gelmiş gecmıs en tanınmaıs edebıyatcılar

SanK0

Kayıtlı Üye
Attila İlhan, 1925-

Günümüz şair. romancı ve yazarlarından.

Attila İhan Menemen’de doğdu. Bir süre Hukuk Fakültesi’ne devam etti, ancak ara vererek Paris’e gitti (1949). İstanbul’a döndüğünde Ali Kaptanoğlu adıyla senaryolar yazdı. Son Paris yolculuğu dönüşünde İzmir’e yerleşerek Demokrat İzmir gazetesine genel yayın yönetmeni oldu. Ardından Ankara’da Bilgi Yayınevi’nin danışmanlığım yaptı.

İlk şiiri 1941 yılında, Yeni Edebiyat dergisinde yayımlandı. 1948 yılında İlk şiir kitabı Duvar’ı bastırdı.

Şiirleri ve yazıları İstanbul, Yücel, Gün, Fikirler, Varlık, Aile, Seçilmiş Hikayeler, Kaynak, Ufuklar, Mavi, Yeditepe, Dost, Yelken, Ataç, Yön dergilerinde çıktı.

Mavi dergisinde genç kuşak yazarlarına öncülük eden Attila İlhan, bir süre Yelken, Sanat Olayı ve Yön dergilerini de yönetti.

Şiirlerinde “zengin imgeler”e, “taşkın duyarlıklar”a yer veren Attila İlhan, Orhan Veli Kanık ve arkadaşlarının başlattığı Garip akımına karşı kendine özgü bir çizgi oluşturdu. şiirleriyle olduğu kadar romanlarıyla da “yakın tarihimizin” sorunlarına eğildi,

Bazı senaryo çalışmalarıyla TV dizilerine imza attı. Deneme kitapları da hazırlayan Attila İlhan’ın gezi yazıları Abbas Yolcu adıyla yayımlandı.

Bir şiiriyle 1946 yılında CHP Armağanı�nı, Tutuklunun Günlüğü adlı şiir kitabıyla 1974 Türk Dil Kurumu Ödülü’nü, Sırttan Payı adlı romanıyla 1974-75 Yunus Nadi Armağanı’nı kazandı.

Eserleri

Duvar, Sisler Bulvarı, Yağmur Kaçağı, Ben Sana Mecburum, Belâ Çiçeği, Yasak Sevişmek, Tutuklunun Günlüğü, Abbas Yolcu , Aydınlar Savaşı, Ayrılık Sevdaya Dahil, Batı’nın “Deli Gömleği”, Bıçağın Ucu, Böyle Bir Sevmek , Dersaadet’te Sabah Ezanları, Elde Var Hüzün , Faşizmin Ayak Sesleri, Fena Halde Leman , Gerçekçilik Savaşı, Haco Hanım Vay!.., Hangi Batı, Hangi Edebiyat , İkinci Yeni Savaşı, Kadınlar Savaşı, Kimi Sevsem Sensin , Korkunun Krallığı, Kurtlar Sofrası, O Karanlıkta Biz, Sağım Solum Sobe, Sırtlan Payı, Sokaktaki Adam , Sosyalizm Asıl Şimdi, Ulusal Kültür Savaşı, Yanlış Kadınlar Yanlış Erkekler, Yaraya Tuz Basmak , Zenciler Birbirine Benzemez ,
 
Abdi İpekçi, 1929-1979

Günümüz yazarlarından. Gazeteci.

Abdi İpekçi İstanbul�da doğdu. Orta öğrenimim Galatasaray Lisesi’nde tamamladı (1948). Bir süre İÜ Hukuk Fakültesi’nde okudu. Küçük yaşlarda gazeteciliği seçti.

Çalıştığı gazeteler sırasıyla Yeni Sabah, Yeni İstanbul, İstanbul Ekspres, Milliyeti. Milliyet gazetesinde genel yayın müdürü ve başyazar olarak görev aldı.

1 şubat 1979′da bir suikast sonucu yaşamım yitirdi. Basın şehidi olarak tarihimize geçti.

Eserleri

Anayasa, Yasalar, Devlet , Dünyanın Dört Bucağından, Liderler Ne Diyor, İnönü Atatürk’ü Anlatıyor, İhtilalin İçyüzü, Afrika,



Ali Nasuh MAHRUKİ, 21 Mayıs 1968’de İstanbul’da doğdu, ilk ve orta öğrenimini Şişli Terakki Lisesi’nde tamamladıktan sonra 1992 yılında Bilkent Üniversitesi İşletme Fakültesi’nden mezun oldu. Dağcılıkla 1988 sonlarında, isim babalığını ve üç yıl boyunca başkanlığını yaptığı Bilkent Üniversitesi Doğa Sporları Topluluğu’nda - DOST - tanıştı. Yazar, fotoğrafçı ve profesyonel sporcu olan Mahruki, dağcılık, mağaracılık, yamaç paraşütü, aletli dalış, motor sporları, yelken ve bisiklet sporları yapmaktadır.

1992 - 1994 yılları arasında, Sovyet Asya’nın en yüksek (7000 metrenin üzerinde) beş dağına tırmanarak, (Khan Tengri – Lenin – Korjenevskoy – Communism – Pobeda) Rusya Dağcılık Federasyonu tarafından verilen “Kar Leoparı” ünvanını alan az sayıdaki batılı dağcıdan biri oldu. Dünyanın en zorlu ve tehlikeli 7000’lik dağlarından biri olan Pobeda dağının 8. solo tırmanışını yaptı.

1995 yılında, Everest dağına tırmanan ilk Türk ve dünyadaki ilk müslüman dağcı oldu.

1996 yılında, Camel Trophy Türk takımına girerek Kalimantan’da Türkiye’yi temsil etti ve ekip olarak, Takım Ruhu değerlendirmesinde dünya ikincisi, genel sonuçlarda dördüncülük elde ettiler. Aynı yıl, dünyanın yedi kıtasının her birinin en yüksek dağına tırmanmayı içeren, “Yedi Zirveler” projesini tamamlayan dünyadaki 44. dağcı ve en genci oldu. (Everest, Aconcagua, Vinson, Kilimanjaro, Mc. Kinley, Elbruz, Kosciusko.)

1997 yılında, motosiklet ile Türkiye, İran, Pakistan, Hindistan, Nepal ve Sıkkım’ı içeren 21.000 kilometrelik bir yolculuk yaptı. 8201 metrelik Cho Oyu dağına yaptığı tırmanışla, Türkiye’nin en yüksek solo tırmanışını gerçekleştirdi.

1998 yılında, 8516 metrelik Lhotse dağına yaptığı tırmanışla, Türkiye’nin en yüksek oksijensiz tırmanışını gerçekleştirdi. Aynı yıl 8163 metrelik Manaslu dağını denedi.

2000 yılında, dünyanın en zorlu ve tehlikeli dağlarının başında gelen, dünyanın 2. yüksek dağı 8611 metrelik K2 dağının ilk Türk tırmanışını, oksijensiz olarak gerçekleştirdi.

2001 yılında, Kuzey Alaska’nın son derece sert iklimi ve coğrafyasında, çok özel olarak hazırlanan “Arktik Koşullarda Hayatta Kalma” eğitimi aldı. 7546 metrelik Muztag Ata dağına tırmandı. (Türkiye’nin en yüksek kayaklı tırmanışı.)

2002 yılında, Himalayaları motosikletle aşarak Batı Tibet’teki kutsal Kailash dağını ve Everest dağının Ana Kampını ziyaret etti.

2003 yılında bugüne dek sadece bir kez gerçekleştirilen, dünyanın en kuzeyindeki 7000 metreden yüksek dağ olan Pobeda dağının kış tırmanışını denedi.

2003 - 2004 yılı, 55. Dönem Milli Güvenlik Akademisi eğitim – öğretim dönemini, bugüne dek ilk kez sivil toplum örgütlerinden kabul edilen bir müdavim olarak başarı ile tamamlamıştır.

2004 yılında, Kuzey Hindistan’ın Himachal Pradesh, Ladakh, Zanskar ve Keşmir eyaletlerini içeren, “5602” ve “5328” metrelerle dünyanın en yüksek araç kullanılabilen yollarının aşıldığı bir motosiklet seyahati gerçekleştirdi. ABD’nin 4 farklı eyaletinde, 4 üniversite, 2 doğada liderlik okulu, 5 arama ve kurtarma ekibi ve 3 Türk derneğinde, dağcılık, liderlik, arama ve kurtarma, Türkiye ve Türk Gençliği konularında seminerler verdi ve konuşmalar yaptı.

Arama Kurtarma Derneği – AKUT kurucu üyesi ve başkanı, Ulusal Güvenlik ve Stratejik Araştırmalar Derneği – UGSAD, Türkiye Milli Olimpiyat Komitesi, Sualtı Araştırmaları Derneği – SAD, Gezginler Kulübü ve Türk Eğitim Derneği – TED üyesidir. Bahçeşehir Üniversitesi’nde üç yıl “Takım Çalışması ve Liderlik” dersi vermiştir ve bu konularda motivasyon seminerleri düzenlemektedir. Hürriyet ve Cumhuriyet gazeteleri eklerinde ve NOKTA dergisinde köşe yazarlığı yapmıştır ve çeşitli televizyon kanallarında belgesel programları hazırlamıştır. Halen ELEGANS dergisinde yazmaktadır.

Eserleri:

Yapı Kredi Yayınlarından;

1995 - Bir Dağcının Güncesi,

1995 - Everest’te ilk Türk,

1996 - Bir Hayalin Peşinde,

1999 - Asya yolları, Himalayalar ve Ötesi,

Kapital Yayınlarından;

Yeryüzü Güncesi-2002.

Güncel Yayınlarından;

Vatan Lafla Değil Eylemle Sevilir-2007
 
Victor Hugo, fransa tarihinin en çalkantılı günlerinde, Franche-Comté bölgesinde, 26-subat 1802 de, Besançton, Doubs’ta doğdu. III.Napolyon’un başta olduğu dönemde, (1852 - 1855)de Jersey’de ve 1870’te fransa‘ya dönene kadar da Gurnsey’de sürgünde yaşadı.

Babası, Napolyon’un ordusunda görev aldı ve imparatorun parlak döneminde önemli görevlerde bulundu. Yurt dışına seyahatlere çıktı ve madrid’te valilik yaptı. Hugo, annesi ve babası arasındaki sorunlar nedeniyle babasının yanında yaşamak zorunda kaldı.



atılla ılhan
15 Haziran 1925’te Menemen, izmir’de doğdu. İllk ve orta eğitiminin büyük bir bölümünü izmir ve babasının işi dolayısıyla gittikleri farklı şehirlerde tamamladı.

Çocukluk Yılları

İzmir Atatürk Lisesi henüz birinci sınıfında, mektuplaştığı bir kıza yazdığı Nazım Hikmet şiirleriyle yakalanmasıyla 1941 Şubat’ında tutuklandı ve okuldan uzaklaştırıldı. Henüz 16 yaşındaydı. Üç hafta gözetim altında kaldı. İki ay hapiste yattı.

Türkiye’nin hiçbir yerinde okuyamayacağına dair bir belge verilince, eğitim hayatına ara vermek zorunda kaldı. Danıştay kararıyla, 1944 yılında okuma hakkını tekrar kazandı. Kararın çıkması ile İstanbul Işık Lisesi’ne yazıldı. Lise son sınıftayken amcasının kendisinden habersiz katıldığı CHP Şiir Armağanı’nda Cebbaroğlu Mehemmed şiiriyle ikincilik ödülünü pek çok ünlü şairi geride bırakarak aldı. Bu ödül kendisi için kuşkusuz büyük mutluluk kaynağı olmuştu.


Jacques Derrida, 15 Temmuz 1930′da Fransa’nın işgali altındaki El-Biar, Cezayir’de doğdu. Ailesi Yahudi olan Derrida, 5 çocuklu bir ailenin 3. çocuğu idi. Gençliği El-Biar’da geçti. Özellikle okuduğu lise anti-yahudi taraftarlarının ağırlıkta olduğu bir yerdi. Gençliğinin büyük bir bölümünü futbol oynayarak ve Jean-Jacques Rousseau, Albert Camus, Friedrich Nietzsche ve André Gide okuyarak geçti. Felsefe ile ilgilenmesi 1948-1949larda başladı. Okuduğu Louis-le-Grand Lisesi’nden memnun değildi ve derslerinin kötü gitmesinden dolayı Paris’te Ecole Normale Superieur Okulu’na (Yüksek Öğretmen Okulu) geçti. 1952 yılında mezun olduktan sonra okulda tanıştığı Louise Althusser ve Michel Foucault sayesinde felfese ile tanıştı
 
Ayşe Kulin, Arnavutköy Amerikan Kız Koleji Edebiyat bölümünü bitirdi. Çeşitli gazete ve dergilerde editör ve muhabir olarak çalıştı. Uzun yıllar televizyon, reklam ve sinema filmlerinde sahne yapımcısı, sanat yönetmeni ve senarist olarak görev yaptı.

Öykülerden oluşan ilk kitabı Güneşe Dön Yüzünü 1984 yılında yayınlandı. Bu kitaptaki Gülizar adlı öyküyü, Kırık Bebek adıyla senaryolaştırdı ve bu filmi 1986 yılında Kültür Bakanlığı Ödülü’nü kazandı.

1986′da sahne yapımcılığını ve sanat yönetmenliğini üstlendiği Ayaşlı ve Kiracıları adlı dizideki çalışmasıyla Tiyatro Yazarları Derneği’nin En İyi Sanat Yönetmeni Ödülü’ni kazandı.

1996 yılında Münir Nureddin Selçuk’un yaşam öyküsünün anlatıldığı Bir Tatlı Huzur adlı kitabı yayınlandı. Aynı yıl, Foto Sabah Resimleri adlı öyküsü Haldun Taner Öykü Ödülü’nü, bir yıl sonra aynı adı taşıyan kitabı Sait Faik Hikaye Armağanı’nı kazandı.

1997′de yayınlanan Adı Aylin adlı biyografik romanı ile, Istanbul Iletişim Fakültesi tarafından yılın yazarı seçildi.

1998 yılında Geniş Zamanlar adlı öykü kitabı, 1999′da Iletişim Fakültesi tarafından yılın romanı seçilmiş olan Sevdalinka ve 2000′de yine bir biyografik roman olan Füreyya yayınlandı.

2001 yılında yayınlanan Köprü isimli romanı ile Doğu illerimizde yaşanan dramın kökenleri ve Cumhuriyet tarihi içindeki nedenlerini ele aldı.

Ayşe Kulin 2002 yılında yayınlanan Nefes Nefese isimli romanı ile ikinci dünya savaşı sırasında yüzlerce Yahudi’yi soykırımda kurtaran Türk diplomatlarının kahramanlıklarını bir aşk öyküsü ile birlikte işliyor…

Eserleri

* Güneşe Dön Yüzünü, (öykü kitabı), 1984.
* Bir Tatlı Huzur, (biyografi), 1996.
* Adı: Aylin, (biyografik roman), 1997.
* Geniş Zamanlar , (öykü kitabı), 1998.
* Foto Sabah Resimleri, (öykü kitabı), 1998.
* Sevdalinka, (roman), 1999. ISBN 9752892426.
* Füreya, (biyografik roman), 2000.
* Güneşe Dön Yüzünü, (öykü kitabı), 2000.
* Köprü, (roman), 2001. ISBN 9752892639.
* Nefes Nefese, (roman), 2002. ISBN 9751409047.
* İçimde Kızıl Bir Gül Gibi, (deneme), 2002.
* Babama, (oto biyografi), 2002.
* Kardelenler, (araştırma), 2004.
* Gece Sesleri, (roman), 2004.
* Bir Gün, (roman), 2005. ISBN 9752892361.
* Bir Varmış Bir Yokmuş, (Roman), 2007
 
dostoyeskı

19. yüzyılın ikinci yarısında ün salan ve Batı’da en çok tanınan üç usta yazardan- Tolstoy, Çehov ve Dostoyevski- sonuncusu, Batı edebiyatının gelişesinde çok büyük etkisi olmuş, bir edebiyat dahisi, ”Suç ve Ceza” ve ”Karamazov Kardeşler” gibi klasiklerin Rus yazarı.

Feodor Mihayloviç Dostoyevski 30-ekim 1821 yılında moskova’da doğdu. Askeri doktor olan babası Mihail Andreyeviç Dostoyevski oldukça sert bir adamdı. En büyük tutkusu içkiydi ve ailesini sıkı bir disiplin altında yönetiyordu. Kocaman kız oldukları halde kızlarının yalnız başlarına sokağa çıkmasına izin vermezdi. Dört oğluna ise bir başçavuş sertilğiyle davranıyordu. Çok çabuk sinirlenir, çocukları ise kaçacak delik ararlardı. Adamın başka bir özelliği de cimriliğiydi. Durumunun iyi olmasına rağmen, çocukları 16 17 yaşına gelene kadar onlara cep harçlığı bile vermemişti. Anne Dostoyevski ve çocuklar, yaz aylarını Tula’da geçiriyorlardı. İşte Feodor babasına hizmet eden köylülerle bu sırada tanıştı ve onlara bağlandı. Bu deneyim, çocuğun gelecekteki yaşantısı üzerinde çok derin etki yaratacaktı.

1837′de annesini kaybeden Feodor, ağabeyiyle birlikte mühendislik okuluna girmek üzere başvurdular.

Karısının ölümünden sonra kendini büsbütün içkiye veren baba Dostoyevski ise artık çalışamaz hale geldi ve toprağına çekildi. Burada köylülere ve kölelerine o kadar kötü davrandı ki en sonunda kendisini öldürmelerine yol açtı.

Feodor ise 1834 yılında mühendislik okulunu bitirip orduya katıldı. Kendisi için hiç bir anlamı olmayan bir hayata dalmıştı. Bohem çevrelere dadandı, maaşına ve topraktaki payından aldığı yıllık 5.000 rublelik gelire karşılık devamlı sıkıntı içindeydi. Bilardoya merak salmıştı ve hep kaybediyordu. Hayatı boyunca serseri yaşamı nedeniyle, son yıllarında kitaplarından sağladığı gelirin dışında hep yoksulluk içinde kıvrandı.

Bu garip kontrol dışı davranışlarına karşılık, hayatını baştan başa değiştirecek olay yaklaşıyordu. Edebiyatla ilgilenmeye başlamıştı ve işe Balzac’ın ”Eugenie Grandet’’sini Rusçaya çevirmekle başladı. Ordudaki hayattan da iyice sıkılmıştı. Abeyine 1843 yılında yazdığı mektupta, ” Askerlikten patatesten nefret ettiğim kadar nefret ediyorum” diye yazmıştı. Ertesi yıl da daha fazla dayanamayarak istifa etti. Kararını kardeşine mektupla haber verirken şöyle diyordu: ”Hiç pişman değilim. Bir ümidim var. Romanımı bitirmek üzereyim. Orjinal bir eser olacak.”

Dostoyevski, romanını Oteşestvenya Zapiski adlı ünlü bir edebiyat dergisinde yayınlatmayı ummuştu; fakat aradan bir yıl geçtiği halde dergi, romanında önemli değişiklikler yapmadıkça, eserini yayınlamayı reddetmeye devam ediyordu. O da istenen değişiklikleri yapmak yerine, eserini kendi hesabına bastırmayı kararlaştırdı ve kazanacağı parayla borçlarını kapatabileceği umuduyla 1846′da ”İnsancıklar”ı yayınladı. Kitabı okuduktan sonra zamanın ileri gelen eleştirmenlerinden biri, ona şu mektubu gönderdi: ”Siz sorunun ruhunun en derinlerine varmış ve birkaç çizgide büyük bir gerçeği ortaya koymuşsunuz. Sizden rica ediyorum, yeteneğinizi değerlendirin ve ona karşı hep dürüst olun. Böylece büyük bir yazar olabilirsiniz.”

Eserini öven yalnızca bu eleştirmen değildi. Dostoyevski bir gün içinde ününün doruğuna ulaştığını gördü. Ağabeyine, ”Herşey adeta bir mucize gibi oldu,” diyordu.

Fakat üne kavuştuktan sonra iyice küstahlaşarak kendisine hayran olan insanlara sert şekilde davranan Dostoyevski’nin bu tutumu, taşradan geldiği için alaya alınmasına ve küçük düşmesine neden oldu. İnsancıklar’ın hızlı gelen başarısından sonra durgun ve başarısız bir dönem geçirdi. Saldırgan hareketleri yüzünden yapayalnız kalan yazarın borçları başına dert oldu. Bu yüzdende yazmaya yeterli zamanı ayıramaz olmuştu. İlk başarısını tekrar yakalayamayacakmış gibi görünüyordu. Edebiyat dünyasının kendisine karşı alaycı tutumu ise artarak devam etmekteydi.

İnsan ruhu, şeytanın tanrıyla savaştığı bir savaş alanıdır.

Bu çevrenin kapılarının yüzüne kapanmasıyla Dostoyevski bir başkasına döndü ve reformculara katıldı. Hükümet her türlü söz özgürlüğünü yasaklayan ve köylülerin kölelikten kurtulmalarını öngören yazıları sansür edecek çalışmalar yapıyordu. Dostoyevski iki nedenden bu konuyla yakından ilgiliydi; biri yazar olarak, ikincisi de babasının Tula’daki toprağı yüzündendi.

23-nisan 1849 yılında Çarlık polisi tarafından yatağında tutuklanan Dostoyevski, grubun diğer yirmi üyesiyle beraber 22 Aralık’ta kurşuna dizilmek üzere Semyonevski alanına götürüldü. Tam asılacakken ölüm cezasının hapis cezasına çevrilmesiyle Omska’ya gönderildi. Dostoyevski, dört yıl boyunca çektiği acıları, 1861′de yayınlanan ”Ölüler Evinden Anılar”da anlatmıştır. Dostoyevski biraz olsun toparlanabilmek için er olarak yeniden orduya girdi. Buradayken ”Ölü Evi”ni yazmaya başaldı. Bir subayın karısı olan Mariya Isssyev’e aşık olan Dostoyevki, subay ölünca dul eşiyle evlendi.

1858′de sürgün dönemi sona erdi ve St. Petersburg’a dönmesine izin verildi. ”Ölüler Evinden Anılar”ı burada tamamladı ve eseri kitap haline getirmeden önce, Vremya dergisinde yayınladı.

Karısı vereme yakalanmış, Sibirya’daki Tver şehrine dönmüştü. Dostoyevski bundan yararlanıp ilk defa yurt dışına çıktı; 1862′de paris, Londra ve cenevre’yi ziyaret etti. 1863′te roma’ya geçti. Ardından almanya ve danimarka’yı dolaştı.

Karısının ve çocuğunun masraflarını karşılayabilmek için, edebiyattan kazandıklarını arttırmak hevesiyle kumara başladı. Rulet oynuyordu. Şansı yaver giden yazar bir gecede 10.000 frank kazandı ertesi gece 3000 frank daha ekledi. Ama bir gece sonra 5.000 dışında kazandıklarının hepsini kaybetti.

1864′te karısını, ağabeyi Mihail’i, dostu ve meslektaşı Apollon Grigoriyev’i kaybetti.

1862 ve 1863 yılları arasında Avrupa’ya birlikte gittiği arkadaşı Pauline Suslov’la evlenerek, ilk mutsuz evliliğini unutmayı tasarladı. Ancak Pauline, verdiği sözden caydı. Bu sırada Dostoyevski ”Suç ve Ceza”üzerinde çok sıkı bir şekilde çalışmaktaydı ve oyalanmamak için Wiesbaden’e gitmişti. Pauline de bunu bahane edip aralarındaki ilişkiyi kesti.

Dostoyevski’nin Wiesbaden’de bulunduğu sırada ”Yeraltından Mektuplar” yayınlandı. Yeni bir deha ortaya çıkıyordu ve bu eleştirmenlerin ciddi şekilde ilgisini çekmeye başlamıştı. Bu sırada ağabeyi Mihail’in ardında bıraktığı borçları da üstlenen Dostoyevski, yine mali sıkıntı çekiyordu.

”Suç ve Ceza” 1866′da tefrika halinde yayınlandı. Bu sayede borçlarından kurtulabilir, maddi yönden bolluğa kavuşabilirdi, fakat bunun yerine daha da kötü duruma düştü. Kitabı çeşitli tepkilerle karşılaştı. Çağının çok ilerisinde yazan yazar bir türlü tam olarak anlaşılamıyordu. Eserini bölüm bölüm yazarken yayınlamıştı. Daha bunu tamamlamadan yarıda bırakıp bir başka romana başladı; ”Kumarbaz”.

Mümkün olduğu kadar çok yazmak büyük usta için bir tutku olmuştu ve bu yüzden gözleri bozuldu. Bu sefer genç bir steno tuttu. Adı Anna Snitkin olan stenoyla ilk defa 4 Ekim 1866′da tanıştılar ve 8 Kasımda da nişanlandılar. 1867 Paskalya yortusundan önce evlenip balayı için Avrupa’ya gittiler. Yola çıkarken, niyetleri dışarda iki üç ay kalmaktı; fakat dört yıl geçmeden Rusya’ya dönmediler. Dostoyevski en sonunda mutlu bir evliliğe kavuşmuştu. Karısı elinden geldiğince kocasına yardımcı oluyordu. Yazarın sadece kitaplarına konsantre olması için, alacaklılarla ve gürültücü akrabalarıyla o başetti.

Yabancı ülkelerde bulunduğu sırada, Dostoyevski asıl ününü sağlayan beş büyük romanından üçünü yazdı; ”Budala”, ”Ebedi Koca” ve ”Ecinniler”. Anna Dostoyevski’nin ustaca yönetimi sayesinde bütün borçlar yavaş yavaş ödendi ve artık sadece rahat bir hayat sürebilecek kadar paraya sahip oldular. Büyük yazar, hayatında ilk defa mutluydu ve Rusya’nın geleceği üzerine fikirlerine ve gazeteciliğe ayıracak zaman bulabiliyordu. Ama Dostoyevski’nin gittikçe kötüleşen sağlığı, mutluluklarını gölgeliyordu. Daha çocukluğunda sara nöbetleri geçiren yazar gençliğinin başından itibaren bu hastalıktan çekmeye başlamıştı. Şimdi iyice başına bela olan hastalığı yazarı her an yazmaktan alıkoysa da 1879′da belkide eserlerinin en büyüğü ”Karamazov Kardeşler” üzerinde çalışmaya başladı. Aynı yılın sonunda roman, Russki Weistnik dergisinde tefrika edildi, ondan sonraki yıl boyunca da tefrika yayınlanmaya devam etti. 8 Kasım 1880′de romanın son bölümünü yayınevine gönderdi.

25-ocak-1881′de yeniden hastalandı. Gece gelen krizden sonra artık pek fazla zamanı olmadığı anlaşılmıştı. Hasta yatağında karısından ona ”Sefahatten Dönen Oğul”dan parçalar okumasını istedi. Bir papaz da başında dua okuyordu. Son nefesini verinceye kadar aklı başında kaldı ve akşam saat sekiz buçukta öldü. Ölümünden sonra kitapları baskı üzerine baskı yapan büyük yazar, yalnızca Rus edebiyatında değil dünya edebiyatının gelişimde de büyük rol oynayan eserler yarattı.

Nerede okumuştum, hani bir idam mahkumu ölümünden biraz önce şöyle söylemiş ya da düşünmüştü: ‘Yüksek ve sarp bir kayalıkta, ancak iki ayağımın sığabileceği, dar bir çıkıntıda, dört bir yanım uçurumlar, okyanuslar, sonsuz bir gece, sonsuz bir yalnızlık ve hiç bitmeyecek bir fırtınayla sarılmış durumda yaşamak zorunda olsam ve bütün ömrümce, bin yıl boyunca, hatta sonsuza kadar o bir karış toprakta durmamda gerekse o şekilde yaşamak, şu anda bir yarım saat içinde ölecek olmaktan çok daha iyidir.’ Yeterki yaşasındı, sırf yaşasın! Nasıl olursa olsun, ama yeter ki yaşasın! Suç ve Ceza’dan…

Eserleri

Roman

* İnsancıklar (1846)

* Öteki (1846, 1978)

* Ev Sahibesi (1951, 1970)

* Beyaz Geceler (1934, 1983)

* Bir Yufka Yürekli (1957, 1985)

* Netoçka Neznanova (1937, 1964)

* Stepançikovo Köyü (1948, 1973)

* Ölü Bir Evden Hatıralar (1946, 1969)

* Ezilenler (1957, 1982)

* Yeraltından Notlar (1973, 1985)

* Suç ve Ceza (1945, 1984)

* Kumarbaz (1941, 1986)

* Budala (1941, 1985)

* Ebedi Koca (1955, 1984)

* Ecinniler (1960, 1984)

* Delikanlı (1946, 1985)

* Karamazov Kardeşler (1880)

* Başkasının Karısı

* Tatsız Bir Olay

Öykü

* Amcamın Rüyası (1868, 1973)

Günlük

* Bir Yazarın Günlüğü (günlük) 1975) Konuşma

* Batı Çıkmazı: Puşkin Üzerine Konuşma (1975)
 
John Fante, 1909 doğumlu amerikalı yazar. “Toza Sor” adlı romanıyla ünlenen yazar, bu romanın ilk basım tarihinden 60 yıl sonra bile en çok satanlar listelerinde bir numaraya yükseldi. Yarı-otobiyografik eserleriyle Charles Bukowski gibi önemli yazarların ilham kaynağı oldu.

John Fante, 8-nisan 1909’da Colorado, Amerika’da doğdu. İtalyan bir babadan ve İtalyan-Amerikalı bir annenin çocuğu olan yazarın çocukluk yılları yoksulluk içinde geçti. Babası Nick Fante bir duvar işçisiydi. Üniversiteye kadar katolik okullarında eğitim gördü ve Colorado Üniversitesi’ne başladı.

1929’da üniversiteyi bıraktı, yazılarına konsantre olabilmek için Kaliforniya’ya yerleşti. Aynı yıl babası evi terk etti ve Fante geçinebilmek için bir balık fabrikasında çalışmaya başladı. Boş zamanlarında da hikayeler yazıyordu. Uzun bir süre boyunca “The American Mercury” adlı edebiyat dergisinde kısa hikayelerini yayınlatabilmek için uğraştı, başaramadı. En sonunda derginin editörü, yazarın “Altar Boy” adlı hikayesini yayınlamaya karar verdi. Daha sonra “The Atlantic Montly”, “Esquire”, “Harper’s Bazaar” dergileri de yazarın eserlerini yayınlamaya başladı.

Fante’nin ilk romanı “The Road to Los Angeles” oldu ancak roman, 1985 yılına kadar basılmadı. Basılan ilk romanı 1938 tarihli “Wait Until Spring, Bandini”ydi. Üçüncü romanı “Toza Sor” (Ask the Dust – 1939), yazarın en bilinen romanı oldu. Bunun ardından “Full of Life” (1952), “The Brotherhood of the Grape” (1977), “Dreams from Bunker Hill” (1982) ve tamamlanamayan “1933 Was a Bad Year” (1985) geldi. Fante 1955 yılında şeker hastalığına yakalandı ve bu yüzden 1978’de kör oldu. “Dreams from Bunker Hill” romanını da eşi Joyce’la birlikte tamamladı. “West of Rome” adı altında 1986 yılında 2 kısa romanı yayınlandı. Ayrıca 1940’ta yayınlanan “Dago Red” adlı kısa öykülerden oluşan kitabı, birkaç eklenti yapılarak “The Wine of Youth” adı altında 1985’te tekrar çıkarıldı.

Fante, edebiyata yaptığı katkıların yanı sıra sinemaya da katkıda bulundu. 1962 yapımı “Walk on the Wild Side” ve “Full of Life”, “Jeanne Eagels”, “My Man and I”, “Something for a Lonely Man”, “Six Loves” ve “The Reluctant Saint” adlı filmlerin senaryolarına katkıda bulundu. Yazarın eserinden aynı adla uyarlanan “Full of Life” adlı film, senaryosuyla Oskar adayığı aldı. Ancak Fante her zaman, sinema için yazdıklarınının finansal getiri amaçlı olduğunu söyledi.

1980lerin başında, Fante için “O benim Tanrım” diyen yazar Charles Bukowski’nin teklifi doğrultusunda Black Sparrows adlı yayınevi, yazarın yeniden doğuşunu sağlamak adına eserlerini tekrar basmaya başladı. 2000 yılında “The Big Hunter”, bu yayınevinin katkılarıyla çıktı. Aynı yıl “Full of Life: The Biography of John Fante”, 2003’te “The Fante Reader” yayınlandı. Yazarın mektupşarından oluşan 2 eser de 1989’da “Fante/Mencken: A Personal Correspondence” ve 1991’de “Selected Letters” adlarıyla basıldı.

Yazarın romanlarından “Wait Until Spring”, 1989’da yönetmen Dominique Deruddere tarafından sinemaya aktarıldı. 2006’da ise “Toza Sor” romanıyla aynı adı taşıyan film Amerika’da vizyona girdi. Fante, 8-mayis 1983’ye hayatını kaybetti.

John Fante, romanlarında genellikle yoksulluktan, Katolik yaşamdan, aile hayatından, İtalyan-Amerikan kimliğinden ve yazarlıktan söz ediyor. Eserleri yarı-otobiyografik bir özellik taşıyor. Ilk basımından tam 60 yıl sonra “Toza Sor” ile en iyi satanlar listelerinde bir numarada olabilmeyi başarmış bir yazar. Romanlarının çoğu Kaliforniya ve Colorado’da geçiyor. Fante’nin oğlu Don Fante de bir yazar. O da babasının ve babasının hakettiği üne kavuşmasını sağlayan isim Charles Bukowski’nin yolundan ilerleyerek yarı-otobiyografik romanlar yazıyor.
 
bayigram takipçi satın al instagram beğeni satın al instagram takipçi satın al tiktok takipçi satın al Buy Followers bugün haber
bypuff
Geri
Üst