nones
Bayan Üye
Ezoterizm’in önce kelime anlamı ile, edebi bir tarifinin yapılması gerekir. Sözlük anlamı olarak ezoterizm yalnızca belli sayıda müride açıklanan, halkın düzeyine inmeyen ya da inmemesi gereken doktrine denir. Görünümde olan, kütlesi bulunan canlı cansız tüm varlıklar kendi derinliklerindeki içsel yapılarında öyle olmuş olmalarının ya da varoluşlarının ontolojik nedenlerini ve niçinlerini içlerinde saklarlar. Dünyevi yaşam modelinin tek düzeliği, yani yüzeyselliği, aldatıcılığı, bir hayalden ibaret olduğu sonunda anlaşılan sanal gerçekliği asırlar boyu, az sayıda da olsa, bazı insanların ilgisini çekmiştir. Bu dünyada kısa bir süre için de olsa, var olduklarını bir fırsat bilen, uyanma ve farkına varma bilinci, dolayısıyla da gereksinimi içinde olan bu insanlar, içsel sırlara ermeyi kendileri için vazgeçilmez bir amaç olarak seçmişlerdir. İşte bu sırlara ezoterizm denir. Yapılan tüm çabalar sonucunda ortaya çıkan yorum veya daha doğru bir deyişle idraklere, ezoterik bilgiler, bu yoldaki çalışmalara ezoterik eğitim-öğretim, bunu yapan, uygulayan kişilere de inisiye denir. Başka bir deyişle ezoterizm sembolik olarak saklı bir gerçeği, gizli manayı meydana çıkarmaktır yani kutsal olana derin bir bakıştır.
İnisiyasyonun dilimizdeki karşılığı ikrar’dır. İkrar, dışarıdaki yabancı, bigane kişinin mahrem kişiye dönüşmesi, içeri alınması olup bireyde, varlığın bir alt kademesinden bir üst kademesine geçişi, ruhsal olarak gerçekleştirmeye yönelen süreçtir. Burada söz konusu olan, bir takım sembolik fiiller, edimler, manevi ve fizik deneyimler aracılığıyla, yeni bir hayata doğmak üzere öldüğü hissini aşılamaktır. İkrar'ın Batı dillerindeki karşılığı olan `initiation', Latince'deki `initium' sözcüğünden gelir. `İnitium' başlangıç, giriş demektir. Mahrem, ikrarlı karşılığı olan `initie' (inisiye) de `yola koyulmuş adam' anlamına gelir. ikrarlı kişi mutasavvıf'tan (mistik'ten) burada ayrılır. Mutasavvıf, çoğu zaman bir münzevidir, bir `intizamsızdır'. Ancak mutasavvıf şanslı bir hakikat yolcusudur. O nota bilmeden en güzel besteleri yapabilen bir doğaçlamacı gibidir. Oysa, ezoterik öğretilerde kişi ancak ikrara dayanan (initiatik) bir örgüt tarafından mahrem kılınabilir. R. Guenon'a göre, “Öğrenilip aşılanabilecek tek şey bu hallerin kazanılmasına hazırlayıcı metodlardır”. Aristoteles, Eleusis Gizemleri'nden sözederken, “öğrenmek yerine duymak” diyordu. Demek ki, ikrar yolu ile kişi kendi kendini kesin şekilde `gerçekleştirmekte', saklı olanaklarını kuvveden fiile çıkarmaktadır. Gene müritlere göre ikrar hali, bir defa kazanılınca artık kaybedilmeyen daimi bir hâldir. Burada unutulmaması gereken, bu “hal” in bir amaç değil bir yalnızca öyle oluş olduğudur. Ezoterik bilgilerin inisiyeye verilmesinde genellikle bir mürşide gereksinim vardır. Ancak, mürşit inisiyeye bu bilgileri o gerçekten aradığı zaman ve gerektiği miktarda vermelidir. Yani ezoterik öğretide yeni aşamalar sağlayacak bilgi susuzluğu ancak giderilecek kadar karşılanmalı böylece adayın arayış istenci hep canlı tutulmalıdır.
Bilim ve bilinç bir birikimdir ve yavaş yavaş oluşur. O nedenle ezoterik öğreti insanları aşama aşama hakikate ulaştırmayı öngörür. Bu aşamaların esası sırlardır. Bu sırlar gizlidir ve verilmez ancak yaşanır, ya da oluşturulur. Nedeni ise bu sırların derin ezoterik anlamları arayış içinde incelenirken, inceleyenin de kendi bilinmeyen derinliklerine inmesinin gereğidir. Her objenin aynı zamanda bir simge potansiyeli ile yüklü olduğu ezoterik çalışma yönteminde aşama aşama hassaslaşan bir merhaleler zinciri izlenir. Yavaş yavaş oluşan bu birikimlerin somut ve görece doğalarından en soyut ve hassaslaşan temellerine indikçe sır ancak yaşanır ya da oluşturulur. Aksi takdirde, sır verildiği anda dogma doğar. Çünkü o verenin sırrıdır ve böylece içtenselleştirmediğinden dolayı alanın da dogması olur. Zaten bu nedenle ezoterizm bu içsel sırları onları idrake uygun olmayanlardan saklamak için görünüm değişimini veya başka bir deyişle imgelerdeki anlam yelpazesini kendisine temel unsur seçmiştir. Sembolizm böylece ezoterik öğretiye girmiştir. Jung’a göre, semboller psişik yapının kollektif imgeler deposu işlevini üslenirler ve bilinçdışı enerjiyi aktarmakta kullanılırlar. Simgeler, iletişim araçlarıdır; temsil ettikleri imgenin doğrudan özü olarak algılanmamalıdırlar. Bunların yanında menkıbe, alegori ve lejantlardan da sıkça yararlanılır. Böylece, kişi sembollerle düşünmeyi ve gizem çözmeyi öğrendikçe, genişleyen ve güçlenen zihninin artan bilinç kapasitesi ona zaman içinde aynı sembol ya da lejant’dan daha derin sonuçlar ve idraklar çıkarabilmesini sağlayacaktır. Görüldüğü gibi ezoterizm bu sayede sakladığı sır ve gizemleri, sözcüklerin sınırlı anlamları ile gerektiği şekilde nakledilememe tehlikesini de önlemektedir.
Burada öğrenilmesi gereken ilk şey her türlü sembolle rahat çalışabilmektir. Kullanılacak sembollerin ezoterik ve okült (gizli) ilintileri vardır. Bunların haricinde kişinin aklına herhangi bir şey gelmemesi gerekir. Bunları kullandığı herhangi bir aletle farksız görmelidir. Aynı, ameliyat yapan bir cerrahın her türlü aleti ayrım yapmadan kullandığı gibi. Cerrah, eğer eline aldığı her aleti kafasında oluşturduğu çağrışımlarla bağdaştırmaya kalkışsa hasta açısından vahim bir durum ortaya çıkar. Aynı objektiflik ve tarafsızlık Hermetik öğrenci için de geçerlidir. Herhangi bir sembolü kullanırken, o sembole yüklenmiş duygusal içeriği değil, sembolün okült içeriğine erişilmelidir. Duygusallık, hakiki olana doğru yapılan arayışlarda ayak bağı olacak ve taraf olmaya meyleden sapmalara yol açacak engebeler ve engeller olarak düşünülmelidir. Duygusal yüklemeler bazı sembollerin bize çekici ve bazılarının itici gelmesine yol açmıştır. Duygusal yüklemeye tabii semboller arasından gamalı haç, haç, altı köşeli yıldız, beş köşeli yıldız, hilal vs. vardır. Ama aslında bütün bunlar ve nice başka sembol, okülttür. Her biri belirli ezoterik yasaları betimler ve kişi tarafından gereğinde kullanılır. Ezoterizm batıni ve kadimdir, kökleri tarih öncesine, ırkların, ulusların ve dinlerin daha henüz ayrışmadığı bir devire iner. Ezoterik çalışmaların içeriği sosyo-politik, ekonomik, veya hukuki değerlere ancak dolaylı yolla deyinir, ferdi ve grup açısından ise gelişmeye yönelik olup okült bilimlere dayanır. Dinlerin harici, zahiri yönleri değil, sadece evrensel gerçeklere dayanan ezoterik, batıni yönleri ilgi alanına girer.
Görece düzenin tüm şekil, obje ve hatta fenomenleri esas olarak en temel fiziki varlık ve enerji alanı olan kuantum alanının birer görünümü olarak ortaya çıkmış olduklarından her biri birer sembol değerinde düşünülmelidirler. Taşıdıkları anlam yelpazesi henüz ifade dahi bulmamış, oluşmamış bir enerji kaynağı durumundan, tarif bulmuş, en kaba biçimi ile ortaya çıkmış veya başka bir deyişle ifade bulmuş oluşumlar, varlıklar, objeler ve fenomenler olarak görünüm kazanırlar. Biz bu iki düzenden, saf enerji alanı halinde olan ve hiç kaybolmayan, hep var olan, vasıf ve sıfat dışı olan birincisine MUTLAK, sürekli değişen, doğan ve yok olan, sıfat ve vasıf taşıyan şekil, varlık ve fenomen alemine ise GÖRECELİ düzen demekteyiz. Bunların ikisi arasında gerçekte hiç bir fark olmamakla beraber, birbirlerinden bütünüyle ayrı boyutlarda olduklarına dikkat edilmelidir. Birincisi durgunluk ve saflığı benimsemiş, zaman ve mekan üstü olduğundan sonsuzluk boyutunu seçmiş ve ancak Evrensel Yasanın çok karmaşık Karmik yapısı ile hareketlilik ve işlev kazanan düzendir. İkincisi ise, zaman-mekan sarkacından ayrılması olası olmayan ve bu nedenle neden-sonuç ilişkisi temelli bir oluşum yapısı, bir Karmik düzen taşıyan, doğum-ölüm döngüsünün şaşmaz kuralları içinde, fenomensel ve sürekli değişken bir göreceli dünyevi akış. Bu iki düzen sürekli olarak boşlukta birbirlerine dönüşürler. İşte bu nedenle temel kimliğimiz, doğum ve ölüm, zihin veya vücut değildir. Fakat daha temel olan evrensel ve sonsuz olan kozmik bilinçliliktir. Kendini bilme veya bilinçlenme fiziksel beyinde merkezlenmiş zihnin bilinçlenmesinin bir fonksiyonu değildir. Tam tersine, sonsuz bilinç, bizim gerçek benliğimizi, zihni ve kozmoz’u aynı şekilde yaratmıştır. Kozmik bilinç zaman ötesidir ve ölümden etkilenmez. M.Ö. 540 – 480 yılları arasında yaşamış Herakleitos sanki “ Ölümlüler ölümsüzdür, ölümsüzler ölümlü. Birbirlerinin ölümlerini yaşarlar, yaşamlarını ölürler “ derken bunu kastetmektedir. Yunus Emre de aynı şeyi aşağıdaki dizeleriyle anlatmaktadır:
Ten fanidir can ölmez
Gidenler geri gelmez
Ölür ise ten ölür
Canlar ölesi değil
Ezoterik eğitimin temeli öncelikle kendimizi bilmeyi öğrenme yoluna girip, daha sonra buna bağlı olarak hakikati arama yolunda kısmetimiz kadar ilerleyebilmektir. İşte, bunun için öncelikle inisiyasyon gerekir. Ezoterik örgütlerde inisiyasyon; insanın kendi özgünlüğünün bilincine varması sürecidir. Bu da, temel kültür kavramlarının yorum ve kıyas yoluyla, enine boyuna irdelenmesini gerektirir. Bu nedenle, kültür kavramlarının özümsenmesi doğrudan bilinçlenme, inisiyasyon sürecinin kendisini oluşturur. Simgeler ise, kavramların billurlaşmış hali, somutlanmasıdır. Somut olarak yaşananların soyutlanması kavramları, soyut kavramların yeniden somutlanması da simgeleri oluşturur. Fakat, inisiyasyon çabası içindeki her birey için, somut simgeler o bireyin kendi soyut yorumunu yaratacak, soyut yorum da, bireyin yaşamında somutlaşacaktır. Doğaldır ki bunu yapabilmek için binlerce yıllık geçmişin hesabını da yapabilmek gerekir. İnsanı anlayan evreni kavrar çünkü gerçek bilgi içimizde mevcuttur, bu nedenle kendini bilmek bütün bilimlerin temelidir ve doğru bilgi doğru eylemi gerçekleştirir. Yunus Emre'nin dediği gibi
İlim ilim bilmektir
İlim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsen
Ya nice okumaktır
Kendini bilmek kolay olmayıp çok zahmetli bir sınavdır. Fakat bir sınavın üstesinden gelmenin tek yolu, ne kadar zor olursa olsun onunla yüzyüze gelebilmektir. Bu kaçınılmazdır. Aslında insanların ta en derinlerindeki öz nedeniyle hakikati bilmelerine karşın bu, çıkar, maddecilik, güvensizlik ve korku denen kalın ve baharatlı bir kabuğun altında gömülü kalmıştır. Çünkü varoluşlarının tüm dakikalarını yüzeysel, yapay, geçici, hoş lezzetli, hoş görünüşlü tasarılar yapmakla geçirip, yaşamlarının pek az zamanını sonsuz varlıklarını geliştirecek eylemlere ayırırlar. Halbuki evren hala tasarlanmakta olan bir projedir ve maalesef insanlar birer varlık olduklarını anlayamayacak kadar meşgul görünmektedirler. Bu nedenle de hakikati yaşamak yerine, koşulların ve durumların evrensel yasayı, konfor, maddecilik ve güvensizlik altına gömmelerine izin verirler. Hakikati yaşayamayan çoğu kişi belirli ritüellere uydukları takdirde gelecek cennetimsi bir durumda keyiflerini süreceklerini inandıkları sonsuz bir mutluluk düşüncesine sığınırlar. Fakat evrende bizim tarafımızdan gözlemlenebilir her şey geçici olduğundan ve ne ebedi var olmaya ne de yok olmaya değil de yalnızca sonsuz bir dönüşüme tabi olduklarından kolayca gözlemlenemeyenin de aynı evrensel sabit değişim yasasına uyacağını öngörmek akıllıca olur. Doğaldır ki hakikati yaşamak çok güç bir iş olup yüksek bir düşünme gücü ve bilinç gerektirir. Buna karşın bir çok kişi düşündüğünü sanır. Halbuki tek yaptıkları önyargılarını yeniden düzenlemektir. İşte bundan dolayı son aşama olan kendini bilmeyi öğrenmek zordur.
Unutulmamalıdır ki zorluklarla mücadeleye girişmiş bir akılda daima güzel şeyler bulunur. Onun için mücadele ederek kamil insan olma yolunda bilgi ve dolayısıyla bilinç seviyemizi yükseltmemiz gerekir, böylece dış görünüşler süpürülüp kökendeki araştırılabilir. İnsanlar tüm korkulardan özgür olmalıdır. Tutkularını bırakabilmelidir, çünkü tutku demirin üzerindeki pas gibidir, onun parlaklığını, gerçek yüzünü örter. Gerçek ruhsallık, güdülmeyen Ben yani mantık ve sevgi uyumudur. Hakikatin yolu yoktur ve hakikat sınırsız ve koşulsuz olduğu için organize edilemez. Hakikat her yaprağın altında, her gülüşte, her gözyaşında, kişinin sözcüklerinde, duygularında, düşüncelerindedir, çünkü yaşamın kendisi koşulsuz hakikattir. Dolayısıyla, hakikat her birimizin içindedir, onu ancak yalnız başına, onu gizleyen örtüyü kaldırarak kendimiz keşfederiz. Örtüyü kaldırmak ise sahte olanı keşfetmektir. Sahte olan tanındığı anda ortadan kalkar ve hakikat ortaya çıkar. Koşullandırılmış beyinler, teoriler, rahatlatıcı tezler, cehaletimizi ve bencilliğimizi görmemizde bize yardımcı olamaz. Kendimize berrak gözle bakabildiğimizde gerisi gelecektir. Bunun ilk adımı, zihnin farkına varılmasıyla atılır. Daha sonra başarmasız başarmayı amaçlayan zihin denetim teknikleri kullanarak zihnin kendi içine döndürülmesi ve varlığımızın en iç girintilerinin araştırılmasıyla ne sizin ne benim ne de başkasının olan zihin boşaltılabilmelidir. Bir ayna nasıl her an önüne gelecek olan bir objeyi görüntülemeye hazır ise boş zihinde her şeyi aksettirecektir. Tıpkı obje aynanın önünden çekildiğinde aynada iz kalmadığı gibi boş zihinde her bir şey, iş bittiğinde bir iz bırakmadan kaybolacaktır, zihin olaylardan etkilenmediğinden tarafsızlığını koruyacaktır. Böylece tüm görecelikler var olmayan olarak görülerek geriye algılanacak bir şey kalmaz. Algılanacak bir şey olmaması, tüm değişik görünüşleri gözlemlemek fakat onlardan etkilenmemek yani şeklin ötesine geçebilmek, manayı yakalayabilmektir. Bu sayede aydınlanmayı başarıp hakikate erişebiliriz. Kişiyi olgunlaştıran yalnızca hakikatin algılanmasıdır. Bunun için de kişi ona bölünmemiş dikkatini vermek zorundadır ve bu bölünmemiş dikkat ancak hiç bir seçim, dolayısıyla dikkatin dağılması fikri olmadığı zaman ortaya çıkar.
Zihni boşaltabilmenin en önemli ögelerinden biri de an’da yaşayabilmektir. An’da yaşanıldığında ve an’a tüm dikkatimiz verildiğinde belleğimiz kayıt yapmaz. İnsan duygusal belleğinde kayıtlı anıları tekrar tekrar hatırlayarak acı çeker. Bu nedenle de geçmişte yaşar. Geçmiş ya da gelecekte yaşayan kişi de an’a tüm dikkatini veremez. An’ın kendisini “şimdi ve burada” yaşayamaz. Farkındalığın olduğu yerde tepki olmaz ve farkındalık ışığını an’a yöneltmeyen kişi, bir an sonra geçmiş olacak anların karanlığında kalmaya kendini mahkum eder. İşte bu da, karanlık, cehalet, bencillik ve bağımlılığı doğurur. An’da tüm farkındalığımızla dolu dolu yaşadığımızda hiç bir eksiklik kalmayacağı için, bir an sonra “geçmiş” olacak olan bu an, eksikliği tamamlamak için bizi kendisine doğru çekmez, ve biz yeni bir an’ı deneyimlemek üzere tümüyle özgür oluruz. Her şey doğası gereği tamamlanmak, bütünleşmek, bir olmak ister. Tüm dikkatimizi veremediğimiz için tamamlanmayan an da daha sonra tamamlanmak umuduyla bellekte “kaset” olarak kayda geçer. Sonunda bu kasetler öylesine çoğalır ki zamanla insanın tüm yaşamı, kasetlerle yönetilir hale gelir ve kişi adeta robotlaşır. Robotlaşan kişinin de hakikate varması olası değildir. Anılar ve hayaller kesildiği zaman geçmiş ve gelecek te varolamaz. Şimdiki zaman her ikisinden de daha katı bir şekilde var olmayı sürdürür, fakat geçmiş ve gelecek zamanla ilişkili olarak düşünülmediğinden o artık şimdiki zaman olarak adlandırılamaz. Aydınlanmış kişinin zihni zamansal ilişkilerden bağımsızdır.
Robotlaşmanın getirdiği cahilliğin doğurduğu üç zehir; yanlış arzular, öfke ya da tutku ve bireyin kendi gerçek doğasını bilmemesidir. Bu zehirlerden bütün düşüncelerimizi ve bizi “Samsara” nın yeniden doğum çemberine bağlayan hareketler doğar. Halbuki an’da yaşayan, tüm bağımlılıklarından kurtulmuş kişi Nirvana ve Samsara’nın bir olduğunu bilir. Bu, her ikisinin de aynı olduğu demek değildir. Burada, her şeyin gerçek veya ayrılmamış şeklini ve geçici, ayrılmış şeklini ikisi arasında bir ayrım yapmadan algılama kastedilmektedir. Yokluğa tutunup gündelik hayatı boşverenler de en az nesnelere nesne gözüyle bakıp temeldeki birliği algılayamayanlar kadar hatalıdırlar. İlerleyiş yoluna yeni başlayanlar, nesneleri nesne olarak algılayanlar mümkün olduğunca temeldeki birlik fikrine takılmalı ve böylelikle kendilerini daha sonra gelecek olan sezgisel anlayışa hazırlamalıdır. Deniz dalgalarının hareketi ve yer değiştirmesi üzerine düşünmek yararlı bir simgesel yaklaşımdır. Dalgalar ve deniz temel madde olarak aynıdır. Ancak verili bir zamanda ele alındığında dalga bireysel etkinliğini o an dışında koruyamaz. Çünkü onu kapsayan su hiç bir an bir diğer anın tamıtamıyla aynı değildir. O yüzden uzaktan bize ulaşana kadar sahip olduğu her damla, ilk görüldüğü andaki damlalarından tamamıyla farklı olacaktır. Öte yandan deniz suyu deniz suyudur ve dalga da bütünüyle deniz suyundan ibarettir. Yani her dalga aynı zamanda boşluktur. Sırf düzensiz şekilde değişen ve okyanusun içindeki diğer tüm dalgalarla aynı kaynaktan oluşan bir görünüştür. Ancak, bir tekneyi alabora edebilir ve bu yüzden sıradan insanların bakış açısı ile tam bir gerçektir ve bu anlamda geçici bir bireysellik sahibidir. Temeldeki boşluğu korumasına karşın boşluk değildir. Çünkü, doğal olarak Boşluktan görece oluşların geçici oluş karakteristiğine geçildiğinde karma olması en doğal beklentidir. Görüldüğü gibi bu metaforda, Deniz Suyu “MUTLAK”, Dalga onun “GÖRECELİ” görünümü olarak başarılı olarak anlatılmak istenmiş ve özellikle göreceli olanda “geçicilik” çarpıcı bir biçimde belirtilmiştir.
Her şey zıddıyla kaimdir, böylece varlık ve yokluk birbirlerini üretir, zor ve kolay birbirini tamamlar, uzun ve kısa birbirini biçimlendirir, ön ve arka birbirini izler, yüksek ve alçak zıtlığı doğurur ve zıtları, ancak hakikatin özüne varanlar birleştirebilirler. Çünkü, hakikat hep aynı hakikattir. Değişen yalnızca, duyan, gören, bilen ve idrak edenlerin bakış açıları ve seviyeleridir. Maya, birleşik şuuru başka bir deyişle kozmik bilinci farklılaştırdığı için kişi nesneyi kendisinden ayrı evrenin içinde sayısız parçalara ayrılmış olarak görür. İşte bundan dolayı Nirvana ve Samsara her zaman baki olan hakikatin iki yüzüdür. Tao’cu bir deyiş şöyle der: “Bir ikiyi doğurur. İki Üçü. Üç tüm binlerce eşyayı. Bundan boşluk ruha, ruh yaşama, yaşam öze ve öz de şekle dönüşür. Tam tersi olarak binlerce eşya üçe, üç ikiye, iki bire döner. Dolayısıyla bu enerjilere bol miktarda sahip olmak yararlıdır” çünkü çeşitlilikten birlik doğar. Bir veda duası şöyle demektedir: “Götür beni. Hakiki olmayandan hakikate. Karanlıktan ışığa. Ölümden ölümsüzlüğe”. Aslında hakikate eren gördüğünü tanır. Unutulmamalıdır ki cehalet ve ondan kaynaklanan her şey tüketilebilir, fakat bilgeliğin ışığında görülebilen bilgi ve gerçekler tükenmezdir.
Yaşamın örümcek ağını ören insanın kendi değildir. O, bu ağda yalnızca bir teldir. Bu tele yaptığı her katkıyı aslında kendine yapmaktadır. Çünkü gerçek mutluluk iç barış ve huzurdan gelir, bu da iyilik tohumlarının ekilmesiyle, şefkatle ve merhametle cehaleti, bencilliği, açgözlülüğü yoketmekle gerçekleşir. Şefkat ve merhameti ise büyük kentlerin renkli vitrinlerinden satın alamayız ya da makinada üretemeyiz. Ancak içsel gelişmeyle akıl ve vicdanımızı çalıştırarak elde edebiliriz. Zaten akıl ve vicdan tıpkı vücudumuzun kasları gibi çalıştırılmadığında zayıflar. İşte bu çalışmalar bizi tam tarafsızlık haline getirir. Tam bir tarafsızlık durumuna gelmeyi öğrendiğimizde, her şeyi temel birlik durumunda görebildiğimizde ise zihinlerimizin o doğuştan gelen saflığıyla huzurlu yaşarız. Hem de bu zihinlerin bizim bile olmadığını fakat yaratılmamış, her zaman var olan zihin olduğunu keşfederek.
Tüm soru olmak ya da olmamak değildir. Soru aynı zamanda ne olduğumuzdur. Gerçekten et ve kemikten oluşmuş insanlar mıyız? Dünyamız gerçek şeylerden mi oluşuyor, yoksa bilinç mi bizi çevreleyen. Aslında, şeyin kendisine dair kesin bir bilgimiz olamaz. Yalnızca şeyin görünenini bilebiliriz. Buna karşılık insan aklının şeyleri nasıl kavradığını deneyime dayanmaksızın söyleyebiliriz. Nitekim, gökgürültüsünden önce geldiği için şimşeğin gökgürültüsünün nedeni olduğu sanılır. Halbuki bu ikisinin de nedeni bir başka üçüncü etmen olan bulutlardan elektrik deşarjıdır. Benzer şekilde Fransız filozof ve matematikçisi Descartes: “Rüya görürken de gerçek bir şey yaşadığımızı sanırız. Gerçek duygularımızı rüyadaki duygularımızdan ayırt edebilir miyiz? Bunu iyice düşündükten sonra uyanık durumumuzu rüyadan ayırt edebilecek tek bir özellik bile göremiyorum” diyerek devam eder “Tüm yaşamın bir rüya olmadığından nasıl emin olabilir insan”. William Shakespear “As you like it” adlı eserinde o şiirsel anlatımıyla şöyle der: “Tüm dünya bir sahnedir, yalnızca birer oyuncu olan kadınlarla erkeklerin sahneye girip çıktığı. Ve tek bir insanın ömrü boyunca pek çok rol oynadığı”. Aslında sonsuzluk içinde varolan insan, ya şuur boyutunda kendisini tanıyıp sonsuza ayna olma huzur ve saadetini yaşayacak ya da bilgi ve idrak yetersizliği nedeniyle kemalini şartlanmalara bırakmış bir halde, ben bir maddeyim vehmi ile et ve kemik batağında mahvolacaktır. Zaten insanla diğer canlılar arasındaki fark ta, insanların gördüklerinin ardına geçebilmesi kadardır. Unutulmamalıdır ki bir insan yedi yaşındaki inançları ile otuzyedi yaşında kendini hala iyi ve mutlu hissediyorsa, ömrünü boşa harcamış demektir. Zaten yaşamın bizzat kendisi de, sürekli öğrenmek ve öğrendiklerini yaşayabilmek içindir.
alıntıdır
İnisiyasyonun dilimizdeki karşılığı ikrar’dır. İkrar, dışarıdaki yabancı, bigane kişinin mahrem kişiye dönüşmesi, içeri alınması olup bireyde, varlığın bir alt kademesinden bir üst kademesine geçişi, ruhsal olarak gerçekleştirmeye yönelen süreçtir. Burada söz konusu olan, bir takım sembolik fiiller, edimler, manevi ve fizik deneyimler aracılığıyla, yeni bir hayata doğmak üzere öldüğü hissini aşılamaktır. İkrar'ın Batı dillerindeki karşılığı olan `initiation', Latince'deki `initium' sözcüğünden gelir. `İnitium' başlangıç, giriş demektir. Mahrem, ikrarlı karşılığı olan `initie' (inisiye) de `yola koyulmuş adam' anlamına gelir. ikrarlı kişi mutasavvıf'tan (mistik'ten) burada ayrılır. Mutasavvıf, çoğu zaman bir münzevidir, bir `intizamsızdır'. Ancak mutasavvıf şanslı bir hakikat yolcusudur. O nota bilmeden en güzel besteleri yapabilen bir doğaçlamacı gibidir. Oysa, ezoterik öğretilerde kişi ancak ikrara dayanan (initiatik) bir örgüt tarafından mahrem kılınabilir. R. Guenon'a göre, “Öğrenilip aşılanabilecek tek şey bu hallerin kazanılmasına hazırlayıcı metodlardır”. Aristoteles, Eleusis Gizemleri'nden sözederken, “öğrenmek yerine duymak” diyordu. Demek ki, ikrar yolu ile kişi kendi kendini kesin şekilde `gerçekleştirmekte', saklı olanaklarını kuvveden fiile çıkarmaktadır. Gene müritlere göre ikrar hali, bir defa kazanılınca artık kaybedilmeyen daimi bir hâldir. Burada unutulmaması gereken, bu “hal” in bir amaç değil bir yalnızca öyle oluş olduğudur. Ezoterik bilgilerin inisiyeye verilmesinde genellikle bir mürşide gereksinim vardır. Ancak, mürşit inisiyeye bu bilgileri o gerçekten aradığı zaman ve gerektiği miktarda vermelidir. Yani ezoterik öğretide yeni aşamalar sağlayacak bilgi susuzluğu ancak giderilecek kadar karşılanmalı böylece adayın arayış istenci hep canlı tutulmalıdır.
Bilim ve bilinç bir birikimdir ve yavaş yavaş oluşur. O nedenle ezoterik öğreti insanları aşama aşama hakikate ulaştırmayı öngörür. Bu aşamaların esası sırlardır. Bu sırlar gizlidir ve verilmez ancak yaşanır, ya da oluşturulur. Nedeni ise bu sırların derin ezoterik anlamları arayış içinde incelenirken, inceleyenin de kendi bilinmeyen derinliklerine inmesinin gereğidir. Her objenin aynı zamanda bir simge potansiyeli ile yüklü olduğu ezoterik çalışma yönteminde aşama aşama hassaslaşan bir merhaleler zinciri izlenir. Yavaş yavaş oluşan bu birikimlerin somut ve görece doğalarından en soyut ve hassaslaşan temellerine indikçe sır ancak yaşanır ya da oluşturulur. Aksi takdirde, sır verildiği anda dogma doğar. Çünkü o verenin sırrıdır ve böylece içtenselleştirmediğinden dolayı alanın da dogması olur. Zaten bu nedenle ezoterizm bu içsel sırları onları idrake uygun olmayanlardan saklamak için görünüm değişimini veya başka bir deyişle imgelerdeki anlam yelpazesini kendisine temel unsur seçmiştir. Sembolizm böylece ezoterik öğretiye girmiştir. Jung’a göre, semboller psişik yapının kollektif imgeler deposu işlevini üslenirler ve bilinçdışı enerjiyi aktarmakta kullanılırlar. Simgeler, iletişim araçlarıdır; temsil ettikleri imgenin doğrudan özü olarak algılanmamalıdırlar. Bunların yanında menkıbe, alegori ve lejantlardan da sıkça yararlanılır. Böylece, kişi sembollerle düşünmeyi ve gizem çözmeyi öğrendikçe, genişleyen ve güçlenen zihninin artan bilinç kapasitesi ona zaman içinde aynı sembol ya da lejant’dan daha derin sonuçlar ve idraklar çıkarabilmesini sağlayacaktır. Görüldüğü gibi ezoterizm bu sayede sakladığı sır ve gizemleri, sözcüklerin sınırlı anlamları ile gerektiği şekilde nakledilememe tehlikesini de önlemektedir.
Burada öğrenilmesi gereken ilk şey her türlü sembolle rahat çalışabilmektir. Kullanılacak sembollerin ezoterik ve okült (gizli) ilintileri vardır. Bunların haricinde kişinin aklına herhangi bir şey gelmemesi gerekir. Bunları kullandığı herhangi bir aletle farksız görmelidir. Aynı, ameliyat yapan bir cerrahın her türlü aleti ayrım yapmadan kullandığı gibi. Cerrah, eğer eline aldığı her aleti kafasında oluşturduğu çağrışımlarla bağdaştırmaya kalkışsa hasta açısından vahim bir durum ortaya çıkar. Aynı objektiflik ve tarafsızlık Hermetik öğrenci için de geçerlidir. Herhangi bir sembolü kullanırken, o sembole yüklenmiş duygusal içeriği değil, sembolün okült içeriğine erişilmelidir. Duygusallık, hakiki olana doğru yapılan arayışlarda ayak bağı olacak ve taraf olmaya meyleden sapmalara yol açacak engebeler ve engeller olarak düşünülmelidir. Duygusal yüklemeler bazı sembollerin bize çekici ve bazılarının itici gelmesine yol açmıştır. Duygusal yüklemeye tabii semboller arasından gamalı haç, haç, altı köşeli yıldız, beş köşeli yıldız, hilal vs. vardır. Ama aslında bütün bunlar ve nice başka sembol, okülttür. Her biri belirli ezoterik yasaları betimler ve kişi tarafından gereğinde kullanılır. Ezoterizm batıni ve kadimdir, kökleri tarih öncesine, ırkların, ulusların ve dinlerin daha henüz ayrışmadığı bir devire iner. Ezoterik çalışmaların içeriği sosyo-politik, ekonomik, veya hukuki değerlere ancak dolaylı yolla deyinir, ferdi ve grup açısından ise gelişmeye yönelik olup okült bilimlere dayanır. Dinlerin harici, zahiri yönleri değil, sadece evrensel gerçeklere dayanan ezoterik, batıni yönleri ilgi alanına girer.
Görece düzenin tüm şekil, obje ve hatta fenomenleri esas olarak en temel fiziki varlık ve enerji alanı olan kuantum alanının birer görünümü olarak ortaya çıkmış olduklarından her biri birer sembol değerinde düşünülmelidirler. Taşıdıkları anlam yelpazesi henüz ifade dahi bulmamış, oluşmamış bir enerji kaynağı durumundan, tarif bulmuş, en kaba biçimi ile ortaya çıkmış veya başka bir deyişle ifade bulmuş oluşumlar, varlıklar, objeler ve fenomenler olarak görünüm kazanırlar. Biz bu iki düzenden, saf enerji alanı halinde olan ve hiç kaybolmayan, hep var olan, vasıf ve sıfat dışı olan birincisine MUTLAK, sürekli değişen, doğan ve yok olan, sıfat ve vasıf taşıyan şekil, varlık ve fenomen alemine ise GÖRECELİ düzen demekteyiz. Bunların ikisi arasında gerçekte hiç bir fark olmamakla beraber, birbirlerinden bütünüyle ayrı boyutlarda olduklarına dikkat edilmelidir. Birincisi durgunluk ve saflığı benimsemiş, zaman ve mekan üstü olduğundan sonsuzluk boyutunu seçmiş ve ancak Evrensel Yasanın çok karmaşık Karmik yapısı ile hareketlilik ve işlev kazanan düzendir. İkincisi ise, zaman-mekan sarkacından ayrılması olası olmayan ve bu nedenle neden-sonuç ilişkisi temelli bir oluşum yapısı, bir Karmik düzen taşıyan, doğum-ölüm döngüsünün şaşmaz kuralları içinde, fenomensel ve sürekli değişken bir göreceli dünyevi akış. Bu iki düzen sürekli olarak boşlukta birbirlerine dönüşürler. İşte bu nedenle temel kimliğimiz, doğum ve ölüm, zihin veya vücut değildir. Fakat daha temel olan evrensel ve sonsuz olan kozmik bilinçliliktir. Kendini bilme veya bilinçlenme fiziksel beyinde merkezlenmiş zihnin bilinçlenmesinin bir fonksiyonu değildir. Tam tersine, sonsuz bilinç, bizim gerçek benliğimizi, zihni ve kozmoz’u aynı şekilde yaratmıştır. Kozmik bilinç zaman ötesidir ve ölümden etkilenmez. M.Ö. 540 – 480 yılları arasında yaşamış Herakleitos sanki “ Ölümlüler ölümsüzdür, ölümsüzler ölümlü. Birbirlerinin ölümlerini yaşarlar, yaşamlarını ölürler “ derken bunu kastetmektedir. Yunus Emre de aynı şeyi aşağıdaki dizeleriyle anlatmaktadır:
Ten fanidir can ölmez
Gidenler geri gelmez
Ölür ise ten ölür
Canlar ölesi değil
Ezoterik eğitimin temeli öncelikle kendimizi bilmeyi öğrenme yoluna girip, daha sonra buna bağlı olarak hakikati arama yolunda kısmetimiz kadar ilerleyebilmektir. İşte, bunun için öncelikle inisiyasyon gerekir. Ezoterik örgütlerde inisiyasyon; insanın kendi özgünlüğünün bilincine varması sürecidir. Bu da, temel kültür kavramlarının yorum ve kıyas yoluyla, enine boyuna irdelenmesini gerektirir. Bu nedenle, kültür kavramlarının özümsenmesi doğrudan bilinçlenme, inisiyasyon sürecinin kendisini oluşturur. Simgeler ise, kavramların billurlaşmış hali, somutlanmasıdır. Somut olarak yaşananların soyutlanması kavramları, soyut kavramların yeniden somutlanması da simgeleri oluşturur. Fakat, inisiyasyon çabası içindeki her birey için, somut simgeler o bireyin kendi soyut yorumunu yaratacak, soyut yorum da, bireyin yaşamında somutlaşacaktır. Doğaldır ki bunu yapabilmek için binlerce yıllık geçmişin hesabını da yapabilmek gerekir. İnsanı anlayan evreni kavrar çünkü gerçek bilgi içimizde mevcuttur, bu nedenle kendini bilmek bütün bilimlerin temelidir ve doğru bilgi doğru eylemi gerçekleştirir. Yunus Emre'nin dediği gibi
İlim ilim bilmektir
İlim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsen
Ya nice okumaktır
Kendini bilmek kolay olmayıp çok zahmetli bir sınavdır. Fakat bir sınavın üstesinden gelmenin tek yolu, ne kadar zor olursa olsun onunla yüzyüze gelebilmektir. Bu kaçınılmazdır. Aslında insanların ta en derinlerindeki öz nedeniyle hakikati bilmelerine karşın bu, çıkar, maddecilik, güvensizlik ve korku denen kalın ve baharatlı bir kabuğun altında gömülü kalmıştır. Çünkü varoluşlarının tüm dakikalarını yüzeysel, yapay, geçici, hoş lezzetli, hoş görünüşlü tasarılar yapmakla geçirip, yaşamlarının pek az zamanını sonsuz varlıklarını geliştirecek eylemlere ayırırlar. Halbuki evren hala tasarlanmakta olan bir projedir ve maalesef insanlar birer varlık olduklarını anlayamayacak kadar meşgul görünmektedirler. Bu nedenle de hakikati yaşamak yerine, koşulların ve durumların evrensel yasayı, konfor, maddecilik ve güvensizlik altına gömmelerine izin verirler. Hakikati yaşayamayan çoğu kişi belirli ritüellere uydukları takdirde gelecek cennetimsi bir durumda keyiflerini süreceklerini inandıkları sonsuz bir mutluluk düşüncesine sığınırlar. Fakat evrende bizim tarafımızdan gözlemlenebilir her şey geçici olduğundan ve ne ebedi var olmaya ne de yok olmaya değil de yalnızca sonsuz bir dönüşüme tabi olduklarından kolayca gözlemlenemeyenin de aynı evrensel sabit değişim yasasına uyacağını öngörmek akıllıca olur. Doğaldır ki hakikati yaşamak çok güç bir iş olup yüksek bir düşünme gücü ve bilinç gerektirir. Buna karşın bir çok kişi düşündüğünü sanır. Halbuki tek yaptıkları önyargılarını yeniden düzenlemektir. İşte bundan dolayı son aşama olan kendini bilmeyi öğrenmek zordur.
Unutulmamalıdır ki zorluklarla mücadeleye girişmiş bir akılda daima güzel şeyler bulunur. Onun için mücadele ederek kamil insan olma yolunda bilgi ve dolayısıyla bilinç seviyemizi yükseltmemiz gerekir, böylece dış görünüşler süpürülüp kökendeki araştırılabilir. İnsanlar tüm korkulardan özgür olmalıdır. Tutkularını bırakabilmelidir, çünkü tutku demirin üzerindeki pas gibidir, onun parlaklığını, gerçek yüzünü örter. Gerçek ruhsallık, güdülmeyen Ben yani mantık ve sevgi uyumudur. Hakikatin yolu yoktur ve hakikat sınırsız ve koşulsuz olduğu için organize edilemez. Hakikat her yaprağın altında, her gülüşte, her gözyaşında, kişinin sözcüklerinde, duygularında, düşüncelerindedir, çünkü yaşamın kendisi koşulsuz hakikattir. Dolayısıyla, hakikat her birimizin içindedir, onu ancak yalnız başına, onu gizleyen örtüyü kaldırarak kendimiz keşfederiz. Örtüyü kaldırmak ise sahte olanı keşfetmektir. Sahte olan tanındığı anda ortadan kalkar ve hakikat ortaya çıkar. Koşullandırılmış beyinler, teoriler, rahatlatıcı tezler, cehaletimizi ve bencilliğimizi görmemizde bize yardımcı olamaz. Kendimize berrak gözle bakabildiğimizde gerisi gelecektir. Bunun ilk adımı, zihnin farkına varılmasıyla atılır. Daha sonra başarmasız başarmayı amaçlayan zihin denetim teknikleri kullanarak zihnin kendi içine döndürülmesi ve varlığımızın en iç girintilerinin araştırılmasıyla ne sizin ne benim ne de başkasının olan zihin boşaltılabilmelidir. Bir ayna nasıl her an önüne gelecek olan bir objeyi görüntülemeye hazır ise boş zihinde her şeyi aksettirecektir. Tıpkı obje aynanın önünden çekildiğinde aynada iz kalmadığı gibi boş zihinde her bir şey, iş bittiğinde bir iz bırakmadan kaybolacaktır, zihin olaylardan etkilenmediğinden tarafsızlığını koruyacaktır. Böylece tüm görecelikler var olmayan olarak görülerek geriye algılanacak bir şey kalmaz. Algılanacak bir şey olmaması, tüm değişik görünüşleri gözlemlemek fakat onlardan etkilenmemek yani şeklin ötesine geçebilmek, manayı yakalayabilmektir. Bu sayede aydınlanmayı başarıp hakikate erişebiliriz. Kişiyi olgunlaştıran yalnızca hakikatin algılanmasıdır. Bunun için de kişi ona bölünmemiş dikkatini vermek zorundadır ve bu bölünmemiş dikkat ancak hiç bir seçim, dolayısıyla dikkatin dağılması fikri olmadığı zaman ortaya çıkar.
Zihni boşaltabilmenin en önemli ögelerinden biri de an’da yaşayabilmektir. An’da yaşanıldığında ve an’a tüm dikkatimiz verildiğinde belleğimiz kayıt yapmaz. İnsan duygusal belleğinde kayıtlı anıları tekrar tekrar hatırlayarak acı çeker. Bu nedenle de geçmişte yaşar. Geçmiş ya da gelecekte yaşayan kişi de an’a tüm dikkatini veremez. An’ın kendisini “şimdi ve burada” yaşayamaz. Farkındalığın olduğu yerde tepki olmaz ve farkındalık ışığını an’a yöneltmeyen kişi, bir an sonra geçmiş olacak anların karanlığında kalmaya kendini mahkum eder. İşte bu da, karanlık, cehalet, bencillik ve bağımlılığı doğurur. An’da tüm farkındalığımızla dolu dolu yaşadığımızda hiç bir eksiklik kalmayacağı için, bir an sonra “geçmiş” olacak olan bu an, eksikliği tamamlamak için bizi kendisine doğru çekmez, ve biz yeni bir an’ı deneyimlemek üzere tümüyle özgür oluruz. Her şey doğası gereği tamamlanmak, bütünleşmek, bir olmak ister. Tüm dikkatimizi veremediğimiz için tamamlanmayan an da daha sonra tamamlanmak umuduyla bellekte “kaset” olarak kayda geçer. Sonunda bu kasetler öylesine çoğalır ki zamanla insanın tüm yaşamı, kasetlerle yönetilir hale gelir ve kişi adeta robotlaşır. Robotlaşan kişinin de hakikate varması olası değildir. Anılar ve hayaller kesildiği zaman geçmiş ve gelecek te varolamaz. Şimdiki zaman her ikisinden de daha katı bir şekilde var olmayı sürdürür, fakat geçmiş ve gelecek zamanla ilişkili olarak düşünülmediğinden o artık şimdiki zaman olarak adlandırılamaz. Aydınlanmış kişinin zihni zamansal ilişkilerden bağımsızdır.
Robotlaşmanın getirdiği cahilliğin doğurduğu üç zehir; yanlış arzular, öfke ya da tutku ve bireyin kendi gerçek doğasını bilmemesidir. Bu zehirlerden bütün düşüncelerimizi ve bizi “Samsara” nın yeniden doğum çemberine bağlayan hareketler doğar. Halbuki an’da yaşayan, tüm bağımlılıklarından kurtulmuş kişi Nirvana ve Samsara’nın bir olduğunu bilir. Bu, her ikisinin de aynı olduğu demek değildir. Burada, her şeyin gerçek veya ayrılmamış şeklini ve geçici, ayrılmış şeklini ikisi arasında bir ayrım yapmadan algılama kastedilmektedir. Yokluğa tutunup gündelik hayatı boşverenler de en az nesnelere nesne gözüyle bakıp temeldeki birliği algılayamayanlar kadar hatalıdırlar. İlerleyiş yoluna yeni başlayanlar, nesneleri nesne olarak algılayanlar mümkün olduğunca temeldeki birlik fikrine takılmalı ve böylelikle kendilerini daha sonra gelecek olan sezgisel anlayışa hazırlamalıdır. Deniz dalgalarının hareketi ve yer değiştirmesi üzerine düşünmek yararlı bir simgesel yaklaşımdır. Dalgalar ve deniz temel madde olarak aynıdır. Ancak verili bir zamanda ele alındığında dalga bireysel etkinliğini o an dışında koruyamaz. Çünkü onu kapsayan su hiç bir an bir diğer anın tamıtamıyla aynı değildir. O yüzden uzaktan bize ulaşana kadar sahip olduğu her damla, ilk görüldüğü andaki damlalarından tamamıyla farklı olacaktır. Öte yandan deniz suyu deniz suyudur ve dalga da bütünüyle deniz suyundan ibarettir. Yani her dalga aynı zamanda boşluktur. Sırf düzensiz şekilde değişen ve okyanusun içindeki diğer tüm dalgalarla aynı kaynaktan oluşan bir görünüştür. Ancak, bir tekneyi alabora edebilir ve bu yüzden sıradan insanların bakış açısı ile tam bir gerçektir ve bu anlamda geçici bir bireysellik sahibidir. Temeldeki boşluğu korumasına karşın boşluk değildir. Çünkü, doğal olarak Boşluktan görece oluşların geçici oluş karakteristiğine geçildiğinde karma olması en doğal beklentidir. Görüldüğü gibi bu metaforda, Deniz Suyu “MUTLAK”, Dalga onun “GÖRECELİ” görünümü olarak başarılı olarak anlatılmak istenmiş ve özellikle göreceli olanda “geçicilik” çarpıcı bir biçimde belirtilmiştir.
Her şey zıddıyla kaimdir, böylece varlık ve yokluk birbirlerini üretir, zor ve kolay birbirini tamamlar, uzun ve kısa birbirini biçimlendirir, ön ve arka birbirini izler, yüksek ve alçak zıtlığı doğurur ve zıtları, ancak hakikatin özüne varanlar birleştirebilirler. Çünkü, hakikat hep aynı hakikattir. Değişen yalnızca, duyan, gören, bilen ve idrak edenlerin bakış açıları ve seviyeleridir. Maya, birleşik şuuru başka bir deyişle kozmik bilinci farklılaştırdığı için kişi nesneyi kendisinden ayrı evrenin içinde sayısız parçalara ayrılmış olarak görür. İşte bundan dolayı Nirvana ve Samsara her zaman baki olan hakikatin iki yüzüdür. Tao’cu bir deyiş şöyle der: “Bir ikiyi doğurur. İki Üçü. Üç tüm binlerce eşyayı. Bundan boşluk ruha, ruh yaşama, yaşam öze ve öz de şekle dönüşür. Tam tersi olarak binlerce eşya üçe, üç ikiye, iki bire döner. Dolayısıyla bu enerjilere bol miktarda sahip olmak yararlıdır” çünkü çeşitlilikten birlik doğar. Bir veda duası şöyle demektedir: “Götür beni. Hakiki olmayandan hakikate. Karanlıktan ışığa. Ölümden ölümsüzlüğe”. Aslında hakikate eren gördüğünü tanır. Unutulmamalıdır ki cehalet ve ondan kaynaklanan her şey tüketilebilir, fakat bilgeliğin ışığında görülebilen bilgi ve gerçekler tükenmezdir.
Yaşamın örümcek ağını ören insanın kendi değildir. O, bu ağda yalnızca bir teldir. Bu tele yaptığı her katkıyı aslında kendine yapmaktadır. Çünkü gerçek mutluluk iç barış ve huzurdan gelir, bu da iyilik tohumlarının ekilmesiyle, şefkatle ve merhametle cehaleti, bencilliği, açgözlülüğü yoketmekle gerçekleşir. Şefkat ve merhameti ise büyük kentlerin renkli vitrinlerinden satın alamayız ya da makinada üretemeyiz. Ancak içsel gelişmeyle akıl ve vicdanımızı çalıştırarak elde edebiliriz. Zaten akıl ve vicdan tıpkı vücudumuzun kasları gibi çalıştırılmadığında zayıflar. İşte bu çalışmalar bizi tam tarafsızlık haline getirir. Tam bir tarafsızlık durumuna gelmeyi öğrendiğimizde, her şeyi temel birlik durumunda görebildiğimizde ise zihinlerimizin o doğuştan gelen saflığıyla huzurlu yaşarız. Hem de bu zihinlerin bizim bile olmadığını fakat yaratılmamış, her zaman var olan zihin olduğunu keşfederek.
Tüm soru olmak ya da olmamak değildir. Soru aynı zamanda ne olduğumuzdur. Gerçekten et ve kemikten oluşmuş insanlar mıyız? Dünyamız gerçek şeylerden mi oluşuyor, yoksa bilinç mi bizi çevreleyen. Aslında, şeyin kendisine dair kesin bir bilgimiz olamaz. Yalnızca şeyin görünenini bilebiliriz. Buna karşılık insan aklının şeyleri nasıl kavradığını deneyime dayanmaksızın söyleyebiliriz. Nitekim, gökgürültüsünden önce geldiği için şimşeğin gökgürültüsünün nedeni olduğu sanılır. Halbuki bu ikisinin de nedeni bir başka üçüncü etmen olan bulutlardan elektrik deşarjıdır. Benzer şekilde Fransız filozof ve matematikçisi Descartes: “Rüya görürken de gerçek bir şey yaşadığımızı sanırız. Gerçek duygularımızı rüyadaki duygularımızdan ayırt edebilir miyiz? Bunu iyice düşündükten sonra uyanık durumumuzu rüyadan ayırt edebilecek tek bir özellik bile göremiyorum” diyerek devam eder “Tüm yaşamın bir rüya olmadığından nasıl emin olabilir insan”. William Shakespear “As you like it” adlı eserinde o şiirsel anlatımıyla şöyle der: “Tüm dünya bir sahnedir, yalnızca birer oyuncu olan kadınlarla erkeklerin sahneye girip çıktığı. Ve tek bir insanın ömrü boyunca pek çok rol oynadığı”. Aslında sonsuzluk içinde varolan insan, ya şuur boyutunda kendisini tanıyıp sonsuza ayna olma huzur ve saadetini yaşayacak ya da bilgi ve idrak yetersizliği nedeniyle kemalini şartlanmalara bırakmış bir halde, ben bir maddeyim vehmi ile et ve kemik batağında mahvolacaktır. Zaten insanla diğer canlılar arasındaki fark ta, insanların gördüklerinin ardına geçebilmesi kadardır. Unutulmamalıdır ki bir insan yedi yaşındaki inançları ile otuzyedi yaşında kendini hala iyi ve mutlu hissediyorsa, ömrünü boşa harcamış demektir. Zaten yaşamın bizzat kendisi de, sürekli öğrenmek ve öğrendiklerini yaşayabilmek içindir.
alıntıdır