Fotoğrafın Etkisiz Elemanı Eleştirmen midir - Mehmet Oğuz
“Eleştirinin işlevi yapıtın ne anlama geldiğini göstermek değil, nasıl o şey olduğunu, hatta onun o şey olduğunu göstermek olmalıdır” Susan Sontag
Fotoğraf ile eleştiri (dolayısıyla eleştirmen) kavramları birlikte anıldığında, bu ilişkinin diğer mimetik sanatlarda olduğu gibi köklü ve hatta soylu bir uzlaşımı varedemediği görülür. Aristoteles’in Poetika’sı ile başladığı kabul edilen eleştirel girişimden, varılan süreçte fotoğraf, kendine ait bir eleştiri alt disiplini yaratacak kadar yararlanamamıştır. Haksızlık etmeyelim, bunun için fazla zamanı da olmamıştır. Şunun şurasında yüzyetmiş yıllık bir geçmişten ve sanat olduğu Fransa mahkemeleri tarafından kabul edilen teknolojik bir üründen bahsediyoruz!
Memlekette fotoğraf üzerine düşünen, yazan, araştıran bir kesimi yok sayamasak da, derinlikli bir fotoğraf eleştirisinden, kuramsal bir birikimden, nitelikli bir tartışmadan söz etmek kolay değildir. Gezegenin bu bölümünde fotoğraftaki eleştiri pratiği daha çok didaktik önermeler ve/veya katıksız fikirler üzerinden belirlenen koridorlarda konumlanmıştır. Sanatsal bağlamdaki eleştiri kültürü, bu alanda çoğu zaman yergi ile övgü arasında derin boşluklar bırakan bir icazet söylemi üzerine temellenmiştir. Fotoğraf üzerine gecikmelerle ithal edilen kavramsal bağlar ise, kendi içine dönük pürüzsüz bir eleştiri görüntüsü yaratmıştır. Arkasına burjuvalaşma sürecinin yatırımı olan teknolojiyi alan fotoğraf eleştirmeni, izleyicinin yüksek zevkini okşayıcı görsel okumalarla toplumsal beğeni mühendisliğine soyunmakta bir sakınca görmemiştir. Ardında en fazla yüzeysel bir görsel bellek bırakan fotoğraf eleştirisi de, çok geçmeden fotoğrafla birlikte tüketilip, kendiyle uzlaşacak yeni imajlar peşine düşmüştür. Bu aldatıcı ve gürbüzleştirilmiş popüler imgelem kıskacında hızla irtifa yitiren ise yine fotoğraf ve yaratıcı düşünce kırıntıları olacak gibi görünüyor.
Böyle bakınca, meseleyi ferah tutmak adına konuyu fotoğraf-eleştirmen ekseninden, sanat-eleştirmen eksenine kaydırmak daha hayırlı da olabilir...
Aslında, yönetimi profesyonel işletmeci ve pazarlamacıların eline geçmiş durumda olan kültür endüstrisinin mekanizmaları arasında tutunmaya çalışan küratör, eleştirmen ve diğer sanat/kültür uzmanlarının varlığında, söylem ve eleştirinin doğal coğrafyasından uzaklaşmasına şaşmamak gerek. Global güç ağlarının şekillendirdiği tüketim toplumu modelinden süzülerek izleyicisi ile buluşan eleştirinin içeriğini, meta-estetik zihinsel kodlamalar doldurmakta. Küresel ve yerel kültür sektörü, eleştirinin ortaya sürdüğü her kuramı, uyarıyı, tartışmayı hortumlayıp kendi teyidinden geçirdikten sonra dışarıya yansıtıyor. Günümüz kültür sanayiinin ticarileşen ve medyatikleşen sanat ve sanatçı üretme yapısının ortaya çıkardığı düşünsel eylemin boşluğunu ise, trendlere uyan yıldız sanatçılar (fotoğrafçılar) dolduruyor. Hegemonik sistem, kendisine karşı olan eleştirel tutumu da, eleştirmeni de evcilleştirmenin yollarını yaratmakta uzun süredir. Bunu başaramadıklarını ise tecrit edip, görünmezleştirmekten çekinmemekte. Hal böyle olunca, sistemle barışık olanların önü açılıyor, yerleşik yapı ile henüz ilişki kuramayanlar ise kolektifleşerek, sanatın (fotoğrafın) heterojen dokusu içinde kendilerini görünür kılmaya çalışıyorlar.
Radikal gazetesindeki kültür markası çağı isimli makalesinde, “Sanat açısından tartışma ve eleştiri alanındaki durgunluk ve sanat ol(a)mayan birtakım ikincil üretimlerin ayıklanamaması gibi iki sorun var. Bütün resimler, heykeller, fotoğraflar, videolar ve yerleştirmeler 'en önemli, en anlamlı, en değerli, en geçerli, en uluslararası', yapılan bütün sergiler de 'kusursuz ve ilginç'... Sanki, geleneksel sembolizm, bayat sürrealizm, santimantal kitsch, çarpık imgelem ilüstrasyonları, Pop-art bozuntuları, dekoratif soyutlar, idolleştirilmiş ve fetişleştirilmiş imgeler, amatör sanatçılık Türkiye sınırlarından içeri girmemiş gibi... Sanırım, bunlardan kurtulmanın tek yolu, 'sanatmış gibi üretimler müzesi' açmak...” diyor Beral Madra. Gerçekten de, fotoğraf, arkasında görece sağlam bir örgü bulunan eski kuşak sanatçı/yorumcunun dokunulmazlık ağını delip, kusurlarını acımasızca ortaya koyduğu halde, hoşgörü ile karşılanabiliyor. Çoğunlukla sorunlu bir modernizmin ürünü olan yeni kuşak fotoğrafçı/eleştirmenler ise, içinde devinilen bu paradigma ile hesaplaşacak güçte değiller. Basın bültenleri, TV kültür programları, kataloglar vs. büyük oranda sanatçıya (fotoğrafçıya) övgüler içeriyor, yapıta da tarihsel bir değer kazandırma kaygısı taşıyor. Süregiden düzenin dayattığı heterojen üretim, aynadaki görüntüsü ile barışık, kendini imal edilmiş arzuları yanıtlamak üzere ortalığa sürülmüş sabiteler üzerinden sistemin çıkarlarına uygun şekilde anlamlandırabiliyor. Kaygan, hızlı ve değişken bir ortamda; önceden belirlenmiş bakış biçimleri, eleştiri normları, irdeleme teknikleri yaşamın taşıdığı veri zenginliğini keşfedip ortaya çıkaramıyor. Bu tutum, fotoğrafın izleyicisi (alımlayıcısı) ile paylaşabileceği çoğul anlamlandırma olanaklarını tahrip ederek, eleştirmenin verili ideolojilerinin direnciyle, fotoğraf ile izleyicisi arasında bariyerler kuruyor. Böylece fotoğraf eleştirisi de, kendi öngörüleri ve varsayımlarının açtığı izlerle fotoğrafın taşımadığı kökler keşfederek, tanımlı fantezileri üzerinden fotoğrafı yeniden üretirken bulabiliyor kendini. Daha da vahimi, eleştiri, yalnızca sıradan kişilerin dehalara düzdüğü övgülerden ibaret sanılıyor. Bu da mesela, yakın tarihin bir yerinde bir kez tescil edilmiş olan bir fotoğrafçının, sistemin hantallığına kapılarak yerini doldurulamaz görmesini kolaylaştırabiliyor. Sistem değişmeyince, sistemi üreten, geçmişteki konumu/üretimiyle kendini paketlemeyi becerebiliyor. Bu didişmeden de maalesef fotoğraf zaferle ayrılmıyor. Modernizmin popüler kültürle girdiği gönüllü işbirliğinde popülerleştirilmiş fotoğraf, hiyerarşik güç ilişkileri ile biçimlenen değer yargıları üzerinden beğeni ve estetik kategorilere uzandıkça, büyüsünü yitiriyor, yaldızları sökülüyor. Bu arada eleştiri ise _araya yüksek sanat görüşlerinin serpiştirildiği_ fotoğrafın aksesuvarı oluyor.
Bu durumda akla, geçerliliklerin gerçeklerin yerine kullanıldığı olumsuzlama koşullarında, ‘has eleştirmen’ mümkün müdür sorusunun gelmesi kaçınılmazdır. Bu bir tür, ontolojik soruşturma gibidir. İstenirse ilkçağ düşüncesindeki ünlü bir tartışmaya, "olmayan" tartışmasına dek geri de gidilebilir. Fakat bunun yerine, fotoğraf ile eleştirmen arasındaki mesafeyi kapatacak olanakları sezinletebilmenin yollarını aramak daha yararlıdır.
Öncelikle, eleştirmen kendini böyle bir hizmet vermek üzere “arz” ettiğinde, sanat tüketicileri de onun böyle bir hizmeti vermeye ehil olup olmadığı bilmek isterler. Bu nedenle, eleştirmenin ilgi alanında varlık iddia edebilmesi için, fotoğrafla etkileşimini sağlayacak altyapısının ve bu yapıyı sürekli besleyen bilgi kanallarının güncel ve açık tutulması önkoşuldur. Hani biraz, uzun erimli bir dünya görgüsü gereklidir de denebilir.
Eleştiri en basit tanımıyla, çözümleyerek anlama çabasından oluşan söz veya düzyazı irdelemeleridir. Bu çaba; görüntü ile tarih, estetik ile ideoloji, üretim ile göstergebilim, görsel temsil ile teknoloji, felsefe ile siyaset gibi bağlantıların ortaya çıkardığı meselelerin kesişimini de kayda geçirmeyi sağlayacak bir örgü aslında. Eleştirinin ördüğü bu motif ve temalar, fotoğrafları sözdizimsel bir ilişkiye de sokar. Bu yolla, zamanı anlık olarak bir görüntüde sabitleyen fotoğraf makinesi gibi, imgeler biçimsel olarak kopyalanarak izleyicinin fotoğrafla olan ilişkiler ağının sınırları geçirgen bir çerçeve içinde yoğunlaşması sağlanabilir. Çünkü eleştirinin nihai özü, özgün olan fotoğrafı yeniden üretmek olsaydı, eleştiri olanaksız olurdu. Böylesi bir çaba sadece, aklına ve bilincine uymayanı kökünden kesip atan, düşlenen kutsal ilkeleri dayatan bir grup normu oluşturur. Bu, “otokinetik etki” diye bilinen bir görsel algı yanılgısına benzer biçimde, bireylerin ‘mutlak gerçeği’! kabul etmesini kolaylaştırır. Böylece aynı tornadan çıkmış, birörnek fotoğraflarla dolu bir standartlaşma yaratılır. Halbuki eleştirmen, fotoğrafın sadakatsizliğini kabul etmek durumundaki fotoğrafçı gibi, özgün fotoğrafla hesaplaşma derdinden kurtarmalıdır kendini. Eleştirmen bir fotoğrafa ancak fotoğrafçısının yakınlaşabildiği kadar yakınlaşabilir, hissedebildiği kadar hissedebilir. Aksi durum, fotoğraf eleştirisi ile özgün fotoğraf arasında özsel bir kopukluk olduğunu gösterecektir.
Fotoğraf eleştirisinde işlevsel bir yörüngeye doğru hareket; _klasik fotoğraf okuma ölçütlerinin varlığı ve saygınlığı korunsa da_ yeni arayışlar, yeni duruşlar, yeni bakışlar, görüşler, algılamalarla geniş pencereler açarak varolan çerçeveleri kırmayı gerektirir. Eleştirmen, ele aldığı fotoğrafın içeriksel katmanlarını, teknik yeterliliğine ilişkin düşünceleriyle de şekillendirerek yeniden üretilebilirlik sorunlarıyla didişmeden yepyeni çözümleme çabaları etrafında örgütlenmelidir. Eleştirmenin sözü; fotoğrafın alımlayıcısını imgesel bir alana taşıyarak, farklı düşüncelerle kendini yeniden sorgulamasını sağlama kaygısı içermelidir. Söz konusu kaygı, mekan değişikliği duygusu ile bağıntılıdır. Eleştiri, fotoğraf izleyicisini kendinden uzağa düşürmelidir. Bu, gerçeklikten imgesel bir alana geçmek anlamındadır. Diğer bir tanımlamayla, nesnel gerçekliği imge yoluyla aşmaktır. Bu, fotoğrafın içsel sesi dile getirmedeki gücü ile ilişkilidir. Çünkü içsel sesin etkisi, imgelemle doğru orantılıdır. Zaten fotoğrafın özgürlüğü de “imgeleme yönelmiş bilinç”te anlamını bulur. Böylesi bir bilince müdahale ise olanaksızdır. Böylece eleştirmen; hem kendine, hem fotoğrafçıya, hem de alımlayıcıya bir özgürlük alanı açmış olur. Çoğu eleştiri tavrına bakıldığında ise, farklı kaygıların yönlendirdiği ve pekala geliştirilebilecek içbükey bir düşüncenin kişisel seçim yoluyla yazıya veya söze dönüştürülme gayreti görülür. Aslında sahici fotoğraf eleştirisini diğerlerinden ayıran da, bu bütünden yapılan eksiltmelerle ilgili. Birisinde kesip biçerken eleştirmen kendini korumaya çalışırken, ötekinde, fotoğrafın evrensel değerlerini koruması gerekiyor. Ama fotoğrafı sadece “görüntüye dönüştüren eylem” fiiliyle sınırlamak da indirgeyici bir tavır olur. Fotoğraf çekme eylemi, nihayetinde, yanlamasına yada dikey yönde büyük hareket özgürlüklerine açıktır. Arayış ve anlamlandırma birçok duyuyu ve ona bağlı olarak birçok fiili işe koşmayı gerektirir. Bu da, fotoğrafı, evreni en geniş biçimiyle kavramaya yarayan bir süreç haline getirir. Fotoğrafın yaslandığı bu diyalektik, sağlam bir eleştiri için fotoğrafın kurgusunun yanında, yorumcunun yaşamdan başlangıç noktaları bulması gerektiğini de hatırlatır.
Fotoğraf eleştirmeni fotoğraf üzerine tartışmaları sona erdirmek için değil, aksine, bu potansiyeli zenginleştirici bir zemini yaratmak için söz kurmalıdır. Hatta eleştiri, fotoğrafçıdan çok alımlayıcısı için yapılmalıdır dahi denilebilir. İsteyen fotoğrafçı da bundan yararlanır. Zaten toplumsal gelenek ile fotoğraf arasındaki ilişki anlaşılmadan, bir görüntünün ne olduğuyla ve bir görüntünün sorumluluğunu almanın ne anlama gelebileceğiyle ilgili bir hissiyat oluşmadan, eleştirel bir kuram olamaz. Bazı sözler/yazılar ise eleştiri değil, “eleştirel”dir. Önyargılar dışında eleştirmenin mutlak olumlama önermesi gerektiği söylenemez tabii ki, hatta nesnel olma zorunluluğu bile yoktur. Fakat derinlikli eleştiri, derinlikli incelemeleri de gereksinir doğal olarak. Bazen de fotoğrafa eşlik ettiği düşünülen eleştiriler ondan rol çalar, öne geçmeye çalışırken izleyicisini fotoğrafsız bırakır. Oysa fotoğraf; alımlayıcısını farklı meraklarla, farklı bakışlarla, farklı okumalarla, farklı sorularla başa döndürecek kadar hırçın, sarsıcı, rahatsız edici ve hatta saldırgan olabilir. Burada, fotoğraf ile mücadele etmeyen ama onunla diyalog kuran, kendi kalıplarını geri planda tutan bir kişinin sabrına gereksinim duyulur. Fotoğraf karşısında yaşanan duygu yoğunluğunun bireyin zihninde ve ruhunda yaptığı sıçramalar, en azından fotoğraf üzerine düşünmeyi, araştırmayı tetiklemelidir. Eleştirmenin görevi, fotoğrafın dilini kendi dilimiz diyebileceğimiz bir forma aktarmak değil, fotoğrafın yabancılığını korumaktır. Aksi koşulda “popüler tanıtımlarla” yetinmek zorunda kalan, ayaküstü okumalarla karşılaşılır ki, zaten çoğu yerde yapılan da budur.
O’na bakmaya razı bir buluşmayı bekleyen fotoğraf; kendine bir daha baktıracak, varolan sorularla yetinilmemesi uyarısını yapacak, sonraya kalabilen örtünmesiz temasları çoğaltacak, seçili bellekleri kurcalayacak, kısaca hayırlı rahatsızlıklar verecek eleştirilere gereksinim duyar. Belki de en iyisi, eleştirmenin işinin, fotoğrafı içindeki görüntülerle sınırlı görmemek olduğunu kabul etmek olacak…
Mehmet OĞUZ
“Eleştirinin işlevi yapıtın ne anlama geldiğini göstermek değil, nasıl o şey olduğunu, hatta onun o şey olduğunu göstermek olmalıdır” Susan Sontag
Fotoğraf ile eleştiri (dolayısıyla eleştirmen) kavramları birlikte anıldığında, bu ilişkinin diğer mimetik sanatlarda olduğu gibi köklü ve hatta soylu bir uzlaşımı varedemediği görülür. Aristoteles’in Poetika’sı ile başladığı kabul edilen eleştirel girişimden, varılan süreçte fotoğraf, kendine ait bir eleştiri alt disiplini yaratacak kadar yararlanamamıştır. Haksızlık etmeyelim, bunun için fazla zamanı da olmamıştır. Şunun şurasında yüzyetmiş yıllık bir geçmişten ve sanat olduğu Fransa mahkemeleri tarafından kabul edilen teknolojik bir üründen bahsediyoruz!
Memlekette fotoğraf üzerine düşünen, yazan, araştıran bir kesimi yok sayamasak da, derinlikli bir fotoğraf eleştirisinden, kuramsal bir birikimden, nitelikli bir tartışmadan söz etmek kolay değildir. Gezegenin bu bölümünde fotoğraftaki eleştiri pratiği daha çok didaktik önermeler ve/veya katıksız fikirler üzerinden belirlenen koridorlarda konumlanmıştır. Sanatsal bağlamdaki eleştiri kültürü, bu alanda çoğu zaman yergi ile övgü arasında derin boşluklar bırakan bir icazet söylemi üzerine temellenmiştir. Fotoğraf üzerine gecikmelerle ithal edilen kavramsal bağlar ise, kendi içine dönük pürüzsüz bir eleştiri görüntüsü yaratmıştır. Arkasına burjuvalaşma sürecinin yatırımı olan teknolojiyi alan fotoğraf eleştirmeni, izleyicinin yüksek zevkini okşayıcı görsel okumalarla toplumsal beğeni mühendisliğine soyunmakta bir sakınca görmemiştir. Ardında en fazla yüzeysel bir görsel bellek bırakan fotoğraf eleştirisi de, çok geçmeden fotoğrafla birlikte tüketilip, kendiyle uzlaşacak yeni imajlar peşine düşmüştür. Bu aldatıcı ve gürbüzleştirilmiş popüler imgelem kıskacında hızla irtifa yitiren ise yine fotoğraf ve yaratıcı düşünce kırıntıları olacak gibi görünüyor.
Böyle bakınca, meseleyi ferah tutmak adına konuyu fotoğraf-eleştirmen ekseninden, sanat-eleştirmen eksenine kaydırmak daha hayırlı da olabilir...
Aslında, yönetimi profesyonel işletmeci ve pazarlamacıların eline geçmiş durumda olan kültür endüstrisinin mekanizmaları arasında tutunmaya çalışan küratör, eleştirmen ve diğer sanat/kültür uzmanlarının varlığında, söylem ve eleştirinin doğal coğrafyasından uzaklaşmasına şaşmamak gerek. Global güç ağlarının şekillendirdiği tüketim toplumu modelinden süzülerek izleyicisi ile buluşan eleştirinin içeriğini, meta-estetik zihinsel kodlamalar doldurmakta. Küresel ve yerel kültür sektörü, eleştirinin ortaya sürdüğü her kuramı, uyarıyı, tartışmayı hortumlayıp kendi teyidinden geçirdikten sonra dışarıya yansıtıyor. Günümüz kültür sanayiinin ticarileşen ve medyatikleşen sanat ve sanatçı üretme yapısının ortaya çıkardığı düşünsel eylemin boşluğunu ise, trendlere uyan yıldız sanatçılar (fotoğrafçılar) dolduruyor. Hegemonik sistem, kendisine karşı olan eleştirel tutumu da, eleştirmeni de evcilleştirmenin yollarını yaratmakta uzun süredir. Bunu başaramadıklarını ise tecrit edip, görünmezleştirmekten çekinmemekte. Hal böyle olunca, sistemle barışık olanların önü açılıyor, yerleşik yapı ile henüz ilişki kuramayanlar ise kolektifleşerek, sanatın (fotoğrafın) heterojen dokusu içinde kendilerini görünür kılmaya çalışıyorlar.
Radikal gazetesindeki kültür markası çağı isimli makalesinde, “Sanat açısından tartışma ve eleştiri alanındaki durgunluk ve sanat ol(a)mayan birtakım ikincil üretimlerin ayıklanamaması gibi iki sorun var. Bütün resimler, heykeller, fotoğraflar, videolar ve yerleştirmeler 'en önemli, en anlamlı, en değerli, en geçerli, en uluslararası', yapılan bütün sergiler de 'kusursuz ve ilginç'... Sanki, geleneksel sembolizm, bayat sürrealizm, santimantal kitsch, çarpık imgelem ilüstrasyonları, Pop-art bozuntuları, dekoratif soyutlar, idolleştirilmiş ve fetişleştirilmiş imgeler, amatör sanatçılık Türkiye sınırlarından içeri girmemiş gibi... Sanırım, bunlardan kurtulmanın tek yolu, 'sanatmış gibi üretimler müzesi' açmak...” diyor Beral Madra. Gerçekten de, fotoğraf, arkasında görece sağlam bir örgü bulunan eski kuşak sanatçı/yorumcunun dokunulmazlık ağını delip, kusurlarını acımasızca ortaya koyduğu halde, hoşgörü ile karşılanabiliyor. Çoğunlukla sorunlu bir modernizmin ürünü olan yeni kuşak fotoğrafçı/eleştirmenler ise, içinde devinilen bu paradigma ile hesaplaşacak güçte değiller. Basın bültenleri, TV kültür programları, kataloglar vs. büyük oranda sanatçıya (fotoğrafçıya) övgüler içeriyor, yapıta da tarihsel bir değer kazandırma kaygısı taşıyor. Süregiden düzenin dayattığı heterojen üretim, aynadaki görüntüsü ile barışık, kendini imal edilmiş arzuları yanıtlamak üzere ortalığa sürülmüş sabiteler üzerinden sistemin çıkarlarına uygun şekilde anlamlandırabiliyor. Kaygan, hızlı ve değişken bir ortamda; önceden belirlenmiş bakış biçimleri, eleştiri normları, irdeleme teknikleri yaşamın taşıdığı veri zenginliğini keşfedip ortaya çıkaramıyor. Bu tutum, fotoğrafın izleyicisi (alımlayıcısı) ile paylaşabileceği çoğul anlamlandırma olanaklarını tahrip ederek, eleştirmenin verili ideolojilerinin direnciyle, fotoğraf ile izleyicisi arasında bariyerler kuruyor. Böylece fotoğraf eleştirisi de, kendi öngörüleri ve varsayımlarının açtığı izlerle fotoğrafın taşımadığı kökler keşfederek, tanımlı fantezileri üzerinden fotoğrafı yeniden üretirken bulabiliyor kendini. Daha da vahimi, eleştiri, yalnızca sıradan kişilerin dehalara düzdüğü övgülerden ibaret sanılıyor. Bu da mesela, yakın tarihin bir yerinde bir kez tescil edilmiş olan bir fotoğrafçının, sistemin hantallığına kapılarak yerini doldurulamaz görmesini kolaylaştırabiliyor. Sistem değişmeyince, sistemi üreten, geçmişteki konumu/üretimiyle kendini paketlemeyi becerebiliyor. Bu didişmeden de maalesef fotoğraf zaferle ayrılmıyor. Modernizmin popüler kültürle girdiği gönüllü işbirliğinde popülerleştirilmiş fotoğraf, hiyerarşik güç ilişkileri ile biçimlenen değer yargıları üzerinden beğeni ve estetik kategorilere uzandıkça, büyüsünü yitiriyor, yaldızları sökülüyor. Bu arada eleştiri ise _araya yüksek sanat görüşlerinin serpiştirildiği_ fotoğrafın aksesuvarı oluyor.
Bu durumda akla, geçerliliklerin gerçeklerin yerine kullanıldığı olumsuzlama koşullarında, ‘has eleştirmen’ mümkün müdür sorusunun gelmesi kaçınılmazdır. Bu bir tür, ontolojik soruşturma gibidir. İstenirse ilkçağ düşüncesindeki ünlü bir tartışmaya, "olmayan" tartışmasına dek geri de gidilebilir. Fakat bunun yerine, fotoğraf ile eleştirmen arasındaki mesafeyi kapatacak olanakları sezinletebilmenin yollarını aramak daha yararlıdır.
Öncelikle, eleştirmen kendini böyle bir hizmet vermek üzere “arz” ettiğinde, sanat tüketicileri de onun böyle bir hizmeti vermeye ehil olup olmadığı bilmek isterler. Bu nedenle, eleştirmenin ilgi alanında varlık iddia edebilmesi için, fotoğrafla etkileşimini sağlayacak altyapısının ve bu yapıyı sürekli besleyen bilgi kanallarının güncel ve açık tutulması önkoşuldur. Hani biraz, uzun erimli bir dünya görgüsü gereklidir de denebilir.
Eleştiri en basit tanımıyla, çözümleyerek anlama çabasından oluşan söz veya düzyazı irdelemeleridir. Bu çaba; görüntü ile tarih, estetik ile ideoloji, üretim ile göstergebilim, görsel temsil ile teknoloji, felsefe ile siyaset gibi bağlantıların ortaya çıkardığı meselelerin kesişimini de kayda geçirmeyi sağlayacak bir örgü aslında. Eleştirinin ördüğü bu motif ve temalar, fotoğrafları sözdizimsel bir ilişkiye de sokar. Bu yolla, zamanı anlık olarak bir görüntüde sabitleyen fotoğraf makinesi gibi, imgeler biçimsel olarak kopyalanarak izleyicinin fotoğrafla olan ilişkiler ağının sınırları geçirgen bir çerçeve içinde yoğunlaşması sağlanabilir. Çünkü eleştirinin nihai özü, özgün olan fotoğrafı yeniden üretmek olsaydı, eleştiri olanaksız olurdu. Böylesi bir çaba sadece, aklına ve bilincine uymayanı kökünden kesip atan, düşlenen kutsal ilkeleri dayatan bir grup normu oluşturur. Bu, “otokinetik etki” diye bilinen bir görsel algı yanılgısına benzer biçimde, bireylerin ‘mutlak gerçeği’! kabul etmesini kolaylaştırır. Böylece aynı tornadan çıkmış, birörnek fotoğraflarla dolu bir standartlaşma yaratılır. Halbuki eleştirmen, fotoğrafın sadakatsizliğini kabul etmek durumundaki fotoğrafçı gibi, özgün fotoğrafla hesaplaşma derdinden kurtarmalıdır kendini. Eleştirmen bir fotoğrafa ancak fotoğrafçısının yakınlaşabildiği kadar yakınlaşabilir, hissedebildiği kadar hissedebilir. Aksi durum, fotoğraf eleştirisi ile özgün fotoğraf arasında özsel bir kopukluk olduğunu gösterecektir.
Fotoğraf eleştirisinde işlevsel bir yörüngeye doğru hareket; _klasik fotoğraf okuma ölçütlerinin varlığı ve saygınlığı korunsa da_ yeni arayışlar, yeni duruşlar, yeni bakışlar, görüşler, algılamalarla geniş pencereler açarak varolan çerçeveleri kırmayı gerektirir. Eleştirmen, ele aldığı fotoğrafın içeriksel katmanlarını, teknik yeterliliğine ilişkin düşünceleriyle de şekillendirerek yeniden üretilebilirlik sorunlarıyla didişmeden yepyeni çözümleme çabaları etrafında örgütlenmelidir. Eleştirmenin sözü; fotoğrafın alımlayıcısını imgesel bir alana taşıyarak, farklı düşüncelerle kendini yeniden sorgulamasını sağlama kaygısı içermelidir. Söz konusu kaygı, mekan değişikliği duygusu ile bağıntılıdır. Eleştiri, fotoğraf izleyicisini kendinden uzağa düşürmelidir. Bu, gerçeklikten imgesel bir alana geçmek anlamındadır. Diğer bir tanımlamayla, nesnel gerçekliği imge yoluyla aşmaktır. Bu, fotoğrafın içsel sesi dile getirmedeki gücü ile ilişkilidir. Çünkü içsel sesin etkisi, imgelemle doğru orantılıdır. Zaten fotoğrafın özgürlüğü de “imgeleme yönelmiş bilinç”te anlamını bulur. Böylesi bir bilince müdahale ise olanaksızdır. Böylece eleştirmen; hem kendine, hem fotoğrafçıya, hem de alımlayıcıya bir özgürlük alanı açmış olur. Çoğu eleştiri tavrına bakıldığında ise, farklı kaygıların yönlendirdiği ve pekala geliştirilebilecek içbükey bir düşüncenin kişisel seçim yoluyla yazıya veya söze dönüştürülme gayreti görülür. Aslında sahici fotoğraf eleştirisini diğerlerinden ayıran da, bu bütünden yapılan eksiltmelerle ilgili. Birisinde kesip biçerken eleştirmen kendini korumaya çalışırken, ötekinde, fotoğrafın evrensel değerlerini koruması gerekiyor. Ama fotoğrafı sadece “görüntüye dönüştüren eylem” fiiliyle sınırlamak da indirgeyici bir tavır olur. Fotoğraf çekme eylemi, nihayetinde, yanlamasına yada dikey yönde büyük hareket özgürlüklerine açıktır. Arayış ve anlamlandırma birçok duyuyu ve ona bağlı olarak birçok fiili işe koşmayı gerektirir. Bu da, fotoğrafı, evreni en geniş biçimiyle kavramaya yarayan bir süreç haline getirir. Fotoğrafın yaslandığı bu diyalektik, sağlam bir eleştiri için fotoğrafın kurgusunun yanında, yorumcunun yaşamdan başlangıç noktaları bulması gerektiğini de hatırlatır.
Fotoğraf eleştirmeni fotoğraf üzerine tartışmaları sona erdirmek için değil, aksine, bu potansiyeli zenginleştirici bir zemini yaratmak için söz kurmalıdır. Hatta eleştiri, fotoğrafçıdan çok alımlayıcısı için yapılmalıdır dahi denilebilir. İsteyen fotoğrafçı da bundan yararlanır. Zaten toplumsal gelenek ile fotoğraf arasındaki ilişki anlaşılmadan, bir görüntünün ne olduğuyla ve bir görüntünün sorumluluğunu almanın ne anlama gelebileceğiyle ilgili bir hissiyat oluşmadan, eleştirel bir kuram olamaz. Bazı sözler/yazılar ise eleştiri değil, “eleştirel”dir. Önyargılar dışında eleştirmenin mutlak olumlama önermesi gerektiği söylenemez tabii ki, hatta nesnel olma zorunluluğu bile yoktur. Fakat derinlikli eleştiri, derinlikli incelemeleri de gereksinir doğal olarak. Bazen de fotoğrafa eşlik ettiği düşünülen eleştiriler ondan rol çalar, öne geçmeye çalışırken izleyicisini fotoğrafsız bırakır. Oysa fotoğraf; alımlayıcısını farklı meraklarla, farklı bakışlarla, farklı okumalarla, farklı sorularla başa döndürecek kadar hırçın, sarsıcı, rahatsız edici ve hatta saldırgan olabilir. Burada, fotoğraf ile mücadele etmeyen ama onunla diyalog kuran, kendi kalıplarını geri planda tutan bir kişinin sabrına gereksinim duyulur. Fotoğraf karşısında yaşanan duygu yoğunluğunun bireyin zihninde ve ruhunda yaptığı sıçramalar, en azından fotoğraf üzerine düşünmeyi, araştırmayı tetiklemelidir. Eleştirmenin görevi, fotoğrafın dilini kendi dilimiz diyebileceğimiz bir forma aktarmak değil, fotoğrafın yabancılığını korumaktır. Aksi koşulda “popüler tanıtımlarla” yetinmek zorunda kalan, ayaküstü okumalarla karşılaşılır ki, zaten çoğu yerde yapılan da budur.
O’na bakmaya razı bir buluşmayı bekleyen fotoğraf; kendine bir daha baktıracak, varolan sorularla yetinilmemesi uyarısını yapacak, sonraya kalabilen örtünmesiz temasları çoğaltacak, seçili bellekleri kurcalayacak, kısaca hayırlı rahatsızlıklar verecek eleştirilere gereksinim duyar. Belki de en iyisi, eleştirmenin işinin, fotoğrafı içindeki görüntülerle sınırlı görmemek olduğunu kabul etmek olacak…
Mehmet OĞUZ