektir.
Yaşamı tamamıyla aydınlanmamış ve (batıni Ismaili) inancının gerektirdiği sırrı hâlâ koruyan Şemseddin Tebrizinin, Alamut Imamı Celaleddin Hasan IIIün (1210-!221) oğlu olduğu ve Imam Ismail soyundan geldiği üzerinde kaynak ve kayıtlar bulunmaktadır.(1) A. Gölpınarlı bu kaynaklardan birincisini göstermekle birlikte, Ismaililerin büyük düşmanı tarihçi Cuveyninin Nev Müsülman Celaleddin Hasanın Alaaddin Muhammedden başka oğlu yoktu diye yazmış olmasını geçerli görüyor, hiç bir kanıt göstermeden. (Aldülbaki Gölpınarlı, agy, s.50)
Şemsin, 12.yüzyılın son on yılının başlarında doğmuş olması olasıdır ve kendisi Şemseddin Muhammed ya da Şemseddin Hasan gibi babasının adıyla çağrılmaktaydı. Bağdad halifesiyle anlaşma yaparak şeriatı benimsemiş olduğu bilinen ve yeni Müslüman Celaleddin Hasanın öldürülmesinin ardından 9 yaşında yerine geçirilen Alaaddin Muhammed ile aynı anadan olmadıkları anlaşılıyor. Hasan IIIün ölümünde (1221) parmağı bulunan başvezir ile Alaaddin Muhammedin anasının anlaşması sayesinde küçük kardeş Alamut tahtına oturtuluyor. Şemseddin Muhammed de böylece dışlanmış olmalıdır.
Ancak üç yıl sonra onun Kuhistan bölge valisi olarak atandığını görüyoruz. 1224-1226 yılları, göçmen sorunları ve yıllardır süren Sistan savaşlarının sonuçlandırılmasında gösterdiği başarılarla hem tanınıyor, hem de Alamut yönetimi tarafından sık sık önemli görevlere atanıyor. 1227den 1235e kadar Kuhistan valisinin, Nasiruddin Tusinin koruyucusu, Nasuriddin Abdurrahman bin Mansur olduğunu görüyoruz. Bu yıllar Şemseddinin Hindistanda Multan, Pencap ve Gucerat bölgelerinde Ismaili davasını yaydığı yıllardır. Buralarda daha sonra, Multanda mezarı bulunan Şemseddin Sebzvari Multani (Ö.1356) ile Şemseddin Tebrizinin söylenceleri birbirine karışmış. Halk arasında daha çok Şemseddin Tebrizi tanınmaktadır.
Öyle anlaşılıyor ki, Şemseddin Tebrizi hakkında bildiklerimizi bir daha gözden geçirmemiz gerekecektir. Onun Kalenderi ve zaman zaman tacir kılığında dolaşıp kendini saklamasını ve Makalatında Ona niçin medreseye uğramadığını soranlara; ben sözlerin görünüşteki ya da açık görünen anlamları üzerinde tartışmaya girmem. Kendi anlayışımla (batıni, iç anlamıyla) tartışsam bana gülerler, kafir derler demesini iyi anlamak gerekir.
Şemseddin üzerine geniş incelemeyi başka bir yazıya bırakarak, özetleyelim. 1242-43lerde Diyar-ı Rumda (Anadoluda) Ismaili davasının görevlisi şef dai olarak bulunan; ancak Mevlevi tarihçilerinin anlattıklarıyla tanıdığımız ve bir yıl boyunca Konyadan ayrıldığını, Mevlananın ağlayarak onu aradığını bildiğimiz Şemseddinin Alamuta çağrıldığını görüyoruz:
Alaeddin Muhammed III, Abbasi halifesi al-Mutasım (1242-1258) diğer birçok Islam liderleri tarafından ortak anlaşmayla düzenlenen bir elçilik heyetinin başına, eski Kuhistan valisi ve şef dailerden Şehabeddin ve Şemseddin Muhammed (Tebrizi) geçirilerek Moğol başkentine (Talikan) gönderildi. Bu heyet 1246 yılının başlarına Mogol Imparatorluğunun başına geçen Göyük Hanın tahta geçme törenlerine katılmıştı. Moğol geneğine göre toplanan kurultaya 2000 kişi bulunuyordu. Alamut önderi Alaeddin Muhammed III, bu heyetle Göyük Hana babası Celaleddin Hasan ile Mogollar arasında yapılan anlaşmayı anımsatan bir memorandum gönderdi. Ancak Nizari elçileri Han tarafından hakarete uğrayıp kovuldular. Memoranduma da ağır sözlerle karşılık verildi. Han, bu olayın hemen arkasından sözlerini uygulamaya koydu ve Elgideyi (Elçigiday) Moğol ordularının başına geçirerek Irana gönderdi. Hedef, Ismaililerin ve Bağdad halifelerinin idaresindeki toprakların zaptı idi. Göyükün Nizarilere karşı düşmanca planları onun ölümünden (1248) sonra halefleri tarafından sürdürüldü. (F.Daftary, agy, s.418; V.V. Barthold, Hz. Hakkı Dursun Yıldız, Mogol Istilasına kadar Türkistan, Ankara,1990,s.511-513)
Genç Hacı Bektaşın Şemseddin gibi birinin koruması altına girmiş olmasıyla, batıni eğitimini bir devlet olarak örgütlenmiş Nizari Ismaililerden, Kuhistan ve Alamutta almış olduğu bir gerçeklik olarak karşımıza çıkıyor. Hacı Bektaşın durumu, 1227de Kuhistan baş daisi Nasuriddin Abdurrahmanın korumasına girmiş büyük Ismaili bilgini Nasıruddin Tusinin (1202-1274) ilişkisine benzer görülmektedir. Bu ilişki sayesinde, onun yaptığı gibi, Alamut kitaplığından ve dai öğretmenlerden yararlanarak eğitimini tamamlamıştır. Konuşmakta olduğu Türkçe ve Farsçayı geliştirdiği gibi Arapçayı da öğrenmiştir. Üç dil ile davayı sözlü ve yazılı yayacak dereceye yükselmişti. Olasıdır ki, Bizans dilini, yani o dönemin Yunancasını da öğrenmişti.
Hacı Bektaşın Makalatında bilim ve akıl-usun tanımları, onsekiz bin alem; büyük evren (makro kosmos) ve küçük evren (mikro kosmos=Insan) ilişkisi, yani evrenin tüm özellikleriyle insanda varoluşu, (Insan küçük bir alemdir; alemde olan herşey, hatta artuğu insanda vardır) insan-evren-tanrı birliği; gökte asılı yetmiş bin kandilin (yıldızın) her birinin birer dünya büyüklüğünde oluşu; kabe insan gönlüdür ve insandan ulusu olmadığından Hac ibadetinin aşamalarının insana hizmet olarak algılanması-anlamlandırılması (Örneğin: Ve hem yoldan taş arıtmak, Kabede arafatta taş atmaya benzer; sakinlikle yürümek, Arafata varmaktır., Makalat, s.75) vb. inanç ve anlayış, eğitimini yaptığı Ismaili yapıtlarına dayanmaktadır.
Hacı Bektaş, Alamut kitaplığında tüm dailerin okuduğu Ummul kitab, Mansur el-Yamaninin Risalat el-alim vel Ghulam, Ihvan-ı Safa Risaleleri, Nasır Husrevinkileri (Sefername ve diğerleri), Hasan Sabbahın Dört Faslı ve Sergüzeştini; 1164de Büyük Kıyameti ilan etmiş Al-a Zikri Selam Hasan IInin oğlu Alaaddin Muhammed II (1210-1221) zamanında Kuhistanlı Abu Ishakın kaleme aldığı, Ismaililiğin yeniden düzenlenip açıklığa kavuşturulmuş ilke ve buyruklarını içeren Haft bab-i Baba Sayyidinayı; yola giriş ilke ve törenleri, dereceleri açıklayan Tusinin Rawdat-ül Taslim vb. yapıtları okuyup yetişmiş bir Ismaili daisiydi...
Ayrıca Ismaili ordusu saflarında (fedayin birlikleriyle) savaşlara da girmiştir Hacı Bektaş. Vilayetnamede, Ahmet Yesevinin onu sözde oğlu Kutbeddin Haydarı kurtarmak için gönderdiği Bedehşan savaşına ilişkin keramet söylencesi, gerçekte Şemseddin Tebrizinin 1226 yılında yönettiği ve zaferle sonuçlandırdığı, Sünni Sistanlılarla yapılan savaştan başkası değildir. Hacı Bektaş bu savaşlara 17-18 yaşlarında bir delikanlıyken katılmış olmalıdır.
Babasının amcası oğlu Seyyid Hasan ailesi ve bazı yandaşlarıyla Azerbaycanda Hoy kentine yerleştiklerinde, belki anneleri de ölmüş bulunan Hacı Bektaş ve kardeşi birlikte Nizari Ismaili eğitim kamplarında eğitim ve öğretimlerini sürdürüyorlardı. Hacı Bektaş, Ismaililer arasında 15 yıldan az kalmamıştır. 1230lu yıllarda bir Ismaili daisi olarak Dava misyonu yüklenip seyahatlara çıkmıştır. Bu görevleri de, Alamut Imamı Alaeddin Muhammed IIIün (1221-1255) onayıyla yüklenmiştir. Dailer listesinin çıkartılması ve görevlerin onaylanıp icazet verilmesi, Fatımi Ismailileri zamanında gelenekselleşmiş-resmileşmişti. Alamut kitaplık ve arşivlerinin 1256da toptan yakılıp yok edilmesi dolayısıyla ele geçmemiş olabilir.
Fatımiler döneminden bir örneği, bizi yakından ilgilendirmesi dolayısıyla vermekte yarar var: 995 yılında, Rey kenti Mutazili (başkadısı) olan Abul Cabbar Hamdani (936-1025), Tathbit Dala il Nubuwwat, s.180 kitabında Kahireyi ziyaret eden dailer listesinde Abul Vefa al-Daylami adı geçmektedir. (1017 yılında öldüğü bilinen, Mineyikli soyağacına göre Zeyd soylu (annesi Kürt) olan Abul Vefa da (I.Kaygusuz, Alevilik...Tarihi ve Uluları I, Istanbul-1995, s.52-54), Fatımi Ismaili daisi olarak Iraktan Azerbaycana Ismaili davasını yayıyordu. Alamut dai listelerinde mutlaka adı vardı, ama olasıdır ki babasının adlarından biri olan Seyyid Muhammed diye çağrılıyordu. Dai, davet eden; Ismaili inancını yayan demektir. Dailer daisi (Imamın vekili, hüccet), Dui l-Kebir (büyük dailer) ve Dui (sıradan dailer, davetçiler) diye üç kısma ayrılıyordu. Hacı Bektaş büyük dailer sırasında yer almış olmalıdır.
Batıni Ismaili Daisi Hacı Bektaş Veli
Hacı Bektaş önce Hindistana gitmiş olabilir. Bu dava gezisi, Şemseddin Tebrizinin Multan, Pencap ve Guceratta Ismaililiği yaydığı döneme rastlar. Onun Hindistanı gezmiş olabileceği, Vilayetnamedeki Güvenç Abdal söylencesinden anlaşılmaktadır. Söylencede Hacı Bektaş Veli, Güvenç Abdalı Delhideki kuyumcu müridinden 1000 altın neziri (adağı) almaya göndermiştir.
Hacı Bektaşın Halep, Şam ve Necefi dolaştığını; Mekke ve Medineye gittiğini ve özellikle Imam Bakırın mezarının başında riyazata (benliği yoketme, nefis eğitimi alıştırmaları, kendine çile çektirme) girdiğini, orada üç yıl hizmette bulunduğunu Vilayetnameden okuyoruz.
Bu sonuncusu çok önemlidir: 5.Imam Muhammed Bakır ve oğlu Imam Caferin, Ismaililiğin kurucuları olarak tanınan Abul Hattab ve Kaddah bin Maymuna batıni tevil bilgisi öğrettiklerine inanılır. Bu iki kişi, her iki Imamı kendi dönemlerinde Tanrının yerdeki mazharı (görünümü, açınımı-epiphany) olarak görmüştür. Imamların görünüşte onları reddettikleri, gerçekte ise sırrı faş ettikleri, yani gizli inancı açığa çıkardıkları için çevrelerinden uzaklaştırdıkları, Ismaili inanç tarihinin önemli olaylarındandır. Abbasi yönetimi tarafından antropomorfist (insan biçimli tanrıya inanan) suçlamasıyla katledilmiş olan bu kişiler, Imam Ismail ve oğlu Muhammedin Hicabı (örtüsü, perdesi) adıyla onları yetiştirenler olarak büyük saygı görürler. Olasıdır ki Hacı Bektaş, Heterodoks Islamın (Aleviliğin) ilk yazılı kaynağı sayılan Abul Hattabın Ummul Kitabında Imam Bakır için anlatılanları mezarı başında tekrar tekrar okudu; soyundan geldiği Imam Musa Kazımın dedesini can gözüyle seyretti.
Yine Hacı Bektaşın Makalatında (s.81-82) Adem Aleyhisselam Sıfatı Beyan Eder başlığını taşıyan bir bölüm vardır. Burada, Tanrının Ademi topraktan yaratması üzerine çok ilginç bir betimleme yapıyor. Yaşadığı zamanın (13.yüzyıl) iyi tanınan yirmiden fazla ülke, kent ve bölge adlarını tek tek vererek, Ademin organlarının herbirinin, bunlardan birinin toprağından yaratıldığını söylemekte. Çok büyük olasılıkla, tüm bu ülke, kent ve bölgeler, gezip gördüğü, kendi ölçülerince değerlendirdiği yerlerdir. Üzerinde biraz düşünülünce, her organın işlevinin, toprağından yapılmış olan kentin ya da ülkenin özelliklerini gösterdiği anlaşılır. (Makalattaki bu pasajı, yüzyıl sonra Fazlullah Hurufi (Ö. 1393-4) Cavidannamesinde kullanmıştır.) Burada geçen coğrafi adlara bakılırsa, Buharadan Mısır ve Kuzey Afrikaya, Hindistandan Konstantiniyeye (Istanbul) uzanan kent ve ülkelerinin çoğunu yıllarca gezmiş olabileceği varsayılabilir.
Otuz yaşlarındaki genç Ismaili daisi olarak batıni derviş Hacı Bektaşın son durağı Rum diyarı, yani Anadolu olmuştur. Ancak onu Anadoluya gönderen Ahmet Yesevi değil, Alamut Imamı Alaeddin Muhammed III (1221-1255) olmuştur. Alamuttan Horasanlı Baba Ilyasa yeni bilgiler getirmiş ve onun hizmetine girmiştir. Aşık Paşaoğlunun söylemiyle Bu Hacı Bektaş... kardeşiyle Anadoluya gelmeye heves ettiler... O zamanda Baba Ilyas gelmiş, Anadoluda oturur olmuştu. Meğer onu görmeğe gelmişler. Onun dahi hikayesi çoktur... Aşık Paşa gibi saray uşağı tarih ve menakib yazıcıları, bu çok hikayeleri alabildiğine kısaltmış ve gerçeklikten uzaklaştırarak Baba Ilyasın, Hacı Bektaşınkileri değil, kendi hikayelerini aktarmışlar.
Hacı Bektaşın başından beri içinde ve stratejik katkılarda bulunduğu Baba Ilyas ve Baba Ishakın yönettiği Babai Halk hareketinden Alamutun habersiz olduğu düşünülemez. Baba Ilyasın dahi Dede Garkının yerine geçirilmiş bölge baş daisi olması çok mümkündür. Suriye Ismaili kalelerinden yardım gelmiş olması da doğaldır. Bu arada Selçuklu Sultanlarının Alamuta her yıl belli miktarda vergi verdiklerini Ismaili kaynaklarından öğreniyoruz. En büyük Selçuk Sultanının da Alamuta vergi vermiş olması düşündürücüdür :
1227 yılında ise Suriye baş daisi Mecdeddin Rum Selçuklu Sultanı Alaaddin Keykubata ellçisini gönderip ondan Sultanlık tarafından Alamuta her yıl düzenli gönderilen 2000 Dinarı talep etti. Sultan bir süre onu oyaladı ve Alamut yöneticisine (Alaaddin Muhammed III) (1221-1255) danıştı. Alamut Imamı, Suriye şefinin talebini onaylayarak, verginin Suriye Ismaililerine verilmesini söyledi. Bunun üzerine vergi Suriye Ismaili topluluğuna gönderildi. (Al Hamawi, al- Tarikh-i al-Mansuri, s.340dan aktaran Farhad Daftary, agy. s.420)
Babai hareketinin bağımsız olduğu kesindir. Çünkü yine, 12.yüzyılın ikinci yarısında büyük Suriye baş dai'si Raşidüddin Sinanın (Ö.1193-1194), Alamut Imamı Hasan II (Ö.1166) tarafından atanmış olmasına rağmen, Alamuta yaptıkları işler hakkında bilgi geçmenin ve karşılıklı ekonomik yardımlaşmanın dışında bağımsız hareket ettiğini biliyoruz.
Baba Ilyasın piri olan Dede Garkının Abul Vefa yolağından olduğunu ve dolayısıyla Baba Ilyas ile Baba Ishakın Abul Vefaya bağlı bulunduklarını Osmanlı tarihçileri ve menakıbname yazarları da söylemektedirler. Yukarıda değindiğimiz üzere Abul Vefa, Fatımi Ismaililerin 995 yılı listesinde Daylam baş daisi olarak geçiyor. Yaşamının son zamanlarında ise Irakta Bağdad baş daisi görevinde bulunmuş olup, Abul Vefa Bağdadi adıyla anılmaktadır. Baştan beri verdiğimiz tüm bu tarihsel bilgi ve olaylar, Hacı Bektaşın ve Babai ayaklanması önderlerinin batıni Ismaililerle ilişkileri bulunduğunu göstermektedir. Unutmayalım ki, halk arasında Alamut önderleri Baba Seyyidina diye çağrılıyordu.
Vilayetnamede Hacı Bektaş Velinin yaşamına ilişkin anlatılanlar, yazarın halkın arasından ve başka menakıbnamelerden derlediklerinin, dönemin yöneticisinin inançsal ve siyasal istekleri doğrultusunda kaleme almış olduklarıdır. Dikkat edilirse Hacı Bektaş, Vilayetnamesinde batıniliğinden bir suçmuş gibi - aklanıp, sünnileştirilmiş. Keramet sahibi bir velidir, yani Tanrı dostudur; ama en büyük kerametlerinden biri olan tek danesini dökmeden darı çeçi üzerinde otururken bile ona namaz kıldırtılmıştır. Ayrıca Vilayetnameye sokulan bazı keramet ögeleri, çok daha önce yaşamış veliler tarafından gösterilenlerin yinelenmesidir.
Örgütlü batıniliğin son temsilcileri Nizari Ismaililerin (1090-1256), Sünni yönetimler tarafından Islam düşmanı, dinsiz, katil, her türlü kötülüğü yapmaya hazır şeytan gibi görülmesi nedeniyle menakıbname yazarları dai ve Ismaili adları kullanmaktan çekinmişlerdir. Oysa Vilayetnamede Hacı Bektaşı ziyarete gelmiş olduklarından sözedilen Horasanlı Kalenderiler, Ismaililerden başkası değildir.
Gerçek böyle iken, Hacı Bektaş Veli, Nizari Ismaililerle ilişkisi bir yana içinden geldiği Babailerden bile uzaklaştırılmış ve hala Babai ayaklanmasına katıldı-katılmadı tartışması yapılıyor. Onu Sünni göstermek için Nakşibendiler Hacı Bektaş'a amcazade diyor ve onun batıliğini-Aleviliğini iftira kabul ediyorlar.
Sonuç
Hacı Bektaş Velinin Makalatı karşılaştırmalı incelendiğinde, Ismaili kitaplarındaki Tanrı inancı, din ve felsefe anlayışı, yola giriş kuralları aynen bulunabilir. Bazılarının ise üstü örtülmüş, farklı adlarla verilmiş, takiyyeye gerek duyulmuştur.
Hacı Bektaşın Selçuklu Prenslerinin çatışmalarında Izzeddin Keykavusa destek vermesi ve Bizansa yakınlık duyması, Anadoluda merkezi birliğin kurulması amacı kadar, antik Ege Uygarlıklarının son mirasçısı olan ileri Bizans uygarlığından yararlanma ve Islam-Hristiyanlık ayırımı yapmadan insanlığı birleştirme hedefi taşır.
Hacı Bektaş Veli, 1256da Alamutun Moğollar tarafından yerle bir edilmesi sonucu Ismaililerle ilişkisini kesmiş, ama batıni inancın doruğunda; zamanın kurtarıcı imamı olarak ortaya çıkıp, Alamut Imamlarının temsil ettiği (Haft bab-ı Baba Seyyidinaya göre Alamut Imamı Aliyi temsil ediyor, bütün Ismaili inançlıların her biri de Salmannın makamında bulunuyordu, yani birer Salman idiler.) Alinin donuna bürünmüştür. Bunu pekçok Alevi-Bektaşi ozanı işlemiştir. Biz Sadece Hasan Dededen (Ö.1469) bir tek dörtlükle örnekleyelim:
Yerlerin göklerin binasın düzen
Ak üstünde kara yazılar yazan
Engür şerbetini Kırklara ezen
Hünkar Hacı Bektaş Ali kendidir
Son cümle olarak;Hacı Bektaşın Yeniçerilerin Piri yapılması ya da gösterilmesi, Osmanlının tarihsel bir siyaset kurnazlığıdır.