Geçmişle Gelecek / Sabahattin Kudret Aksal

ashli

Bayan Üye
Geçmişle Gelecek​


Çağımızın yazarları mı daha ilginç geliyor size, yoksa geçmiş çağların mı diye sorsaydım, nasıl yanıtlardınız merak ederdim. Ya da soruyu biraz daha ılımlı biçime bürüyerek, geçmiş çağların yazarları da bugünküler oranında çeker mi sizi deseydim? Soruyu böylece değiştirmeye gene de çağdaş yazarlara bir öncelik tanımaya beni gözlemlerim kadar deneylerim sürüklüyor. Gözlemlerimi, kuşkusuz, konuşurken bu konuya değindiğim kişilerin eğilimlerinden edindim. Gördüm ki çoğunluk, özellikle genç yaştaki okurlar çağdaşlarına, giderek günün yazarlarına daha geniş bir ilgi duyuyorlar. Ayrıca bu ilgi ibresinin küçümsenmeyecek bir oranda çağdaşlardan yana olduğunu, kitap satışlarıyla da ölçmek olanağı var. Deneylerime gelince, onun da kökenini, üstelik nedenleriyle birlikte kendi yaşamımda buldum.

Okumaya, daha sonraları da yazmaya başladığım yıllarda, gençliğimin ilk yıllarında, bugün bana uzun gelen bir süre, sadece çağdaş yazarlar beni ilgilendirdi. Şimdi ö günlerime daha da ayrıntılara inerek baksam, çağdaş yazarlar deyiminin yerine yaşda-şım olan yazarlar deyimini kullanmanın gerçeği daha çok kapsadığını söyleyebilirim. Çevremdekiler, çevreme yakın kişiler, bir de genç yaşta öldüğünü öğrendiğimiz yabancı yazarlardı en çok ilgi alanımın içine girenler, yazın dünyasını somutlayanlar çokluk bu türden ozanlar, öykücülerdi. Geçmiş çağlann ozanlarına uzanmaya gerek yok, gene çağdaş sayılan, ama yaşı yaşımın çok üstünde, artık kocamışlığın sınırına gelmiş dayanmış bir ozanın önemini duyuyordum, yapıtı bugünkü kadar beni sarıyordu ama onu başka bir dünyanın insanı gibi görüyordum. Benim için özel bir beğeniden öteye gidemiyordu. Uzunca bir aradan sonra, çağımın dışına doğru sarkmaya, geçmişin yazarlarıyla ilişki kurmaya başladım.

Şimdi düşünüyorum da, bu oluşumun iki nedenini belirleyebiliyorum. Bu nedenlerin biri öznel, öbürü de nesneldir. Biri kişinin yaradılışından öbürü de toplumun eğitim koşullarından doğuyor. Kişinin yaradılışından doğan nedeni kısaca özetlemeye kalksam, öyle sanıyorum ki derim, insan dünyaya iki kez doğuyor ya da dünyayı iki kez tanımaya çıkıyor. Bunlardan birincisi, yürümeye yeni başladığımızda tatmak, tutmak, koklamak gibi deneylerle fiziksel dünyayı tanımaya çıktığımız ilk yaşlarımız olsa gerek. İkincisiyse yirmi yaşımıza doğru bilimsel, sanatsal, siyasal, töresel, her türden değerler dünyasını tanımaya, sınava çekmeye başladığımız yıllardır. Yönü yöreyi her iki tanımaya çıkışta da şaşılacak bir benzerlik var. Çocuk da, genç de tutkuyla girişiyor işe, ikisi de kendisine yakın ve dar bir alanı tanımaya, sonra da kurmaya çalışıyor. Çocuk için odasıyla oyuncakları neyse, genç için de yakın çevresinin değer düzeni odur. Kuşkusuz her ikisinde de nesneleri yeni tanıdıkları için olsa gerek, o nesnelerin kendileriyle birlikte başladığı inancı vardır. Kendisine sunulan nesneler olsun, değerler olsun, ilk karşılaşmada öyle göz kamaştırıcıdır ki, ne uzağa, ne de geriye bakabilir. Bu, yeryüzüne ilk gelmenin sarhoşluğuna benzer duygudur ki, birçok genç yazan bir süre geriye bakmaktan alıkoymuş, edebiyatın da yaşdaşlarıyla birlikte başladığı sanısına sürüklemiş olmalıdır. İkinci nedeninse kökeni eğitimde aranmalıdır. Nedir eğitimdeki köken? Tarih bilinci yerine tarih bilgisi, edebiyat bilinci ya da beğenisi yerine edebiyat bilgisi vermeyi yeğ tutan bir eğitim düzeni olmalıdır, bu. Uygarlığın her yönüyle yaşadığı serüvenin sadece bir özetini vermek yetmez, o serüven okul boyunca yeni baştan kişisel bir serüvenmiş gibi yaşanmalıdır ki, genç bir ya zar da değerler dünyasıyla karşılaştığı ilk yıllarda geçmişin yükünü omuzlarında duyabilsin, edebiyatın yaşdaşlarıyla birlikte başladığını sanmasın.

Kişioğlunun, yeni yetişme çağında, dünyanın kendisiyle başladığını sanmasının da, genç bir yazarın edebiyatın kendisiyle başladığını düşünmesinin de bir yaran olmadığını söyleyemeyeceğim. Belki de yaşamın ve eylemin itici gücü bu duyguda saklıdır. Tüm varlığın her sabah yeni baştan kurulduğunu duymakta insanca bir duygu vardır ki onun da adının süreklilik duygusu olduğunu sanıyorum. Çağdaşlarınızı merak etmek, çağdaşlarımızm yapıtlarına ilgiyle eğilmek bugünü merak etmek, bugüne eğilmek değildir sadece, denilebilir ki daha çok yarını merak etmek, yarma eğilmektir. Yarın deyince de, ister istemez bir zaman kavramı, bir süreç çıkıyor ortaya, bugün dediğimiz sınırlı, hem de çok sınırlı, boyutsuz bir kavram, genişlik kazanıyor. Ama dikkat edelim, eksik bir genişlik bu, geçmiş zamanla bağlanmadıkça, geçmiş zamanın sürecine oturtulmadıkça tümlenemez. Sadece bugünü yaşayan ya da sadece yarına yönelmiş, geçmiş zamana arkasını dönmüş bir kişiyi belleğini yitirmiş, daha doğrusu belleksiz, anılar edinmemiş bir kişinin yerine koyabilirsiniz.

Tarih, toplumun belleği diye tanımlanıyor. Böyle olduğuna göre toplumla özdeşleşmek, tarihle özdeşleşmekten başka ne anlama gelebilir? Bir adım daha atarak diyebiliriz ki, gerçek tarih, olayların biçimsel öyküsünden çok insanın düşüncesiyle duygusunun sürecini belirleyen, sanatsal oluşumun ve düşüncenin tarihidir. Böyle bir özdeşleşmeyi duymamak, sürecin dışında kalmak yalnızlığa düşmüş, yokluğun sımnnda bir görüntü olmaktan başka nedir? Kişisel yaşını, kişisel zaman sürecini yaşamayan, örneğin yaşamına otuz yaşından sonra başlayan bir kişiyi ne kadar yadırgarsak, yirmi yaşma uygarlığın yaşını eklemeden, uygarlığın ilk gü-nündeymiş gibi giren bir kişiyi de o kadar yadırgamalıyız. Her ikisinin de zaman kavr******* kopmuşluklarmda kökten bir benzerlik olmalıdır.

İlginç bir örneği, Montaigne’i anımsayalım: Düşüncesine her adım anırışında bir Latin ozanının koltuk değneklerini kullanır Montaigne. Bizim de bir yazarımız, Ataç, Yahya Kemal’den söz ederken, birdenbire şaşırtıcı gelen bir duyguya kapılır. "Ah, Baki’yi görseydim, tanısaydım... " der. Yahya Kemal’den söz ederken, bu duyguya düşmeseydi Ataç, belki de bana o zaman şaşırtıcı gelirdi.


Düzyazının Sorgulayan Gücü

Dünya Kitapları
 
takipçi satın al
instagram takipçi hilesi
takipçi satın al
tiktok takipçi hilesi
vozol
antalya havalimanı transfer
Geri
Üst