Geçmişten Günümüze Türk Edebiyatında Gülün Yeri ve Önemi

ashli

Bayan Üye

Adem ile Havva’dan İbrahim Peygamber’e, ondan da Hz. Muhammed’e kadar uzanan zengin bir sembol birikimine sahip olan gülün, insanlık tarihi kadar eski bir kültürel arkaplanı olduğu söylenebilir. Bütün bitkilerden, özellikle de öteki çiçeklerden çok farklı özellikleri üzerinde durulur ve bununla başlı başına bir edebiyat meydana gelir. Hatta bu yüzden dört mevsimden birinin adı ‘’gül mevsimi’’dir. Çiçekler arasında yalnızca lalenin bir dönem süren saltanatı olmuş, ama ardında pek çok facia bırakarak tarihe karışmıştır. Fakat gülün saltanatı başka. Onunki kısa bir dönem sürmediği gibi, gelip geçici modalarla sınırlı da kalmaz. Çünkü gönüllere taht kurmuştur ve gül denince pek çok şeyi hatırlamamak mümkün değildir.

Gül temalı şiirler, şarkılar, ilahiler ve maniler o kadar çok ki, yakın zamana kadar gül şiirleri antoloji çalışmasının ortaya çıkamayışını açıklamak çok zor. Bunun bir tek sebebi olabilir: O da kendimize ait değerlerin önemini kavramaktaki yetersizlik… Kültürün en temel unsurlarından ikisi olan milli edebiyatla milli musikinin yeterince önemsenmemesinden ötürü, Türk kültür değerleri ve özellikle de edebiyat geleneğimiz genç nesillere yeterince öğretilemiyor. Bu yüzden de yalnız gül konulu şiirler değil, gül konulu besteler de bir araya getirilmemiştir. Çünkü batıcılığın yaygınlaştığı, taklitçiliğin sanat sayıldığı Tanzimat ve Servet-i Fünun dönemleri boyunca, gülün eski sembol değeri ve şiirimize getirdiği lirizm ve heyecan hiç önemsenmemiştir.

‘’GÜLÜ TARİFE NE HACET’’

Yalnız bizde değil, bütün dünya ülkelerinin edebiyatlarında yakın zamana kadar göze çarpan eğilim, klasik ifadeden ve tabii olandan uzaklaşma çabasıdır. Postmodern anlayışla birlikte modernizmin umursamadığı eski ve geleneksel konu ve motiflere –süsleyici unsur olarak da olsa- yöneliş başladı. Umberto Eco’nun Gülün Adı romanıyla birlikte tarihe yöneliş görüldü ve Ortaçağ Hıristiyan manastırlarında Rönesans’ı hazırlayan değerlerin nasıl oluştuğu konusuna dikkat edilmeye başlandı. Benzeri tarihi roman denemeleri bizde de yazılıyor artık. Fakat Yahya Kemal’le Tanpınar’ın geleneksel değerlerle gül teması üzerinde yoğunlaşan şiirleri ise, bunlardan çok önceleri yayınlanmıştır. Sezai Karakoç’un modern şiir tekniğiyle geleneksel değerleri ve yeniden diriliş ilhamının unsurlarını bir arada dile getirdiği Gül Muştusu adlı büyük şiirinin yayınlanışı bile postmodern modasından çok öncelere dayanır.

Batıda Gülün romanı yazılırken bizde de gül ve bülbül mesnevileri yazılıyor, gazel ve kasidelerde gül çok sıkı konu ediliyor ve gülün bülbülle maceraları en önemli benzetme unsurlarından biri oluyordu. Çoğunluğu halk hikâyeleriyle klasik efsanelerden veya dini kıssalardan yola çıkan, çok azı da sosyal konuları ele alan mesnevilerde, gül ve bülbül hikâyelerinin özel bir yeri olduğunu görüyoruz. Bunların bir kısmı efsane, bir kısmı da alegorik hikâyelerdir. Leyla ile Mecnun’un şairi Fuzuli ile Romeo ve Juliet’in yazarı Shakspeare nasıl birbirinin çağdaşı ise, Gül ü Bülbül’ün şairi Kara Fazli ile Fransız şiirinde gül temalı şiirleriyle tanınan Ronsard da öylesine birbirinin çağdaşıdır. Bunların birbirinden habersiz gülü konu edinmelerine benzer bir tarzda, R. M. Rilke ile Yahya Kemal de birbirinden habersiz gülü konu edinen şiirler yazmışlardır.

Pek çok divan şairinin gülle ilgili şiirleri yanında, gül temalı ilahiler ve gülü konu edinen çok sayıda şarkımız var. Gül, sevilene benzetilen bir unsur olarak, doğrudan gülü konu edinmeyen şiirlerde, koşmalarda, türkülerde, manilerde ve ilahilerde de çokça yer alır ve klasik edebiyatımızda Peygamber’in sembolü olarak çok sık rastlanır.

Gül, günlük hayatımıza giren çiçekler arasında her zaman özel bir yere sahip olmasına rağmen ‘’Gülü tarife ne hacet ne çiçektir biliriz’’ meşhur mısraının ifade ettiğini ihmalkârlıkla, Beşir Ayvazoğlu’nun Güller Kitabı yayınlanıncaya kadar, gül konusunda pek de ciddi bir dikkatin oluşmadığını görüyoruz. Gül konulu minyatür ve resimler de ayrıca ele alınmamıştır.

GÜL BİR AŞKIN SEMBOLÜ

Güle dair yazılanların elbette eser sahibinin içinden çıktığı kültür ve medeniyet dairesiyle yakından ilgisi var. Batılının gözünden sevgili yanında, bazı Hıristiyan tarikatlarında Hz. İsa’yı temsil eden haça tekabül etmesi de tabiidir. Fakat İslam medeniyetindeki kadar açık bir peygamber sembolü olmadığı da meydandadır. Bir Orta Çağ belgeseli görünümündeki Gülün Adı romanında bunun çağrışımlarının dini tekabüllerine bizdeki kadar yer verilmediği görülüyor. Hâlbuki ‘’Gül Muhammed teridir’’ diyen Yunus Emre’ye, ‘’Terlese güller olurdu her teri’’ diyen Süleyman Çelebi yanında pek çok şair de katılır ve gül en başta Hz. Muhammed’in sembolü olur.

Bilindiği gibi, sembol kavramı alegori gibi tek boyutlu değildir. Peygamber’le birlikte, müridi ona götüren ve ruhi terbiye ile insanları sünneti yaşamaya teşvik eden tarikat şeyhleri ile Allah için sevilen dostlar da gül sembolü içinde ifade edilmişlerdir. O bakımdan bizim kültürümüzde insani aşkın objesini gülle anlatan sanatçı, aslında insanı ilahi aşka hazırlayan bir merhaleden söz ediyordur. Bu anlamda birbirinden çok farklı gibi görünen Yunus Emre ve Fuzuli ile Nedim ve Karacaoğlan’ın ortak paydası aynı mazmunlardır. Bunlar da belli muhtevaları çağrıştırır.

Gül sevgisi dostluğa, dostluk Allah için sevmeye, bu da insanı evliya ve Peygamber sevgisine götürebilir. Çünkü menfaat duygusundan uzak muhabbet çok önemlidir. ‘’Muhammedsiz muhabbetten ne hâsıl’’ diyenler için ancak Peygamber sevgisiyle Allah’a yaklaşmak mümkün olduğundan, gül sevgisi de insanı Allah’a ulaştırıyor. Burada gonca ‘’vahdet’’i, ‘’gül-i rana’’ içiçe sevgileri, ‘’gül-i sadberk’’ binbir alakayı ifade etmekte ve kırmızı gül de ilahi ihtişamın tezahürü sayılmaktadır. Böylece, eski şiirimizde gül, çeşitli görünüşleriyle beşeri aşktan ilahi aşka kadar pek çok merhaledeki çok boyutlu aşk duygusunu sembolize etmektedir.

Şairleri, gül motifi karşısındaki tavırlarıyla da değerlendirmek mümkündür. Çünkü bir edebiyatın mazmunları, motifleri ve sembolleri birer kültürel unsurdur. Bu bakımdan Ümmi Sinan’ın, ‘’Gül alurlar gül satarlar/ Gülden terazi tutarlar/ Gülü gül ile tartarlar/ Çarşı pazarı güldür gül’’ mısralarına cevap veren başka bir şair, ‘’Gül alıp satmanın zamanı değil’’ demiştir. Burada gülün nasıl bir sevgi unsuru olduğunu ve ortak dil olarak ikisinde de ifadesini bulduğunu görüyoruz. Divan şairlerinin klasik şiire özgü ve içinden çıktığı medeniyet değerlerine yaslanan yüzlerce gül şiirinde, Ümmi Sinan tavrını orijinal ifadelere kavuşmuş görüyoruz. Halk ve tekke şairleri de böyle. Ancak Tanzimat’tan sonra gül başka değerlerin, daha doğrusu yeni kavramların sembolü olarak da kullanılmaya başlanır. Servet-i Fünun’dan sonra bazı şairlerde büsbütün bahçe çiçeğine dönüşür.

Yahya Kemal, Söz Meydanı adlı naat denemesi olduğu anlaşılan gazelinde, ‘’Zaman o gül gibi gül görmemiş zaman olalı/ Gülün güzelliği dillerde dastan olalı’’ derken, başka şiirlerinde bülbülden ve mehtaptan da söz eder. Haşim derinliğine hissettiği melali ve akşam vaktinin hüznünü, bir havuz başındaki gül ve bülbülle anlatır. Tanpınar ise estetik duyarlılığını üstadı Yahya Kemal gibi gül ile geliştirilmiş imajlar halinde ifade eder. Böylece çağdaş Türk şiirinde gül sembolü yeniden canlanır, pek çok şairde güle karşı sempati belirir. Fakat, bambaşka değer yargılarıyla ortaya çıkan Nazım Hikmet şunları söyler: ‘’Güle, bülbüle, ruha, mehtaba, falan filan/ karnımız tok/ Ve şimdilik/ gönül işlerine vermiyoruz metelik…’’

Gül kavramı etrafında Rabia Hatun, Ahmet Muhip, Behçet Necatigil ve İkinci Yeni şairleri birbirinden farklı imajlarla örülmüş şiirler ortaya koyarlarken, Sezai Karakoç’un klasik bir sembolü modern şiir tekniğiyle ele alması anlamlıdır. Ardından pek çok genç şairin gül konulu şiirlerle dünya görüşlerini ifade ettikleri görüldü.

Gül’e Hasret Gidenlere Selam Olsun
Reng ü budur güle ziynet güzele hüsn ü baha
Gül denir her güle amma gül-i rana denmez

Pertev

‘’Gülü tarife ne hacet ne çiçektir biliriz’’ mısraı dünyanın her yerinde söylenebilir; ancak hiçbir edebiyatta, sanırız, Türk şiirindeki kadar müstesna anlamlar kazanmamıştır. Gül her iklimde yetiştirilebilir, ancak onun has bahçesi yine Türk klasik şiiridir. Orada güllerin binbir çeşidinden, elvan elvan kokusundan, katmer katmer renginden bahisler açmak, bab bab tarhlar düzenlemek, deste deste manalar devşirmek mümkündür.

Eski lügatler güle ‘’çiçek’’ anlamı vermişler, gülü çiçeğin ‘’cins adı’’ olarak tanımlamışlardır. Başka bir ifadesiyle bütün çiçeklerin adıdır gül; ama çiçeklerin en gözdesi, en seçkini bizim de bildiğimiz gül çiçeği olduğu için bugün gül denilince yalnızca kırmızısı, pembesiyle; yedivereni, katmerlisiyle o kırmızı çiçeği anlarız. Oysa hakikatte menekşe de bir güldür, nilüfer de. Bir misal verelim isterseniz. Mesnevi, beyit düzeniyle yazılmış uzun manzum eserlerin adıdır. Ancak bütün şark mesnevileri içerisindeki en güzel eser Mevlana’nın Mesnevi-i Şerif adını taşıyan kitabı olduğu için şimdi mesnevi denilince hemen Mevlana’nın eserini anlarız. Oysa Leyla ile Mecnun da bir mesnevidir. Hüsn ü Aşk da. Hatta Gülşeni İbrahim Efendi’nin Mesnevi’ye nazire olarak yazdığı Ma’nevi’si de. Bu, genelden özele bir tanımlama, güzellikte en mükemmeli anlatma biçimidir.

Gül, özel adıyla klasik şiirimizin en seçkin çiçeği, adından en ziyade söz edilen güzelliğidir. Bu edebiyata gönül veren şairin zihninde sevgilinin yüzü, yanağı, ağzı ve kulağı ile gülün mutlak bir münasebeti vardır. Bazen gül bunlara; bazen de bunlar güle benzetilir. Rengi ve kokusuyla şairlerin ilhamlarında daima taze bulunan gül, baharın, bahçenin ve kırların vazgeçilmez bir ögesidir. Gül olmadan bahar gelmez, gül bulunmayan bahçeye girmeye değmez. Bahar demek gül demektir. O yüzden mevsim-i gül (gül mevsimi) baharın diğer adıdır. Bizzat kendine mahsus gülistan, Gülşen ve gülzarlar bulunması, dolayısıyla kendisine bir sultan (güzellikler sultanı) muamelesi yapılmasıdır onu önemli ve ayrıcalıklı kılan.

Gül yetiştirmek zahmetli bir meşgaledir aslında. Onun geleneği, nazla beslenmesi, itina ile tımarlanmasıdır. İster bir bahçıvan elinde, ister kırlarda Hüdayi-nabit yetişsin, gül naziklik ile güzelleşir, asalet ile ziynetlenir. Suyunu rahmet yağmurlarından da alsa, bahçıvan ibriğinden de; gıdasını rüzgârdan da alsa, çapalanan topraktan da, gül bir şahtır, şahı ezhardır (çiçeklerin şahı), dolayısıyla şahanedir.

Gül önce goncadır. Bu yüzden güzellerin ağzına benzer. Onun açılması ile güzellerin gülmesi birbirine denk tutulmuştur hep. Gülmek eyleminin açılan bir gonca ile illiyet bağı olduğu kesindir. ‘’Yüzünde güller açan’’ bir kişiden bahsederken onun gonca telakki olunan ağzının açıldığından, yani gülme eyleminden bahsederiz. Çünkü insan da gülünce ağız goncası açılır. Gülün açılması bir neş’e ve sevinç belirtisidir. Saba yelinin tılsımlı parmaklarıdır ona bu açılışı bahşeden ve yine o parmaklardır alıp götüren kokusunu yedi iklime. Böylece bahar gelir, hayat yeniden başlar, tabiat canlanır. Ama nedense bu tazelik ve bu renk çabucak geçiverir. Tıpkı aşıkın ömrü gibi. Sonbahar yeli ki onun ömrünü ber-bad eder, felaketi olur. Perişan olan varlığını perişan eder. Tıpkı bir sultanın ölümüne benzer onun yitirilişi. Ardından mersiyeler yazılır, ağıtlar düzülür, mısralar dizilir. İzzet Molla’nın dediği gibi:

Berg-i gülle andelib-i zarı tekfin etiler

Bir gülistan beytini üstüne telkin ettiler

Gülün suya ihtiyacı vardır; hem de her çiçekten fazla. Sık sık sulanması, köklerinin su içinde bulunması gerekir onun. O halde aşıkın gözyaşları ne güne duruyor; ömür boyu gülünü sulamayacaksa eğer. İşte bu nedenle su kenarlarında olmayı sever gül. Sevgilinin âşıkları arasında bulunmasından hazzetmesiyle denktir bu. Hürrem olmak yani. Hele yaprakları üzerine de çiğ taneleri, şebnemler düşerse bir kez, varın seyredin güzelliği. Dikeni, dalı, yaprağı bile güzeldir artık. Tazelik, taravet, incelik, narinlik, nazlılık, hepsi bir aradadır. Bunlar aynı zamanda sevgilinin boyu, yüzü, yanağı ve tabiatıyla tefsir edilmeye başlar şairlerin dilinde.

Şüphesiz bütün zamanların en muhteşem aşıkına da sahiptir gül. Bülbülün aşkı dillere destansa eğer, bu yüzdendir. Yoksa şairler, kendi güllerinin bülbülü olmak için neden çırpınıp dursunlar; neden diken gibi olan rakipleriyle kavga etsinler, aşklarını anlatmakta bülbül ile yarışsınlar ki?!.. Kırımlı Ali der ya hani:

Gül ile bülbülü sordun, o gonca güldü dedi

Benim gibi sana yok, senin gibi hezar bana

(Hezar, bülbül demek olduğu gibi 1000 rakamını da karşılar.)

Bir gül için bin dikene katlanmak, bir sevgili uğruna hezar rakibe tahammül etmek değil de nedir? İyilik ile kötülük, güzel ile çirkin, kolay ile zor, dost ile düşman hep muayyen bir tezatlar dünyasında var olagelmişlerdir ya hani, işte gül de o dikenler arasında güzelliğini, ismetini ve asaletini koruyorsa; elbette âşık da onca rakib arasında kendi aşkını yüceltmenin yolunu arayacaktır. Tıpkı Nazim’in dediği gibi:

Aceb mi bir gül için zahm-harını çeksek

Zaman ola bu çemende dikenle söyleşiriz

Bu tıpkı bülbülün güle aşkını anlatmak için diken yaralarına katlanması gibidir. Diken bülbülün o nazik bedenini yaralayacak, akan kanları gül dalından bülbüle ulaştıracaktır çünkü. Asırlardır güle rengini veren kırmızı, o ezeli kan değil midir zaten?! Yoksa bu aşk üzerine neden onca kitaplar yazılıp durmuş olsun?! Gül ü Bülbül (Florance and Nathingale), Gül ü Hüsrev, Bülbülname vs. hep bu aşk hikâyesini anlatmazlardı o zaman.

Bütün coğrafyaların bu ezeli aşkının ne zaman, nerede başladığı bilinmez; ancak şairin dediği gibi onlar, birbirlerine daha ağaç atlara bindikleri çocukluk günlerinde sevdalanmışlardır:

Kadimidir hukuku bülbülün güllerle gayette

Ağaç ata bile binmişler eyyam-ı sabavette

Bülbül yerine eller sürünse de, gül yağı ve gül suyu gülden bir yadigardır insanlığa. ‘’Gül-i sad-berg (yüz yapraklı gül)’’ bir müntehabatı ad olmak için yaratılmışsa; ıslak iken örülüp de kuruyunca taranıp lüle lüle yapılan saçlara gülale deniyorsa; ‘’gül yalamak’’ denildiğinde dervişlerin, dişleri arasında kora dönmüş kılıçları tutup söndürdüklerini görmüş gibi oluyorsak; ‘’gül-geşt’’ adı ile özel bir bahar gezintisinden dem vurulmuşsa asırlar boyu; arus yataklarına gül yaprakları serpildiğini ‘’gül döşemek’’ deyiminden anlıyorsak; kitaplarımızın arasındaki gülkurusu yapraklar bizi bir an için olsun mest etmeye yetiyorsa; şekerli gül tatlıları gülbeşeker adıyla taşınıyorsa pazarlara; kırmızıdan kinaye gülgun (gül renkli) adı veriyorsak; renklere ve pembeye çalanına gül-i suri, sarı-kırmızı olanına gül-i rana demişsek; dahası, bir laleye bile gülriz adını koymuşsak eğer bir gül medeniyetinde yaşıyoruz demektir. Öyle bir medeniyet ki bütün Gülşenler, gülzarlar ve gülistanlardaki gülleri Efendiler Efendisi’nin terinden yaratılmış farzetsin ve gül adı anıldıkça O’na salavat getirsin. Fuzuli üstadımızın O’nu diğer bütün güllerden ayıran şah beyti şöyle demez mi:

Suya versin bağban gülzarı zahmet çekmesin

Bir gül açılmaz yüzün teg verse bin gülzare su

O Peygamber ki hayâ ve edeb timsali olmakla, utanan kişilerin yanakları hala gül misali kızarır.

Allah dostu (İbrahim Halilullah) ateşe atıldığı zaman orası bir gül bahçesine döndüğüne göre, gül bir cennet çiçeği midir dersiniz?!..

Gül deyince kalem ele yapışıverir, satırlar saflara dizilip sökün eder, siz de bilirsiniz. Peki, biz bunca sözü neden ettik dersiniz?

Hayli zaman oldu, teknoloji bizi gülden ayrı düşürdü. Artık apartmanlarda, varoşların viran coğrafyalarında gülden ayrı bir medeniyet (!) sürüyoruz. İzzet Molla’nın dediği gibi:

Bir mevsim-i baharına geldik ki âlemin

Bülbül hamuş, havz tehi, gülsitan harab

Artık gülü saksılarda bile göremez olduk. Bülbül sesini ise hiç hatırlamıyoruz. Vaktiyle bir yiğit adamın yazdığı Güller Kitabı’nı derin hüzünlerle okuyup neliklerimize yanmakla geçiyor günlerimiz.

Va esefa!... Bu dünyadan Gül kokusuyla ve Gül’e hasret gidenlere selam olsun!...

Gül ve Medeniyet

Botanikçilerin nazarında dikenli bir çalı türünden başka bir şey olmayan gül, güzel kokusu ve çeşitli renklerdeki muhteşem çiçekleriyle, çağlardan beri insanları derinden etkilemiş ve bütün kültürlerde her zaman çok özel ve seçkin bir yerin sahibi olmuştur. Hafız’dan Ronsard’a, Yunus’tan Tagore’a, Hayyam’dan Goethe’ye, Fuzuli’den Rilke’ye kadar, bütün dünya şairlerinin üzerinde birleştiği tek çiçek güldür.

Gül, aşkın her çeşidinde sevgiliyi temsil eder; bülbül ise onun aşkıyla yanıp tutuşan âşıktır. Efsaneye göre, gülün rengi eskiden kırmızı değilmiş; bülbüle o zaman da hiç yüz vermiyormuş. Gülün bu kayıtsızlığına dayanamayan bülbül, günün birinde gidip onun gövdesine konuvermiş. Dikenler bülbülün göğsüne batınca akan kan gülün dibine dökülüp köklerinden damarlarına doğru yayılmış. Gül, işte o günden sonra kan kırmızı açmaya başlamış.

Çiçeklerin doğuşu hakkında Taberi Tarihi’nde anlatılan efsane de manidardır. Denirmiş ki; Adem ile Havva’nın üzerinde kuruyup yere dökülen cennet yaprakları güzel kokulu bitkiler halinde bir bir uç vermiş; gül de bunlardan biri olmalıdır. Ama daha ilgi çekici olanı, gülün Hazreti Muhammed’in terinden doğduğu inancıdır. Yunus Emre bu inancı ‘’Gül Muhammed teridür’’, Mevlid’in büyük şairi Süleyman Çelebi de ‘’Terlese güller olurdu her teri/ Hoş direrlerdi terinden gülleri’’ mısralarıyla dile getirmiştir. Divan şairleri de aynı inancı çeşitli şekillerde ifade etmiş ve ‘’gül’’ redifli kaside ve gazellerinde gül imajı etrafında sayısın anlam arabeskleri örmüşlerdir. Fuzuli muhteşem Su Kasidesi’nde, bahçıvan bin gül bahçesini sulasa, onun, yani Hazreti Muhammed’in yüzü gibi tek bir gül bile açılamayacağını söyler. İslam peygamberinden söz edilirken eski şiir ve nesrimizde, çok zaman gül-i gülzar-ı rüsul, gül-i gülzar-ı nübüvvet, gül-i gülzar-ı risalet sıfatları kullanılır.

Tasavvufi sembolizmde, gonca halinde gül birliği (vahdet), açılmış gül ise birliğin çokluk halinde görünüşünü (kesret) temsil eder. Gülşen, yani gülbahçesi gönül açıklığı, yahut kirinden pasından temizlenerek ilahi güzelliğin yansımasına hazır hale gelmiş kalptir. Gonca halvet halini, yani insanın kendisiyle ve Tanrı’yla baş başa kalmasını temsil eder. Buna göre, açılmış gül can sırrını açığa vurmaktır. Gül, ömrünün kısalığı dolayısıyla hayatın geçiciliğini de ifade etmektedir. Gülzar-ı fena yok olmaya mahkûm dünya, gülzar-ı beka ise sonsuzluk ülkesi anlamına gelir.

Türkçe eserler arasında, bülbülün güle aşkının en iyi anlatıldığı eser, Baki’nin çağdaşı Kara Fazli’nin Gül ü Bülbül mesnevisidir. Sivasi gibi Halvetiyye’ye mensup bir şair olan Fazli (?-1564), bu alegorik eserini Kanuni’nin talihsiz oğlu Şehzade Mustafa’ya sunmuştur. Doğu’nun gül, bülbül, bahar, çiçekler ve daha da önemlisi, sufiyane aşkla ilgili bütün tasavvurlarını içinde toplayan ve orijinal bir eser olan Gül ü Bülbül2ün bazı bölümlerini Gibb İngilizce’ye, De Sugny Fransızca’ya çevirmiş, Hammer ise tamamını Almanca’ya tercüme ederek Türkçe’siyle birlikte 1834’te Peşte’de yayımlamıştır.

Bülbül’ün güle aşkı birçok divan şairi tarafından mesnevi tarzında alegorik hikâyelerle anlatılmıştır. Gül redifli kaside ve gazellerde ise eski şairlerin gül v bülbül etrafındaki tasavvurlarının hemen tamamını bulmak mümkündür. Klasik edebiyatımızda, rengi, şekli, kokusu, dikenleri ve kısa ömürlü oluşu dolayısıyla bir yığın teşbihe konu olan kırmızı gül, mesela sık sık ateşe yahut ateş güle benzetilir. Nemrut’un İbrahim Peygamberi mancınıkla içine attığı ateşin de Tanrı’nın emriyle gül bahçesine dönüştüğünü unutmamak gerekir. Divan şairleri bu olaya sık sık telmihde bulunarak çeşitli söz oyunları yaparlar. Sadece Necati Bey, Hayali Bey, Fuzuli ve Nev’i’nin gül kasideleriyle Baki’nin gül redifli beş gazeli bile, çiçekler sultanının eski edebiyatımızda ne kadar zengin bir hayal dünyası yarattığını göstermeye yeter. Bu arada eski edebiyatımızda Güldeste, Gülşen, Gülzar gibi kitap adlarıyla sık sık karşılaştığımızı da belirtmek gerekir.

Sadece divan şairleri değil halkımız da her güzellikte çiçeklerin, özellikle gülün güzelliğini görme eğilimindedir. Dilimizdeki gül’lü deyimler bu eğilimi açıkça göstermektedir. İyi babalar ailelerine gül gibi bakar, mutlu ve geçim sıkıntısı çekmeyen aileler gül gibi geçinip gider ve çocuklarını el bebek gül bebek büyütürler. Kız çocuklarına güzel olsunlar diye çokça güllü adlar verilir: Güldalı, Güldane, Gülizar, Gül, Gülfidan, Yazgülü, Ayşegül, Güllü gibi. Öyle kızlar ki güldükçe güller açar yüzlerinde. Ve o güllerin üzerine gül koklanmaz. Ufak tefek kusurlar hoşgörülmelidir, çünkü gül dikensiz olmaz. Gelinlik kızlar ve evlenme çağına gelmiş delikanlılar güllü çorap giyerler. Bu, evlenme çağına geldiklerinin işaretidir. Gül şeklinde örülen oyalara ise gül oya denir.

Bir Göze Bir Bülbül masalında gülünce güller açan dilber de doya doya gülememiş, başına nice işler gelmiştir. Billur köşk masalarından biri olmakla beraber, halk arasında değişik şekillerde anlatılan bu masal, Muradına Eremeyen Dilber, Gülünce Güller Açan Kız ve Gül Güzeli adlarıyla da bilinir. Masalın ilgi çekici yanı, Doğu edebiyatlarının ortak mecazlarından birini somutlaştırmasıdır. Bilindiği gibi divan şiirinde de, halk şiirinde de sevgilinin yüzü (yahut yanağı) güle benzetilir. Farsça olmakla beraber gül şeklinde inceltilerek Türkçeleştirilen bu kelime ile gülmek fiili arasındaki benzerlik de şairlerin işini kolaylaştırmıştır. ‘’Gülünce yüzünde güller açmak’’ deyimi bu benzerlikle doğrudan ilgilidir. Masaldaki dilberin ise yüzünde, güldüğü zaman gerçekten güller açmakta, ağlayınca da gözlerinden inciler dökülmektedir. Çünkü fakir, fakat iyi yürekli bir zembilcinin kızı olarak dünyaya geldiğinde üç melek onun için üç dilekte bulunmuştur: ‘’Güldükçe güller açılsın’’, ‘’Ağladıkça inciler saçılsın’’, ‘’Uyusun da büyüsün, bastığı yerleri çayır çimen büyüsün’’.

Ve kız büyür. Gerçekten güldükçe yüzünde güller açmakta, ağladıkça gözlerinden inciler saçılmaktadır. İyi yürekli zembilci, gülleri ve incileri zembil zembil satarak zengin olur. Birçok masalda olduğu gibi, Bir Göze Bir Gülde’de, padişahın yakışıklı oğlu güldükçe güller açan kızı görerek evlenmek isteyecek, fakat kıskanç ve kötü yürekli bir kocakarı, allem edip kalem edip kendi çirkin kızını onun yerine geçirmeyi başaracaktır. Hem de gözlerini elinden alarak…

Çengi Dilaver masalında da gül, çok önemli bir motif olarak karşımıza çıkmaktadır. Masalın kahramanı olan şehzade, Çengi Dilaver adlı mekkâre bir kadının köşkündeki muhteşem gülü alıp kız kardeşine getirmek zorundadır. Elindeki sihirli kâğıtlardan birini yakınca karşısında beyaz sakallı bir derviş peyda olur ve Çengi Dilaver’in dünyada benzeri olmayan gülünü alabilmesi için, köşkün kapısında koyunun önündeki eti köpeğin önüne, köpeğin önündeki otu koyunun önüne koymasını, açık duran kırk kapıyı kapamasını, kapalı kırk kapıyı da açmasını söyler. Kırkıncı kapıdan sonra önüne geniş bir bahçe çıkacaktır. Çengi Dilaver’in gülü işte o bahçededir. Şehzade, dervişin bütün dediklerini yapar, gülü koparıp dönerken bütün çiçekler ‘’İmdat, imdat! Çengi Dilaver’in gülü çalındı!’’ diye feryat ederlerse de atı alan Üsküdar’ı geçmiştir.

Aynı masalın sonunda Çengi Dilaver, şehzadenin ve kız kardeşinin dostu olacak ve şehzadeye bir gül, kıza da bir karanfil verecektir. Çocuklar, saraya davet edildikleri gün, kötü kalpli teyzelerinin iftirası yüzünden yarı beline kadar gömülmüş olan annelerinin yanından geçerken gülü sağ omzuna, karanfili de sol omzuna koyarlar. Kadın gülü koklayıp gömüldüğü yerden kurtulur, karanfili koklayınca da eski gücünü ve güzelliğini yeniden kazanır. Sihirli Gül masalında Yemen padişahının oğlu, bir başka padişahın büyüye uğramış kızını, bir cadının bahçesinden çaldığı sihirli beyaz bir gülle kurtarır. Nar Tanesi masalında, büyüyle kuş haline gelen padişah kızı, şehzadenin nişanlısı tarafından kafası koparılarak öldürülür. Kızın bahçeye dökülen kanlarından birçok gül ağacı biter. Bahçıvan bu gülleri koparıp bir kocakarıya verir. Kocakarı, bir bardağın içine koyduğu güllerden birinin hiç solmadığını görür, merak edip büyük bir istekle koklayınca gül yeniden kuş olup uçuverir.

Halk hikâyelerinde güllü isimler epeyce yaygındır: Güllü Han ile Melikşah, Mahi Varaka ile Gülşah, Hüsrev ile Gülruh, Gül ile Sitemkar hikayelerinde olduğu gibi.

Gül modern Türk edebiyatın da önemini korumuştur. Recaizade’den Cenab Şahabeddin’e, Yahya Kemal’den Ahmet Haşim’e, Ahmet Hamdi Tanpınar’dan Behçet Necatigil’e, Sezai Karakoç’tan Edip Cansever’e, Hilmi Yavuz’a kadar yüzlerce şair güle şiirler söylemişlerdir.

İlk modern şair ve yazarlar, tabiatı, unsurlarını birbirinden ayırarak değil, akademik bir ressam yahut fotoğraf makinesi gibi bütün olarak görmeye çalışıyorlardı. Tanzimat’tan sonraki edebiyatın tabiat görüşü büyük ölçüde manzara resimlerine ve fotoğrafa bağlı olarak gelişmiş, mesela Servet-i Fünun mecmuasında resim unsuru bol bol kullanılmıştır. Resim altı olarak yazılan şiirler, yeni tabiat görüşünün niteliğini ve Servet-i Fünun’cuların tabiata yükledikleri anlamı vermeleri bakımından önemlidir. Recaizade Mahmut Ekrem’in Koparma adlı şiiri bu bakımdan üzerinde durulmaya değer. Resimdeki güzel kızla kopardığı gül arasında benzerlik kurarak bir çiçeğin bir çiçeği öldürmesine hayret eden ve bu olay etrafında neredeyse bir trajedi yaratan Recaizade Mahmut Ekrem Bey’in duygusallığı ‘’marazi’’ ölçülere varmaktadır. Manzarada, Cenab Şahabeddin’in Elhan-ı Şita’da ‘’ufacık bir çiçekli yelpaze’’ diye tarif ettiği kelebekler de vardır. Recaizade Ekrem Bey, çiçekler etrafında inanılmaz safdillikte bir şiir dünyası kurmuştur. Birinci Zemzeme’deki Çiçek adlı şiirinde de eşsiz güzellikteki çiçeklerin ömürlerinin kısalığına üzülür ve dünyada her şey fani olmakla beraber, iki şeyinin sonunun pek hazin olduğunu söyler; biri solmuş bir çiçektir, diğeri ise veremli bir kız. Çiçek imajı da böylece Servet-i Fünun’un teverrüm edebiyatında yerini alır.

Recaizade’nin çiçekler karşısındaki bu aşırır hassasiyeti, şüphesiz, tabiatla ilgili düşüncülerinin bir sonucudur. Takdir-i Elhan’da ‘’Tabiat gibi bir hace-i bedayi’’ dururken şundan bundan ta’lim-i şi’r etmeğe tenezzül mü edilir?’’ diyen şairimiz, tabiatta çirkinliğin bulunmadığı kanaatindedir. Eski şiirimizde çok kullanılan bülbülün güle aşkı imajını da, çağdaşlarından birçoklarının aksine, yaratılışına uygun bulur ve eleştirilere katılmaz. Pejmürde adlı kitabında yer alan Gül – Bülbül başlıklı yazısında, tabiatın bu iki güzel varlığını niçin sevdiğini uzun uzun anlatır.

Aynı hassasiyet Fecr-i Ati şairlerinde de devam edecektir. Ahmet Haşim’in ilk şiirlerinde çiçekler Servet-i Fünun duyarlılığını yansıtır. Fakat Göl Saatleri ve Piyale’de çiçekler, onun çok özel şiir dünyasında zengin çağrışımlarla yüklü semboller olarak karşımıza çıkar. Özellikle gül, rengi dolayısıyla, Haşim’in en sevdiği çiçektir. Merdiven şiirinde karşımıza çıkan ‘’kanayan gül’’ imajı eski şairlerin aşk yarasını güle benzetmesi arasında ilgi çekici bir akrabalık vardır.

Savaş yıllarında çiçeklere yüklenen anlamlar daha başka olmuştur. Ahmet hikmet Müftüoğlu’nun Padişahım Alınız Menekşelerimi Veriniz Gülümü ve Sümbül Kokusu ve Bahar adlı hikâyeleri bu bakımdan ilgi çekicidir. Bahar’da Müftüoğlu, büyük acılar çekmiş bir çiçek satıcısının bu nefis bahar kokularında kendi ıstırabını nasıl bulduğunu anlatır. Sepet içindeki sümbüller, fulyalar, zerrinler, menekşeler, şebboylar, ona ‘’müdebdeb ve muhteşem tarih sahneleri, mutantan ve muazzam zafer levhaları gösterir, rakik ve ulvi şiir neşideleri okurken ‘’, çiçek satıcısı Mazlum için tamamen başka anlamlar taşımaktır: ‘’Lale bir açık yara, gonca bir kan pıhtısı, sümbül çitişmiş bir hasta saçı, menekşe mavi gözlerin damla damla yaşı…’’

Rindlerin Akşamı’nda ‘’Ya lale açmalıdır göğsümüzde, yahud gül’’ diyen Yahya Kemal’in şiirinde de gülün tartışılmaz bir saltanatı vardır. Rindlerin Ölümü’nde, Hafız’ın serin serviler altındaki kabrinde her seher bir gül açar ve her gece bir bülbül öter. Ahmet Haşim’de de karşılaştığımız ‘’kanlı gül’’ imajı, Yahya Kemal’in iki ayrı şiirinde, Telakki ve Ses’te kullandığı ‘’Bir kanlı gül ağzında ve mey kâsesi elinde’’ mısraında da yer almıştır. Bazı şiirlerinde de gül ateşle birleşir. Akıncı şiirinde şehit olarak cennete giden akıncılar gülleri görünce savaşı hatırlarlar. Mohaç Türküsü’nde zafer gül yüzlü bir afete, öpüşleri ise laleye benzetilir. Geçmiş Yaz şiirinde mehtap, iri güller ve sevgilinin en güzel aksi, bir rüyanın unsurları olarak bir aradadır. Endülüs’te Raks’ta ise gül, bütün şiire rengini veren imajdır:

Yahya Kemal’in talebesi ve dostu Ahmet Hamdi Tanpınar’a gelince, o bir gül şairidir. Az sayıdaki şiirlerinden biri Gül adını taşır. Dört şiirin adında da Gül vardır: Bir Gül Tazeliği, Bir Gül Bu Karanlıklarda, Güller ve Kadehler, Hep Aynı gül. Bütün şiirlerinde ‘’gül’’ kelimesini otuz dört defa kullanmıştır. Diğer çiçeklerden zambak üç, nergis ve menekşe ikişer, nilüfer, erguvan, leylak ve lotus da birer defa zikredilir. ‘’Çiçek’’ kelimesi ise sekiz defa geçmektedir. İlgi çekici olan, Tanpınar’ın lale’den sadece Kış Bahçesi adlı şiirinin ilk şeklinde söz etmiş olmasıdır: ‘’Lalenin üslubu, gülün sevinci, menekşenin kederi’’. Be mısra daha sonra ‘’Gülün sevinci, menekşenin kederi’’şeklinde kısaltılmıştır.

Modern şiirimizde gül ile bülbül geleneksel ilişkisiyle ele alınmıyor; şairler haklı olarak bülbülün güle duyduğu aşkı bayat buluyorlar. Bu bakımdan Yahya Kemal’in Rindlerin Ölümü şiiri, gül-bülbül edebiyatına söylenmiş bir mersiye ve hüzünlü bir hatime sayılabilir. Bununla beraber gülden bütünüyle vazgeçen şair yoktur; o hala saltanatını özellikle şiirde tek başına sürdürüyor. Hata bazı şairlerde dini ve metafizik anlamalarını yeniden yüklenmiş ve modern şiirle eski şiir arasında bir köprü vazifesi görmeye başlamıştır. Sezai Karakoç’un Gül Muştusu’nda gülün ardındaki bütün kültür modern şiire başarıyla taşınmıştır.

Yenileşme Dönemi Türk Edebiyatında Gül

Sathi bir bakışla Osmanlı tarihi, devletin askeri zaferlere dayanarak teşkilatlanması tarihinden ibaretmiş gibi görülebilir. İlerleme, duraklama ve gerileme devirleri hep bu açıdan, savaşlarda kazanılan veya kaybedenlerin grafiğine göre tarihi yerlerini almıştır. Ancak bu grafiğin arkasında düzenini kurmuş ve mutluluğunu bulmuş bir milletin varlığını fark edebilmek için gözleri sadece sınırlara, iç çatışmalara veya siyasi entrikalara değil, biraz daha derine, günlük hayatın tabii akışına çevirmek gerekir. O zaman bu uzum ömürlü devleti asıl besleyici kaynağın bir hayat felsefesi, bir medeniyet anlayışı ve insan ilişkilerini idare eden bir örf ve zarafet sistemi olduğu anlaşılır.

Bu sistemin önemli parçalarından biri de hiç şüphesiz çiçek sevgisidir. Belki sevdası demek daha doğru olacak. Çünkü bu sevgi sadece çiçek yetiştirmeyi bir zanaat haline getirmekle kalmamış, onu dünyevi, uhrevi, mecazi –hakiki, platonik- mistik bilcümle aşkların da sembolü haline getirmiştir. Mehmet Kaplan, Türklerin göçebe döneminin eserlerinde hayvanlarla, yerleşik medeniyette, özellikle Selçuk ve Osmanlı dönemlerinde ise bitkiler ve çiçeklerle ilgili sembollerin yer alınışına dikkatleri çeker.

Gerçekten çiçek, belki dünyanın hiçbir kültüründe olmadığı kadar bizde yaygın bir sembol değerini kazanmıştır. Kütüphanelerimizde, birbirinden çok farklı konularda yazılmış, doğrudan doğruya çiçekle ilgisi olmayan, fakat ele aldığı konunun ünitelerini birer çiçek olarak tasavvur eden kitap vardır ki, adı çiçekler manasına Ezhar-ı… diye başlar. Fakat asıl zengin kitap adları gül kelimesi ve bunun çeşitli türevleriyle yapılanlardır: Bunların bir kısmı doğrudan doğruya gül’le ilgili iken çoğu gül’ü sembol olarak kullanan kitaplardır. Böylece Gülbün, Gülşen, Gülzar gibi adlarla başlayan yüzlerce kitapla karşılaşırsınız. Bunların her birinde, şiirler, şairler, hükümdarlar, nesir parçaları, güfteler, fıkralar, latifelerin her biri birer gül olarak telakki edilmişlerdir.

Buna paralel olarak divan edebiyatında gül, çok zengin ve karmaşık bir mazmun ve imaj dünyasına sahiptir. Gerek demin saydığım kitap adları, gerekse divan şiirinde gül konusu, başlınaşına uzun bir çalışmayı gerektirecek kadar önemlidir.

Tanzimat’tan sonra günümüze gelene kadar yeni dönem edebiyatında da gül önemini korumuştur. Ama bu defa gelenektekilere benzemeyen daha farklı alegorik ve sembolik değerler kazanarak.

Divan şiirindeki dünyevi veya tasavvufi sevgili, Tanzimat’ın ilk şairlerinden Namık Kemal’de siyasi bir kavram haline gelir. Onun meşhur Vaveyla şiirinde gül, millet ve bayrak sembolleri olarak görünür:

Feminin rengi aks edip tenine

Yeni açmış güle misal olmuş

Aynı konu da Süleyman Nazif de

İşte gülzar-ı Vatan mahvoldu istibdad ile

Der. Bir dönem sonra Abdülhak Hamid ise şairi tarif ederken orijinal bir çağrışıma başvurur:

Bir haşrdır gözünde onun inkişaf-ı gül

Ahmet Haşim’in

Eğilmiş arza kanar, muttasıl kanar güler

Veya

Yorgun gözümün halkalarında

Güller gibi fecr oldu nümayan

Güller gibi sonsuz iri güller

Güller ki kamıştan daha nalân

mısralarında daha şaşırtıcı sembolist – empresyonist imajlar görülür. Birçok şiirinde güle değişik sembolik anlamlar yükleyen Yahya Kemal Endülüs’te Raks şiirinde onu egzotik ve erotik bir unsur olarak kullanır:

Zil, şal ve gül bu bahçede raksın bütün hızı

Rindlerin Ölümü şiirinde ise

Hafızın kabri olan bahçede bir gül varmış

Yeniden her gün açarmış kanayan rengiyle

mısralarıyla onu ebedi hayatın sembolü olarak düşünmüştür. Cumhuriyet’ten sonraki şiirde ise daha çok duygu yüklü şiirlerde yer alan gül, Necip Fazıl’ın bir şiirinde

Gül yetiştirenlere mahsus hevesle

Renk renk dertlerimi gözünde besle

mısralarıyla gülü acının sembolü haline getirmiştir. Tanpınar’ın şiirlerinde de gül, her biri ayrı bir çağrışımın ürünü olan zengin bir hayaller dünyasının kapılarını aralar:

Bir gül bu karanlıklarda

Sükûta kendini mercan

Bir kadeh gibi sunmakta

Zamanın aralığından

veya

Belki rüyalarındadır bu taze açılmış güller

yahut

Bugünün rüzgârında yıkanan mazi gülü

hatta

Gül, ey bir ana sığmış ebebiyyet rüyası

gibi. Behçet Necatigil de

Solgun bir gül oluyor dokununca

mısraını bir şiirinde duygu yüklü bir laytmotif olarak kullanır. Sezai Karakoç’un kitaplarından birinin adı Gül Muştusu’dur. Burada gül, İslam’ın yeniden dirilişinin, yani ‘’Ba’sü ba’del-mevt’’inin sembolü olur. Beşir Ayvazoğlu’nun da

Dönsün, yine dönsün açılan tennure

Ses gülleri iliştirsin güzelliğine

gibi klasik form ve mazmunlardan hareketle imajları genişleyen şiirlerini ihtiva eden Gülname adlı bir şiir kitabı vardır.

Bir defa, İstanbul’un sokak adlarını bir rehberde incelerken çiçek adı taşıyan yüzlerce sokak adı arasında belki yüze yakın ‘’gül’’le başlayan sokak ismi beni epey şaşırtmıştı. Çünkü İstanbul’un Çamlıca, Eyüp, Kadıköy gibi gül seyranına gidilen eski bahçeleri kalmadığı gibi evlerimizde de bahçe yok ki gül olsun. Fakat yine ben bu adları o eski medeniyetimizden kalma bir nostalji duygusu gibi düşünmek istiyorum. Hünkâr Suyu’nun ne hünkârı ne suyu kalmaması gibi gül de hayatımızdan çoktan çekildi gitti ama o edebiyatta daha uzun zaman saltanatını devam ettireceğe benziyor.
 
takipçi satın al
instagram takipçi hilesi
takipçi satın al
tiktok takipçi hilesi
vozol
antalya havalimanı transfer
Geri
Üst