ashli
Bayan Üye
Herhangi bir zihinsel etkinliğin temelinde belli bir tür özne nesne ilişkisi vardır. Bir zihinsel etkinliğin gerçekleşmesi demek, farkına varılsın ya da varılmasın, düşünen ve düşünülenin ayrı ayrı var olması demektir. Düşünen özne, düşündüklerini başka öznelere bildirmese bile, salt kendi düşünme dünyasının sınırları içinde kapalı kalsa bile, düşündüklerini tasarımlamanın, imgelemenin sınırlarının dışına çıkarır büyük ölçüde. İşte bu andan itibaren dilsel süreç dışavurumsal bir biçimde başlamıştır denebilir.
Bu oluşum çözümlendiğinde temelde var olma/var edilme, düşünme/düşünülme, dile getirme/dile getirilme olgusu ile karşılaşılır. Varolan; düşünen, dile getiren öznedir; var edilen, düşünülen ve dile getirilen de nesnedir. Öyleyse böyle bir sürecin temelinde özne-nesne gerilimi ya da farklılaşması vardır. Bu türden bir çözümleme bizi, özne ile nesnenin birbirlerini karşılıklı olarak var kıldıkları sonucuna da götürür: biri varsa öteki de vardır. İnsan; düşünme ve dile getirme yerileriyle varolanı nesne kılarken, kendisini de özne haline getirmiş demektir aslında.
İnsanın düşünme yetisinin ne olduğunun tam anlamıyla bir sorun olarak algılanması Yeniçağ başlarına rastlarken, dile getirme bakımından durumunun ne olduğu ancak yüzyılımızda köklü bir biçimde sorgulanır olmuştur. Fakat böyle bir sonuca karşı çıkılabilir ve öteden beri bu iki bağlamın da dikkatle incelendiği söylenebilir. Konuya özellikle sorunlaştırma açısından bakınca, önceki zaman kesitlerinde yer alan düşünme ve dile getirme edimlerine ilişkin değerlendirmelerin var olma edimleri dolayımında ele alındığı, asıl ölçütün var olma edimlerinin anlaşılmasıyla büyük ölçüde bağlantılı olduğu görülür. Tüm Antikçağ ve Ortaçağ filozofları böyle bir sonuca varmanın tanıkları durumundadır. Filozofların Çoğu modus essendi bağlamında söylemlerini oluştururken, pek az sayıda filozof da modus signıficandi dolayımında felsefi görüşlerini ortaya koyarlar.
Yeniçağ başlarında düşünme yetisinin insanların en ortak, en paylaşılabilir bir özniteliği olduğu keşfedilirken (Descartes), yüzyılımızın başında da dil yetisinin yine insanlarca en paylaşıla bilir ya da en ortak bir öznitelik olduğu keşfedilmiştir (Ferdinand de Saussure). Bundan böyle insanı özellikle bir özne olarak anlamanın yeni yolları söz konusu olmuştur. Daha genel bir deyişle insan gerçeğini dilden yola çıkarak anlama çabaları önplana çıkmıştır; daha önceleri pek az rastlanan bu türdeki düşünme çabalan, artık daha büyük ölçüde kendilerini göstermeye başlamışlardır.
Aslında felsefe dünyasında, düşünmenin işleyişi hatta büyük ölçüde dile bağlı olarak işleyişi öteden beri ele alınıyordu; böyle bir savı destekleyecek en iyi örnek Aristoteles’tir. Ancak biraz önce de dile getirildiği gibi, felsefi kaygı burada da temelde varlık bağlamına ilişkindi. Belli bir dönemden sonra ise felsefi kaygılar doğrudan düşünme ve dil çerçevesinde belirmeye başladı. Düşünen özne artık doğrudan doğruya dili, dil varlığını konulaştırıyordu.
Öte yandan bu yeni yaklaşımla birlikte, insanın türselliği, toplumsallığı ve bireyselliği de yine dil bağlamında açıklanıyordu; insan gerçeği yeni kavramlarla açıklığa kavuşturulmak isteniyordu.
İnsan türüne karşılık dil yetisi,
Topluma karşılık dil,
Bireye karşılık da söz, sözce, söylem, söz edimi, sözceleme üzerinde duruluyordu.
Bu kavramların varoluşsal temeline ilişkin bir başka belirleme de şu olabilir: bütün bunlar giderek daha yetkin bir biçimde edimselleşen oluşumlardır. Çünkü tür, önünde sonunda tek bir insanda somutlaştığına göre, bir tümel olarak insan türüne karşılık gelmek üzere ancak düşünme ve dil yetisinden söz edilebilir; bir bakıma toplum için de benzer değerlendirme geçerlidir. Ama tek insan ya da birey, başka bir deyişle düşünmesi ve somut diliyle özneleşen bir varlık olarak tek insan, temelde hem dilyetisini hem de dili gerçekleştiren, bunlara varlık kazandıran yapıdır; dil yetisini ve dili söz ya da söylem olarak edimselleştiren varlıktır.
Dil yetisi, dil, söz ya da söylem gibi kavramlarla iş gören bilgisel bir etkinlik olarak dilbilim, neredeyse giderek temel bir bilim olma durumunu kazanmıştır. Başlangıçta bir bakıma dilbilimin öncülüğünde olmakla birlikte, özellikle im kavramı dolayımında her türlü gerçekliğe bakan imbilim çalışmalarıyla ancak felsefenin sahip olabileceği bir genellik ya da genelleştirme durumu ortaya çıkmıştır. Dilbilimin bakış açısıyla felsefenin bakış açısı birçok nokta da örtüşmeye başlamıştır ya da başka bir deyişle özellikle imbilim, felsefe de içinde olmak üzere birçok bilgisel etkinliğin işleyişinde etkili olmuştur
“Gelinen bu nokta neden felsefe için önemlidir?” diye sorulabilir. Felsefeye ilişkin belli bir tasarım, böyle bir soruyu ancak haklı kılabilir. Eğer felsefe dışdünya ya da ne türden olursa olsun nesne alanı ile düşünme ve dil arasındaki ilişkilerin ne türden olduğunun hesabının verilmesine ilişkin bir çaba ise, dilbilimin durumu, bu bilimsel etkinlikte elde edilen sonuçlar felsefeyi yakından ilgilendirecektir.
Felsefe de bir tür bilgisel etkinlik olduğuna göre, aynı zaman da bir dildir; hatta öznenin ürünü olduğuna göre bir söylemdir. Burada beliren sorun ve bu bağlamda ortaya konulacak olan düşünceler araştırmacıdan özellikle felsefe ve söylem terimleri/kavramları çerçevesinde düşünmesini istemektedir. Öyleyse konu, felsefenin bir söylem olması türünden bir kalkış noktasına dayalı olacak ve söylem ve metin terimleri/kavramları felsefe açısından ele alınacaktır. Aynı zamanda “söylem” ile “metin” terimlerinin/kavramlarının imleme bakımından bir ve aynı şeyler olup olmadıkları tartışılacaktır.* Böyle bir felsefi tartışmada dilbilimin bakış açısının da gözardı edilemeyeceği ortaya konulacaktır.
* Bu noktada ortaya atılan görüşler ana çizgileriyle şöyle belirtilebilir: Kimi dilbilimciler metni daha çok fiziksel bir ürün ya da sonuç olarak görmektedirler söylemi ise etkin, dinamik bir açıklama ve yorumlama süreci olarak değerlendirmektedirler. Kimilerine göre, metin daha yüzeysel olan bir yapı içerir buna karşılık söylem ise derin yapı içerir. Başka bir bakış açısına göre ise metin soyut bir yapı olarak, özne sinden kopmuş bir yapı olarak görülmektedir söylem ise metne karşın olarak öznesine bağlı, somutluğu öne çıkan bir dil ortamı olarak ele alınmaktadır. Bu çalışma çerçevesinde de sonuncu yaklaşım büyük ölçüde benimsenecektir
F. de Saussure ’ün terimcesinde (terminoloji) “söz” olarak geçen bireye ilişkin dilsel yapı, Emile Benveniste ’de “söylem” terimiyle karşılanmaktadır. E. Benveniste’e göre, gerçeklik dil düzleminde yeniden yaratılır. “Konuşan kişi söylemiyle olayı ve olaya ilişkin deneyimini yeniden oluşturur. Dinleyen kişi de önce söylemi algılar ve bu söylem aracılığıyla olay yeniden oluşur. “ Burada söylemin asıl taşıyıcısı konuşan özne, hitap ettiği de dinleyen öznedir. “Ben-sen” ilişkisi bu bağlamda, bireyin, öznenin gerçekleştirdiği söylem edimiyle kurulur ve bu yolla soyut, toplumsal dil, bireysellik aracılığıyla somutlaşır. Söz evreni bireyselliğin evrenidir; salt biçim olan dil bu olanağı sağlar.
E. Benveniste’e göre “Dil herkesin ortaklaşa paylaştığı bir dizgedir; söylem hem bir bildiri içerir, hem de etki aracıdır. Bu anlamda, dil içinde ve dil aracılığıyla gerçekleşmelerine karşın, sözün aldığı biçimler her kullanımda tekildir.” Söylemdeki her şey de biçem olarak yansır. Bu nokta da artık söylem gelişigüzel dilsel bir araç değil; anlambilimsel yönü özellikle ağır basan bir olgudur; söylemin oluşumunu sağlayan dil dizgesidir ve buna bağlı olarak da ardında zihinsel, başka bir deyişle kavramsal boyut vardır. Ancak dil dizgesini özne, bu dizgenin kendine sağlayacağı olanaklar içinde özgür bir biçimde kullanır.
E. Benveniste’e göre söylemin onsuz olunmaz koşulları kişi ve zamandır. Üretilen söylemde ben, sen, o adıllarının belirleyiciğini öne çıkaran E. Benveniste zamanı da fiziksel(“Dünyanın fiziksel zamanı takdüze , sonsuz, çizgisel, istendiği biçimde bölümlene bilen bir süreklilik niteliği taşır.”),süredizimsel(“Süredizimsel zamanda, “zaman” dediğimiz, birer ayrık parça olan olayların dizi olarak düzenlendiği sürekliliktir.”) ve dilsel zaman olarak üç kavram altında ele alır.
Fiziksel zaman dışındaki son iki zaman kavrayışının ya da zamanın bu biçimde kavramlaştırılmasının insanbilimsel zaman kavrayışına da denk düştüğü ileri sürülebilir. Burada ortaya konulması gereken şudur: “Süre dizimsel zamana oranla dilsel zaman ne tür özellikler sunar? (.. bir olayı süredizimsel zamana yerleştirmek ve aynı olayı dilsel zaman içine katmak ayrı şeylerdir. İnsanın zaman deneyimi dille ortaya çıkar ve dilsel zaman da bize göre süredizimsel zamana ve fiziksel zamana indirgenemez.”( Böyle bir belirlemenin sonucu olarak da dilsel zaman söz edimine bağlı olacak ve söyleme göre tanımlanıp düzenlenecektir.( Ben gerçekliği de artık bu noktada söylem düzlemine indirgenecektir.( “(...) ben “ben” dilsel edimini içeren söylem edimini gerçekleştiren bir bireydir.”
E. Benveniste’in belirlemeleri felsefe açısından nasıl yorumla nabilir? “Ben” hakkında dile getirilenler, dilin bir söylem olarak taşıyıcısı olan özneye ilişkindir. Burada belki şu fark ortaya konula bilir: “ben”, dilsel zamanın somut taşıyıcısıyken, “özne”, tarihsel bir varlık olarak, süredizimsel zamanın da taşıyıcısı olarak kendini sürekli bir biçimde var eder. Salt dilbilimsel planda işlevsel olan ben kavramı, felsefe planına geçildiğinde dışdünya-düşünme-dil arasındaki ilişkileri irdeleyen “ben” haline gelir; dolayısıyla felsefe, insanın bir özne olarak kuruluşu üzerinde durur. İşte söylemi üreten de bu öznedir.
Günümüzde dilbilim çalışmalarında söylem ve metin konusuna ayrıntılı olarak yer verilmektedir. Her iki terim de hem bu alanın bir öğesi durumundadır hem de bu terimler her türlü bilgisel yapının ortak terimi/kavramı durumundadır. Böyle bir yargı felsefe için de söz konusudur.
SÖYLEM
E. Benveniste’in bakış açısını çıkış noktası olarak aldıktan sonra, her iki terime ilişkin tanım denemelerine göz atmak yerinde olacaktır. Söylem terimi köken olarak Yunanca “logos”a, Latince “discursus”a dayanıyor. Antikçağda terim, özellikle retorik ve mantık bağlamında kullanılıyor.
Açıklamalı Dilbilim Terimleri Sözlüğü’ ne göre söylem;
“1. Söz; dilin sözlü ya da yazılı gerçekleşmesi, konuşan bireyin kullanımı.
2. Sözce; bir ya da birçok tümceden oluşan, başı ve sonu olan bildiri.
3. Tümce sınırlarını aşan, tümcelerin birbirine bağlanması açısından ele alınan sözce.”
Bir başka sözlüğe göre ise söylem “ Tek bir tümceden daha geniş olup, özellikle konuşulan dilin sürekli olarak genişlemesini göstermek üzere dilbilim alanında kullanılan terim; fakat bu geniş kavrayış içinde birçok farklı uygulaması oluşabilir. En genel anlamında söylem, dilbilimde baştan kuramsal bir konumu olan davranışsal bir BİRLİK’tiröylem, bilinebilir herhangi bir olayı kuran sözcelerin topluluğudur.”O Günümüzde dilbilimin yanı sıra “söylem çözümlemesi” denilen etkinlik de terimle doğrudan doğruya uğraşmaktadır.
METİN
Metin terimi kavramı için ortaya konulan tanım denemelerine gelince:
1.“Dilbilimde, inceleme konusu olan düzlemdeki sözceler bütünü.
2. Kimi kuramlarda F. de Saussure’ün sözü ya da söylem; konuşucunun edimli kıldığı dil (E. Benveniste).
“Yazılı Bir Ortam Olarak Dil: Metin” başlıklı yazısında Janos Petöfi konuya ilkin şu sorularla( soru ve yanıtları bir tabloda birleştirdim-anlamak) yaklaşır: “ Metin denilen şey;
(i) fizik nitelikli im bilimsel bir nesne mi ya da bağıntısal (nitelikli) imbilimsel bir nesne mi ( imleyen-imlenen bağıntısının kendisini göstermesi mi)?
“(i) Bir metin elle yazılmış ya da basılmış fiziksel görüntüsüyle başat olarak sözel, bağıntısal bir im nesnesidir
(ii) tek ortamlı ya da çok ortamlı bir nesne mi?
(ii) başat olarak sözel bağıntısal bir im nesnesi olan metinde sözlüksel ögeler, başat anlam-taşıyıcı ögelerdir; her ne kadar elle yazılmış ya da basılmış fiziksel görüntüler metin oluşturmanın temel ögeleriyse de olası sesçil görüntüler de dikkate alınmalıdır;
(iii) bir im dizgesinin öğesi olan bir nesne mi ya da böyle bir dizgenin uygulama alanına ilişkin bir nesne mi?
(iii) metinler, dil dizgesinin değil dil kullanımının öğeleridir;
(iv) tümüyle özerk im nesnesi mi yoksa kısmen özerk bir im nesnesi mi? Son olarak bu sorulara (i-iv) verilen yanıtlar bağlamında, metinselliğin ölçütleri konusunda neler söylenebilir?”
(iv) tümüyle özerk metinler ile kısmen özerk metinler arasında fark vardır;
Yukarıda iki soru ayırt edilmektedir. Metin bir yandan imbilimsel bir nesne, bir im nesnesi olarak sorgulanmaktadır; öte yandan da bu sorgulanışla bağlantılı olarak, metinselliğin ölçütlerinin neler olabileceği üzerinde durulmaktadır.
(v) aşağıdaki beklentileri karşılaması halinde başat olarak sözel bağıntısal im nesnesi, metinsellik ölçütlerini sağlar: verilmiş ya da varsayılan bildirişim durumunda bu nesne, olgu durumlarının birbirine bağlı (ve bütünlüklü) düzenlenişini açıklar ve verilmiş ya da varsayılan bildirişim işlevini gerçekleştirir; bu nesnenin bağlantılı ve bütüncül sözel bir kuruluşu söz konusudur; burada, bağlantılı ve bütüncül oluşu, verilen nesnenin türüne göre değişebilir.”
Böylece metin —dışdünyanın gerçekliğini ya da salt bağlantıları imlemek üzere— imbilimsel bir nesne olarak ağırlıklı bir biçimde sözeldir. Metindeki sözlüksel öğeler anlamın taşıyıcılarıdır; ama metin aynı zamanda sesçil de olabilir.
Metin; dil dizgesinin kullanılması, edimselleştirilmesi halinde ancak ortaya çıkabilir; imbilimsel bir nesne olarak metin, olgu durumlarını yansıtır.Felsefi bir deyişle, metin ne türden olursa olsun varlık düzlemini yansıtır. Fakat konuya bir dilbilimci olarak eğilen J. S. Petöfi, düşünsel yönü tam anlamıyla hesaba katmamış gibi görünmektedir.
Genel eğilim, söylem denildiğinde sözlü ortamın, metin denildiğinde de yazılı ortamın dikkate alındığına ilişkindir. Söylem daha önce de dile getirildiği gibi öznenin ilkin konuşma düzleminde ortaya koyduğu bir ürün; yazıya da dökülebilen söylem, bu yolla öznenin somut varlığını aşabiliyor. Ancak böyle bir durumda söylemle metin özdeştir sonucuna varılabilir. Bu seçeneklerden biri; bir diğer seçenek ise her ikisini de ayrı yapılar olarak değerlendirmek; ama bu durumda ölçütler ortaya koymak çok zor. Bir başka yol da şu olabilir: bireysel dil olarak söylem ilk aşamadır; ancak her söylem metinsel parçalardan oluşur. Bütün bir söylemin, kendi iç tutarlılığını taşıyan metinler topl******* meydana geldiği ileri sürülebilir. Özellikle felsefe bağlamında bu durumu değerlendirmek mümkün görünüyor. Çünkü filozofların söylemleri birçok metinden oluşur. Burada söylemin ölçütü olarak dilsel dışavurumun dışında kavramsal arkaplan, söylemin kimi dilbilimcilerin de dediği gibi anlama, anlamsal olana ilişkin derin yapısı dikkate alınıyor.
Öyleyse söylem ile metnin birbirinden farklı yapılar olduğunu ileri sürmek mümkündür: Söylem ilkin somut olarak oluşur; sonradan yazılı hale gelir. Söylemi özne oluşturur; söylem, derin yapısı olan bir kuruluştur; bu derin kuruluş söylemin kavramsal (zihin sel) yanını ortaya koyar; söylemde dışdünyanın ancak imleme alanı olarak yeri vardır.
Metin ise, öznesinden büyük ölçüde uzaklaşmış bir yapıdır. Daha dar kapsamlı, maddeleşmiş, yazılı dil bağlamı içinde kalınmak koşuluyla kendisine yaklaşılan bir yapıdır. Söylem daha çok anlamsal yapıyı yansıtırken, metinde görsel özellikler, fiziksel özellikler daha çok dikkati çekmektedir; söylemi taşıyan metin, günümüzde sanal ortamların da vazgeçilmez aracı durumundadır.
Bu iki terimi/kavramı salt dilbilim bağlamında ele alan çalışma doğrultularının bir sonucu olarak ortaya çıkan “metindilbilim”le “söylem çözümlemesi” de böyle bir yaklaşıma destek vermektedir. Söylem çözümlemesinde dilsel olanın dışına da çıkılmaktadır; bunun nedeni, imlenenlerin dereceli olarak söylemde yer alıyor olmasıdır. Oysa metindilbilim, dilbilimin bir parçasıdır. Felsefe özellikle söz konusu olduğunda, söylemin bu derin yapısı iyice dikkati çekmektedir. Söylemler, bir öznenin bütünlüklü düşünsel-dilsel ürünleri olarak her zaman farklı yöntemlerle çözümlenmeye yatkın, hatta çözümlenmesi gereken yapılardır. Bu konuda derinleşmek başka türden çalışmaların görevi olmakla birlikte, hiç olmazsa şimdilik, felsefi söylemin ortak yapısal özelliklerine bakmakta yarar vardır. Tam da burada söz edimi, sözeylem terimi/kavramı yardımcı olacaktır.
Felsefi söylemde yer alan sözeylemler genel ve biçimsel olarak savlayıcı, daha alt düzeyde ise betimleyici, açıklayıcı, kanıtlayıcı bir yapı içerirler. Bu özellikler felsefi söylemde yer alan dilsel yapının genel, biçimsel özellikleridir; felsefi söylemin içerik olarak imledikleri ise büyük ölçüde ya da çoğun arkaplan/artalan göz önünde bulundurularak anlaşılabilir. Bunun nedeni de felsefi söylemin tarihsel öznenin ürünü olmasıdır.
Betül Çotuksöken
Felsefe: Özne – Söylem
İnkılap Yayınevi-2002
Bu oluşum çözümlendiğinde temelde var olma/var edilme, düşünme/düşünülme, dile getirme/dile getirilme olgusu ile karşılaşılır. Varolan; düşünen, dile getiren öznedir; var edilen, düşünülen ve dile getirilen de nesnedir. Öyleyse böyle bir sürecin temelinde özne-nesne gerilimi ya da farklılaşması vardır. Bu türden bir çözümleme bizi, özne ile nesnenin birbirlerini karşılıklı olarak var kıldıkları sonucuna da götürür: biri varsa öteki de vardır. İnsan; düşünme ve dile getirme yerileriyle varolanı nesne kılarken, kendisini de özne haline getirmiş demektir aslında.
İnsanın düşünme yetisinin ne olduğunun tam anlamıyla bir sorun olarak algılanması Yeniçağ başlarına rastlarken, dile getirme bakımından durumunun ne olduğu ancak yüzyılımızda köklü bir biçimde sorgulanır olmuştur. Fakat böyle bir sonuca karşı çıkılabilir ve öteden beri bu iki bağlamın da dikkatle incelendiği söylenebilir. Konuya özellikle sorunlaştırma açısından bakınca, önceki zaman kesitlerinde yer alan düşünme ve dile getirme edimlerine ilişkin değerlendirmelerin var olma edimleri dolayımında ele alındığı, asıl ölçütün var olma edimlerinin anlaşılmasıyla büyük ölçüde bağlantılı olduğu görülür. Tüm Antikçağ ve Ortaçağ filozofları böyle bir sonuca varmanın tanıkları durumundadır. Filozofların Çoğu modus essendi bağlamında söylemlerini oluştururken, pek az sayıda filozof da modus signıficandi dolayımında felsefi görüşlerini ortaya koyarlar.
Yeniçağ başlarında düşünme yetisinin insanların en ortak, en paylaşılabilir bir özniteliği olduğu keşfedilirken (Descartes), yüzyılımızın başında da dil yetisinin yine insanlarca en paylaşıla bilir ya da en ortak bir öznitelik olduğu keşfedilmiştir (Ferdinand de Saussure). Bundan böyle insanı özellikle bir özne olarak anlamanın yeni yolları söz konusu olmuştur. Daha genel bir deyişle insan gerçeğini dilden yola çıkarak anlama çabaları önplana çıkmıştır; daha önceleri pek az rastlanan bu türdeki düşünme çabalan, artık daha büyük ölçüde kendilerini göstermeye başlamışlardır.
Aslında felsefe dünyasında, düşünmenin işleyişi hatta büyük ölçüde dile bağlı olarak işleyişi öteden beri ele alınıyordu; böyle bir savı destekleyecek en iyi örnek Aristoteles’tir. Ancak biraz önce de dile getirildiği gibi, felsefi kaygı burada da temelde varlık bağlamına ilişkindi. Belli bir dönemden sonra ise felsefi kaygılar doğrudan düşünme ve dil çerçevesinde belirmeye başladı. Düşünen özne artık doğrudan doğruya dili, dil varlığını konulaştırıyordu.
Öte yandan bu yeni yaklaşımla birlikte, insanın türselliği, toplumsallığı ve bireyselliği de yine dil bağlamında açıklanıyordu; insan gerçeği yeni kavramlarla açıklığa kavuşturulmak isteniyordu.
İnsan türüne karşılık dil yetisi,
Topluma karşılık dil,
Bireye karşılık da söz, sözce, söylem, söz edimi, sözceleme üzerinde duruluyordu.
Bu kavramların varoluşsal temeline ilişkin bir başka belirleme de şu olabilir: bütün bunlar giderek daha yetkin bir biçimde edimselleşen oluşumlardır. Çünkü tür, önünde sonunda tek bir insanda somutlaştığına göre, bir tümel olarak insan türüne karşılık gelmek üzere ancak düşünme ve dil yetisinden söz edilebilir; bir bakıma toplum için de benzer değerlendirme geçerlidir. Ama tek insan ya da birey, başka bir deyişle düşünmesi ve somut diliyle özneleşen bir varlık olarak tek insan, temelde hem dilyetisini hem de dili gerçekleştiren, bunlara varlık kazandıran yapıdır; dil yetisini ve dili söz ya da söylem olarak edimselleştiren varlıktır.
Dil yetisi, dil, söz ya da söylem gibi kavramlarla iş gören bilgisel bir etkinlik olarak dilbilim, neredeyse giderek temel bir bilim olma durumunu kazanmıştır. Başlangıçta bir bakıma dilbilimin öncülüğünde olmakla birlikte, özellikle im kavramı dolayımında her türlü gerçekliğe bakan imbilim çalışmalarıyla ancak felsefenin sahip olabileceği bir genellik ya da genelleştirme durumu ortaya çıkmıştır. Dilbilimin bakış açısıyla felsefenin bakış açısı birçok nokta da örtüşmeye başlamıştır ya da başka bir deyişle özellikle imbilim, felsefe de içinde olmak üzere birçok bilgisel etkinliğin işleyişinde etkili olmuştur
“Gelinen bu nokta neden felsefe için önemlidir?” diye sorulabilir. Felsefeye ilişkin belli bir tasarım, böyle bir soruyu ancak haklı kılabilir. Eğer felsefe dışdünya ya da ne türden olursa olsun nesne alanı ile düşünme ve dil arasındaki ilişkilerin ne türden olduğunun hesabının verilmesine ilişkin bir çaba ise, dilbilimin durumu, bu bilimsel etkinlikte elde edilen sonuçlar felsefeyi yakından ilgilendirecektir.
Felsefe de bir tür bilgisel etkinlik olduğuna göre, aynı zaman da bir dildir; hatta öznenin ürünü olduğuna göre bir söylemdir. Burada beliren sorun ve bu bağlamda ortaya konulacak olan düşünceler araştırmacıdan özellikle felsefe ve söylem terimleri/kavramları çerçevesinde düşünmesini istemektedir. Öyleyse konu, felsefenin bir söylem olması türünden bir kalkış noktasına dayalı olacak ve söylem ve metin terimleri/kavramları felsefe açısından ele alınacaktır. Aynı zamanda “söylem” ile “metin” terimlerinin/kavramlarının imleme bakımından bir ve aynı şeyler olup olmadıkları tartışılacaktır.* Böyle bir felsefi tartışmada dilbilimin bakış açısının da gözardı edilemeyeceği ortaya konulacaktır.
* Bu noktada ortaya atılan görüşler ana çizgileriyle şöyle belirtilebilir: Kimi dilbilimciler metni daha çok fiziksel bir ürün ya da sonuç olarak görmektedirler söylemi ise etkin, dinamik bir açıklama ve yorumlama süreci olarak değerlendirmektedirler. Kimilerine göre, metin daha yüzeysel olan bir yapı içerir buna karşılık söylem ise derin yapı içerir. Başka bir bakış açısına göre ise metin soyut bir yapı olarak, özne sinden kopmuş bir yapı olarak görülmektedir söylem ise metne karşın olarak öznesine bağlı, somutluğu öne çıkan bir dil ortamı olarak ele alınmaktadır. Bu çalışma çerçevesinde de sonuncu yaklaşım büyük ölçüde benimsenecektir
F. de Saussure ’ün terimcesinde (terminoloji) “söz” olarak geçen bireye ilişkin dilsel yapı, Emile Benveniste ’de “söylem” terimiyle karşılanmaktadır. E. Benveniste’e göre, gerçeklik dil düzleminde yeniden yaratılır. “Konuşan kişi söylemiyle olayı ve olaya ilişkin deneyimini yeniden oluşturur. Dinleyen kişi de önce söylemi algılar ve bu söylem aracılığıyla olay yeniden oluşur. “ Burada söylemin asıl taşıyıcısı konuşan özne, hitap ettiği de dinleyen öznedir. “Ben-sen” ilişkisi bu bağlamda, bireyin, öznenin gerçekleştirdiği söylem edimiyle kurulur ve bu yolla soyut, toplumsal dil, bireysellik aracılığıyla somutlaşır. Söz evreni bireyselliğin evrenidir; salt biçim olan dil bu olanağı sağlar.
E. Benveniste’e göre “Dil herkesin ortaklaşa paylaştığı bir dizgedir; söylem hem bir bildiri içerir, hem de etki aracıdır. Bu anlamda, dil içinde ve dil aracılığıyla gerçekleşmelerine karşın, sözün aldığı biçimler her kullanımda tekildir.” Söylemdeki her şey de biçem olarak yansır. Bu nokta da artık söylem gelişigüzel dilsel bir araç değil; anlambilimsel yönü özellikle ağır basan bir olgudur; söylemin oluşumunu sağlayan dil dizgesidir ve buna bağlı olarak da ardında zihinsel, başka bir deyişle kavramsal boyut vardır. Ancak dil dizgesini özne, bu dizgenin kendine sağlayacağı olanaklar içinde özgür bir biçimde kullanır.
E. Benveniste’e göre söylemin onsuz olunmaz koşulları kişi ve zamandır. Üretilen söylemde ben, sen, o adıllarının belirleyiciğini öne çıkaran E. Benveniste zamanı da fiziksel(“Dünyanın fiziksel zamanı takdüze , sonsuz, çizgisel, istendiği biçimde bölümlene bilen bir süreklilik niteliği taşır.”),süredizimsel(“Süredizimsel zamanda, “zaman” dediğimiz, birer ayrık parça olan olayların dizi olarak düzenlendiği sürekliliktir.”) ve dilsel zaman olarak üç kavram altında ele alır.
Fiziksel zaman dışındaki son iki zaman kavrayışının ya da zamanın bu biçimde kavramlaştırılmasının insanbilimsel zaman kavrayışına da denk düştüğü ileri sürülebilir. Burada ortaya konulması gereken şudur: “Süre dizimsel zamana oranla dilsel zaman ne tür özellikler sunar? (.. bir olayı süredizimsel zamana yerleştirmek ve aynı olayı dilsel zaman içine katmak ayrı şeylerdir. İnsanın zaman deneyimi dille ortaya çıkar ve dilsel zaman da bize göre süredizimsel zamana ve fiziksel zamana indirgenemez.”( Böyle bir belirlemenin sonucu olarak da dilsel zaman söz edimine bağlı olacak ve söyleme göre tanımlanıp düzenlenecektir.( Ben gerçekliği de artık bu noktada söylem düzlemine indirgenecektir.( “(...) ben “ben” dilsel edimini içeren söylem edimini gerçekleştiren bir bireydir.”
E. Benveniste’in belirlemeleri felsefe açısından nasıl yorumla nabilir? “Ben” hakkında dile getirilenler, dilin bir söylem olarak taşıyıcısı olan özneye ilişkindir. Burada belki şu fark ortaya konula bilir: “ben”, dilsel zamanın somut taşıyıcısıyken, “özne”, tarihsel bir varlık olarak, süredizimsel zamanın da taşıyıcısı olarak kendini sürekli bir biçimde var eder. Salt dilbilimsel planda işlevsel olan ben kavramı, felsefe planına geçildiğinde dışdünya-düşünme-dil arasındaki ilişkileri irdeleyen “ben” haline gelir; dolayısıyla felsefe, insanın bir özne olarak kuruluşu üzerinde durur. İşte söylemi üreten de bu öznedir.
Günümüzde dilbilim çalışmalarında söylem ve metin konusuna ayrıntılı olarak yer verilmektedir. Her iki terim de hem bu alanın bir öğesi durumundadır hem de bu terimler her türlü bilgisel yapının ortak terimi/kavramı durumundadır. Böyle bir yargı felsefe için de söz konusudur.
SÖYLEM
E. Benveniste’in bakış açısını çıkış noktası olarak aldıktan sonra, her iki terime ilişkin tanım denemelerine göz atmak yerinde olacaktır. Söylem terimi köken olarak Yunanca “logos”a, Latince “discursus”a dayanıyor. Antikçağda terim, özellikle retorik ve mantık bağlamında kullanılıyor.
Açıklamalı Dilbilim Terimleri Sözlüğü’ ne göre söylem;
“1. Söz; dilin sözlü ya da yazılı gerçekleşmesi, konuşan bireyin kullanımı.
2. Sözce; bir ya da birçok tümceden oluşan, başı ve sonu olan bildiri.
3. Tümce sınırlarını aşan, tümcelerin birbirine bağlanması açısından ele alınan sözce.”
Bir başka sözlüğe göre ise söylem “ Tek bir tümceden daha geniş olup, özellikle konuşulan dilin sürekli olarak genişlemesini göstermek üzere dilbilim alanında kullanılan terim; fakat bu geniş kavrayış içinde birçok farklı uygulaması oluşabilir. En genel anlamında söylem, dilbilimde baştan kuramsal bir konumu olan davranışsal bir BİRLİK’tiröylem, bilinebilir herhangi bir olayı kuran sözcelerin topluluğudur.”O Günümüzde dilbilimin yanı sıra “söylem çözümlemesi” denilen etkinlik de terimle doğrudan doğruya uğraşmaktadır.
METİN
Metin terimi kavramı için ortaya konulan tanım denemelerine gelince:
1.“Dilbilimde, inceleme konusu olan düzlemdeki sözceler bütünü.
2. Kimi kuramlarda F. de Saussure’ün sözü ya da söylem; konuşucunun edimli kıldığı dil (E. Benveniste).
“Yazılı Bir Ortam Olarak Dil: Metin” başlıklı yazısında Janos Petöfi konuya ilkin şu sorularla( soru ve yanıtları bir tabloda birleştirdim-anlamak) yaklaşır: “ Metin denilen şey;
(i) fizik nitelikli im bilimsel bir nesne mi ya da bağıntısal (nitelikli) imbilimsel bir nesne mi ( imleyen-imlenen bağıntısının kendisini göstermesi mi)?
“(i) Bir metin elle yazılmış ya da basılmış fiziksel görüntüsüyle başat olarak sözel, bağıntısal bir im nesnesidir
(ii) tek ortamlı ya da çok ortamlı bir nesne mi?
(ii) başat olarak sözel bağıntısal bir im nesnesi olan metinde sözlüksel ögeler, başat anlam-taşıyıcı ögelerdir; her ne kadar elle yazılmış ya da basılmış fiziksel görüntüler metin oluşturmanın temel ögeleriyse de olası sesçil görüntüler de dikkate alınmalıdır;
(iii) bir im dizgesinin öğesi olan bir nesne mi ya da böyle bir dizgenin uygulama alanına ilişkin bir nesne mi?
(iii) metinler, dil dizgesinin değil dil kullanımının öğeleridir;
(iv) tümüyle özerk im nesnesi mi yoksa kısmen özerk bir im nesnesi mi? Son olarak bu sorulara (i-iv) verilen yanıtlar bağlamında, metinselliğin ölçütleri konusunda neler söylenebilir?”
(iv) tümüyle özerk metinler ile kısmen özerk metinler arasında fark vardır;
Yukarıda iki soru ayırt edilmektedir. Metin bir yandan imbilimsel bir nesne, bir im nesnesi olarak sorgulanmaktadır; öte yandan da bu sorgulanışla bağlantılı olarak, metinselliğin ölçütlerinin neler olabileceği üzerinde durulmaktadır.
(v) aşağıdaki beklentileri karşılaması halinde başat olarak sözel bağıntısal im nesnesi, metinsellik ölçütlerini sağlar: verilmiş ya da varsayılan bildirişim durumunda bu nesne, olgu durumlarının birbirine bağlı (ve bütünlüklü) düzenlenişini açıklar ve verilmiş ya da varsayılan bildirişim işlevini gerçekleştirir; bu nesnenin bağlantılı ve bütüncül sözel bir kuruluşu söz konusudur; burada, bağlantılı ve bütüncül oluşu, verilen nesnenin türüne göre değişebilir.”
Böylece metin —dışdünyanın gerçekliğini ya da salt bağlantıları imlemek üzere— imbilimsel bir nesne olarak ağırlıklı bir biçimde sözeldir. Metindeki sözlüksel öğeler anlamın taşıyıcılarıdır; ama metin aynı zamanda sesçil de olabilir.
Metin; dil dizgesinin kullanılması, edimselleştirilmesi halinde ancak ortaya çıkabilir; imbilimsel bir nesne olarak metin, olgu durumlarını yansıtır.Felsefi bir deyişle, metin ne türden olursa olsun varlık düzlemini yansıtır. Fakat konuya bir dilbilimci olarak eğilen J. S. Petöfi, düşünsel yönü tam anlamıyla hesaba katmamış gibi görünmektedir.
Genel eğilim, söylem denildiğinde sözlü ortamın, metin denildiğinde de yazılı ortamın dikkate alındığına ilişkindir. Söylem daha önce de dile getirildiği gibi öznenin ilkin konuşma düzleminde ortaya koyduğu bir ürün; yazıya da dökülebilen söylem, bu yolla öznenin somut varlığını aşabiliyor. Ancak böyle bir durumda söylemle metin özdeştir sonucuna varılabilir. Bu seçeneklerden biri; bir diğer seçenek ise her ikisini de ayrı yapılar olarak değerlendirmek; ama bu durumda ölçütler ortaya koymak çok zor. Bir başka yol da şu olabilir: bireysel dil olarak söylem ilk aşamadır; ancak her söylem metinsel parçalardan oluşur. Bütün bir söylemin, kendi iç tutarlılığını taşıyan metinler topl******* meydana geldiği ileri sürülebilir. Özellikle felsefe bağlamında bu durumu değerlendirmek mümkün görünüyor. Çünkü filozofların söylemleri birçok metinden oluşur. Burada söylemin ölçütü olarak dilsel dışavurumun dışında kavramsal arkaplan, söylemin kimi dilbilimcilerin de dediği gibi anlama, anlamsal olana ilişkin derin yapısı dikkate alınıyor.
Öyleyse söylem ile metnin birbirinden farklı yapılar olduğunu ileri sürmek mümkündür: Söylem ilkin somut olarak oluşur; sonradan yazılı hale gelir. Söylemi özne oluşturur; söylem, derin yapısı olan bir kuruluştur; bu derin kuruluş söylemin kavramsal (zihin sel) yanını ortaya koyar; söylemde dışdünyanın ancak imleme alanı olarak yeri vardır.
Metin ise, öznesinden büyük ölçüde uzaklaşmış bir yapıdır. Daha dar kapsamlı, maddeleşmiş, yazılı dil bağlamı içinde kalınmak koşuluyla kendisine yaklaşılan bir yapıdır. Söylem daha çok anlamsal yapıyı yansıtırken, metinde görsel özellikler, fiziksel özellikler daha çok dikkati çekmektedir; söylemi taşıyan metin, günümüzde sanal ortamların da vazgeçilmez aracı durumundadır.
Bu iki terimi/kavramı salt dilbilim bağlamında ele alan çalışma doğrultularının bir sonucu olarak ortaya çıkan “metindilbilim”le “söylem çözümlemesi” de böyle bir yaklaşıma destek vermektedir. Söylem çözümlemesinde dilsel olanın dışına da çıkılmaktadır; bunun nedeni, imlenenlerin dereceli olarak söylemde yer alıyor olmasıdır. Oysa metindilbilim, dilbilimin bir parçasıdır. Felsefe özellikle söz konusu olduğunda, söylemin bu derin yapısı iyice dikkati çekmektedir. Söylemler, bir öznenin bütünlüklü düşünsel-dilsel ürünleri olarak her zaman farklı yöntemlerle çözümlenmeye yatkın, hatta çözümlenmesi gereken yapılardır. Bu konuda derinleşmek başka türden çalışmaların görevi olmakla birlikte, hiç olmazsa şimdilik, felsefi söylemin ortak yapısal özelliklerine bakmakta yarar vardır. Tam da burada söz edimi, sözeylem terimi/kavramı yardımcı olacaktır.
Felsefi söylemde yer alan sözeylemler genel ve biçimsel olarak savlayıcı, daha alt düzeyde ise betimleyici, açıklayıcı, kanıtlayıcı bir yapı içerirler. Bu özellikler felsefi söylemde yer alan dilsel yapının genel, biçimsel özellikleridir; felsefi söylemin içerik olarak imledikleri ise büyük ölçüde ya da çoğun arkaplan/artalan göz önünde bulundurularak anlaşılabilir. Bunun nedeni de felsefi söylemin tarihsel öznenin ürünü olmasıdır.
Betül Çotuksöken
Felsefe: Özne – Söylem
İnkılap Yayınevi-2002