rapor
Kayıtlı Üye
Genç adam yatakta yüzükoyun yatmakta ve acıyla buruşmuş yüzünü yastığa bastırmaktadır. Baş derisinin bir bölümü V şeklinde katlanarak açılmış, altındaki kafatası kemiği meydana çıkmıştır. Bu riskli ameliyatı gerçekleştiren doktor matkabıyla genç adamın kafasını delmek üzeredir. Genç hastasının yıllardan beri şikayetçi olduğu baş ağrılarının nedeninin burada bulunduğunu düşünmektedir. Bantlı önlükler ve kabarık etekler giymiş olan üç asistanı doktora alt ucunda testere dişleri bulunan bir silindir cerrahi matkabı vermektedirler. Bu arada başka iki asistan ise bandajı ısıtmak amacıyla bir kova kömürü tutuşturmaktadırlar. Ameliyat tamamlandıktan sonra doktor bandajı hastaya uygular, ağrı giderici bir madde verir, hastayı kendisiyle ve doğal direnci ile baş başa bırakır.
"Baş ağrısını iyileştirmek için kafatasında bir delik açmak"
17. yüzyıla kadar, baş ağrılarının tedavi etmenin bu ilkel yöntemi Avrupa’da olağan bir uygulamaydı. Baş ağrısından çok şikayetçi olan Ingiltere Kralı, III. William’ın (1650-1702) yaşamı boyunca bu trepanasyon (Yunanca trypanon, Latince trepanon = delmek) operasyonunu 17 kez geçirdiği söylenmektedir. Bu “iyileştirme yöntemi” kuşkusuz çok ilkeldi. Arkeolojik araştırmalarda bulunan kafatasları tarih öncesi çağlarda da trepanasyon operasyonlarının uygulanmakta olduğunu, bazı kafataslarındaki deliklerin iyileşmiş olması bu operasyonların bazen başarılı geçtiğini göstermektedir.
Baş ağrıları, sadece modern çağın aşırı derecede çok uyaranlarının getirdiği tatsız bir sonuç değildir. Baş ağrısı, atalarımızın da yakından tanıdığı bir olgudur. Bununla ilgili olarak M.Ö. 2. yy.da hastalıklar ve iyileştirmeleriyle ilgili çivi yazısı ile yazılmış tabletlerin, Dicle ve Fırat nehirleri arasındaki Mezopotamya bölgesinde bulunduğu ve bu yazıtlarda baş ağrısı semptomlarının açıkça belirtildiği bilinmektedir:
“Bir insanın başında ateş olduğunda ve şakakları ağrıdığında, gözleri donuklaştığında, kanlandığında ve gözyaşı döktüğünde etrafa büyük bir sıkıntı içinde bakar.”
Bu tür bir ağrıdan şikayetçi olan kişi, Babil’lilerin hastalıkların kökenleri hakkındaki sihirsel-dinsel görüşlerine göre, tanrısal emirlere karşı mı geldiğini ya da herhangi bir nedenle günahkâr şeytanda hoşnutsuzluk mu yarattığını kendi kendine sormalıdır. Eski çağlarda, atalarımız kendilerini bu tür şeytanlardan ve bunların neden olduğu hastalıklardan, binlerce yıldır yorulmak bilmeden uyguladıkları bir koruyucu yaklaşım olarak, fetişlerin, tılsımların ve muskaların yardımıyla korumaya çalışıyorlardı. Küçük muskalar bazen yutuluyordu da. Bunların modern plaseboların öncüleri olduğu söylenebilir. Sahte bir hapın, gerçek olduğunun düşünülmesi nedeniyle yararlı olması gibi, o zamanlarda yaygın olarak kullanılan muskalara olan bu basit inanç bazen istenilen etkiyi sağlamaktadır. Bazı ilkel insanlar arasında, rahipler veya şamanlar tarafından verilen muskalar halen hastalıklardan korunmanın “standart” şeklini oluşturmaktadır. Buna özel bir örnek olarak Burma’nın dağlık yörelerinde Altın Üçgen’den gelen dağlık bölgede yaşayan insanların 1980’lerin sonlarında, her tür ağrıya ve hastalığa karşı boyunlarında dikkatle ipe dizilmiş Aspirin tabletleri taşımaları gösterilebilir.
Eski Çin’de vücudun dengesinin Yang ve Yin adı verilen iki zıt kutup ile sağlandığı düşünülüyordu. Ağrının Yang ve Yin arasındaki dengesizlik sonucu, Yang ya da Yin’in öfkelenmesi nedeniyle oluştuğuna inanılmaktaydı. Günümüzde bu görüş Çin’de geçerliliğini sürdürmektedir.
Tıp tarihinde çok önemli bir yeri olan Hipokrat, ağrının bedendeki doğal dengenin bozulması sonucu ortaya çıktığını düşünmüştür. Afyon, adamotu ve baldıranı ağrı kesici olarak kullanmıştır. Platon ise ağrının, dışardan vücuda giren parçacıklar nedeniyle oluştuğunu düşünmüştür.
Avrupa uygarlığının duraklama döneminden Rönesans’a kadar olan zaman diliminde Islam uygarlığının tıbba önemli katkıları olmuştur. Ibn-i Sina’nın etkisi yüzyıllar boyu sürmüştür.
Muskalar ve dualar işe yaramadığı taktirde, Avrupa’daki atalarımız sahte doktorların ve şarlatanların oldukça kuşkulu önerilerini uyguluyorlardı. Bir Fransız doktorun baş ağrısını,”evcil güvercin dışkılarını toplayıp, bir tür buhur içinde eşit oranlarda buğday unu ile karıştırıp, gerektiği kadar yumurta akı ekledikten sonra, bu karışımı hastanın ensesine sürerek” iyileştirdiği söylenmektedir. Alman iyileştirici bitkiler uzmanı Barbara Strampffin baş ağrısı için, “kurumuş keçi dışkısı, sirke ve gül yağını karıştırarak hastaların alınlarını bununla ovmaktaydı.”.
Rönesans ile birlikte Avrupa’da kültürel ve bilimsel aydınlanma dönemi başlamıştır. 17. yüzyılda anatomi ve fizyoloji üzerine birçok çalışma yapılmasına karşın, ağrı fizyolojisinin temeli 1800’lü yıllarda atılmıştır. Yine bu yıllarda modern anestezinin temelleri atılmıştır. 1885 yılında Kraliçe Viktorya, eter anestezisi ile ağrısız doğum yapmıştır.
1897’de Alman kimyager Felix Hoffmann saf ve stabil asetilsalisilik asit’i (ASA) üretmiş yani Aspirin doğmuştur.
Ondokuz ve yirminci yüzyılda bilimsel keşifler ve geliştirilen tedavi yöntemleri ile Algoloji (ağrı bilimi) biliminin temelleri atılmıştır.