Silencio
Kayıtlı Üye
Bazılarımız sinema salonlarına yalnızca gözlerimize güzel ve çekici bir ziyafet sunmak ve çıkışta “vay be” demek için gider. En azından bilim kurgu ya da aksiyon filmlerine gittiğimiz zaman hepimizin umudu bu yönde olur. En son Guillermo Del Toro imzalı Pacific Rim ve Neil Blomkamp’ın Elysium’u bu görevi yerine getirmişti. Özellikle gözlerimizin bayram edeceği 2015 senesini heyecanla beklerken, geçmişe doğru küçük bir yolculuk yapıp Kubrick’in 2001: A Space Odyssey’deki yenilikçi teknolojisine ve The Matrix’in çarpıcı özel efektlerine bakalım.
‘Avatar’ (2009)
James Cameron’ın 2009 tarihli efsane bilim kurgu filmi Avatar, görsel efektleriyle herkesi büyülemiş ve hepimizi 3 boyutlu sinemanın tutkunu haline getirmişti. Normalde bir filmin teknik başarıları, hikayesinin zayıflığını kapatacak güce sahip olamazken bu durum Avatar’da tam tersi şekilde işlemişti. Cameron’ın büyüleyici Pandora betimlemesi, gözlerimizin daha önce görmediği güzellikleri bize sunarken, bu güzelliklerin ardındaki ekip ise sinema tarihinin en iyi CGI karakterlerinin bazılarına da imza atmıştı. Avatar’ı kocaman bir ekranda, 3 boyutlu olarak seyretmek her sinema seyircisi için unutulmaz bir deneyimdi -buna hiç şüphe yok.
‘The Fall’ (2006)
Pek çoğunuzun Immortals ile ismini duyduğu Tarsem Singh imzalı The Fall, belki de sinema tarihinin en iyi görsel zenginliklerinden biridir. Film, beş efsanevi kahramanın fantastik öyküsünü bir anlatıcının dilinden anlatırken genç bir kızın da gerçek misali ve bir hayli renkli hayalleriyle canlandırıyordu. Bu beş kahraman parıltılı adalar ile uçsuz bucaksız çölleri geçiyor, Aztek tapınaklarında asker sürüleriyle çarpışıyor ve birbirinden güzel diyarlara yelken açıyordu. The Fall, öyle nefes kesici bir hayal gücünün yansımasıydı ki kimse bu öykünün bitmesini istememişti.
‘Hero’ (2002)
Eğer çekimi en “güzel” olan filmi soracak olursanız, alacağınız cevap pek çok kişiye göre aynıdır: “Hero”. 2002 tarihli bu Çin dövüş sanatı filminde yalnızca türünün en huşu uyandıran kavga sahnelerini görmekle kalmıyor, aynı zamanda her biri birer fotoğraf karesi niteliğindeki muhteşem görüntülere tanıklık ediyorduk. Film sarı yaprak dizilerinden, şelalelerde gezinen yeşil giysili savaşçılara kadar canlı renklerden oluşan bir tema üzerine kuruluydu.
‘The Matrix: Reloaded’ (2003)
İlk Matrix filmi gerçekten de unutulmaz efektlere sahipti fakat serinin ikinci filmi, bu konuda ilkine parmak ısırttıracak kadar başarılıydı. Yüzlerce klonunun Ajan Smith’e saldırdığı sahneden tutun Trinity’nin perendeleri, vuruşları ve yavaş çekimde ateş ederken gökdelenden geri geri düştüğü sahneye kadar pek çok anıyla seyircinin ağzını bir karış açık bırakan bir filmi Reloaded.
‘2001: A Space Odyssey’ (1968)
Kubrick’in bu efsanevi bilim kurgu başyapıtı, sinema adına en şaşırtıcı ve çekici özel efektlerden birine imza atmıştır. Seyirci, 1968 yılında 2001′i izlemeye gittiğinde neyle karşı karşıya kaldığına anlam verememişti en başta. Film, rengarenk bir uzay ve küçük dilimizi yutmamıza sebep olan Star Gate sekansını sunuyordu. 45 yıl sonra bile bu film, gözler ve zihinler için fütüristik bir şölen kıvamında kalmaya devam ediyor.
‘Sin City’ (2005)
Robert Rodriguez ve Frank Miller’ın birlikte yönettiği Sin City, 2000′lerin başında seyrettiğimiz en yenilikçi özel efektlere imza atan filmlerden biriydi. Neo-noir janrının güncel bir örneği olan film doygun siyah ve beyaz evirtimleri ve bunlara eklenmiş patlak renklerle kendini gösteriyordu. Bir grafik romanı, çizgi-roman-misali efektlerle izlemekten daha güzel ne olabilir ki?
‘Baraka’ (1992)
Ron Fricke’nin bu sene seyrettiğimiz Samsara’sından 20 yıl kadar önce yaptığı belgeseli Baraka, çok çeşitli medeniyetleri ve kültürleri ziyaret eden büyüleyici bir yapımdı. 70 mm filmle çekilen belgesel, Kenyalı kabilelerin merasimlerinden tutun Kuveyt’in yanan petrol sahalarına kadar farklı kültürlerin yaşamlarını gözler önüne seriyordu. Fricke’nin saniyede 24 çerçeveden az çektiği görüntüleri, yavaş çekimleri ve durgun, huzur veren görüntüleri ile daha önce görmediğimiz mekanlar ve insanlar hakkında ayrıntılı bilgi sahibi oluyorduk. Blu-ray koleksiyonu yapan herkes için nadide ve gerekli bir parçadır “Baraka.”
‘The Fountain’ (2006)
Darren Aronofsky imzalı üç paralel yaşamın öyküsünü anlatan bu film gözler için şölen kıvamındaki bir diğer yapım. Hugh Jackman’ın çağdaş bilim insanı karakteri, 16′ncı yüzyıl imparatoru ve bir balon içinde gezinen keşiş tiplemeleriyle Aronofsky, seyircisini göz alıcı görüntüler eşliğinde bir zaman yolculuğuna davet ediyordu. Jackman’ın parıltılı balonunda atmosferi kat ederkenki her hali, duvarınızda yer edinmeyi hak eden bir fotoğraf olmakla beraber çoğu zaman hayranların bilgisayar masaüstünü süslemişti.
‘Inception’ (2010)
Eğer Christopher Nolan’ın zihni yoran filmi Inception’ın teması aklınızı başınızdan almaya tek başına yeterli olmadıysa yavaş çekim patlamalar, katlanan şehirler, yer çekimsiz ortamdaki kavga sahneleri verelim? Hiç şüphe yok ki Inception, zeka işi senaryosu kadar başarılı görsel efektleri barındıran birkaç filmden biridir.
‘The Tree of Life’ (2011)
Terrence Malick’in yaşam ve tinsellik üzerine bir meditasyon denemesi olan The Tree of Life, bazı bölümleri dolayısıyla sinema seyircisini ikiye ayırmıştı. Filmde hiçbir repliğin/diyaloğun olmadığı 15 dakikalık bir sekans, bu ayrımı yaratan sebeplerden biriydi. Her ne kadar bu sekans bir takım seyirciyi sıkmış ya da onlara anlamsız gelmiş olsa da (yaşamın yaratılışını anlatıyor, hadi ama!), tartışmasız olarak bugüne kadar çekilmiş en güzel ve yaratıcı film sekanslarından biriydi. Malick, filmin bu bölümünde yaşamın var oluşunu 2001: A Space Odyssey’de çalışan görsel efektçilerle yaratırken aynı zamanda arka planda hem sakinleştirici hem de sarsıcı bir müzik veriyordu. Film izleme konusunda sabırsızlıktan ölenler için bile bu sekans sonsuz takdiri hak ediyordu.
‘Antichrist’ (2009)
Willem Dafoe ve Charlotte Gainsbourg’un başrollerinde oynadığı Lars von Trier filmi Antichrist’ı seyredenlerin çoğu, filmin fragmanında gördükleri nefis görseller için bu filmin karşısına geçmiştir. Fakat Trier’i tanımayanlar bilmiyordu ki bu film bir takım akıl almayacak sürprizlere gebeydi. Bu bir yana, Antichrist saf bir güzelliği olan, yüksek çözünürlüklü görüntüleri yavaş çekimde sunan ve parıltılı ayışığı sahneleriyle göz dolduran bir filmdi. Her ne kadar seyretmesi oldukça güç bir film olsa da Trier’in çılgın zihnine tanık olup onu deneyimlemek için kaçırılmaz bir fırsattı.
‘Enter the Void’ (2009)
Arjantinli sinemacı Gaspar Noe, Enter the Void’da bizi gerçek anlamda devasa bir yolculuğa çıkarıyordu. Filmin büyük kısmı birincil kişinin gözünden yansıtılırken, ana karakterin DMT isimli sanrı yaratan ve beynin ölüm esnasında salgıladığı maddelerden biriyle aynı yapıda olan bir uyuşturucuyu almasıyla seyirci daha önce karşılaşmadığı bir yolculuğa çıkıyordu. Deli işi, karmakarışık renkleri; bulanık, balık gözü lenslerle yapılan çekimleri ve bazı şaşırtıcı sahneleri de barındıran yapım, halüsinatif etkiyi tatmak isteyen gözler için iki buçuk saatlik bir hazineydi.
’300′ (2006)
Frank Millet imzalı bir diğer grafik roman olan 300′ün beyazperde uyarlaması da gözler için şölen kabul edilebilir. Görsel efekt alanında büyük başarı yaratan film, açık ve doygun olmayan renklerden oluşan özgün renk şeması ile dikkat çekiyordu. Bu sayede çorak Yunan diyarlarını ve yarı çıplak Spartalı askerleri daha gerçekçi gösteriyordu. Kötü denebilecek senaryosu bir tarafa, özellikle yavaş çekim aksiyon sahnelerini sevenler için 300, gözlerinize eğlencelik bir şeyler sunabilmek adına koleksiyonunuzda yer alması gereken bir yapım.
‘Avatar’ (2009)
James Cameron’ın 2009 tarihli efsane bilim kurgu filmi Avatar, görsel efektleriyle herkesi büyülemiş ve hepimizi 3 boyutlu sinemanın tutkunu haline getirmişti. Normalde bir filmin teknik başarıları, hikayesinin zayıflığını kapatacak güce sahip olamazken bu durum Avatar’da tam tersi şekilde işlemişti. Cameron’ın büyüleyici Pandora betimlemesi, gözlerimizin daha önce görmediği güzellikleri bize sunarken, bu güzelliklerin ardındaki ekip ise sinema tarihinin en iyi CGI karakterlerinin bazılarına da imza atmıştı. Avatar’ı kocaman bir ekranda, 3 boyutlu olarak seyretmek her sinema seyircisi için unutulmaz bir deneyimdi -buna hiç şüphe yok.
‘The Fall’ (2006)
Pek çoğunuzun Immortals ile ismini duyduğu Tarsem Singh imzalı The Fall, belki de sinema tarihinin en iyi görsel zenginliklerinden biridir. Film, beş efsanevi kahramanın fantastik öyküsünü bir anlatıcının dilinden anlatırken genç bir kızın da gerçek misali ve bir hayli renkli hayalleriyle canlandırıyordu. Bu beş kahraman parıltılı adalar ile uçsuz bucaksız çölleri geçiyor, Aztek tapınaklarında asker sürüleriyle çarpışıyor ve birbirinden güzel diyarlara yelken açıyordu. The Fall, öyle nefes kesici bir hayal gücünün yansımasıydı ki kimse bu öykünün bitmesini istememişti.
‘Hero’ (2002)
Eğer çekimi en “güzel” olan filmi soracak olursanız, alacağınız cevap pek çok kişiye göre aynıdır: “Hero”. 2002 tarihli bu Çin dövüş sanatı filminde yalnızca türünün en huşu uyandıran kavga sahnelerini görmekle kalmıyor, aynı zamanda her biri birer fotoğraf karesi niteliğindeki muhteşem görüntülere tanıklık ediyorduk. Film sarı yaprak dizilerinden, şelalelerde gezinen yeşil giysili savaşçılara kadar canlı renklerden oluşan bir tema üzerine kuruluydu.
‘The Matrix: Reloaded’ (2003)
İlk Matrix filmi gerçekten de unutulmaz efektlere sahipti fakat serinin ikinci filmi, bu konuda ilkine parmak ısırttıracak kadar başarılıydı. Yüzlerce klonunun Ajan Smith’e saldırdığı sahneden tutun Trinity’nin perendeleri, vuruşları ve yavaş çekimde ateş ederken gökdelenden geri geri düştüğü sahneye kadar pek çok anıyla seyircinin ağzını bir karış açık bırakan bir filmi Reloaded.
‘2001: A Space Odyssey’ (1968)
Kubrick’in bu efsanevi bilim kurgu başyapıtı, sinema adına en şaşırtıcı ve çekici özel efektlerden birine imza atmıştır. Seyirci, 1968 yılında 2001′i izlemeye gittiğinde neyle karşı karşıya kaldığına anlam verememişti en başta. Film, rengarenk bir uzay ve küçük dilimizi yutmamıza sebep olan Star Gate sekansını sunuyordu. 45 yıl sonra bile bu film, gözler ve zihinler için fütüristik bir şölen kıvamında kalmaya devam ediyor.
‘Sin City’ (2005)
Robert Rodriguez ve Frank Miller’ın birlikte yönettiği Sin City, 2000′lerin başında seyrettiğimiz en yenilikçi özel efektlere imza atan filmlerden biriydi. Neo-noir janrının güncel bir örneği olan film doygun siyah ve beyaz evirtimleri ve bunlara eklenmiş patlak renklerle kendini gösteriyordu. Bir grafik romanı, çizgi-roman-misali efektlerle izlemekten daha güzel ne olabilir ki?
‘Baraka’ (1992)
Ron Fricke’nin bu sene seyrettiğimiz Samsara’sından 20 yıl kadar önce yaptığı belgeseli Baraka, çok çeşitli medeniyetleri ve kültürleri ziyaret eden büyüleyici bir yapımdı. 70 mm filmle çekilen belgesel, Kenyalı kabilelerin merasimlerinden tutun Kuveyt’in yanan petrol sahalarına kadar farklı kültürlerin yaşamlarını gözler önüne seriyordu. Fricke’nin saniyede 24 çerçeveden az çektiği görüntüleri, yavaş çekimleri ve durgun, huzur veren görüntüleri ile daha önce görmediğimiz mekanlar ve insanlar hakkında ayrıntılı bilgi sahibi oluyorduk. Blu-ray koleksiyonu yapan herkes için nadide ve gerekli bir parçadır “Baraka.”
‘The Fountain’ (2006)
Darren Aronofsky imzalı üç paralel yaşamın öyküsünü anlatan bu film gözler için şölen kıvamındaki bir diğer yapım. Hugh Jackman’ın çağdaş bilim insanı karakteri, 16′ncı yüzyıl imparatoru ve bir balon içinde gezinen keşiş tiplemeleriyle Aronofsky, seyircisini göz alıcı görüntüler eşliğinde bir zaman yolculuğuna davet ediyordu. Jackman’ın parıltılı balonunda atmosferi kat ederkenki her hali, duvarınızda yer edinmeyi hak eden bir fotoğraf olmakla beraber çoğu zaman hayranların bilgisayar masaüstünü süslemişti.
‘Inception’ (2010)
Eğer Christopher Nolan’ın zihni yoran filmi Inception’ın teması aklınızı başınızdan almaya tek başına yeterli olmadıysa yavaş çekim patlamalar, katlanan şehirler, yer çekimsiz ortamdaki kavga sahneleri verelim? Hiç şüphe yok ki Inception, zeka işi senaryosu kadar başarılı görsel efektleri barındıran birkaç filmden biridir.
‘The Tree of Life’ (2011)
Terrence Malick’in yaşam ve tinsellik üzerine bir meditasyon denemesi olan The Tree of Life, bazı bölümleri dolayısıyla sinema seyircisini ikiye ayırmıştı. Filmde hiçbir repliğin/diyaloğun olmadığı 15 dakikalık bir sekans, bu ayrımı yaratan sebeplerden biriydi. Her ne kadar bu sekans bir takım seyirciyi sıkmış ya da onlara anlamsız gelmiş olsa da (yaşamın yaratılışını anlatıyor, hadi ama!), tartışmasız olarak bugüne kadar çekilmiş en güzel ve yaratıcı film sekanslarından biriydi. Malick, filmin bu bölümünde yaşamın var oluşunu 2001: A Space Odyssey’de çalışan görsel efektçilerle yaratırken aynı zamanda arka planda hem sakinleştirici hem de sarsıcı bir müzik veriyordu. Film izleme konusunda sabırsızlıktan ölenler için bile bu sekans sonsuz takdiri hak ediyordu.
‘Antichrist’ (2009)
Willem Dafoe ve Charlotte Gainsbourg’un başrollerinde oynadığı Lars von Trier filmi Antichrist’ı seyredenlerin çoğu, filmin fragmanında gördükleri nefis görseller için bu filmin karşısına geçmiştir. Fakat Trier’i tanımayanlar bilmiyordu ki bu film bir takım akıl almayacak sürprizlere gebeydi. Bu bir yana, Antichrist saf bir güzelliği olan, yüksek çözünürlüklü görüntüleri yavaş çekimde sunan ve parıltılı ayışığı sahneleriyle göz dolduran bir filmdi. Her ne kadar seyretmesi oldukça güç bir film olsa da Trier’in çılgın zihnine tanık olup onu deneyimlemek için kaçırılmaz bir fırsattı.
‘Enter the Void’ (2009)
Arjantinli sinemacı Gaspar Noe, Enter the Void’da bizi gerçek anlamda devasa bir yolculuğa çıkarıyordu. Filmin büyük kısmı birincil kişinin gözünden yansıtılırken, ana karakterin DMT isimli sanrı yaratan ve beynin ölüm esnasında salgıladığı maddelerden biriyle aynı yapıda olan bir uyuşturucuyu almasıyla seyirci daha önce karşılaşmadığı bir yolculuğa çıkıyordu. Deli işi, karmakarışık renkleri; bulanık, balık gözü lenslerle yapılan çekimleri ve bazı şaşırtıcı sahneleri de barındıran yapım, halüsinatif etkiyi tatmak isteyen gözler için iki buçuk saatlik bir hazineydi.
’300′ (2006)
Frank Millet imzalı bir diğer grafik roman olan 300′ün beyazperde uyarlaması da gözler için şölen kabul edilebilir. Görsel efekt alanında büyük başarı yaratan film, açık ve doygun olmayan renklerden oluşan özgün renk şeması ile dikkat çekiyordu. Bu sayede çorak Yunan diyarlarını ve yarı çıplak Spartalı askerleri daha gerçekçi gösteriyordu. Kötü denebilecek senaryosu bir tarafa, özellikle yavaş çekim aksiyon sahnelerini sevenler için 300, gözlerinize eğlencelik bir şeyler sunabilmek adına koleksiyonunuzda yer alması gereken bir yapım.
Son düzenleme: