Baski34
Kayıtlı Üye
Felsefe, insanın düşünerek kendi
var oluşunun bilincine vardığı her yerdedir.
KARL JASPERS
Felsefeyi somut gerçeklikten kopuk, kendine dönük bir uğraş sayanlar, aynı zamanda, felsefenin belli bir görevinin ya da işlevinin de olmadığını ileri sürecek kadar büyük bir yanılgı içindedirler. Örneğin, Rousseau şöyle diyor : Felsefe nedir? En tanınmış filozofların kitaplarında bulduğumuz nedir? Onları dinlerken, insan kendini bir Pazar yerinde avaz avaz bağıran bir sürü satıcı arasında sanır. Her biri, bana gelin, bana gelen aldanmaz, diye bağırıp durur.
Oysa, bilmeliyiz ki, sağlam temellendirmeden yoksun, temel mantık ilkelerine uygun olmayan ve yeni sorular sorup yeni açıklamalar üretmeyen her düşünsel çaba felsefe değildir. Felsefe, Karl Jaspersın dediği gibi, insanın düşünerek, kendi var oluşunun bilincine vardığı her yerdedir. Yani, nerede var olana ilişkin bir soru soruluyorsa, nerede tutarlı bir yargıya varılıyorsa, felsefe oradadır.
Özellikle az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde felsefe, düşünme ve fikir üretme açısından, kendini aydın olarak niteleyen bir grup insanın eline bırakılmış ve çoğu kez de anlaşılmaz bir dille örülerek kitlelerden koparılmıştır. 18. yüzyıl Fransasında Ansiklopedistler in çabalarıyla, felsefe geniş halk kitlelerine mal edilmiş ve bir felsefe üst-dili yaratarak onu anlaşılmaz kılan sözde aydın çabalarına karşın, felsefe herkesin anlayabileceği bir biçim almıştır.
Felsefeyi toplumsal, siyasal ve ekonomik koşullardan bağımsız, salt bir düşünce ürünü saymak, onu ayakları yere basmayan, anlaşılmaz ve soyut bir uğraş haline getirir ve bu tavır felsefeye çeşitli nedenlerle karşı çıkanları da haklı kılar. Oysa, bilmeliyiz ki, filozof da öncelikle bir insandır ve her insan gibi çağının toplumsal, ekonomik ve siyasal etkilerine açıktır, kendi düşünce sisteminde de bu etkileri yansıtır. Öyleyse, bir filozofu ve onun düşünce sistemini doğru anlamak için, öncelikle onu çağının koşulları içinde irdelemek gerekir. Gerçekten, felsefe çağlar boyunca, toplumda yürürlükte olan üretim ilişkileriyle sıkı bir bağlantı içinde kendini geliştirmiştir. Üretim ilişkileri toplumun gereksinimlerini karşıladığı sürece, düşünce sistemleri toplumsal düzeni desteklemiş, fakat üretici güçlerin isteklerine yanıt veremez duruma gelen bir toplumsal ve ekonomik düzeni yıkmak için de elinden gelen çabayı göstermiştir.
Amaç dünyayı daha yaşanılır kılmak için onu değiştirmekse, insanın öncelikle doğru bir dünya görüşüne sahip olması gerekir. Bu nedenle, felsefenin önde gelen işlevi, doğayı, toplumu ve insanı tanımak olmuştur. Aslında, Bilgi, evreni, doğayı ve toplumu tanımak ve bilmektir. Bilme amacına yönelik bir çaba olan felsefe de, eskiçağda Çin, Hint, Sümer ve Batı Anadoluda yaşayan düşünürler eliyle önce evreni ve doğayı tanımaya yönelir. Örneğin, Batı Anadoluda ilk kez Thales, evrenin temel ilkesinin ne olduğunu sorgular. Ardından, sofist filozoflar insanın doğru bilgiyi kazanamayacağını, doğru bilgiyi aramak yerine, insana ve topluma yönelik sorunları tartışmanın gerekli olduğunu dile getirirler. Böylece felsefe, evreni ve doğayı araştırmanın yanı sıra, insana da yönelir. Bu çabaya Sokrates Kendini tanı sözüyle katılacak ve insan kendi aklının olanaklarını da araştırmaya başlayacaktır. Kendi aklını araştırmaya başlayan insanın karşısına, bu kez de felsefenin temel sorularından biri çıkacaktır. Acaba bizi çevreleyen somut dünya mı aklı ve bilinci biçimlendirir, yoksa asıl gerçek insan aklı mıdır? Sokrates ve öğrencisi Platon bu soruyu asıl gerçek insanın kendi aklıdır ve nesneler tümüyle aklın ürünüdür diye yanıtlar ve Platon doğru bilginin akılla kavranan ideaların/kavramların bilgisi olduğunu, böyle bir bilgiye de ancak matematik ve felsefeyle ilgilenerek ulaşılabileceğini ileri sürer. Platon, bu düşünceden yola çıkarak da, devleti en bilgili kişiler olarak filozofların yönetmesini isteyecektir. Oysa, Antik Yunan düşünürlerinden Aristoteles, varlığın temelinde maddenin bulunduğunu söyleyecek kadar gerçekçidir ve bu gerçekçilik onu doğanın insanları eşit yaratmadığı düşüncesine/yanılgısına kadar götürür. Gerçekten, üretimin köleler tarafından yapıldığı, soyluların ise vakitlerinin tümünü sanat, edebiyat ve felsefe tartışmaları ile geçirdiği Atina sitesinde, kölelerin hakkını savunmak Aristoya hiç de doğru bir tavır olarak görünmemektedir. Ona göre, doğa bazı insanları köle yaratmıştır ve köleler için en uygun olan şey bir efendinin boyunduruğunda yaşamaktır.
Doğduğu yıllarda devrimci bir tutum takınan ve tüm insanların eşit yaratıldığı anlayışını dile getirerek köleciliğin karşısında yer alan Hıristiyanlık, giderek tüm toplumsal ve siyasal kurumlar üzerinde etkinlik kuracak ve böyle bir yapı içinde felsefeye düşen görev, Hıristiyanlığın kesin açıklamalarını/dogmalarını ve buyruklarını akla uygun hale getirmek olacaktır.
Skolastik düşünceye ve kilisenin insan aklı üzerinde kurduğu egemenliğe sistemli bir karşı çıkış 17. yüzyılda Descartes ile başlar. Descartesa göre, kuşku duymak insan aklının doğal bir sonucudur ve bu kuşku gerçeğin kesin bilgisine ulaşıncaya kadar sürer. İnsan aklına duyulan güveni yeniden canlandıran ve bu nedenle de çağdaş felsefenin kurucusu olarak anılan Descartes da çağın egemen değerlerinden kendini tam olarak kurtaramamış ve insanı madde-ruh ikilemi içinde ele almıştır.
Çağın ekonomik ekonomik gelişmelerine koşut olarak gelişen ve zenginliğini arttıran kentli orta sınıf/burjuva, üretimi arttıracak olanakları gerçekleştirebilmek için bilime ve teknolojiye yönelmenin gereğini kavrayınca, felsefe gözlerini yeniden bu dünyaya çevirir. 17. yüzyılın sonlarında John Locke bilimsel kesinliğe nasıl ulaşabileceğimiz ve bu kesinliği nasıl sınayabileceğimiz konusunda yeni düşünceler geliştirir. Locke, bilgi anlayışını, aklımızın deneyle doğrulanamayan hiçbir bilgiye sahip olamayacağı tezi üzerine kurar. 18. yüzyıl Fransız düşünürleri ise, bilime bel bağlamanın doğal sonucu olarak maddeci görüşleri benimseyecekler ve insan bilincini de doğal ve maddesel nedenlerin ürünü olarak açıklayacaklardır. İnsan bilinci maddi koşulların ürünü olduğuna göre, insanı gelişmesi için daha iyi bir doğal ve toplumsal çevre gerekmektedir. Amaç, insanın mutluluğu ise, birey öncelikle kendisini ve doğayı tanımalıdır. İnsanın gelişmesi ve daha iyi bir doğal ve toplumsal çevreye kavuşması konusunda en büyük engel dinsel inançlardır. İşte maddeci düşünceler bu engeli ortadan kaldıracak ve Avrupada düşünsel ve toplumsal yaşam Fransız Devriminin gündeme getirdiği eşitlik, özgürlük, adalet ilkelerinde somutlaşacaktır.
Fransız Devriminden önemli ölçüde etkilenen Alman düşünce yaşamı, 18. yüzyılda Hegelin diyalektiği temel yöntem olarak kullandığı idealist felsefeyle durulmaya çalışır. Hegel felsefesi, insan düşüncesinin etkin yaratıcı yönünü diyalektiğe bağlarken, yürürlükteki toplumsal ve siyasal düzenle uzlaşımını mutlak tin anlayışıyla ortaya koymaktadır. Alman düşüncesi asıl devrimci kimliğini, diyalektiği maddeci düşünceye uygulayan ve toplumların gelişme sürecini diyalektik materyalizm ile açıklayan Karl Marxla yakalar. Marx evrenin kesinlikle maddeci bir tavırla açıklanması gerektiğini savunurken, aynı zamanda, gelişen toplumsal sınıfların çözümlemesini ve bu çözümlemeye dayanarak toplumların geleceğini belirlemeyi diyalektik materyalizmle yapmaya çalışmaktadır. Marx ve arkadaşı Engels felsefeye, insanın kendisini, toplumu ve doğal dünyayı kavramasını sağlamak ve böylece dünyayı daha yaşanılır kılmak üzere değiştirmek gibi önemli bir görev yükler.
Günümüz felsefesi artık salt doğayı, evreni ve insanı tanımaya çalışmakla yetinmez. Çünkü, bilimler bu konuda önemli ilerleme sağlamışlar ve felsefeye bu alanda çok fazla iş bırakmamışlardır Felsefe, artık doğrudan bilimin kendisine, ahlâka, sanata, dine, politikaya, kısaca, insana ilişkin tüm uğraşlara yönelmekte ve bir sistem oluşturmak yerine, sorunları kendi alanı içinde çözmeye çalışmaktadır. Yani, felsefenin artık işlevini tamamladığını, soyut ve çözümsüz sorunlar üretmek yerine, bilimle ilgilenmek gerektiğini savunan ve felsefeye yalnızca bilime yardımcı olma hakkını tanıyan anlayışın aksine, günümüz felsefesi, insan düşüncesinin etki alanına giren tüm etkinliklerde kendini göstererek alanını daha da genişletmiştir. İnsan düşünebildiği sürece de felsefe varlığını koruyacak ve işlevini her zaman yerine getirecektir.
var oluşunun bilincine vardığı her yerdedir.
KARL JASPERS
Felsefeyi somut gerçeklikten kopuk, kendine dönük bir uğraş sayanlar, aynı zamanda, felsefenin belli bir görevinin ya da işlevinin de olmadığını ileri sürecek kadar büyük bir yanılgı içindedirler. Örneğin, Rousseau şöyle diyor : Felsefe nedir? En tanınmış filozofların kitaplarında bulduğumuz nedir? Onları dinlerken, insan kendini bir Pazar yerinde avaz avaz bağıran bir sürü satıcı arasında sanır. Her biri, bana gelin, bana gelen aldanmaz, diye bağırıp durur.
Oysa, bilmeliyiz ki, sağlam temellendirmeden yoksun, temel mantık ilkelerine uygun olmayan ve yeni sorular sorup yeni açıklamalar üretmeyen her düşünsel çaba felsefe değildir. Felsefe, Karl Jaspersın dediği gibi, insanın düşünerek, kendi var oluşunun bilincine vardığı her yerdedir. Yani, nerede var olana ilişkin bir soru soruluyorsa, nerede tutarlı bir yargıya varılıyorsa, felsefe oradadır.
Özellikle az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde felsefe, düşünme ve fikir üretme açısından, kendini aydın olarak niteleyen bir grup insanın eline bırakılmış ve çoğu kez de anlaşılmaz bir dille örülerek kitlelerden koparılmıştır. 18. yüzyıl Fransasında Ansiklopedistler in çabalarıyla, felsefe geniş halk kitlelerine mal edilmiş ve bir felsefe üst-dili yaratarak onu anlaşılmaz kılan sözde aydın çabalarına karşın, felsefe herkesin anlayabileceği bir biçim almıştır.
Felsefeyi toplumsal, siyasal ve ekonomik koşullardan bağımsız, salt bir düşünce ürünü saymak, onu ayakları yere basmayan, anlaşılmaz ve soyut bir uğraş haline getirir ve bu tavır felsefeye çeşitli nedenlerle karşı çıkanları da haklı kılar. Oysa, bilmeliyiz ki, filozof da öncelikle bir insandır ve her insan gibi çağının toplumsal, ekonomik ve siyasal etkilerine açıktır, kendi düşünce sisteminde de bu etkileri yansıtır. Öyleyse, bir filozofu ve onun düşünce sistemini doğru anlamak için, öncelikle onu çağının koşulları içinde irdelemek gerekir. Gerçekten, felsefe çağlar boyunca, toplumda yürürlükte olan üretim ilişkileriyle sıkı bir bağlantı içinde kendini geliştirmiştir. Üretim ilişkileri toplumun gereksinimlerini karşıladığı sürece, düşünce sistemleri toplumsal düzeni desteklemiş, fakat üretici güçlerin isteklerine yanıt veremez duruma gelen bir toplumsal ve ekonomik düzeni yıkmak için de elinden gelen çabayı göstermiştir.
Amaç dünyayı daha yaşanılır kılmak için onu değiştirmekse, insanın öncelikle doğru bir dünya görüşüne sahip olması gerekir. Bu nedenle, felsefenin önde gelen işlevi, doğayı, toplumu ve insanı tanımak olmuştur. Aslında, Bilgi, evreni, doğayı ve toplumu tanımak ve bilmektir. Bilme amacına yönelik bir çaba olan felsefe de, eskiçağda Çin, Hint, Sümer ve Batı Anadoluda yaşayan düşünürler eliyle önce evreni ve doğayı tanımaya yönelir. Örneğin, Batı Anadoluda ilk kez Thales, evrenin temel ilkesinin ne olduğunu sorgular. Ardından, sofist filozoflar insanın doğru bilgiyi kazanamayacağını, doğru bilgiyi aramak yerine, insana ve topluma yönelik sorunları tartışmanın gerekli olduğunu dile getirirler. Böylece felsefe, evreni ve doğayı araştırmanın yanı sıra, insana da yönelir. Bu çabaya Sokrates Kendini tanı sözüyle katılacak ve insan kendi aklının olanaklarını da araştırmaya başlayacaktır. Kendi aklını araştırmaya başlayan insanın karşısına, bu kez de felsefenin temel sorularından biri çıkacaktır. Acaba bizi çevreleyen somut dünya mı aklı ve bilinci biçimlendirir, yoksa asıl gerçek insan aklı mıdır? Sokrates ve öğrencisi Platon bu soruyu asıl gerçek insanın kendi aklıdır ve nesneler tümüyle aklın ürünüdür diye yanıtlar ve Platon doğru bilginin akılla kavranan ideaların/kavramların bilgisi olduğunu, böyle bir bilgiye de ancak matematik ve felsefeyle ilgilenerek ulaşılabileceğini ileri sürer. Platon, bu düşünceden yola çıkarak da, devleti en bilgili kişiler olarak filozofların yönetmesini isteyecektir. Oysa, Antik Yunan düşünürlerinden Aristoteles, varlığın temelinde maddenin bulunduğunu söyleyecek kadar gerçekçidir ve bu gerçekçilik onu doğanın insanları eşit yaratmadığı düşüncesine/yanılgısına kadar götürür. Gerçekten, üretimin köleler tarafından yapıldığı, soyluların ise vakitlerinin tümünü sanat, edebiyat ve felsefe tartışmaları ile geçirdiği Atina sitesinde, kölelerin hakkını savunmak Aristoya hiç de doğru bir tavır olarak görünmemektedir. Ona göre, doğa bazı insanları köle yaratmıştır ve köleler için en uygun olan şey bir efendinin boyunduruğunda yaşamaktır.
Doğduğu yıllarda devrimci bir tutum takınan ve tüm insanların eşit yaratıldığı anlayışını dile getirerek köleciliğin karşısında yer alan Hıristiyanlık, giderek tüm toplumsal ve siyasal kurumlar üzerinde etkinlik kuracak ve böyle bir yapı içinde felsefeye düşen görev, Hıristiyanlığın kesin açıklamalarını/dogmalarını ve buyruklarını akla uygun hale getirmek olacaktır.
Skolastik düşünceye ve kilisenin insan aklı üzerinde kurduğu egemenliğe sistemli bir karşı çıkış 17. yüzyılda Descartes ile başlar. Descartesa göre, kuşku duymak insan aklının doğal bir sonucudur ve bu kuşku gerçeğin kesin bilgisine ulaşıncaya kadar sürer. İnsan aklına duyulan güveni yeniden canlandıran ve bu nedenle de çağdaş felsefenin kurucusu olarak anılan Descartes da çağın egemen değerlerinden kendini tam olarak kurtaramamış ve insanı madde-ruh ikilemi içinde ele almıştır.
Çağın ekonomik ekonomik gelişmelerine koşut olarak gelişen ve zenginliğini arttıran kentli orta sınıf/burjuva, üretimi arttıracak olanakları gerçekleştirebilmek için bilime ve teknolojiye yönelmenin gereğini kavrayınca, felsefe gözlerini yeniden bu dünyaya çevirir. 17. yüzyılın sonlarında John Locke bilimsel kesinliğe nasıl ulaşabileceğimiz ve bu kesinliği nasıl sınayabileceğimiz konusunda yeni düşünceler geliştirir. Locke, bilgi anlayışını, aklımızın deneyle doğrulanamayan hiçbir bilgiye sahip olamayacağı tezi üzerine kurar. 18. yüzyıl Fransız düşünürleri ise, bilime bel bağlamanın doğal sonucu olarak maddeci görüşleri benimseyecekler ve insan bilincini de doğal ve maddesel nedenlerin ürünü olarak açıklayacaklardır. İnsan bilinci maddi koşulların ürünü olduğuna göre, insanı gelişmesi için daha iyi bir doğal ve toplumsal çevre gerekmektedir. Amaç, insanın mutluluğu ise, birey öncelikle kendisini ve doğayı tanımalıdır. İnsanın gelişmesi ve daha iyi bir doğal ve toplumsal çevreye kavuşması konusunda en büyük engel dinsel inançlardır. İşte maddeci düşünceler bu engeli ortadan kaldıracak ve Avrupada düşünsel ve toplumsal yaşam Fransız Devriminin gündeme getirdiği eşitlik, özgürlük, adalet ilkelerinde somutlaşacaktır.
Fransız Devriminden önemli ölçüde etkilenen Alman düşünce yaşamı, 18. yüzyılda Hegelin diyalektiği temel yöntem olarak kullandığı idealist felsefeyle durulmaya çalışır. Hegel felsefesi, insan düşüncesinin etkin yaratıcı yönünü diyalektiğe bağlarken, yürürlükteki toplumsal ve siyasal düzenle uzlaşımını mutlak tin anlayışıyla ortaya koymaktadır. Alman düşüncesi asıl devrimci kimliğini, diyalektiği maddeci düşünceye uygulayan ve toplumların gelişme sürecini diyalektik materyalizm ile açıklayan Karl Marxla yakalar. Marx evrenin kesinlikle maddeci bir tavırla açıklanması gerektiğini savunurken, aynı zamanda, gelişen toplumsal sınıfların çözümlemesini ve bu çözümlemeye dayanarak toplumların geleceğini belirlemeyi diyalektik materyalizmle yapmaya çalışmaktadır. Marx ve arkadaşı Engels felsefeye, insanın kendisini, toplumu ve doğal dünyayı kavramasını sağlamak ve böylece dünyayı daha yaşanılır kılmak üzere değiştirmek gibi önemli bir görev yükler.
Günümüz felsefesi artık salt doğayı, evreni ve insanı tanımaya çalışmakla yetinmez. Çünkü, bilimler bu konuda önemli ilerleme sağlamışlar ve felsefeye bu alanda çok fazla iş bırakmamışlardır Felsefe, artık doğrudan bilimin kendisine, ahlâka, sanata, dine, politikaya, kısaca, insana ilişkin tüm uğraşlara yönelmekte ve bir sistem oluşturmak yerine, sorunları kendi alanı içinde çözmeye çalışmaktadır. Yani, felsefenin artık işlevini tamamladığını, soyut ve çözümsüz sorunlar üretmek yerine, bilimle ilgilenmek gerektiğini savunan ve felsefeye yalnızca bilime yardımcı olma hakkını tanıyan anlayışın aksine, günümüz felsefesi, insan düşüncesinin etki alanına giren tüm etkinliklerde kendini göstererek alanını daha da genişletmiştir. İnsan düşünebildiği sürece de felsefe varlığını koruyacak ve işlevini her zaman yerine getirecektir.