Fasık Kavramı Nedir

sonsuzluk186

Kayıtlı Üye
ANLAM KAYMASINA UĞRAYAN KUR'ÂNî BİR KAVRAM: FÂ***


Bu çalışmanın amacı, bir kavramın gerçek anlamını tespit etmenin ötesinde, Kur'an'ı anlamada yöntem sorununa bir ışık tutmaktır. Bir kavramın geçmişteki gerçek anlamından koparılarak, ona yeni bir anlam yüklenmesi ve yüklenilen bu yeni anlamla doğru bir iletişimin sağlanması mümkündür ve bu makul de karşılanabilir. Ancak, bir kavramın, sırf metod sorunundan dolayı bir anlam kaosu içerisine sürüklenmesine, aynı ölçüde toleranslı bir yaklaşımın sergilenmesinin-hele de bu Kur'ânî bir kavramsa-pek doğru olmadığı kanaatindeyiz. Dolayısıyla burada, sorunu, bir dil sorunu olmasının dışında bir yöntem sorunu olarak görmenin daha sağlıklı olacağını düşünüyoruz.

İslam düşüncesi tarihi içerisinde ortaya çıkan ihtilafların çoğunun, konuların Kur'ânî bütünlükten uzak bir şekilde ele alınmasından ve her fırkanın Kur'an ayetlerini kendi anlayışına uygun olarak yorumlamasından kaynaklandığını görmekteyiz. Nitekim aynı ayetten, değişik fırkalar, farklı sonuçlar çıkarmıştır. Fâsık kavramı da bu talihsizliğe uğrayan ve üzerinde en çok tartışılan kavramlardan bir tanesidir.

Fâsık, Kur'ânî bir kavramdır. Böyle olmasına rağmen, İslam Mezhepleri tarihi içerisinde yer alan fırkaların, ona, Kur'an'ın dışında kendi anlayışlarına uygun olacak şekilde farklı anlamlar yükledikleri görülmektedir. Biz bu farklılığın ve uyuşmazlığın, fâsık kavramının sadece ahlaki bir kavram olarak ele alınmış olmasından kaynaklandığı ve bu yüzden de, mürtekib-i kebîre kavramıyla özdeşleştirildiği kanaatindeyiz. Halbuki Kur'an'da, bu kavramın ahlaki boyutunun dışında, akîde (inanç) ile ilgili boyutunun da olduğunu görmekteyiz. Bu nedenle fâsık kavramının, kebîre (büyük günah) sahibi bir mü'minin sıfatı olup olamayacağının yeniden gözden geçirilmesinin gerekliliğine inanıyoruz. İşte biz bu açıdan, fâsık kavramını Kur'ânî bütünlük içerisinde yeniden değerlendirmeyi uygun gördük.

Bu çalışmamızda, önce fâsıkın lügat ve ıstılah anlamlarını, sonra da fırkaların bu kavrama yüklediği anlamları vererek bunların, Kur'an ayetleri ışığında kısa bir değerlendimesini yapacağız. Ardından da bu kavramı, fırkaların görüşlerinden bağımsız bir şekilde, Kur'ânî bütünlük içerisinde yeni bir değerlendirmeye tâbî tutacağız.

Fâsık, lügatta, "çıkmak" anlamına gelmektedir. Nitekim Araplar, hurmaya kabuğundan çıktığı zaman fısk (f-s-k) kelimesini kullanırlardı. Yine fare, deliğinden çıkıp bozgun yaptığından dolayı "fuvey***a" olarak isimlendirilmiştir. [1] Bu anlamıyla feseka fiili lügatlarda, "çıkmak" anlamına gelen "harece" fiili ile karşılanmıştır. [2]

Terim olarak ise fısk, isyan etmek ve Allah'ın emrini terketmek anlamına gelir. Aynı kökten türetilen "fusûk" ise, "dinden çıkmak" [3], "itaatten ayrılıp ma'siyete (günahlara ve isyana) dalmak ve yine imandan küfre geçmek" [4] anlamlarına gelmektedir. Ferrâ (ö. 207/822.), Allah Teâlâ'nın "Rabbinin emrinden çıktı (feseka)" [5] buyruğuna, "Ona itaat etmekten çıktı (harece)" anlamını vermiştir. [6]

Ancak burada, huruc ile fısk arasında önemli bir farkın bulunduğuna da işaret edilmektedir. el-Askerî (ö. 400/1009)'ye göre, fısk Arap dilinde, "kötü bir çıkış" anlamına gelmektedir. Ona göre, fareye fuvey***a denmesinin sebebi, "onun deliğinden kötülük yapmak maksadıyla çıkmasından dolayıdır... Büyük bir günahla Allah'ın emrinden çıkmaya da bu yüzden fısk denilmiştir. Kısacası, hurucun övüleni ve yerileni vardır. Bu bakımdan, övülenine huruc, yerilenine ise fısk denir." [7] Bu bakımdan, İsrâ Sûresi'nin 16. ayetinde geçen, "fefesekû" ifadesi, "bize asi gelerek emrimizden çıktılar" [8], 'bu yüzden onlara azap vâcip (gerekli) oldu' [9]" şeklinde anlaşılmıştır.

Bu anlamıyla fısk ve fâsık kavramları, cahiliyye döneminin Arap dili ve şiirinde asla insanlar için kullanılmamıştır. Bu bakımdan onun, Arap dilinde, terim anlamıyla ilk defa, Kur'ân'ın nuzûlü (inmesi)nden sonra kullanılmaya başlandığını söyleyebiliriz. [10]

Terim anlamıyla fısk, küfürden daha geneldir. Buna en güzel delil olarak şu ayet gösterilebilir. "Kim bundan sonra nankörlük ederse, (Allah'ın nimetini örtüp Ona ittaat etmekten vazgeçerse) [11], işte onlar fâsıkların ta kendileridir!" [12] Bu ayet, fâsık'ın, kâfirlerin küfrünü de içine alan geniş kapsamlı bir sıfat olduğunu göstermektedir. Nitekim bu ve benzeri ayetlerden hareketle Râgıb el-İsfehânî (ö. 503/1109), fâsıkın kâfirden, zâlimin de fâsıktan daha kapsamlı olduğunu söylemektedir. [13]

Bununla birlikte fasık, çoğunlukla, dînî hükümleri kabul edip sorumlu (mükellef) olduktan sonra, onun bütün hükümlerini veya bazılarını ihlal eden kimseler için kullanılır. Gerçekte ise kâfir olan kimselere fâsık denilmiştir. Çünkü o, aklın ve fıtratın gerektirdiği hükmü ihlal etmiştir. Nitekim Kur'an'da Allah, "fâsık"ı mü'minin karşıtı olarak zikretmiştir. "Hiç mü'minle fâsık bir olur mu?" [14]

Buradan da anlaşıldığına göre fâsık kavramı, kâfir kavramını da kapsamaktadır. [15] Yine şehadet getirdiği ve inandığı halde, amel etmeyen kimselere de fâsık denmiştir. [16] Tehanevî ise, yaygın olan kanaate göre, fâsık kavramı yerine fısk ve fusûk kavramlarını kullanarak bunu şöyle tanımlar: "Fısk, dinde, büyük günah işlemek ya da küçük günahlarda ısrar etmektir. Fusûk ise, büyük günah işleyerek Allah'a itaatten ayrılmaktır." [17]

Fırkaların bu kavrama yükledikleri anlamları değerlendirirken, onun lügat ve terim anlamlarının akılda bulundurulmasının yararlı olacağı kanaatindeyiz. Çünkü bu, bizim, fırkalaların kavramların içlerini nasıl kendi anlayışlarına uygun olarak doldurduklarını daha net bir şekilde görmemize yardımcı olacaktır. Şimdi bu kavram üzerinde çeşitli spekülasyonlarda bulunan önemli İslam fırkalarının değerlendirmelerine kısaca bir gözatalım.

1. Hâricîlere Göre Fâsık:

Hâricîlere göre, kıble ehlinden olan fâsık (mürtekib-i kebîre) [18] kâfirdir. [19] Bununla birlikte küçük farklılıklar da vardır. Haricî fırkalarından Ezârika'ya göre kâfir ve müşrik; Necedât'a göre ise, (ilahi) nimeti inkar edendir, ancak müşrik değildir. [20]

Hâricîler, namazın ancak fâdıl (fazîlet sahibi) olan bir kimsenin arkasında kılınabileceğini, dolayısıyla fâsıkın arkasında kılınamayacağını ileri sürmüşlerdir. [21] Buna karşın, diğer bir hâricî fırkası olan İbâdiyye, biraz daha farklı bir tutum sergilemiştir. Onlara göre, kebîre (büyük günah) işleyenler muvahhiddirler, ancak mü'min değillerdir. [22] Bu nedenle onlarla evlenmek câiz olup mirasları helaldir. Kısacası, Haricî tezine göre, genel olarak fâsık, kâfirdir ve ebedî olarak cehennemde kalacaktır. [23]

Seyyid Şerif el-Cürcânî (ö. 816/1413), Şerhu'l-Mevâkıf isimli eserinde, Hâricîlerin ileri sürdüğü delilleri zikrederek eleştirmektedir. [24] Ancak, bu delilleri ve eleştirilerini anlatmadan önce şu hususu hatırlatmakta yarar vardır. Bu konuda, bütün fırkalar, kendi görüşlerini destekler mahiyette gözüken Kur'an ayetlirini delil olarak ele almışlar ve onları kendi anlayışlarına uygun olarak yorumlamışlardır. Hatta, hemen hemen bütün fırkalar, aynı ayetlerin kendi görüşlerini desteklediklerini iddia edebilmişlerdir. Bunun yanında, Cürcânî'nin de yaptığı gibi, konu Kur'ânî bütünlük içerisinde değil de, parçacı bir yaklaşımla, tek bir ayet ele alınarak değerlendirildiği için, tutarsız ve zorlama yorumlara gidilmiş, bir yanlışlık reddedilirken başka bir yanlışlığın içine düşülmüştür. Biz bunlara yeri geldiğinde işaret edeceğiz.

Cürcânî'nin verdiği bilgilere göre, Hâricîlerin bu konuda ileri sürdükleri çeşitli delilleri vardır. Bunlardan birkaçını şöyle sıralayabiliriz.:

"Kim Allah'ın hükmettiğiyle hükmetmezse onlar kâfirlerin ta kendileridir." [25] Cürcânî'ye göre Hâricîler, ayetteki (men) lafzının fâsıkı da kapsadığını, dolayısıyla onların da Allah'ın hükmettiğiyle hükmetmedikleri için kâfir olduklarını ileri sürmüşlerdir. O, buna şöyle itiraz eder. "İsm-i mevsuller, sadece geneli ifade etmek için değil, bilakis cinsin kapsamında olan genele ve özele ait kılınmak için de kullanılırlar. Bu bakımdan temelde, Allah'ın hükmettiğiyle hükmetmeyenlerin kâfir olduklarında ihtilaf yoktur. Ancak, bu ayette kastedilenler, Tevrat'la hükmetmeleri emrolunan yahudilerdir. Halbuki bizim ümmetimizin Tevrat ile hükmetme konusunda bir sorumlulukları yoktur. Buna göre zikredilen ayet yahudileri kapsamaktadır." [26]

Görüldüğü gibi Cürcânî, Hâricîleri eleştirirken kendisi de bir başka yanlışlığın içerisine düşmektedir. Zira, ayet özel bir durumu zikretmekle birlikte, genel bir duruma işaret etmektedir. "Kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse..." ifadesi, genel bir ifadedir ve bunun içerisine bütün ilâhî buyrukların dahil olduğu açıktır. Çünkü burada açıkca görüldüğü gibi, önemli olan, indirilenlerin kimler olduğu değil, indirilenle hükmetme meselesidir.

Bu durumda, müslümanlar da bu sorumluluğu üzerlerinde taşımaktadırlar. Müslümanların, Tevrat'la hükmetme konusunda bir sorumlulukları bulunmasa da kendilerine indirilenle hükmetme konusunda bir sorumluluklarının bulunduğunda şüphe yoktur. [27] Hâricîler bu ayeti, tamamen Kur'ânî bütünlüğün dışında tek başına ele alarak değerlendirmişler, dolayısıyla ondan, kendileri gibi düşünmeyen herkesin kâfir olduğu sonucunu çıkarmışlardır.

Onların muhalifleri ise, aynı şekilde dikkatlerini sadece bu ayet üzerinde yoğunlaştırmışlar, ilgili diğer ayetlerin ışığında bütüncül bir değerlendirme yapma yoluna gitmemişlerdir. Mesela, aynı surenin 48. ayetinde, Hz. Peygamber'e, kendisine indirilenle onlar arasında hükmetmesi emredilmektedir. Burada, Hâricîlerin yaptığı hata, hükmü inkar etmekle onu ihmal etmeyi bir görmeleridir. [28] Nitekim Kur'an, bu konudaki farklılığa işaret etmektedir. "Güzel işler yapanlara cennet ve bir de ziyade vardır..." [29]

Diğer taraftan güzel işlerine kötülük karıştıranların durumu da ümitsiz değildir. "Diğer bir kısmı da, günahlarını itiraf ettiler. Bunlar iyi bir iş ile diğer bir kötü işi karıştırdılar. Umulurki Allah, tevbelerini kabul eder. Çünkü Allah çok bağışlayıcı; çok merhametlidir." [30]


Hâricîlerin dayandığı diğer bir ayette şudur: "Bunu nankörlüklerinin cezası yaptık. Biz hiç nankör olanlardan başkasını cezalandırır mıyız?" [31] Onlara göre bu ayet, her ceza görenin kâfir olduğuna işaret etmektedir. "Bir mü'mini kasten öldüren bir kimsenin cezası cehennemdir" [32] ayetine göre fâsık da ceza görecektir. Şu halde fâsık kâfirdir. Yine Cürcânî'nin, bu ayete getirilen Hâricî yorumun eleştirisinde de, anlam bütünlüğünü dikkate almadığını, sadece "ceza" kavramını tahlil etmeye çalıştığını görmekteyiz. Ona göre, ayetin görünürdeki (zahirî) anlamı, nankörlerden başkalarının da ceza (karşılık) göreceğinden dolayı terkedilmelidir. Zira, ceza kavramı, sevabı ve işlenen suçun karşılığını içine almaktadır. Dolayısıyla fâsıkın, kâfire verilen cezanın aksine bir ceza görmesi câizdir. [33]

Burada Hâricîler (olumsuz anlamda) her ceza görenin kâfir olduğu noktasında hata etmişlerdir. Yoksa ceza kavramının, mü'minlerin işlerinin karşılığı için de kullanılmış olması, fâsıkın kâfirlerin gördüğü cezadan başka bir ceza görebileceğine delil teşkil etmez. Zira Kur'an'da, inandıktan sonra yoldan çıkanların tevbe etmedikleri takdirde zalim olacakları vurgulanmaktadır. [34] Zalim niteliği ise, fâsık niteliğine nazaran daha ağır ve daha kapsamlı bir niteliktir. [35]

Kısacası Hâricîler, küfretmelerinden ve yalanlamalarından dolayı ceza görecek olanların durumunu fâsıka da uygulamışlar ve tamamen kendi anlayışlarına uygun çarpık bir mantık geliştirmişlerdir. Onlar şöyle bir kıyas yürütürler: Kâfirler ceza görecektir; fâsıklar da ceza görecektir. O halde fâsıklar kâfirdir. Böyle bir mantığın, "her ceza gören kâfirdir" gibi bir ön kabule dayandığı açıktır. Halbuki Kur'an'da durum hiç de böyle gözükmemektedir.

"Kim zerre miktarı bir iyilik yaparsa onun karşılığını, kim de zerre miktarı bir kötülük işlerse onun karşılığını görecektir." [36] Burada dikkat çekmek istediğimiz nokta şudur; fâsıkların kâfir olduklarını, Kur'an çerçevesinde doğrulamak mümkün olmakla birlikte [37], Hâricîlerin yürüttükleri mantığın doğal sonucu olan, "her ceza gören fâsıktır" hükmünü çıkarabilmek pek mümkün gözükmemektedir.

Hâricîlerin delillerini Kur'an açısından değerlendirdiğimizde, durumun hiç de onların iddia ettikleri gibi olmadığı görülür: Herşeyden önce, Kur'an'da bağışlanmayacak tek günahın şirk olduğu ifade edilmiştir. "Allah kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz. Bundan başkasını dilediğine bağışlar." [38] Günahın ve sevabın karşılıkları belirlenmiştir. "Her kim bir günahla gelirse, ona ancak misliyle ceza verilir." [39] Halbuki, Hâricî tezine göre büyük günahın (kebîre) karşılığı ebedi cehennemdir.

Kur'an'a göre ameller, büyük günah işlemekle değil, dinden dönmek ve kâfir olarak ölmekle iptal olur. "Sizden kim dininden döner de kâfir olarak ölürse, işte onların amelleri hem dünyada hem de ahirette boşa gider." [40] Yine Kur'an'a göre ancak imandan sonra küfre dönenler bağışlanmaz. "O kimseler ki iman ettiler, sonra küfrettiler. Sonra iman ettiler, sonra inkar ettiler. Sonra küfürde ileri gittiler. Allah onları bağışlayacak değil." [41]

Günahları kendisini kuşatan kimsenin ebedi cehennemlik olduğu vurgulanırken [42], iman edip Allah'tan korkanların günahlarının örtbas edilip bağışlanacakları ifade edilmektedir. [43]

Tüm bunlar göstermektedir ki, imandan sonra işlenen günahlar -hatta bunlar şirkin dışındaki kebîre (büyük günah)ler de olsa- insanı küfre düşürüp ebedi cehennemlik olmasını gerektirmez. Çünkü Kur'an'da, büyük günah sahiplerinin mü'min olarak kaldığı ve işledikleri günahları yüzünden cezalandırılacakları vurgulanmaktadır.

2. Hasan Basrî'ye Göre Fâsık ve İleri Sürdüğü Deliller:

Hasan Basrî 110/728)'ye göre fâsık , münâfıktır. [44] O, bu konuda Hz. Peygamber'in "Münafıkın alameti üçtür. Söz verdiği zaman sözünden döner, konuştuğunda yalan söyler, ve kendisine bir şey emanet edildiğinde ihanet eder" [45], şeklindeki hadisini referans olarak gösterir. Tâbiî'nin bu büyük müfessiri ve ilmî şahsiyeti, muhtemelen ilk defa, naklî delillerin yanında aklî deliller de ileri sürerek bunu ispatlamaya çalışır. O, bunu şöyle dile getirir. "Herhangi bir kimse, bir delikte yılan olduğuna inansa ve oraya elini sokmasa ve böyle bir iddianın ardından elini oraya götürse, söylediğinin inancından başka olduğu anlaşılır. [46]

Cürcânî, Hasan Basrî'nin bu yaklaşımını eleştirir ve şöyle der: "Bu üç özellik, bir şahsın tabiatında birlikte bulunduğu zaman münâfıklık alameti olur. Bunlardan biri bulunmadığı zaman nifak alameti olmaktan çıkarlar. Nitekim, Hz. Yusuf'un kardeşleri, babalarına onu koruyacaklarına dair söz vermişler ve bu sözlerine muhalefet etmişler, babalarına güven verdikten sonra, onu kurt yedi diyerek yalan konuşmuşlar ve ihanette bulunmuşlardır. Böyle olmakla birlikte onlar, 'bir şeye delalet eden alametin delaleti kesin olmadığı takdirde, medlûl (delalet edilen)ün kendisine muhalefeti câiz olur' ilkesine göre ittifakla münâfık değildir." [47]

Cürcânî, Hasan Basrî'nin aklî delilinin, Mürtekibu'l-Kebîre'ye uygulanmasına ise şöyle itiraz eder. "Yılanın zararı anidir, hemen gerçekleşir. Günahların cezası ise ertelenmiştir, hemen gerçekleşmez. Dolayısıyla tevbe ve affedilme imkanı vardır. Bu nedenle, bu ikisi ayrı şeylerdir. [48] O burada, Hasan Basrî'yi de anlamamış gözükmektedir. Çünkü o, fâsıkı, büyük günahlarla değil inançla ilgili bir kavram olarak görmektedir. Yılan örneği bunun açık bir kanıtıdır. Ancak Cürcânî, anlaşılmaz bir şekilde, ısrarla konuyu kebîre meselesi üzerine çekmektedir.

Hasan Basrî'nin, fâsıkı münâfık olarak tanımlaması, genelleme yapmış olması itibariyle yanlış olmakla birlikte kısmen doğrudur. Zira Kur'an'da fâsıkın münâfık olduğuna işare eden ayetler mevcuttur. [49]

3. Mu'tezile'ye Göre Fâsık:

İslamın ilk rasyonalistleri olarak kabul edilen Mu'tezilîler de, büyük günahkarla özdeşleştirdikleri fâsıkın durumu konusunda, aklî bir temele oturtulması oldukça zor bir yaklaşım sergilemişlerdir. Onlar hem Hâricîlerden hem de Mürcie'den farklı bir söylem geliştirdiler. Bu, onların el-Menzile Beyne'l-Menzileteyn (iki yer arasında bir yer) şeklinde ifade ettikleri esaslarıdır. Onlara göre, büyük günah işleyen kişi ne mü'min ne de kâfirdir. Böyle bir kimse fâsık olup iki yer arasında bir yerde bulunmaktadır. [50] Onlardan bu görüşü ilk ortaya atan Vâsıl b. Atâ (ö. 131/748) [51], bunu şöyle ifade etmektedir. "İman hayır özelliklerinden ibarettir. Bu özellikler bir kimsede bulunduğu zaman o, mü'min olarak isimlendirilir. Mü'min ise bir övgü ismidir. Fasık'a gelince o, hayır özelliklerini üzerinde bulundurmadığı için övgü ismini haketmez ve mü'min olarak isimlendirilmez.

Ancak o, mutlak sûrette kâfir de değildir. Çünkü onda, şehâdet (Allah'ın birliğini ve Hz. Muhammed'in peygamberliğini onama) ve diğer hayır işleri mevcuttur. Bunları inkar etme imkanı yoktur. Bununla birlikte fâsık, işlediği büyük günahtan dolayı tevbe etmeden dünyadan göçerse, ebedi olarak cehennemde kalır. Çünkü, ahirette sadece iki grup vardır. Bir grup cennette, bir grup ta cehennemdedir. Ancak fâsıkın azabı ve cehennemdeki derecesi kâfirinkinden daha hafiftir." [52]

Kadı Abdülcebbar (ö. 415/1025), Hasan Basrî ve Bekriyye'nin [53], büyük günah işleyenlerin münâfık olduğu şeklindeki görüşlerini tenkid ederek, büyük günah işleyenin münâfık olmadığını ileri sürmektedir. Ona göre münâfık büyük azaba müstehak olan kimseye denir. Çünkü o küfrünü gizlemiştir, İslamı açığa vurmuştur, Büyük günah işleyen bir kimsede ise böyle bir durum yoktur. [54]

Mu'tezilenin çoğunluğu büyük günah işleyen fâsıkın, tevbe etmediği takdirde, Allah'ın onu bağışlamayacağı ve cehennemde ebedi olarak kalacağı görüşündedir. Bununla birlikte, Mu'tezile'nin ileri gelenlerinden Muhammed b. Şebib el-Basrî, es-Sâlihî ve el- Hâlidî, büyük günah işleyenlerin kaderi hakkında kararsız kalmışlar ve bu gibi kimselerin günahlarının Allah tarafından tevbesiz bağışlanabileceğini ileri sürmüşlerdir. [55]

Buna karşın, Mu'tezile içerisinde Hâricî tezine uygun görüşler de vardır. Mesela Nazzam, imanı, "büyük günahlardan sakınmak" olarak [56] tanımlamıştır. Bu durumda, kebire işleyen kimsenin imanı doğrudan ortadan kalkmış olmaktadır. Nitekim o, ancak zekat nisabı olan 200 dirhemden fazla çalanın hırsız sayılabileceğini kabul ettiği için, 199 dirhem çalanın bu fiili yüzünden fıska düşmediğini, sadece 200 dirhemden fazla çaldığı takdirde fâsık olacağını ifade etmiştir. [57]

Eş'arî ekolüne mensup olan Malatî (ö. 377/987), bu noktada Mu'tezile'nin tezini doğrular gibidir. Çünkü ona göre, büyük günah işlemiş birisinin Kur'an'da, mü'min ile kâfir arasında bulunduğuna dair işaret vardır. O, namuslu kadınlara zina iftirasında bulunup da dört şahit getiremeyenlerin fâsıklar olduğunu söyleyen Kur'an ayetinde, Allah'ın, namuslu kadınları yalan yere suçlayanlara ne kâfir nazarı ile baktığını, ne de onları, günahlarına karşın mü'minler sınıfına koyduğunu, ancak fâsıklar olarak isimlendirdiğini [58] ileri sürmüştür.

Kısacası, Mu'tezile, büyük günah işleyen kimseyi fâsık olarak kabul etmekte ve fâsıkın mü'min ile kâfir arasında orta bir yerde bulunduğunu ifade etmektedir. Onların çoğunluğu, fâsıkın tevbe etmeden öldüğünde, ebedi olarak cehennemde kalacağını, ancak tevbe ettikleri takdirde tekrar mü'min olacaklarını ve küçük günahlarının da büyük günahları terkettikleri zaman ilahi bir lütuf olarak bağışlanabileceğini [59] ileri sürmüştür.

Mu'tezile, bu konudaki görüşlerini şu ayetlere dayandırır:

"Hiç mü'min olan fâsık gibi midir?" [60]

"İffetli kadınlara zina isnad edip te sonra dört şahit getiremeyenlere seksen deynek vurun; ebediyyen onların şahitliğini kabul etmeyin. İşte onlar fâsıklardır." [61]

Birinci ayette fâsık, mü'min ile kâfir arasında görülmüştür. Ancak, burada fâsık kavramı, kâfir kavramıyla anlamdaş olarak da görülebilir. [62] İkinci ayette ise, Malatî'nin yorumuna göre, Allah fâsıkı ne mü'min ne de kâfir olarak görmüş, onu bu ikisinin arasında bir yere yerleştirmiştir. [63] Burada Malatî, namuslu kadınlara zina iftirasında bulunan kimselerin şahitliklerinin ebedi olarak kabul edilmemesinin tevbe ve ıslah olma şartıyla kayıtlı olduğunu dikkatinden kaçırmıştır. Bu iki şartın ortaya konmasından, böyle bir iftirada bulunan kimsenin, davranışlarının ötesinde imanında bir problem olduğu anlaşılmaktadır. Gerçekten de bu ayetlerde, zina iftirasının, imanı tehlikeye düşürecek kadar ağır bir suç olduğuna işaret edilmektedir. Çünkü aynı surenin diğer ayetlerinde şöyle buyurulmaktadır.

"İffetli, habersiz mü'min kadınlara zina isnad edenler, dünya ve ahirette lânetlenmişlerdir. Kendi dilleri, elleri ve ayakları, yapmış olduklarına şahittlik ettikleri gün onlar büyük azaba uğrayacaklardır. O gün, Allah onlara kesinleşmiş cezâlarını verecektir. Allah'ın apaçık hak olduğunu bileceklerdir." [64] Burada, bu kimselerin cezayı gördükten sonra, Allah'ın hak olduğunu bileceklerinin vurgulanması, bu insanların, böyle bir günahı işlerken Allah'ın hak olduğunu, hem kalpleriyle hem de davranışlarıyla reddetmiş olduklarını göstermektedir. Böyle bir durumdan tekrar imana dönüp ıslah olmanın tek şartı ise tevbedir. Nitekim Kur'an'da, iman bozukluğundan kaynaklanan davranış bozukluklarının affedilmesi, tevbe edip inanma ve yararlı iş yapma şartına bağlanmıştır. [65]

Görüldüğü üzere, çok uzak ihtimallerin dışında, Kur'an'da Mu'tezile'yi destekler mahiyette hiçbir ayet yoktur. Ancak, onlar yukarda zikredilenlerde olduğu gibi bazı ayetleri kendi anlayışları doğrultusunda yorumlamışlardır. Diğer taraftan onlar, savunulması güç birtakım aklî delillere de baş vurmuşlardır. Mesela onlara göre, iman itaat eylemlerinden ibaret olduğu için, onları terkeden mü'min değildir; ancak kâfir de değildir. Çünkü, sahabe ve onlardan sonra gelen selef, kebîre işleyenlere had cezası uyguluyorlar, onları öldürmüyorlar, mürted olduklarına hükmetmiyorlar ve onları müslüman kabristanlarına gömüyorlardı. [66]

Mu'tezile'nin delillerini de Kur'an açısından değerlendirecek olursak şunları söylememiz mümkündür:

Kur'an'ı Kerim'de tüm insanlar, inanan ve inanmayanlar olarak iki gruba ayrılmışlardır. "O sizi yaratandır. Öyle iken kiminiz kâfir, kiminiz mü'mindir." [67] Kısacası, Kur'an'ın tasnifine göre insanlar, ya cennet ehli ya da cehennem ehlidir. [68] Kur'an'da sıkça anılan müşrikler ve münâfıklar, kâfir kategorisi içerisinde yer almaktadır. Kâfirler, müşrikler ve münâfıklar tereddütsüz cehennem ehlidirler ve orada ebedi olarak kalacaklardır. [69]

Bununla birlikte, Kur'an'a göre, tevbelerin kabul edilmesinin tek şartı mü'min olmaktır. Bu iki grup insanın durumu, aslında şu ayette çok güzel özetlenmektedir: "Allah, erkek-kadın bütün münâfıklara, erkek-kadın bütün müşriklere azap edecek; erkek-kadın bütün mü'minlerin de tevbelerini kabul buyuracaktır..." [70] Buna göre kalbinde nifak olmayan bir mü'minin, kebîre (büyük günah) işlemiş olsa da tevbe hakkından ve bağışlanma ümidinden dolayı yeri bellidir. O ne kâfir ne de iki yer arasında bir yerdedir. Allah'ın kendisine verdiği isimle mü'mindir.

4. Mürcie'ye Göre fâsık:

Mürcie, sırf bu konudaki görüşlerinden dolayı bu isimle adlandırılmıştır. Çünkü onlar, asi mü'min hakkındaki hükümlerini ahirete erteliyorlardı. [71] Aynı şekilde, hangi günahı işlerse işlesin, herhangi bir müslüman aleyhinde hüküm vermekten sakınıyorlardı. [72]

Mürcie, mü'min hakkındaki konuşmalarını, çok aşırı noktalara vardırmıştır. Onlardan İbn Kerram (ö. 255/869) şöyle söylüyordu: "İman dil iledir. Bir kimse, kalbiyle küfretse de, Allah katında mü'mindir, Allah dostudur ve cennet ehlidir. Mürcie'nin reislerinden Cehm b. Saffan ise daha da ileri gitmekte ve şöyle demektedir. "İman kalp ile inanmaktan ibarettir. Kalben inanan kimse, takiyye olmaksızın diliyle kâfir olduğunu söylese, putlara tapsa, İslam yurdunda, Yahudilik veya Hiristiyanlığa bağlansa bile Allah katında imanı bütün bir mü'mindir. Allah'ın cennet ehlinden olan dostlarındandır." [73]

Bunları dikkate aldığımızda, Mürcie ismine gerekçe gösterilen kla*** söylemin pek de doğru olmadığını görmekteyiz. Çünkü bu ifadelere göre, onların mü'min hakkındaki hükmü ertelemek bir yana çok net hükümler verdikleri açıkca görülmektedir. Ortaya konan hüküm çok açıktır. Mü'min olmak için, inandığını dil ile ifade etmek, ya da kalben inanmış olmak yeterlidir. Hiçbir küfür eylemi bu imana zarar veremez. Doğal olarak o, sadece mü'min olma sıfatıyla, Allah dostu olmayı ve Onun cennetine girmeyi haketmiştir.

Bazıları ise çok daha garip şeyler söylemişlerdir. Mesela Kerrâmiye'den bir grup şöyle söylemekteydi: "Münafıklar cehennem ehlinden olan mü'min müşriklerdir." [74] Başka bir grup ise şöyle söylemekteydi: "Her kim Allah'a inanır ve Hz. Peygamber'i inkar ederse, o hem mü'min hem de kâfirdir. Mutlak surette, sadece ne mü'min ne de kâfirdir." [75]

Ancak bu aşırı gruplar içerisinde ılımlı olanlar da yok değildir. Mesela, Mürciî alimlerden Ebu Muaz et-Tümenî şöyle söylüyordu: "İmandan olmayan farzlardan birini terkeden kişiye din emirlerini çiğnemiştir denir; fakat ona, bu farzı inat olsun diye terketmediği kakdirde, kayıtsız şartsız fâsıktır denemez." [76]

Kısacası Mürcie, fâsıklığın imana hiçbir zarar vermeyeceğini ve bu kişilerin günahlarından dolayı ateşe atılıp atılmayacakları konusundaki son hükmü Allah'ın vereceğini -her ne kadar, yukarda geçtiği gibi bazı aykırı görüşler dile getirilmiş olsa da- ileri sürmüştür. Onların bu konudaki temel tezleri şu ifadede özetlenmiştir. "Bir kâfire yaptığı iyilikler fayda vermeyeceği gibi bir mü'mine de işlediği günahlar zarar vermez?" [77]

Mürcie mezhebi mensupları bu tezlerine, tamamen iman konusundaki teorik yaklaşımları sonucunda ulaşmışlardır. Onlar bu konuda, sadece imanın ne olduğuyla ilgilenmişler, bunun ötesinde, imanın gereği olan hiçbir eyleme, onun geçerliliği açısından değer ve önem vermemişlerdir. Bu nedenle onlar, Kur'an'dan bir dayanak bulma endişesi taşımamışlar, sadece kendi iman anlayışlarına bağlı kalmışlardır.

Genel olarak Mürcie'nin iman teorisi yukarda verildiğinden bu konuya tekrar dönme gereği duymuyoruz.

Malatî, Mürcie'nin delillerini değerlendirirken kısaca şunları söylemektedir:

"Bir mü'minin Doğu'ya ve Batı'ya doğru namaz kılmasına nasıl izin verilebilir. Bizzat Allah şöyle buyuruyor: "Ey Muhammed, yüzünü göğe doğru çevirip durduğunu görüyoruz. Seni herhalde razı olacağın bir kıbleye döndürüyoruz. Artık yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. Nerde bulunursanız sizde yüzlerinizi o mescid tarafına çevirin." [78]

Bir mü'min, Hz. Peygamber "kim bir kavme benzerse o da onlardandır" buyururken nasıl olur da beline zımmî kuşağı takınabilir? Dil ile ikrar olmadan kalb ile bilmek nasıl yeterli olabilir? Halbuki Allah, "Ey iman edenler, Allah'a, Rasulüne ve sizden olan emir sahiplerine itaat edin" [79] buyurmaktadır. Böyle bir itaatin söylemek ve uygulamak dışında başka bir şekilde gerçekleşmesi mümkün değildir." [80] Doğrusu burada Malatî'nin sözlerine eklenebilecek pek fazla bir şey yoktur.
 
bayigram takipçi satın al instagram beğeni satın al instagram takipçi satın al tiktok takipçi satın al Buy Followers bugün haber
bypuff
Geri
Üst