EPİSTEMOLOJİ (BİLGİ TEORİSİ)
Epistemoloji, bilgi elde etmenin ve bilgilerin doğruluğunu tahkik etmenin yöntemlerini araştıran felsefe dalıdır.
Ne(yi) biliyorum? Nasıl biliyorum? Epistemolojinin konusu, bu meseledir. Felsefenin diğer bütün dalları, bu meseleye bağlıdır; çünkü, nasıl bildiğimizi bilmeksizin, neyi kesin olarak bildiğimizi söyleyemeyiz. Bir şeyi kesin olarak bilmek yeteneğinden yoksun olmak: akıl yürütme, seçme ve davranma kapasitesinden yoksun olmak demektir. İşte; epistemoloji, "Nasıl?" sorusuna cevap vererek, "Ne?" sorusuna cevap veren özel bilimleri mümkün kılar.
İnsan, ne Alim-i Mutlak, ne de yanılmazdır. (Alim-i Mutlak: herşeyi bildiği varsayılan ilahi varlık.) Öyle olsaydı, epistemolojiye (bilgi teorisine) gerek olmazdı. Yani; insan bilgisi, otomatikman kazanılabilse, doğruluğu otomatikman kesin olabilse, içeriği otomatikman tam olabilse; bilgilenme yöntemlerinin keşfi diye bir zaruret olmazdı. Oysa, insan tabiatı böyle değildir. Algılama yeteneği otomatiktir; fakat, bu yetenek, hayatta insanca varkalmak için yetersizdir. Algılama düzeyinin ötesinde; insan bilinci, iradidir: bilgiyi, gayret göstererek edinir (gayret göstermezse edinmez); bilgiyi, doğru yürütmeyi öğrendiği bir akıl süreciyle elde eder (doğru yürütmeyi öğrenmemişse elde etmez). Tabiat, insana, zihni etkinlik konusunda hiçbir garanti vermez; insan, hata yapmaya, görmezden gelmeye, realite hakkındaki bilgisinde psikolojik tahrifat yapmaya muktedirdir. İnsan; doğuştan sahip olmadığı, tabiatınca kendisine otomatikman verilmiş olmayan bir bilgilenme yöntemini, kendisi keşfetmek zorundadır; yani, akli yeteneğini nasıl kullanacağını, muhakemesiyle vardığı sonuçların doğruluğunu nasıl tahkik edeceğini, hakikati yalandan nasıl ayırt edeceğini, neyi bilgi olarak kabul edebileceği kriterini nasıl tesbit edeceğini, kendisi keşfetmelidir. Yani, insan, bilgi dediği şeyi keşfetmek ve bu bilgilerin realiteye tekabül ettiğini isbat etmek zorundadır. Burada bazı sorular ortaya çıkmaktadır:
İnsan; bilgiyi, bir akıl süreciyle mi elde eder; yoksa, tabiat-üstü bir kuvvet, bilgiyi, ona, ani bir vahiyle mi bahşeder?
Akıl, insan duyularının sağladığı malzemeyi teşhis edip (kimliklendirip) bütünleştiren bir yetenek midir; yoksa, daha doğmadan önce insan zihnine ekilmiş fıtri (tabiattan, doğuştan) fikirlerle dolu bir depo mudur?
Akıl, realiteyi kavramakta tamamen yeterli midir; yoksa, insan, akıldan daha üstün herhangi bir kavrama yeteneğine mi sahiptir?
İnsan, bildiklerinden emin olabilir mi; yoksa, sürekli bir şüphe içinde bulunmaya mı mahkumdur?
Bu sorulara verilecek cevapların niteliği; bir insanın, kendine güven derecesini -dolayısiyle, realiteyle alışverişte bulunma işindeki başarısını- belirler. Rasyonel bir insan, bu soru setlerinden sadece birincilere olumlu cevap verecek ve neden böyle cevap verdiğini bilecektir. Epistemolojinin temel konusu, bu bölümde incelenecek olan kavramlardır. Epistemolojinin alanında olan önermeler ve lisan konuları, gerektiğinde değinilmiş olmakla birlikte, esasen epistemolojiye giriş mahiyetinde olan bu bölümün kapsamı dışında bırakılmıştır.
4.1 KAVRAMLAR
"Evrenseller meselesi" olarak da bilinen kavramlar konusu, felsefenin merkezi konusudur. Kavramsal şekilde kazanılıp muhafaza edildiğinden; insan bilgisinin doğruluğu, kavramların doğruluğuna bağlıdır. Fakat, kavramlar, soyutlamalardır veya evrensellerdir; oysa, insanın algıladığı her şey, somuttur. Soyutlamalar ve somutluklar arasındaki ilişki nedir? Kavramlar, realitede tam olarak neye işaret eder? Kavramlar, gerçek bir şeylere, varolan bir şeylere mi işaret ederler; yoksa, kavramlar, sadece insan zihninin icatları mıdır, keyfi yapılar mıdır veya bilgiyi temsil ettiği söylenemeyecek gevşek yaklaşıklıklar mıdır?
Tekrar edelim: bütün bilgi, kavramlar halindedir. Kavramlar; realitede bulunan bir şeye tekabül ediyorlarsa, bu kavramlar gerçektir; ve, böyle kavramlara sahip olan insanın bilgisi, realitede bir temele sahiptir; fakat, realitede bulunan bir şeye tekabül etmiyorlarsa, bu kavramlar gerçek değildir; ve, böyle kavramlara sahip olan insanın bilgisi, kendi hayal gücünün kurgularından başka bir şey değildir.
Kavramlar (soyutlamalar) ile somutluklar arasındaki ilişkiyi örneklendirmek için şu soruyu soralım: karşı kaldırımda yürüyen üç kişiyi, "insanlar" olarak düşündüğümüzde; bu "insanlar" terimiyle neye işaret ederiz? Bu üç kişi, üç ayrı bireydir; ve, bu insanlar, hiçbir eş karakteristiğe sahip olmayabilir. Sahip oldukları özel karakteristikleri tek tek sayıp listeleseniz, "insanlık" karakteristiğini temsil eden hiçbir karakteristik bulunmayacaktır. İnsanlarda "insanlık" nerededir? Realitede var olan hangi şey, zihnimizde varolan "insan" kavr..... tekabül eder?
Felsefe tarihinde, bu konuyu izaha yönelik dört irrasyonel düşünce ekolü olagelmiştir:
1. "Aşırı realistler" veya Platonistler; soyutlamaların, realitenin başka bir boyutunda, gerçek varlıklar veya arktipler olarak mevcut olduğunu; algıladığımız somutlukların, başka boyuttaki bu varlıkların gayrı-mükemmel yansımaları olduğunu; algıladığımız somutlukların, önceden zihnimizde varolan soyutlamaları çağırdığını kabul ederler. (Plato'ya göre, algılanan somutluklar, daha doğmadan önce diğer boyuttayken bildiğimiz arktiplerin hatırasını zihinde uyandırır.)
2. "Ilımlı realistler" (ataları maalesef Aristo'dur); soyutlamaların, realitede mevcut olduğunu; fakat, onların, başka bir boyutta değil, somutluklar içinde, metafizik özler halinde bulunduğunu ve kavramlarımızın bu özlere işaret ettiğini kabul ederler.
3. "Nominalistler;" bütün fikirlerimizin, somutlukların zihnimizdeki izlerinden ibaret olduğunu; soyutlamaların, benzerliklere dayanarak keyfi olarak birarada düşünülen somutluk guruplarına verdiğimiz "isimler"den ibaret olduğunu kabul ederler.
4. "Kavramsalcılar;" soyutlamaların, realitede hiçbir temelinin olmadığı konusundaki nominalist görüşü paylaşırlar; fakat, kavramların, izler olarak değil, bir tür fikirler olarak zihnimizde varolduğunu varsayarlar.
(Bir de; modern, aşırı nominalist görüş vardır. Bu görüşe göre, mesele anlamsızdır; "realite" anlamsız bir terimdir; kavramlarımızın bir şeye tekabül edip etmediğini hiç bilemeyiz; bilgimiz, kelimelerden oluşur; kelimeler ise, keyfi sosyal konvansiyonlardır.)
Kavramlar meselesi için önerilen bu sözde "çözümler" ışığında, meselenin oldukça muğlak olduğu görünüyor. Halbuki; bu mesele, insanlığın en önemli meselesidir: bütün insan toplumlarının geleceği, bilgi ve ilerlemenin durup durmayacağı, her birey insan hayatının kaderi; bu meseleye bağlıdır. Kavramlar konusunda doğru bir görüşe sahip olmak, insani her çabadaki başarının ön şartıdır.
Kavramlar konusunda yanılmak, insan olarak tahrip olmak demektir. Çünkü: insan olmak, akıllı olmaktır; aklın temel fonksiyonu, kavramlaştırma yeteneğidir; dolayısiyle, insan bilincinin kavramsal düzeyinin sakatlanması, insan aklının -insanın asli karakteristiğinin, insanın- tahrip edilmesidir. Rönesans'ın; mistisizmi çürüten ve aklı yücelten etkisini yok etmek üzere; hemen Rönesans ertesinde doğmaya başlayan, Kant'la zirveye çıkan ve bugünün yerleşik felsefesi haline gelen neo-mistik, modern felsefelerin muazzam karmaşalarının, çelişkilerinin, iki tarafa çekilebilecek muğlaklıklarının ve rasyonalizasyonlarının asıl tabiatı: insanın kavramlaştırma yeteneğine karşı yöneltilmiş koordineli bir saldırıdır.
Epistemolojinin konusu, duyumlardan başlayıp kavramlara kadar uzanan bütün bilgilenme süreciyle ilgilidir. Duyumların geçerliğinden şüphe eden 'filozoflar' da çıkmıştır; oysa, bu tür şüphelerini ortaya koyarken dahi, duyumların geçerliğini varsaymışlar, bir anlamda isbat etmişlerdir; dolayısiyle, burada verilen epistemoloji, duyumların geçerliğini isbata gerek dahi görmeyip, kavramlar üzerinde yoğunlaşacaktır; fakat, hep hatırlanması gereken bir aksiyom vardır: mevcudiyet mevcuttur. Bu aksiyomun anlaşılması, bu aksiyomun sonucu (pareleli) olan iki aksiyomun anlaşılması demektir: 1. Birisinin algıladığı bir şey mevcuttur; 2. Bilince (yani, mevcut olanı algılama yeteneğine) sahip birisi mevcuttur.
"Mevcudiyet mevcuttur" aksiyomunun kabulünden çıkan sonuçları, başka deyişlerle ifade edecek olursak:
a) Şeyler, bilinçten bağımsız olarak mevcuttur; bilinç, ancak bilincinde olunan bir şey ve bilince sahip birisi varsa, söz konusudur.
b) Hiçbir şey mevcut değilse, hiçbir bilinç olamaz: bilincinde olunan bir şey olmadan varolan bir bilinç, terimlerde çelişkidir. Aynı şekilde, kendisinden başka hiçbir şeyin bilincinde olmayan bir bilinç, terimlerde çelişkidir: bilinç, kendisini bilinç olarak teşhis edebilmek için, önce bir şeyin bilincinde olmalıdır. Algılandığı iddia edilen şey, mevcut değilse, algılamayı yaptığı iddia edilen şey, bilinç değildir.
Bu aksiyomun anlaşılması ve kabulü; epistemolojinin, bütün bilgilerin temelidir.
4.1.1 İnsan Bilgisinin Yapı-taşı: Mevcut-şey kavramı
Bir haberdarlık durumu olan bilinç; pasif değil aktif bir durumdur ve iki asli fonksiyon görür: ayırt etmek ve bütünleştirmek.
İnsan bilinci, kronolojik olarak üç aşamada gelişir: duyumsal, algısal ve kavramsal aşamalar; fakat, epistemolojik olarak, bütün insan bilgisinin temeli, algısal aşamadır.
Duyumlar, insan hafızasında duyumlar olarak muhafaza edilmez; tamamen tecrit edilmiş, pür bir duyum yapmak da mümkün değildir. Bilindiği kadarıyla; yeni doğmuş bir bebeğin bütün duyumsadığı şey, -renklerden, seslerden, derisel stimuluslardan, kokulardan, tatlardan ibaret- karmakarışık bir kaostan ibarettir. Ayırt etmeye muktedir bir haberdarlık hali, sadece algısal düzeyde başlar.
Bir algı, yaşayan bir organizmanın beyni tarafından otomatik olarak tutulup bütünleştirilmiş bir gurup duyumdur. İnsan; duyu organlarının sağladığı verileri, algılar halinde kavrayarak realiteden haberdar olur. "Doğrudan (direkt) algılama" veya "doğrudan haberdarlık" dendiğinde kast edilen, algısal düzeydir. Bir bilinçlilik durumunda verili olan şey, kendiliğinden aşikar olan şey; duyumlar değil, algılardır. Duyumların, algıları oluşturan bir bileşen olduğunu bilebilmek; doğrudan mümkün değildir; bu bilgi, çok sonraları -bilimsel, kavramsal bir keşif olarak- elde edilir.
İnsan bilgisinin yapı-taşı, mevcut olan herhangi bir şeye işaret eden "mevcut-şey" kavramıdır. Varolan, varolmuş, varolacak her şey -şeyler, hususiyetler, hareketler vs- bu kavramın kapsamındadır. "Mevcut-şey" bir kavram olduğundan, kavramsal aşamaya erişilene kadar aşikaren (açıkça bilincinde olunarak) kavranamaz. Fakat; bu kavram, her algıda zımnen vardır (birşeyi algılamak, onun mevcut olduğunu algılamaktır) ve insan "mevcut-şey"i zımnen algılar; yani, "mevcut-şey" kavramı altında sonradan bütünleştireceği birimleri tek tek algılar. Bu zımni bilgi, bilincin daha üst düzeylere doğru gelişmesinin atlama tahtasıdır.
(Eğer bilinç, duyumsal düzeyde de ayırt etmeğe muktedirse; o ölçüde, "mevcut-şey" kavramının duyumsal düzeyde de zımnen varolduğundan bahsedilebilir. Bir önceki ve bir sonraki anlarda hiçbir şey duymamaktan farklı olarak; bir duyum, birşeyin duyulması demektir. Bir duyum, insana ne mevcut olduğunu söylemez; fakat, birşeyin mevcut olduğunu söyler.)
"Mevcut-şey" (zımni) kavramı, insan zihninde üç gelişme aşamasından geçer. Birinci aşama; çocuğun, nesnelerden, şeylerden haberdar olmaya başlamasıdır; bu aşama, "varlık" (zımni) kavramını, insana kazandırır. Birinci ile yakından ilgili ikinci aşama; çocuğun, spesifik, özel şeyleri tanıyabilmesi ve onları, algısal alanında bulunan diğer şeylerden ayırt edebilmesiyle kazandığı haberdarlık durumudur; bu aşama, "kimlik" (zımni) kavramını, insana kazandırır.
Üçüncü aşamada, insan; bu varlıkların kimliklerindeki benzerlik ve farklılıkları kavrayarak, onlar arasındaki ilişkiyi kavrar; bu aşamada, (zımni) kavram "varlık," (zımni) kavram "birim" haline dönüştürülür.
Bir çocuk, (sonradan "masalar" diye adlandıracağı) iki nesnenin birbirine benzediğini, fakat diğer dört nesneden ("sandalyeler") farklı olduğunu gözlemlerken; zihni, bu nesnelerin belirli bir hususiyeti (şekilleri) üzerinde odaklanmakta, sonra onları farklılıklarına göre tecrit etmekte ve daha sonra bu birimleri, benzerliklerine göre ayrı guruplar içinde bütünleştirmektedir.
Bu işlem, insan bilincinin kavramsal aşamasının girişidir, onun anahtarıdır. Varlıkları birimler halinde düşünme yeteneği, insana mahsus özel öğrenme yöntemidir; başka hiçbir varlık, buna muktedir değildir.
Bir birim, iki veya daha çok benzer üyeden ibaret bir gurubun, ayrı bir üyesi (bireyi) olarak düşünülen bir varlıktır. (İki elma, iki birimdir; iki metre kare toprak da, iki birimdir.) Burada dikkat edilecek husus şudur: "birim" kavramı, bir bilinç faaliyetiyle (bilincin seçici bir odaklanmışlığıyla, şeyleri belirli bir tarzda düşünmekle) doğmaktadır, bilinç tarafından keyfi olarak yaratılmış değildir; bu bilinç faaliyeti, bir bilincin, realitede gözlemlemiş olduğu hususiyetlere göre yaptığı bir kimlikleme veya sınıflamadır. Bu yöntem, birçok sınıflama ve çapraz-sınıflamaya imkan verir: şeyler, şekillerine veya renklerine veya büyüklüklerine veya atomik yapılarına vs. göre sınıflandırılabilir; fakat, sınıflandırmanın kriteri icat edilmez, realitede gözlemlenir. Böylece, "birim" kavramı, metafizik ile epistemoloji arasında bir köprü görevi yapar: birimler, bizatihi birimler olarak mevcut değildir; mevcut olan, şeylerin kendisidir; ama, birimler, bir bilincin, mevcudiyetinden haberdar olduğu belirli ilişkiler içinde varolduğunu mütalaa ettiği şeylerdir.
4.1.2 Ölçüm
(Zımni) kavram "birim"in elde edilmesiyle erişilen kavramsal öğrenme düzeyi, iki ilişkin alandan oluşur: kavramlaştırma alanı ve matematik alanı. Kavram-teşkili işlemi, büyük ölçüde, bir matematik işlemidir.
Matematik, ölçüm bilimidir. Kavram-teşkili işlemini incelemek için, ölçüm konusunu incelemek gerekir.
Ölçüm: bir birim olarak hizmet gören bir standart vasıtasıyla, niceliksel bir ilişkiyi tanıma işlemidir. Varlıklar (ve faaliyetleri) hususiyetleriyle (uzunluk, ağırlık, hız, vs.) ölçülür ve ölçüm standardı, sözkonusu hususiyeti temsil eden ve somut olarak belirlenmiş bir birimdir. Mesela; uzunluk, santimetre, metre, kilometre, vs. ile; hız, belirli bir zamanda katedilen mesafe ile ölçülür.
Şu husus önemlidir: herhangi bir verili standardın alınması seçime bağlıdır; fakat, bu standardı kullanmanın matematik kuralları sabittir. Uzunluğun inçle veya metreyle ölçülmesinde asli bir fark yoktur; standart, ölçüm işleminin özünü veya sonucunu (realitedeki ilişkinin ne olduğu bilgisini) değil, ifade tarzını belirler. Ölçüm standartı, üç şartı haiz olmalıdır: 1. sözkonusu hususiyeti temsil etmelidir (mesela, uzunluğu, kilo ile ölçmemelidir); 2. insan tarafından kolayca algılanabilir olmalıdır; 3. bir kere seçildikten sonra, kullanımı sırasında değişmez ve mutlak kalmalıdır.
Peki, ölçümün amacı nedir? Ölçüm işlemi, kolayca algılanabilir bir birimi, daha büyük veya daha küçük niceliklerle (matematik olarak sonsuz büyük veya sonsuz küçük niceliklerle) ilişkilendirebilme imkanını vermektedir; yani, ölçümün amacı, insan bilincinin (dolayısiyle, insan bilgisinin) menzilini, algısal düzeyin ötesine (yani, duyumlarının doğrudan gücünün ötesine, verili bir anda varolan somutluklar ötesine) uzatmaktır. İnsan, bir metrenin uzunluğunu kolayca algılayabilir; fakat, yüz kilometreyi algılayamaz. Bir metrenin, bir kilometreye olan ilişkisini tesis ederek, yeryüzündeki her mesafeyi kavrayabilir; kilometrenin, ışık-yılına olan ilişkisini tesis ederek, galaksilerin mesafelerini bilebilir.
Ölçüm işlemi, sınırsız ölçekteki bilgiyi, insanın sınırlı algısal tecrübelerine bütünleştirme işlemidir; evreni, -insan bilincinin menziline getirerek, evren ve insan ilişkisini tesis ederek- bilinir kılma işlemidir. İlk ölçüm teşebbüslerinde, insanların şeyleri hep kendisiyle ilişkilendirmiş olması bir tesadüf değildir. Mesela, ayağının uzunluğunu uzunluk birimi olarak almış ("feet" = "ayak"); on parmağından çıkarak onluk sayı sistemini bulmuştur.
4.1.3 Kavram-Teşkili
Bir kavram, spesifik bir(kaç) karakteristiğe göre tecrit edilmiş ve belirli bir tanım altında birleştirilmiş iki veya daha çok birimi temsil eden bir zihni bütünlüktür.
Tanımda söz konusu olan birimler, realitenin herhangi bir veçhesi olabilir: varlıklar, hususiyetler, faaliyetler, nitelikler, ilişkiler vs.; bu birimler, ya algısal somutlukluklar, ya da daha önceden teşkil edilmiş kavramlar olabilir. Tecrit işlemi, bir soyutlama işlemidir: zihnin,
-realitenin belirli bir veçhesini, diğer bütün veçhelerinin dışına çıkararak veya onlardan ayırarak- seçici bir şekilde kendisini odaklamasıdır (mesela, belirli bir hususiyetin, bu hususiyete sahip olan varlıklardan veya belirli bir faaliyetin, bu faaliyeti yapan varlıklardan tecrit edilmesidir).
Tanımda söz konusu olan "birleştirme" işlemi, basit bir toplama değil, bir bütünleştirme işlemidir; yani, bu kavrama konu olan birimlerin tek, yeni bir zihni varlık haline getirilmesi ve sonra tek bir düşünce birimi halinde kullanılmasıdır (fakat, bu düşünce birimi, gerektiğinde bileşen birimlerine de bölünebilir).
Bir kavram tarafından bütünleştirilen muazzam topluluk; tek bir birim olarak kullanılabilmek üzere, tek, spesifik, algısal bir somut şekle sokulmalıdır ki, bu topluluk, diğer somutluklardan ve diğer bütün kavramlardan ayırt edilebilsin. Bu işlem, lisanın fonksiyonudur. Lisan: kavramları, zihni-somutluklara dönüştürme psiko-epistemolojik fonksiyonunu yapan görsel-işitsel bir semboller sistemidir. (Psiko-epistemoloji: insanın öğrenme süreçlerinin, bilinçli zihin ile bilinç-altının otomatik fonksiyonları arasındaki etkileşim açısından incelenmesidir.) Lisan, kavramların aletidir; lisan, sadece kavramlara ait bir sahadır. Kullandığımız her kelime (özel isimler hariç) bir kavramı temsil eder; yani, sınırsız sayıda belirli bir tür somutluk (şey, hususiyet, ilişki, vs.) yerine geçer.
Kelimeler, kavramları, (zihni) varlıklar haline dönüştürür; tanımlar, kavramlara kimlik kazandırır. (Tanımsız kelimeler, lisan değil, anlamsız seslerdir.)
Birincil olan (doğrudan algılanan) yegane mevcut-şeyler, varlıklardır; dolayısiyle, insanların teşkil ettiği ilk kavramlar, varlıkları temsil eden kavramlardır. (Hususiyetler, kendi kendilerine mevcut değildir; bunlar, sadece varlıkların karakteristikleridir; mesela, hareketler, varlıkların hareketleridir; ilişkiler, varlıklar arasındaki ilişkilerdir.) Bir çocuk, "hareket" kavr*******; önceleri sadece algısal olarak haberdar olur: "hareket"i kavramlaştırmak için, hareket eden bir şey -varlıklar- kavramını oluşturmuş olmalıdır.
En basit kavramın (yani, tek bir hususiyetin kavramının) nasıl teşkil edildiğini inceleyelim -mesela "uzunluk" kavramının. (Kronolojik olarak bu kavram, bir çocuğun ilk kavradığı kavram değildir; fakat, bir tek hususiyete işaret etmesi bakımından, epistemolojik olarak en basittir.) Bir çocuk; bir kalem, bir mum ve bir kibrit çöpüne bakarken; uzunluğun, bu nesnelerde ortak bir hususiyet olduğunu, fakat bu nesnelerin spesifik uzunluklarının farklı olduğunu gözlemler. Fark, bir ölçüm farkıdır. Çocuğun zihni, uzunluk kavramını teşkil ederken, bu ortak hususiyeti alır ve onun her bir nesnedeki spesifik ölçümünü dışarıda bırakır. Veya, bu işlemi sözle tasvir ederek daha kesin terimlerle ifade edersek: "Uzunluk, bir miktar varolmalı; fakat, herhangi bir miktar varolabilir. Ben, buna sahip olan herhangi bir (mevcut) şeyin -ilgili bir birim vasıtasıyla nicelikce ilişkilendirilebilir- bu hususiyetini, nicelik belirtmeksizin 'uzunluk' diye kimliklendireceğim."
Elbette, çocuk bu kelimelerle düşünmez (henüz, kelimelerle ilgili hiçbir bilgisi yoktur); fakat, zihnin kelimesiz olarak icra ettiği işlemin tabiatı budur. Bir parça ipe, bir kurdeleye, bir koridora baktığında; uzunluk hususiyetini teşhis etmek için kullandığı "uzunluk" kavramı, böyle bir işlemle teşkil edilmiştir.
Aynı prensip, varlık kavramlarının (mesela, "masa" kavramının) teşkili işlemini de yönetir. Çocuk zihni; iki veya daha fazla masayı diğer nesnelerden tecrit etmek için, bu masaların ayırt edici karakteristiği üzerinde odaklanır: şekilleri. Gözlemler ki, şekilleri değişiktir; fakat, ortak bir karakteristikleri vardır: düz, ufki bir yüzey ve ayak(lar). "Masa" kavramını teşkil ederken, bu karakteristiği alır ve bütün özel ölçümleri (sadece şekille ilgili ölçümleri değil, daha bir çoğunu bilmediği diğer bütün masa karakteristiklerini) dışarıda bırakır.
Yetişkin bir insanın, "masa" tanımı, şöyle olurdu: "Daha küçük başka nesneleri üzerinde bulundurmak için kullanılan, düz, ufki bir yüzeyden ve ayak(lar)dan ibaret, insan-yapısı bir nesne." Bu tanımda neyin belirtilip neyin dışarıda bırakılmış olduğunu inceleyelim: şekille ilgili ayırt edici karakteristik belirtilmiş ve alınmıştır; şekille ilgili özel geometrik ölçümler (yüzeyin, kare, yuvarlak, üçgen, elips, vs. olduğu, ayakların sayısı ve şekli, vs.) dışarıda bırakılmıştır; büyüklük veya ağırlıkla ilgili ölçümler dışarıda bırakılmıştır; maddi bir nesne olduğu belirtilmiştir, fakat hangi maddeden olduğu (böylece, bu maddeyi başkalarından ayırt eden ölçümler) dışarıda bırakılmıştır; vs. Fakat, masanın kullanım amacıyla ilgili mülahazalar, dışarıda bırakılan ölçümlere ("şu yükseklikten daha fazla veya daha küçük olmamalı" şeklinde) belirli sınırlar koyar. Beş santimlik masayı bir oyuncak veya minyatür masa olarak sınıflamak bazan kabil olsa bile; konulan bu sınırlar, dört metre veya beş santim yüksekliğindeki masaları ve katı-olmayan maddelerden yapılmış masaları kapsam dışı tutar.
Asla unutulmaması gereken birşey vardır: "Ölçümlerin dışarıda bırakılması" bu ölçümlerin gayri-mevcut olarak kabul edilmesi demek değildir; sadece, ölçümler mevcuttur, fakat belirtilmemiştir demektir. Ölçümlerin mevcut olmak zorunda oluşu, işlemin asli bir parçasıdır. Prensip: ilgili ölçümler, bir miktar (nicelikte) mevcut olmalı, fakat herhangi bir miktar (nicelikte) mevcut olabilir.
Bir çocuk, "masa" kavramını teşkil ederken, bu işlemdeki bütün bu karmaşıklığın farkında değildir; olmak zorunda da değildir. Masaları, bilgisinin bağlamı dahilinde, diğer bütün nesnelerden ayırt ederek bu kavramı teşkil eder. Bilgisi büyüdükçe, kavramlarının tanımlarının karmaşıklığı da büyür. Fakat, kavram teşkilinin prensip ve aşamaları aynı kalır.
Bir çocuğun öğrendiği ilk kelimeler, görsel nesneleri temsil eden kelimelerdir; ve, çocuk, ilk kavramlarını, görsel olarak muhafaza eder. Bu kavramlara verdiği görsel şekil, belirli tür varlıkları diğer hepsinden ayırt eden, asli karakteristiklere indirgenmiştir -mesela, bir çocuğun insan çizerken kullandığı evrensel şekil: gövde için bir elips, baş için bir daire, kol ve bacaklar için dört çubuk, vs.dir. Bu çizimler, -algısal aşamadan, kavramsal aşamaya doğru geçiş halindeki bir zihindeki- soyutlama ve kavram-teşkili sürecinin görsel bir kayıtıdır.
Yazılı lisanın, resim çizimleri halinde ortaya çıktığını varsaymak için -Oryantal insanların resimsi yazı sistemleri gibi- bazı deliller vardır. İnsan bilgisinin ve soyutlama gücünün büyümesiyle; kavramların resimsi tasviri, insanın kavramsal menzilinin ihtiyaçlarını karşılamakta yetersiz kalmış ve resimsi yazı sistemleri, tamamen sembolik olan sistemlerle değiştirilmiştir.
Ölçüm ögesini de içine alan yeni bir tanım yapacak olursak: Bir kavram, aynı ayırt edici bir(kaç) karakteristiğe, herhangi bir ölçüde sahip olan iki veya daha çok birimi temsil eden bir zihni bütünlüktür.
Her kavramın teşkilinde benzerlik ögesi, hayati bir görev yapar; bu bağlamda, benzerlik, aynı ayırt edici bir(kaç) karakteristiğe, herhangi bir miktarda (ölçüde, derecede) sahip olan iki veya daha çok mevcut-şey arasındaki ilişkidir.
Ölçüm, kavram-teşkili sürecinin, iki asli bölümünde (ayırt etmek ve bütünleştirmek) de rol oynamaktadır. Kavramlar, rasgele teşkil edilemez. Bütün kavramlar, önce iki veya daha çok mevcut-şeyi diğer şeylerden ayırt ederek teşkil edilir. Bütün kavramsal ayırt edişler, aynı birimle ölçülebilir karakteristikler yoluyla yapılır. Mesela, uzun nesneleri, yeşil nesnelerden ayırt eden bir kavram teşkil edilemez. Aynı birimle ölçülemeyen karakteristikler, bir birim altında bütünleştirilemez.
Benzerlik, algısal olarak kavranır; benzerliği gözlemleyen insan, benzerlik olgusunun bir ölçüm meselesi olduğundan haberdar değildir, haberdar olmak zorunda da değildir. Bu olguyu anlamak felsefenin ve bilimin görevidir.
Kavram teşkilinin ayırt etme aşamasındaki zımni ölçümün ilginç örneklerinden birini, renk kavramlarının teşkilinde görürüz. İnsanlar, mavinin çeşitli tonlarının, kırmızının çeşitli tonlarından farklı olduğunu gözlemlemişler ve onlar için, "mavi" ve "kırmızı" olarak iki değişik kavram bulmuşlardır. Oysa, ancak yüzyıllar sonra; bilim, renklerin ölçülebileceği birimi keşfetti: dalga-boyu.
Aynı birimle ölçülebilen bir karakteristik (masalarda şekil, renklerde ton gibi), kavram-teşkili sürecinin asli bir ögesidir. Buna "Kavramsal Asgari Müşterek" ismini verip, şöyle tanımlayacağız: "Kavramsal Asgari Müşterek," insanların iki veya daha çok mevcut-şeyi, diğer mevcut-şeylerden ayırt etmekte kullandığı, belirli bir ölçü birimine indirgenebilen karakteristik(ler)dir.
Bir kavramın ayırt edici karakteristik(ler)i, ilgili "Kavramsal Asgari Müşterek" dahilindeki belirli bir ölçümler kategorisini temsil eder. (Bu konu ileride tartışılacaktır.)
Daha önce teşkil edilmiş kavramlar; daha geniş kategorilere bütünleştirilerek veya daha dar kategorilere bölünerek, yeni kavramlar teşkil edilebilir. Fakat, bütün kavramlar, nihai olarak, algısal varlıklardaki köküne -yani, insanın bilgisel gelişmesinin verili temeline- indirgenebilir.
"Birim" kavramı, hem kavramlaştırma, hem de matematik alanlarının temeli ve başlangıç noktasıdır; ayrıca, bu iki alan arasındaki iki bağlantıya dikkat edilmelidir:
1. Bir kavram, bu kavram altında düşünülen her somut şeyin gözlemlenmesiyle teşkil edilmez. Aritmetikte (eksi sonsuzdan artı sonsuza) kullanılan bir sayı dizisi gibi; bir kavram da, her iki yönü açık bir dizidir ve bu kavram altına giren özel tür birimlerin hepsini içerir. Mesela, "insan" kavramı, halen yaşayan, geçmişte yaşamış, gelecekte yaşayacak bütün insanları içerir.
2. Kavram-teşkilinin temel prensibi (dışarıda bırakılan ölçümler, bir miktar mevcut olmalı, fakat herhangi bir miktar mevcut olabilir) cebirin temel prensibine eşdeğerdir: cebir sembolleri bir sayısal değer taşımalıdır, fakat bu, herhangi bir değer olabilir.
Bu iki bağlantı anlamında, algısal haberdarlık, bilincin aritmetiğidir; kavramsal haberdarlık, bilincin cebiridir.
Kavramların, altlarındaki ögelerle olan ilişkisi, cebir sembollerinin sayılarla olan ilişkisiyle aynıdır. Mesela, "2a = a + a" eşitliğinde, "a" sembolünün bir sayısal değeri olmalıdır; fakat, bu, herhangi bir sayısal değer olabilir; ve, bu değer ne olursa olsun eşitliğin gerçek oluşu değişmez. Mesela, (2 x 5 = 5 + 5)'dir; veya, (2 x 8.000.000 = 8.000.000 + 8.000.000)'dur. Aynı tarzda, aynı psiko-epistemolojik yöntemle; bir kavram, altındaki birimlerin oluşturduğu aritmetik dizi içindeki (birinci birim, ikinci birim, vs.) herhangi bir birim yerine geçen bir cebir sembolü gibi kullanılır.
İnsanlarda "insanlık" bulamadıkları için kavramların geçersizliğini göstermeğe girişen sözde filozoflardan; 5 veya 8.000.000'da "a-lık" bulamayacakları için, cebirin geçersizliğini göstermesi istenmelidir.
4.1.4 Soyutlamalardan Yapılan Soyutlamalar
İnsan bilincinin kavramsal gelişimi, algısal somutlukları kimliklendiren kavramlardan başlayan bir temelden hareketle, iki istikamette ilerler. Birbiriyle her zaman etkileşimde olan bu istikametlerden biri, daha geniş bilgiye giderken, diğeri, daha derin bilgiye gider; biri, daha geniş bütünleştirmeler yaparken, diğeri daha kesin ayrımlar yapar. Bu süreç içinde, daha önce teşkil edilmiş kavramlar, bilgisel delillere uygun olarak daha geniş kavramlara bütünleştirilir veya daha dar kavramlara bölünür.
Lisanın rolü, bu noktada tekrar hatırlanmalıdır. Kavram-teşkili süreci, ayırt etme aşamasını takip eden bütünleştirme aşamasıyla tamamlanır ve kavram altındaki birimleri temsil etmek üzere, zihni bir birim teşkil edilir ve bu birim, bir kelime ile algısal bir somutluğa kavuşturulur, kimliklendirilir. Bu anlamda, lisanın fonksiyonu, kelimeler yoluyla kavramları sembolize etmektir.
Bir çocuk, karşısındaki realitenin her yönünü gözlemleyerek her kavramı kendi oluşturmak zorunda değildir: bazı kavramlar, kendisine o kavramı temsil eden kelime yoluyla öğretilebilir; fakat, yine de, bu kelimenin anlamını kavramak için, bu kelimenin temsil ettiği kavramın altındaki algısal somutlukları ayırt etme ve (kendisine verilen kelime içinde) bütünleştirme işlemini yapmak zorundadır.
Konuşmayı öğrenmek sesleri ezberlemekten ibaret değildir; bu, papağanların "konuşma"yı öğrenme tarzıdır. Öğrenmek, anlamları kavramak (kelimelerle kastedileni, yani kelimenin realitede neye işaret ettiğini kavramak) demektir. Bu anlamda, kelimeleri öğrenmek, çocuğun zihni gelişmesinde paha biçilmez bir hızlandırıcıdır; fakat, kelime öğrenmek, kavram-teşkili işlemi yerine bir ikame değildir; kavram-teşkiline ikame olabilecek hiçbir şey yoktur.
Çocuğun tek tek kelimeler öğrendiği aşamada, yeni kelimeleri hangi sırayla öğrendiği önemli değildir; yeter ki, anlamlarını bilsin. Çocuğun, tam ve bağımsız kavramsal gelişmesi, cümle kurabilmeye (düşünebilmeye) yeterli olacak bir sözlük elde edince, ancak başlar; ve, çocuk, bu aşamada o ana kadar rasgele olan kavramsal teçhizatına yavaş yavaş düzen getirmeye başlar. Bu aşamaya kadarki dönemde, kavramlarının işaret ettiği şeyleri; algısal, çoğunlukla görsel bir tarzda zihninde muhafaza etmiştir. Çocuğun kavramsal zinciri, algısal somutluklardan gittikçe uzaklaştıkça, sözlü tanımlar hayati bir mesele halinde ortaya çıkar. İşte bu noktada kıyamet kopar.
Çocuğun büyüklerinden çoğunun eğitim yöntemlerinin, çocuğun kavramsal gelişmesini engeller nitelikte olduğu olgusu bir yana; çocuğun kendi seçeneği ve motivasyonu da bu noktada hayatidir. Kavramsal aşamaya gelmiş bir çocuğun, yeni kelimeler öğrenmesinde birçok değişik yol vardır. Bir kısmı (çok küçük bir azınlık) aynı yöntemle ilerlemeye devam eder: kelimelere, kavram muamelesi yapar; öğrendiği her kelimenin -kendi bilgisinin bağlamı dahilinde- tam anlamını, sarih bir şekilde, birinci-elden bir kavrayışla anlamaya çalışır; kavramlarını, realitenin olgularına bağlantılayan zincirde en ufak bir kopmaya izin vermez. İkinci bir kısmı, yaklaşıklıklar yoluyla ilerler; bu yolun her aşamasında sis derinleşir, "Ne demek istediğimi biliyor gibiyim galiba" duygusu kelimelerin kullanımındaki rehber olur. Üçüncü bir kısmı, öğrenmeyi bırakıp taklide başlar; anlamak yerine ezberler; bir papağanın psiko-epistemolojisine sahipmişcesine, kavramları veya kelimeleri öğrenmek yerine, ses dizilerini öğrenir ki, bu ses dizileri, realitedeki olgulara değil, büyüklerin yüz ifadelerine veya duygusal yalpalanmalarına tekabül eder. Dördüncü bir kısmı (ve kahir çoğunluğu) diğer üç yöntemin rasgele bir karışımını benimser.
Fakat; bazı insanların kavramları nasıl öğrendiği sorusu ile kavramların ne olduğu sorusu, iki farklı meseledir. Kavramların tabiatını ve soyutlamalardan yapılan soyutlamaları mülahaza altına alırken, kavram-teşkili sürecini ifa etmeğe muktedir bir zihin varsaymak gerekir. Aynı zamanda; bir kavramı, anlamsız bir ses olarak ağzından çıkaran ne kadar çok sayıda insan olursa olsun, belirli bir insanın, belirli bir zamanda bu kavramı teşkil etmiş olduğu hatırlanmalıdır.
Kavramların daha geniş kavramlara bütünleştirilmesinin ilk aşamaları, oldukça basittir; çünkü, bunlar hala algısal somutluklara işaret eder. Mesela, "masa," "sandalye" gibi kavramlarla işaret edilen bazı nesnelerin belirli benzerliklere sahip olduğu, fakat bu şeylerin "kapı," "pencere" gibi kavramlarla işaret edilen nesnelerden farklı olduğu gözlemlenir ve birinciler "mobilya" denen daha geniş bir kavram altında bütünleştirilir. Bu süreçte, kavramlar ("masa" ve "sandalye") birimler olarak hizmet görür ve epistemolojik olarak herbiri tek bir (zihni) somutlukmuş gibi ele alınır; fakat, metafizik olarak (realitede) her birimin, sınırsız sayıda o tür somut şeyi temsil ettiği daima hatırlanır.
Bu birimlerin ayırt edici karakteristikleri, şekille ilgili ölçümleridir (mesela, masa ile ilgili olarak, "düz, ufki bir yüzey ve ayak(lar)"). Yeni kavramın altındaki kavramların ayırt edici karakteristiklerinin, yeni kavramla olan ilişkisi; "masa" kavramı teşkil edilirken bireysel masa-şekli ölçümlerinin, "masa" kavr..... ilişkisi gibidir: nasıl ki, "masa" kavramı teşkil edilirken, bireysel masa şekilleri dışarıda bırakılmış, fakat onların herhangi bir şekle sahip olmak zorunda olduğu kabul edilmişse; aynı şekilde, bir parça mobilyanın da bir şekle sahip olmak zorunda olduğu, fakat "mobilya" denen yeni kavram altındaki değişik birimlerden herhangi birini karakterize eden herhangi bir şekle sahip olabileceği kabul edilir.
Yeni kavramın ayırt edici karakteristiği, bu kavram altındaki birimlerin de içinde bulunduğu daha büyük gurup nesnelerin tabiatı tarafından (yani, onların "Kavramsal Asgari Müştereği" tarafından) belirlenir; ki, "mobilya" kavramında, bu gurup: bir insan barınağı içindeki büyük nesnelerdir. Yetişkin bir insanın "mobilya" tanımı şöyle olurdu: "İnsan gövdesinin ağırlığını taşıyabilen veya başka daha küçük nesneleri taşıyabilen ve/veya saklayabilen, bir insan barınağında kullanılmak üzere yapılmış, taşınabilir, insan-yapısı nesnelerdir." Bu tanım; mobilyayı, kapı veya pencere gibi mimari kısımlardan; duvar resmi, perde gibi süs eşyalarından; kül tablası, tabak-çanak gibi daha birçok küçük eşyadan ayırır.
"Mobilya"nın ayırt edici karakteristikleri: belirli bir dizi fonksiyonları, belirli bir yerde görüyor olmasıdır; ki, her iki karakteristik de ölçülebilir: "mobilya" bir insan barınağına konamayacak kadar büyük olamaz, belirlenmiş fonksiyonları yapamayacak kadar küçük olamaz, vs.
"Mobilya" kavramının, bu kavram altındaki birimlere nazaran, algısal realiteden bir adım daha uzaklaştığını müşahade ediniz. "Masa" bir soyutlamadır; çünkü, bu kavram, sadece belirli bir masaya değil, herhangi bir masaya işaret eder; fakat, bu kavramın anlamı, bir-iki maddi masa (algısal nesne) göstermek suretiyle kolayca nakledilebilir. Fakat, "mobilya" diye algısal bir nesne yoktur; sadece, masalar, sandalyeler, vs. vardır. "Mobilya"nın anlamı, önce bu kavram altındaki kavramların anlamı bilinmeksizin kavranamaz; "masa," "sandalye" gibi bu kavramlar, "mobilya" kavramının realiteyle bağlantısıdır. (Bu, kavramların hiyerarşik bir yapıya sahip olduğunu -sınırsız bir kavramlar zincirinin alt seviyelerinde- gösteren bir örnektir.)
Aynı zamanda, "mobilya" kavramının başka bir kavramla olan ilişkisini müşahade ediniz: "barınak" kavramı; ki, bu kavram, "mobilya" kavramı altında olan bir birim değildir; ama, "mobilya"nın anlamını kavramak için önce bu kavram anlaşılmalıdır. Kavramlar arasındaki bu tür ilişkileşim; kavram-teşkili düzeyi, algısal somutluklardan uzaklaştıkça, giderek daha karmaşıklaşır.
Şimdi, "masa" kavramını bölme işlemini inceleyelim. İnsan; çeşitli masaların büyüklük ve fonksiyonlarını gözlemleyerek; "masa" kavramını, "yemek masası," "mutfak masası," "kahve masası (sehpa)," "sıra," vs. gibi yeni kavramlara böler. İlk üç durumda, masanın ayırt edici karakteristiği olan şekil, alınır ve ayırt etme işi tamamen bir ölçüm meselesi haline gelir: kullanım alanının -"masa" kavr..... nazaran- daraltılmış olmasıyla uygunluk halinde, şekille ilgili ölçümlerin kapsamı da daraltılmıştır. (Kahve masaları, yemek masalarından daha alçak ve daha küçüktür; mutfak masaları, kahve masalarından daha büyüktür, fakat yemek masalarından daha küçüktür; vs.) "Sıra" durumunda ise; "masa"nın ayırt edici karakteristiği alınmış, fakat yeni bir unsurla birleştirilmiştir: bir "sıra," kırtasiye malzemelerini koyacak gözleri (çekmeceleri, kapak-altı, vs.) olan bir masadır. İlk üç durumda, gerçekten yeni kavramlar yoktur; yapılan şey, "masa" kavramının nitelenmesidir. "Sıra" ise, ayırt edici karakteristiğinde önemli bir farklılık arz eder; ilave bir ölçümler kategorisi gerektirir ve yeni bir lisan sembolü ("sıra") türettirir. ("Sıra" yerine, "dershane masası" veya "çalışma masası" denmiş olsaydı veya "masa"nın diğer alt-kategorilerinin her biri için yeni kelimeler darp edilmiş olsaydı dahi, kavram-teşkili süreci açısından bir fark olmazdı. Fakat, örneğimizdeki gibi olmalarında, -daha sonra "Kavramların Bilgilenmedeki Rolü" bahsinde tartışacağımız- epistemolojik bir sebep vardır.)
Kavramlar, daha geniş bir kavram altında bütünleştirildiklerinde; yeni kavram, altındaki birimlerin bütün karakteristiklerini ihtiva eder; fakat, bu birimlerin ayırt edici karakteristikleri, yeni kavramın teşkili esnasında, dışarıda bırakılan ölçümler olarak işlem görür; ve, yeni kavram altındaki birimlerin ortak karakteristiklerinden bir tanesi, -bu birimleri, diğer mevcut-şeylerden ayırt eden "Kavramsal Asgari Müşterek"- yeni kavramın ayırt edici karakteristiğini belirler.
Bir kavram, daha dar kavramlara bölündüğünde, bölünen kavramın ayırt edici karakteristiği, yeni kavramların "Kavramsal Asgari Müştereği" olur; ve, yeni kavramlardan her birinin ayırt edici karakteristiği; ya geniş kavram içinde belirlenmiş ölçümler yelpazesinde daha dar bir alana sahip olmakla veya ilave bir karakteristik(ler)le birleştirilmiş olmakla belirlenir.
Bu iki prensibi, başka bir örnekte devreye sokalım: "insan" kavramının, dallandırılması.
Belirli bir gelişme düzeyine erişmiş bir çocuğun; insanı, diğer varlıklardan ayırt etmekte kullandığı, ayırt edici karakteristik: insanın özel tip bilincidir. "Kedi," "Köpek," "At," "Kuş" arasındaki benzerlikleri gözlemleyerek, onları diğer varlıklardan ayırt eden çocuk; bu kavramları, daha geniş bir kavram olan "hayvan"a bütünleştirir ve daha sonra, "insan"ı da bu geniş kavram içine alır. "Hayvan"ın tanımı (genel terimlerle) şöyle olacaktır: "Bilinç ve yer değiştirebilme yeteneklerine sahip, canlı bir varlık."
İnsanın ayırt edici karakteristiği, yani onun rasyonellik yeteneği, "hayvan" tanımının dışında bırakılmıştır; çünkü, prensibe göre: bir hayvan bir tür bilince sahip olmalıdır, fakat yeni kavram ("hayvan") altındaki çeşitli birimleri karakterize eden bilinçlerden herhangi bir türüne sahip olabilir. (Bir bilinci, diğerinden ayırt eden ölçü standardı, bu bilincin menzilidir.)
Yeni kavramın ayırt edici karakteristikleri, bu kavram altındaki bütün birimlerin sahip olduğu karakteristiklerdir (bu birimlerin "Kavramsal Asgari Müştereği"dir): "yaşıyor olma" hususiyeti ve "bilinç ve yer değiştirebilme" yetenekleri.
Daha ileri bilgiyle, hayvanlar, bitkiler ve bazı mikroskobik varlıklar arasındaki benzerlikleri (ve onların cansız nesnelerden farklılığını) gözlemleyen insan; bunları, "organizma" kavr..... bütünleştirir. "Organizma"nın tanımı (genel terimlerle) şöyle olacaktır: "İçsel olarak faaliyet üretme, metabolizma yoluyla büyüme ve üreyerek çoğalma kapasitesilerine sahip bir varlık."
Yeni kavramın ayırt edici karakteristiklerine, altındaki birimlerin hepsi sahiptir. "Hayvan"ın ayırt edici karakteristikleri, tanımın dışında tutulmuştur; çünkü, prensibe göre: "içsel olarak faaliyet üretme" yeteneği, bir şekilde mevcut olmalıdır, fakat yeni kavram altındaki birimleri karakterize eden herhangi bir şekilde mevcut olabilir.
Bilgi daha geliştikçe, "hayvan" gibi çok geniş bir kavram, "memeliler," "kurbağalar," "balıklar," "kuşlar," vs. gibi yeni kavramlara bölünür. Bunların her biri, daha dar kategorilere bölünür ilah. Kavram-teşkili prensibi aynı kalır: "hayvan" kavramının ayırt edici karakteristikleri ("bilinçlilik ve yer değiştirebilme" yetenekleri) bu alt-bölümlerin "Kavramsal Asgari Müştereği"dir; yeni kavramların her biri, bu müştereğe sahip olurken, başka (anatomik ve fizyolojik) karakteristiklerin ilavesiyle özel kimliklerine sahip olurlar.
(Bu kavramların teşkilindeki kronolojik sıra değişebilir. Mesela, bir çocuk, önce uygun somutlukları, "hayvan," "kuş," "balık" kavramları altında bütünleştirebilir ve daha sonra "hayvan"la ilgili bilgisini geliştirerek onları daha geniş bir kavrama bütünleştirebilir. Fakat, kullanılan prensipler ve karakteristikleri ayırt ederken yapılan seçimler, -aynı bilgilere sahip olunduğu sürece- aynıdır.)
"İnsan" kavramıyla ilgili dallandırmalarda da bu prensiplerin tatbikatını kolayca görmek mümkündür. Zaman ölçümüne (yaşanmış olan yıllara) göre ("çocuk," "genç," "orta-yaşlı," "ihtiyar," vs.); veya, anatomik farklılıklara göre ("siyah," "beyaz," vs.); veya, milliyete (siyasi-coğrafi ayrıma) göre ("İngiliz," "Fransız," vs.); veya, mesleklere göre ("doktor," "mühendis," vs); veya, özel ilişkiye göre ("ana," "çocuk," "baba," vs.) yapılmış bütün bölümlerde, "insan"ın ayırt edici karakteristiği olan "rasyonel hayvan"lık alınır; fakat, her yeni dar kavram teşkil edilirken "insan" kavramı içinde söz konusu olan ölçüm kategorilerinden belirli bir daraltılmış alan seçilir.
Soyutlamaların bilgisel içeriği ile ilgili iki hususa burada dikkat etmek gerekir:
1. Daha geniş kavramların teşkili (veya öğrenilmesi) geniş kavram
altındaki kavramların herhangi birinin gerektirdiğinden daha geniş bilgi (yani, daha geniş bir kavramsal deliller manzumesi) gerektirir. Mesela, "hayvan" kavramı, "insan" kavr******* daha geniş bilgi gerektirir; çünkü, "hayvan" kavramı, insanla ilgili bilgiye ilaveten diğer türlerden bazılarına ait bilgiler de gerektirir. Hem insanların, hem de hayvanların karakteristikleri hakkında yeterli bilgiye sahip olunmalıdır ki: insan ve diğer hayvanlar arasında ayrım yapılabilsin; hayvanlarla, bitkiler veya cansız nesneler arasında ayrım yapılabilsin.
Kavram genişledikçe, -geniş kavramın ayırt edici karakteristiği, altındaki kavramların ayırt edici karakteristiklerinden daha genel oluşu yüzünden- geniş kavramın bilgisel içeriğinin azaldığının zannedilmesi, bu bağlamda düşülen genel bir yanılgıdır. Yanılgının sebebi; bir kavramın, o kavramın ayırt edici karakteristiği ile özdeş görülmesidir. Fakat, doğrusu şudur ki: soyutlamalardan soyutlamalar yapan bir insan, söz konusu birimlerin diğer karakteristiklerini ve bu birimlerin, içlerinden ayırt edildikleri diğer mevcut-şeylerin karakteristiklerini bilmeksizin, hangi karakteristiğin ayırt edici olduğunu bilemez.
"İnsan" kavramı, sadece "rasyonel yetenek"ten ibaret değildir; öyle olsaydı, "insan" ve "rasyonel yetenek" eşdeğer olurdu ve birbiri yerine kullanılabilirdi. "İnsan" kavramı, insanın bütün karakteristiklerini kapsar; "rasyonel yetenek," "insan" kavramının ayırt edici karakteristiğidir.
Yukarıdaki yanılgıya düşmek; insanın, kavramları, onların tanımlarını ezberleyerek öğrendiği (bir papağanın epistemolojisine sahip olduğu) varsayımını taşımakla mümkündür. Bir kavramı anlamak, bu kavramın teşkil edildiği süreci anlamak demektir. Bu süreci anlamak ise, geniş kavram altındaki birimlerden hiç değilse bazılarını anlamak (dolayısiyle, bu kavramla ilgili anlayışımızı, realitedeki olgulara bağlantılandırabilmek) demektir.
Nasıl ki, kavramların geniş kavramlara bütünleştirilmesi, daha geniş bir bilgi gerektiriyorsa; onların, daha dar kavramlara bölünmesi de, daha derin bir bilgi gerektirir. Mesela, "baba" kavramı, "insan" kavr******* daha derin bilgi gerektirir; çünkü, "baba" kavramını anlamak için: insanla ilgili, üreme fonksiyonuyla ilgili ve bu konudaki sosyal bağlantılarla ilgili bilgiye sahip olmak gerekir.
2. Bir kavramın teşkili; insana, sadece müşahade ettiği somutlukları tanımasını değil, o çeşitten olan ve gelecekte karşılaşabileceği somutlukların hepsini tanımasını sağlar. Böylece, "insan" kavramını teşkil ettiğinde veya bunu kavradığında; rasladığı her kişiyi, sıfırdan başlayarak inceleyeceği yeni bir fenomen olarak ele almak zorunda kalmaz: onu, "insan" olarak tanır ve insan hakkında sahip olduğu bilgiyi o kişiye tatbik ederek, onun hakkında muazzam bir bilgiyi, tekrar gayret göstermeksizin bilincinin menziline getirerek enerji tasarruf ederek, o insanın özel karakterini tanıma işinde yoğunlaşabilir; yani, o bireyin karakteristiklerini -yani, "insan" kavramınca tesis edilen ölçümler kategorisi dahilindeki, o insana özgü bireysel ölçümleri- inceleme işini en az gayretle gerçekleştirir.
Görülüyor ki, kavramların teşkili ve aşağı veya yukarı dallandırılması işlemi, iki asli bilgilenme yöntemini içermektedir: tümevarım ve tümdengelim. Realitedeki olguların gözlemlenmesi ve onların kavramlara bütünleştirilmesi işi, esasta bir tümevarım işlemidir. Yeni durumları, bir kavram altına sokma işi, esasta bir tümdengelim işlemidir.
4.1.5 Bilinçlilik Kavramları
Bilinç, haberdarlık yeteneğidir; varolanı algılama yeteneğidir.
Haberdarlık, pasif değil, aktif bir durumdur. Haberdarlığın alt düzeylerinde, insanın bir duyum yapması ve duyumları algılara bütünleştirmesi için, karmaşık bir nörolojik süreç gerekir; bu süreç, otomatik ve gayri-iradidir: insan, bu sürecin ürettiği sonuçlardan haberdardır; fakat, sürecin kendisinden haberdar değildir. Daha üst düzeyde, yani kavramsal düzeyde; süreç, psikolojik, bilinçli ve iradidir. Her iki düzeyde de; haberdarlık, sürekli faaliyet yoluyla elde edilir.
Doğrudan veya dolaylı olsun; her bilinç fenomeni, insanın dış dünya ile ilgili haberdarlığından türer. Bir nesne, yani bir içerik her haberdarlık durumunda söz konusudur. Dışabakış, dışarıya (dış dünyadaki bir mevcut-şeyin kavranmasına) yöneltilmiş bir bilgilenme sürecidir. İçebakış, içe (yine dış dünyadaki bir mevcut-şey karşısında, düşünme, duygulanma, hatırlama gibi, insanın kendi psikolojik faaliyetlerinin kavranmasına) yöneltilmiş bir bilgilenme sürecidir. Bir bilincin faaliyetleri: sadece dış dünyaya ilişkin olarak yapılabilir; sadece dış dünyaya referansla anlaşılıp tanımlanabilir; ve, sadece dış dünyaya muhabere edilebilir. Haberdarlık, bir şeyden haberdarlıktır. İçeriksiz bir bilinç hali, terimlerde çelişkidir.
İnsan bilincinin her durumunda, veçhesinde veya fonksiyonunda, her zaman iki temel hususiyet vardır: içerik ve faaliyet; yani, haberdarlık halinin ne hakkında olduğu hususu ve bilincin bu içeriğe ilişkin faaliyetinin ne olduğu hususu.
Bu iki hususiyet; bilinçle ilgili her kavramın, temel "Kavramsal Asgari Müştereği"dir.
Bilinçlilik kavramları teşkil edilirken; verili bir bilinç halinin içeriği, bilincin bu içerik üzerindeki faaliyetinden, soyutlama yoluyla tecrit edilmelidir. Nasıl ki, dışabakan insan, varlıkların hususiyetini varlıklardan soyutlayabilirse; benzer şekilde, içebakarken de, bilincinin faaliyetlerini, bilincinin içeriğinden soyutlayabilir ve bu çeşitli faaliyetler arasındaki farklılıkları gözlemleyebilir.
Mesela (yetişkinlik düzeyinde) bir insan; sokakta yürüyen bir kadın görürse, bilincinin yaptığı bu faaliyet algılamadır; onun güzel olduğuna karar verirse, bilincinin bu faaliyeti değerlendirmedir; içinde bir zevk ve hayranlık durumu doğarsa, bilincinin faaliyeti duygulanmadır; durup kadını seyreder ve gördüklerine dayanarak karakteri, yaşı, sosyal durumu, vs. hakkında sonuçlara varmaya çalışırsa, bilincinin faaliyeti düşünmedir; bir kaç gün sonra, bu olayı kafasında canlandırırsa, bilincinin faaliyeti hatırlamadır; kadının saçları kestane rengi olacağına sarı ve elbisesi kırmızı olacağına mavi olsaydı görünüşü daha iyi olurdu diye tasarladığında, bilincinin faaliyeti hayalgücü kullanmadır.
İçebakış alanında bilinçlilik kavramları teşkil edilirken; verili bir psikolojik sürecin spesifik halleri, somutluklar olarak (birimler halinde) bir kavram altında bütünleştirilir. Psikolojik bir sürecin ölçülebilir iki hususiyeti vardır: bu sürecin nesnesi (yani, içeriği) ve bu sürecin şiddeti.
Psikolojik bir süreçteki içerik, dış dünyanın bir veçhesidir (veya, dış dünyanın bir veçhesinden türetilmiştir) ve dış dünyaya tatbik edilebilen çeşitli ölçüm yöntemleriyle ölçülür. Bir psikolojik sürecin şiddeti, bir çok faktörün (sürecin kapsamı, sarahati, bilgisel ve motivasyonel içeriği, gerekli zihni enerji veya gayret miktarı, vs.) otomatikman hulasa edilmiş sonucudur.
Her psikolojik sürecin şiddetini ölçecek tam bir yöntem yoktur; fakat, renk kavramlarının, dalga-boyu keşfedilmeden önce teşkil edilmiş olduğu gerçeğinin gösterdiği gibi, kavramlaştırma, tam bir ölçüm bilgisi gerektirmez. Psikolojik süreçlerdeki şiddet dereceleri, mukayeseye dayanan bir ölçek üzerinde, yaklaşık olarak ölçülebilir ve ölçülmektedir. Mesela, belirli olgulara tepkime olarak ortaya çıkan zevk duygusunun şiddeti; bu olguların, bir insanın değerler hiyerarşisindeki yerine göre değişir; mesela, yeni bir elbise alma, terfi etme, sevilen insanla evlenme gibi durumlar -bu durumlara verilen değer oranında- farklı şiddette zevkler verir. Bir düşünme sürecinin ve gerekli entellektüel gayretin şiddeti, içeriğin kaps..... göre değişir; bu şiddet, "masa" kavramını anladığında başkadır, "adalet" kavramını anladığında başka; 2 + 2 = 4 eşitliğini anladığında başkadır, e = mc2 eşitliğini anladığında başka.
Hem içebakış, hem de dışabakış kavramlarının teşkili, aynı prensip üzerinde yapılır: verili bir psikolojik süreç, bir içeriğe ve bir şiddete sahip olmalıdır, fakat herhangi bir içeriğe ve herhangi bir şiddete sahip olabilir.
Mesela, "düşünce" kavramı teşkil edilirken; sözkonusu psikolojik faaliyetin ayırt edici karakteristiği (amaçlı olarak yöneltilmiş bir bilgilenme süreci) alınır ve özel içerik ile entellektüel gayretin şiddeti dışarıda bırakılır. "Duygu" kavramı teşkil edilirken, sözkonusu psikolojik faaliyetin ayırt edici karakteristiği (bir mevcut-şeyin değerlendirilmesinden doğan otomatik tepkime) alınır ve özel içerik (mevcut-şeyler) ile duygusal şiddetin derecesi dışarıda bırakılır.
Psikolojik sürecin şiddeti ile ilgili olarak, kapsam ve hiyerarşi terimlerinden bahsedilmişti. Bunlar, ölçümler kategorisine ait terimlerdir; ve, bu terimler, psikolojik fenomenlerin ölçümünde daha kesin yöntemlere işaret eder.
Bilgilenmeyle ilgili kavramlar ("düşünme," "gözlemleme," "akıl yürütme," "öğrenme," vs.) açısından; içeriğin kapsamı, bir ölçüm yöntemi sağlar. Kapsam, iki ilişkin veçheyle belirlenir: belirli bir bilgilenme sürecindeki olgusal malzemenin kapsamı ve bu malzemeyle uğraşmak için gereken kavramsal zincirin uzunluğu. Kavramlar, hiyerarşik bir yapıya sahip olduğundan; yani, daha yüksek ve daha karmaşık olan kavramlar, (algısal olarak verili somutluklardan başlayarak) daha basit ve daha temel kavramlardan türetilmiş olduğundan; bir bilgilenme sürecinde kullanılan bir kavramın, algısal düzeydeki kavramlara olan mesafesi, sürecin kapsamını gösterir. (Bir insanın uğraşabildiği soyutlamaların düzeyi (derinliği); o insanın, o düzeye erişmek için ne kadar şey bilmek zorunda kaldığını gösterir. Tabii burada söz konusu olan insan; boşlukta dolaşan bazı soyutlamaları sadece ezberleyerek onlarla cümle kurmayı beceren insan değil; bu soyutlamaları doğuran her aşamayı gerçekten kavramış olan insandır.)
Değerlendirme ile ilgili kavramlarda ("değer," "duygu," "heyecan," "arzu," vs.) sözkonusu hiyerarşi, farklıdır ve tamamen farklı bir ölçüm çeşidi gerektirir. "Teleolojik ölçüm" olarak nitelenebilecek bu ölçüm tipi, sadece değerlendirme denen psikolojik sürece tatbik edilebilir (Yunanca "telos" = "amaç").
Ölçüm, bir birim olarak hizmet gören bir standart vasıtasıyla, niceliksel bir ilişkiyi tanıma işlemidir. Teleolojik ölçüm, kardinal sayılarla değil, ordinal sayılarla iş görür. Teleolojik ölçümdeki standart; bir amaca erişmek için kullanılan aracın, o amaçla olan ilişkisini mertebelendirir. (Kardinal sayı, (1,2,3, vs. gibi) miktar belirten sayılardan biridir. Ordinal sayı, (birinci, ikinci, üçüncü, vs. gibi) bir serideki derece veya nitelik veya pozisyonları ifade eden bir sayıdır.)
Mesela; bir ahlak sistemi, insana açık olan seçenek ve faaliyetleri, o ahlak sisteminin değer standardına varma veya ondan uzaklaşma derecesi açısından mertebelendiren bir teleolojik ölçüm sistemidir. Ahlak sistemindeki standart, insan faaliyetlerinin uğrunda yapıldığı -araç olduğu- amaçtır.
Bir ahlak sistemi, bir dizi soyut prensiptir; bu ahlak sistemine uygun davranmak isteyen bir birey, bu soyut prensipleri, uygun somutluklara tercüme etmelidir: somut olarak uğrunda davranacağı özel amaçları ve değerleri seçmelidir. Bunu yapmak için; özel değerlerini, önem sırasına göre, bir hiyerarşi içine sokmalı ve bu hiyerarşiye göre davranmalıdır. Yani, bir teleolojik ölçüm süreci, bütün faaliyetlerine rehberlik etmelidir. (Bir insanın değerler hiyerarşisindeki belirsizliğin ve çelişkilerin derecesi; o insanın teleolojik ölçümler yapmada karşılaşacağı başarısızlıkların, dolayısiyle değer hesaplama ve amaçlı faaliyet gerçekleştirme çabalarında karşılaşacağı başarısızlıkların derecesini belirler.)
Teleolojik ölçümler, muazzam bir bağlamın içinde, muazzam bir bağlam karşısında yapılmak durumundadır: verili bir seçenek karşısındaki bir insan, bu seçeneğin, diğer bütün seçenekler ile ve kendi değerler hiyerarşisi ile ilişkisini tesis etmek durumundadır.
Bu sürecin en basit bir örneğini, maddi değerler alanında, insanın para harcamasını yöneten (zımni) prensipte görebiliriz. Hangi gelir seviyesinde olunursa olunsun, insanın parası sınırlı bir niceliktir; bu parayı harcarken, satın alacağı şeyin değerini, aynı miktar parayla yapabileceği başka her harcamanın elde edeceği değere karşı, diğer amaçlarına, arzularına ve ihtiyaçlarına karşı tartar ve buna göre, o malı satın alır veya almaz.
Bu tür ölçüm, sadece maddi değerler alanına değil, ahlaki veya manevi değerlerin daha geniş olan alanına da rehberlik eder. ("Manevi" ile, "bilinçle ilgili" olan kast edilmiştir. Manevi değerler alanında bağlam daha geniştir; çünkü, insanın bu alandaki değerlerin hiyerarşisi, onun maddi veya ekonomik alandaki değerlerinin hiyerarşisini belirler.) Fakat, manevi alanda, nakit veya mübadele aracı değişiktir. Manevi alanda, -sınırlı miktarda olan ve herhangi bir değer peşindeyken teleolojik olarak ölçülmesi gereken- nakit, zamandır, yani insanın kendi hayatıdır.
Değer, elde etmek ve/veya muhafaza etmek için uğrunda davranılan şeydir; mümkün davranışın miktarı, insan hayatının süresince sınırlanmıştır; dolayısiyle, değer verilen her şey, insan hayatının bir kısmının yatırımını gerektirir. Bir değere vakfedilecek olan yıllar, aylar, günler, saatler, o değerden elde edilecek zevke karşılık olarak ödenecek olan nakittir.
Bu prensipler açısından, "sevmek" dahi ölçülebilir. "Sevmek" kavramı, söz konusu psikolojik sürecin iki veya daha çok tezahürünü tecrit etmek ve bu sürecin ayırt edici karakteristiğini (bir mevcut-şeyi, pozitif bir değer ve bir zevk kaynağı olarak değerlendirmekten doğan bir heyecan) tutup, sürecin nesnesini ve sürecin şiddetiyle ilgili ölçümleri dışarıda bırakmak suretiyle teşkil edilir.
Sevmenin nesnesi, bir şey veya bir olay veya bir faaliyet veya bir durum veya bir kişi olabilir. Sevmenin şiddeti; kişinin, o nesneyi (dondurma, eğlence, okuma, özgürlük, sevgili, vs.) ne ölçüde değerlendirdiğine bağlı olarak değişir. "Sevmek" kavramı, geniş bir değerler yelpazesini kapsadığından, çok farklı şiddetlerde ortaya çıkar: alt düzeylerden ("hoşlanma" alt-kategorisi) üst düzeylere ("sadece kişilerle ilgili kullanılabilecek "muhabbet" veya "şefkat" alt-kategorileri) ve en üst düzeyde romantik aşka kadar uzanır.
Belirli bir sevme halinin şiddeti ölçülmek istenirse; bu iş, sevgiyi duyan insanın değerler hiyerarşisine referansla yapılır. Bir adam, bir kadını sevebilir; mamafih, başka kadınlarla yaptığı uçkuru bozukluğun verdiği nörotik tatmini, o kadının kendisine ifade ettiği değerden daha yüksek derecelendirebilir. Başka bir adam, bir kadını sevebilir; mamafih, başkalarının (ailesinin veya arkadaşlarının veya herhangi bir yabancının) bu seçimi onaylamayacağı korkusuyla, o kadını terk edebilir. Yine başka bir adam, sevdiği kadını kurtarmak için kendi hayatını tehlikeye atabilir; çünkü, o kadın olmaksızın diğer bütün değerleri anlamını kaybedecektir.
Bilinçlilik kavramlarının belirli kategorileri, özel dikkat gerektirir. Bunlar, psikolojik süreçlerin ürünleri ile ilgili ("bilgi," "bilim," "fikir," vs. gibi) kavramlardır.
Bu tür kavramlar teşkil edilirken, söz konusu psikolojik sürecin ayırt edici karakteristiği tutulur ve içerik dışarıda bırakılır. Mesela, "bilgi" kavramı teşkil edilirken; sürecin ayırt edici karakteristiği (bir realite olgusunun -ya doğrudan algısal gözlemlemeyle, ya da algısal gözlemleme üzerinde temellenmiş bir akıl yürütme süreciyle- zihnen kavranması) tutulur ve özel olgunun ne olduğu hususu dışarıda bırakılır.
Burada, bir noktanın hatırlanması önemlidir: bu tür bilinçlilik kavramları, bu kavramların mevcudiyetsel içeriğinin eşdeğeri değildir; epistemolojik kavramlar kategorisine dahil olan bu kavramların metafizik bileşenleri (realitede tekabül ettiği şeyler), bu kavramların içeriğini teşkil eder. Mesela, "fizik bilimi," bu bilimin içeriği olan fiziki fenomenlerle aynı şey değildir. Fenomenler, insan bilgisinden bağımsız olarak mevcuttur; bilim, bu fenomenler hakkında, insan bilincince elde edilmiş ve başka insan bilincine muhabere edilebilecek örgütlü bir bilgi topluluğudur. İnsan bilinci, evrendeki mevcudiyetine başlamadan önce de fenomenler mevcuttu, ama bilim mevcut değildi; insan bilinci, bir gün mevcudiyetten tamamen yok olsa dahi, fenomenler mevcut olmaya devam edecektir, ama bilim yok olacaktır.
Bilincin ürünleriyle ilgili özel bir kavramlar alt-kategorisi, yöntem kavramlarına ayrılmıştır. Yöntem kavramları, belirli amaçlara erişmek için insanlarca tasarlanan sistematik faaliyet çizgilerini belirtir. Faaliyet çizgisi, amacın ne olduğuna bağlı olarak, tamamen psikolojik olabilir (insan bilincinin belirli bir faaliyeti gibi) veya psikolojik ve fiziki faaliyetlerin bir karışımı olabilir (bir petrol arama faaliyeti gibi).
Yöntem kavramları teşkil edilirken, ayırt edici karakteristik olarak amaç ve bu amaca götüren faaliyet çizgisi tutulur ve her ikisinin özel ölçümleri dışarıda bırakılır.
Mesela, temel yöntem kavramı (yani, diğer bütün yöntem kavramlarının dayandığı kavram) mantıktır. "Mantık" kavramının teşkilinde; doğru bir teşhis (kimlikleme) yapabilmek için gerekli bilinç faaliyetlerinin tabiatı ve bu faaliyetlerin amacı (bilgi), ayırt edici karakteristiği belirler: mantık, çelişkisiz teşhis (kimlikleme) yeteneğidir. "Mantık" kavramının ve diğer bütün yöntem kavramlarının teşkilinde, mantıki çıkarsama sürecinin uzunluğu veya karmaşıklığı veya spesifik basamakları ile herhangi bir mantık kullanma durumundaki özel bilgilenme probleminin tabiatı, dışarıda bırakılır.
Yöntem kavramları, insanın kavramsal teçhizatının büyük bir kısmını temsil eder. Epistemoloji, bilgi elde etme ve doğruluğunu tahkik etme yöntemlerinin keşfine tahsis edilmiş bir bilimdir. Ahlak, bir insanın hayatını yaşaması için gerekli yöntemlerin keşfine tahsis edilmiş bir bilimdir. Tıp, hastalık önlemeye ve tedaviye yarayan yöntemlerin keşfine tahsis edilmiş bir bilimdir. Bütün uygulamalı bilimler (teknoloji), yöntemlerin keşfine tahsis edilmiş bilimlerdir.
Yöntem kavramları, mevcudiyetsel kavramlar ile bilinçlilik kavramlarının bütünleştirilmesinden oluşan muazzam ve karmaşık kavramlar kategorisine -ki bu kategori, insan faaliyetlerinin çoğunu kapsar- kurulan bir köprüdür. Bu kategorideki kavramlar, (algısal bileşenlere sahip olmakla birlikte) haberdarlığın algısal düzeyindeki hiçbir nesneye doğrudan işaret etmezler; ve, bu kavramlar, uzun bir ön kavramlar zincirine sahip olmaksızın ne teşkil edilebilirler, ne de anlaşılabilirler.
Mesela, "evlilik" kavramı, bir erkek ve bir kadın arasındaki belirli bir ahlaki-kanuni ilişkiye işaret eder ve karşılıklı anlaşmaya ve kanuni müeyyideye dayanan belirli bir davranış kalıbını söz konusu eder. "Evlilik" kavramı, sırf bir çiftin davranışları gözlemlenerek teşkil edilemez veya anlaşılamaz; "evlilik" kavramının teşkili için, çiftin fiziki faaliyetleri ile "mukaveleli anlaşma," "ahlak," "kanun" gibi belirli bilinçlilik kavramlarının bütünleştirilmesi gerekir.
"Mülkiyet" kavramı, bir insan ile bir nesne (veya mülkiyete konu olabilen bir fikir) arasındaki ilişkiye işaret eder; o insanın, o şeyi kullanma ve tasarruf etme hakkına işaret eder; ve, o nesnenin elde edildiği usul de dahil olmak üzere, çok uzun bir ahlaki-kanuni kavramlar zincirinin anlaşılmasını gerektirir. Bir insanın bir şeyi sürekli kullanıyor olmasının, onu alıyor-satıyor olmasının gözlemlenmesi, "mülkiyet" kavramının anlamını kavramaya yetmeyecektir.
Bu tür bileşik kavramlar teşkil edilirken: söz konusu mevcut-şeyler, ilişkiler ve faaliyetler tecrit edilir; onların ayırt edici karakteristikleri tutulur; sürece konu olan çeşitli kavram kategorilerine ait ölçüm tipleri dışarıda bırakılır.
4.1.5.1 Ölçümlerle İlgili Bir Başka Not
İnsan bilincinin kavramsal düzeyine (yani, akla) yapılan saldırı; epistemolojik alanda, ölçümlere yapılan saldırıyla ortaya çıkar. İnsan bilinciyle ilgili hususlarda "ölçüm" küçültücü bir terim olarak kullanılır. "Aşkı ölçebilir misin?" sorusu, bu tavrın bir semptomudur.
Sözde rakip iki irrasyonel kamp; bu konuda, aynı temel öncülden yola çıkan iki tavrı temsil eder. Eski usul mistikler; aşkın, kiloyla, metreyle, parayla ölçülemeyeceğini iddia ederler. Onlara yardımcı olmaktan başka bir işe yaramayan neo-mistikler; bir türlü hazmedemedikleri ölçüm kavramlarının karın ağrısıyla; bilimin tek aletinin, ölçüm olduğunu iddia ederler; ve, istemsiz hareketleri, istatistik anketlerini, farelerin öğrenme süresini ölçerek insan ruhuna yol bulmaya çalışırlar.
Her iki kamp da, ölçümün uygun bir standart gerektirdiğini, (mesela, mistik kampın şiddetle nefret ettiği, neo-mistik kampın ise kıskançlık duyduğu fizik bilimlerinde, uzunluğun kiloyla, ağırlığın metreyle ölçülmediğini) gözlemleyemez.
Ölçüm, bir ilişkinin sayısal terimlerle teşhisidir (kimliklendirilmesidir); ölçüm biliminin (matematiğin) karmaşıklığı, evrende mevcut olan ve insanın henüz yeni-yeni araştırmaya başladığı ilişkilerin karmaşıklığının bir göstergesidir. Maddenin algısal olarak verili olan (uzunluk, ağırlık gibi) temel hususiyetlerinin ölçülmesinde gerekli olan uygun standart ve yöntemlerin ne olacağı açıkca bellidir ve bu alandaki ölçümlerde dakik bir hassasiyet sağlanmıştır; bazı ilişkilerin ölçümünde ise, uygun standart ve yöntemlerin bulunması henüz mümkün olmamış veya bazı ölçümler, algısal olarak verili malzemede olduğu kadar büyük bir kesinlikle henüz yapılamamaktadır; fakat, her halü karda, bu ilişkiler evrende mevcuttur. Herhangi bir şey gerçekten "ölçülemez" olsaydı: bu şey ile evrenin geri kalan kısmı arasında hiçbir tür ilişki olmazdı; bu şey, hiçbir surette hiçbir şeyi etkilemeyip, hiçbir şeyden de etkilenmezdi; bu şey, hiçbir şeye sebep olmayıp, hiçbir şeyin sonucu olmazdı; kısacası, bu şey, mevcut olmazdı.
Anti-ölçüm tavrının motifi, apaçıktır; bu motif: psikolojik açıdan, irrasyonel bir davranışın sonuçlarından korunmada kullanılacak bir belirsizlik (veya şüphe) sığınağı bulundurma arzusudur; epistemolojik açıdan, bilgisel kesinlik sağlama ve geniş-ölçekli bütünleştirmeler yapma sorumluluğundan kaçma arzusudur; metafizik açıdan, mevcudiyetin, olguların, realitenin ve herşeyden önce Kimlik Kanununun mutlaklığından kaçma arzusudur.
4.1.6 Tanımlar
Bir tanım, bir kavram altındaki birimlerin tabiatını kimliklendiren bir cümledir.
Tanımların, kelimelerin anlamını ifade ettiği söylenir; bu doğrudur; fakat, tam değildir. Bir kelime, sadece bir kavramı temsil etmek için kullanılan bir görsel-işitsel semboldür; bir kelimenin, sembolize ettiği kavramın anl******* başka hiçbir anlamı yoktur; bir kavramın anlamı, bu kavram altındaki birimlerden oluşur. İşaret edilen şeylerin belirtilmesi suretiyle yapılan şey, kelimelerin değil, kavramların tanımıdır.
Bir tanımın amacı; bir kavramı, diğer bütün kavramlardan ayırt etmek; böylece, bu kavram altındaki birimleri diğer bütün mevcut-şeylerden ayırt etmektir.
Bir kavramın tanımı, diğer kavramlar vasıtasıyla formüle edildiğinden; tanım, sadece bir kavramı kimliklemek ve tutmak işine yaramakla kalmaz; aynı zamanda, bütün kavramlar arasındaki ilişkiyi, hiyerarşiyi, bütünleşmeyi tesis eder, yani bilgiyi bütünleştirir. Tanımlar; herhangi bir insanın kavramları öğrenmesindeki kronolojik sırayı değil, o kavramların karşılıklı bağlantılarının hiyerarşisindeki mantıki sırayı muhafaza eder.
Bazı önemli istisnalar dışında; her kavram, başka kavramlar vasıtasıyla tanımlanabilir ve muhabere edilebilir. İstisnalar: duyumlara işaret eden kavramlar ile metafizik aksiyomlara işaret eden kavramlardır.
Duyumlar; bilincin kullandığı birincil malzemeleridir; bu yüzden, kavramlar -yani duyumlardan türetilmiş malzemeler- vasıtasıyla muhabere edilemezler. Duyumların fiziki sebepleri, kavramsal terimlerde açıklanabilir ve tanımlanabilir (mesela, renk duyumunun sebebi, ışığın dalga boyu ve insan gözünün yapısıdır); fakat, bir insan, kör doğmuş başka bir insana rengin nasıl bir şey olduğunu anlatamaz. Mesela, "mavi" kavramının anlamını tanımlamak için, herhangi bir mavi şeye işaret edip: "Bunu demek istiyorum" denmelidir. Bir kavramın bu şekilde kimliklendirilmesine "ostensif tanım" ("bir şeyin görünüşünü göstererek yapılan tanım") denir.
Ostensif tanımlar, genellikle sadece kavramlaştırılmış duyumlara tatbik edilir. Fakat, bu tür tanımlar, aksiyomlara da tatbik edilebilir. Aksiyomatik kavramlar, indirgenemez birincillerin kimliklendirilmesi olduğundan; onları tanımlamanın tek yolu, göstererek yapılan tanımlardır. Mesela, "mevcudiyet"i tanımlamak için, kolumuzla geniş bir daire çizip bütün etrafa işaret ederek: "İşte bunu demek istiyorum" denebilir. (Aksiyomatik kavramları ileride tartışacağız.)
Doğru tanımın kuralları, kavram-teşkili işleminden türetilir. Bir kavramın birimleri, aynı ölçü birimine indirgenebilen bir karakteristiğe (yani, bir "Kavramsal Asgari Müşterek"e) sahip bir gurup mevcut-şey içinden, belirli bir ayırt edici karakteristiğe sahip olmalarıyla tefrik edilir. Bir tanım aynı prensibe uyar: tanım, kavram altındaki birimlerin ayırt edici karakteristiğini belirtir ve bu birimlerin içinden tefrik edildiği mevcut-şeyler kategorisini gösterir.
Kavramın altındaki birimlerin ayırt edici karakteristiği, kavramın tanımındaki ayırt-ögesi olur; bu birimlerin içinden tefrik edildiği, belirli bir "Kavramsal Asgari Müşterek"e sahip mevcut-şeyler, kavramın tanımındaki cins olur.
Yani; tanım, bilincin iki asli fonksiyonuna uygun bir iş görür: ayırt eder ve bütünleştirir. Tanımdaki ayırt-ögesi, bir kavramın birimlerini, diğer bütün mevcut-şeylerden tecrit eder; tanımdaki cins, bu birimler ile, bu birimleri de içinde bulunduran daha geniş bir mevcut-şeyler gurubu arasındaki bağlantıyı gösterir.
Mesela; masanın tanımında ("Daha küçük başka nesneleri üzerinde bulundurmak için kullanılan, düz, ufki bir yüzeyden ve ayak(lar)dan ibaret bir mobilya parçası") belirtilmiş olan şekil (düz, ufki bir yüzey ve ayak) ayırt-ögesidir; bu ayırt-ögesi, masayı, aynı cinse ("mobilya"ya) ait diğer varlıklardan ayırır. İnsan tanımında ("Rasyonel bir hayvan"); "rasyonel," ayırt-ögesidir; "hayvan," cinstir.
Nasıl ki, bir kavram, diğer kavramlarla birlikte, daha geniş bir kavrama bütünleştirildiğinde, bir birim haline gelirse; benzer şekilde, bir cins, başka cinslerle birlikte, daha geniş bir cinse bütünleştirildiğinde, bir tür haline gelir. Mesela; "masa," "mobilya" cinsinin bir türüdür; "mobilya," "ev eşyaları" cinsinin bir türüdür; "ev eşyaları," "insan-yapısı şeyler" cinsinin bir türüdür. "İnsan," "hayvan" cinsinin bir türüdür; "hayvan," "organizma" cinsinin bir türüdür; "organizma," "varlık" cinsinin bir türüdür.
Bir tanım, bir tasvir değildir: bir kavramın tanımı, o kavramın birimlerinin bütün karakteristiklerinden bahsetmez; fakat, bu karakteristikleri zımnen içerir. Eğer bir tanım, bütün karakteristikleri listeleseydi, amacına erişemezdi: karakteristiklerden oluşan, rasgele, gelişigüzel ve kavramsallık-öncesi bir yığın ortaya koyardı; ve, bu yığın, ne bu kavramın birimlerini diğer mevcut-şeylerden ayırt etmeye, ne de bu kavramı diğer kavramlardan ayırt etmeye yarardı. Bir tanım, birimlerin tabiatını -yani, bu birimlerin, bu tip mevcut-şeyler haline gelmelerinin "olmazsa olmaz" sebebi olan asli karakteristikleri- kimliklemelidir. Fakat, tanımla ilgili bir hususun tekrar hatırlanması önemlidir: birimlerin etraflı değil, asli karakteristiğini kimliklediğinden; mevcut-şeylerin tecrit edilmiş veçhelerini değil, mevcut-şeylerin kendisini belirttiğinden; söz konusu mevcut-şeylere ait daha geniş bilgi yerine geçebilecek bir ikame olmayıp, bu bilginin yoğunlaştırılmış hali olduğundan; bir tanım, birimlerin bütün karakteristiklerini zımnen içerir.
Bu noktada hayati bir soru karşımıza çıkar: eğer, tanımı yapılacak kavramın temsil ettiği bir gurup mevcut-şey, sayısı birden fazla olan bazı karakteristiklere sahip olmakla diğer mevcut-şeylerden ayırt ediliyorsa; bu karakteristikler arasında asli olan karakteristik (dolayısiyle, bir kavramı doğru tanımlayan karakteristik) nasıl belirlenir?
Cevap, kavram-teşkili sürecinde mevcuttur.
Kavramlar, boşlukta teşkil edilmez ve edilemez; kavramlar, bir bağlamda teşkil edilir. Kavramlaştırma süreci; bir insanın, kendi haberdarlık alanı dahilindeki mevcut-şeyleri gözlemleyerek, onlardaki farklılık ve benzerlikleri belirlemesi (ve, bu mevcut-şeyleri, yapmış olduğu gözlemlere uygun olarak, kavramlar halinde örgütlemesiyle) gerçekleştirilir. Bir çocuğun, verili bir gurup algısal somutluğu bütünleştiren en basit kavramı anlamasından; bir bilim adamının, uzun kavramsal zincirleri bütünleştiren en karmaşık soyutlamaları anlamasına kadar bütün kavramlaştırma işlemi, bağlamsal bir işlemdir; bağlam, bir zihnin, bilgisel gelişmesinin herhangi bir seviyesinde sahip olduğu haberdarlığın veya bilginin oluşturduğu bütün alandır.
Bu demek değildir ki; kavramlaştırma, sübjektif bir süreçtir veya kavramların içeriği, bir bireyin sübjektif (yani, keyfi) seçimine bağlıdır. Burada, bireyin seçimine açık olan tek husus: ne miktar bilgi elde etmeye çalışacağı ve buna bağlı olarak, ne kadarlık bir kavramsal karmaşıklıkla başedebilir duruma geleceği hususudur. Fakat; zihni, kavramlarla uğraştığı sürece ve bu uğraşın etkinliği ölçüsünde (yani, sesleri ve boşlukta gezen soyutlamaları ezberlemekten kaçındığı ölçüde); kavramlarının içeriği, zihninin bilgisel içeriğince -yani, realitedeki olguları kavrayışı tarafından- belirlenir ve yönlendirilir. Eğer kavrayışı çelişkisizse; o zaman, -bilgisinin kapsamı mütevazı ve kavramlarının içeriği ilkel olsa bile- o bireyin sahip olduğu kavramlar, en ileri bilim adamının zihnindeki aynı kavramların içeriğiyle çelişmeyecektir.
Aynı şey tanımlar için de doğrudur. Bütün tanımlar bağlamsaldır: ilkel bir tanım, daha ileri bir tanımla çelişmez; ileri bir tanım, ilkel bir tanımı genişletmekten ibaret bir iş görür.
Bir örnek olarak, "insan" kavramının gelişmesini izleyelim.
Konuşma-öncesi haberdarlık dönemindeki bir çocuk; insanları, algısal alanının geri kalan kısmından tefrik etmeyi öğrenirken, ayırt edici karakteristikleri gözlemler; bu karakteristikler kelimelerle ifade edilebilse şöyle bir tanıma denk düşerdi: "Hareket eden ve sesler çıkaran bir şey." Bu çocuğun haberdarlığı bağlamında, bu tanım geçerlidir (doğrudur): gerçekten de, insan hareket eder ve sesler çıkarır, ve bu özellikleri onu etrafındaki cansız nesnelerden ayırt eder.
Çocuk, kedi, köpek ve otomobil gibi şeylerin varlığını gözlemlediğinde; yaptığı bu tanım, geçerliğini kaybeder: insanın hareket ettiği ve sesler çıkardığı hala doğrudur; ama, bu karakteristikler, insanı, çocuğun haberdarlık alanındaki diğer varlıklardan ayırt etmez. Bu çocuğun (kelimesiz) tanımı, o zaman şöyle bir şey olur: "İki ayak üstünde yürüyen ve postu olmayan canlı bir şey."; "hareket eden ve sesler çıkaran" karakteristiği zımnen kalır, ama artık tanımlayıcı değildir. Yine; bu tanım, çocuğun haberdarlığı bağlamında geçerlidir (doğrudur).
Çocuk konuşmayı öğrendiğinde ve haberdarlığının alanı daha genişlediğinde; yaptığı insan tanımı da, buna uygun olarak genişler. Şuna benzer bir hale gelir: "Konuşan ve başka hiçbir canlının yapamadığı şeyleri yapan bir canlı."
Bu tip bir tanım, uzun süre çocuğa yetecektir (aralarında bazı modern bilim adamlarının da bulunduğu birçok insan, bu tanımın çeşitlemelerinden birinin ötesine geçmeyi bir türlü başaramaz). Fakat; bu tanım, çocuğun gençlik dönemine varması ve (eğer kavramsal gelişmesi devam ediyorsa) belirli gözlemleri yapmasıyla geçerliğini yitirir: "başka hiçbir canlının yapamadığı şeyler"le ilgili bilgisi o kadar büyümüştür ki; bu bilgi, muazzam, gelişigüzel, anlaşılmaz bir yığın haline gelmiştir; bu yığın içinde, öyle aktiviteler görecektir ki; bazılarını, bütün insanlar yapabilecek, bazılarını sadece bazı insanlar, bazılarını ise (barınak yapmak gibi) hayvanlar bile çok farklı bir tarzda da olsa yapabilecektir, vs. Anlayacaktır ki; tanımı, ne bütün insanlara eşit olarak uygulanabilmektedir, ne de insanları diğer canlılardan ayırt etmeye yaramaktadır.
İşte bu aşamada kendine sorar: İnsanın değişik aktivitelerinin ortak karakteristiği nedir? Onların kökü nedir? Hangi kapasite insanı bunları yapmaya muktedir kılmakta ve böylece onu diğer bütün hayvanlardan ayırt etmektedir? İnsanın ayırt edici karakteristiğinin, onun bilincinin tipi
-soyutlayabilen, kavram teşkil edebilen, realiteyi akıl süreciyle kavrayabilen bir bilinç- olduğunu anladığında; kendi bilgisinin ve insanlığın bugüne kadarki bütün bilgisinin bağlamı dahilindeki tek doğru tanıma ulaşır: "Rasyonel bir hayvan."
("Rasyonel," bu bağlamda, "her zaman akla uygun davranan" anl..... gelmez; "akıl yeteneğine sahip olan" anl..... gelir. İnsanın tam bir biyolojik tanımı, "hayvan" kavramının bir çok alt-kategorisini de içerir; fakat, genel kategori ve nihai tanım aynı kalır.)
İnsanın tanımlarının yukarıda verilen bütün türlerinin doğru olduğuna (yani, realitedeki olguların doğru bir teşhisiyle yapıldığına) dikkat ediniz; bunların hepsi, tanımlar olarak geçerliydi (yani, verili bir bilgi bağlamındaki ayırt edici karakteristikler doğru şeçilmişti). Bu tanımlardan hiçbiri, daha sonra elde edilen bilgiyle çelişmemekteydi: önceki tanımlardaki ayırt edici karakteristikler, insanın daha kesin olan tanımında, tanımlayıcı-olmayan karakteristikler olarak zımnen içerilmiştir. Hala doğrudur ki: insan, konuşan, başka hiçbir canlının yapamadığı şeyleri yapan, iki ayak üzerinde yürüyen, postu olmayan bir rasyonel hayvandır.
Bu örnekteki basamaklar, her insanın "insan" kavramını geliştirirken geçtiği basamakların aynısı olmayabilir; ama, süreç, esasta burada tasvir edildiği gibidir.
Bir kavramın asli karakteristiğini belirleme işlemi üzerinde biraz yoğunlaşalım... Eğer, verili bir gurup mevcut-şey, onu başka mevcut-şeylerden ayırt eden birden fazla karakteristiğe sahipse; o zaman, bu ayırt edici karakteristikler arasındaki ilişki gözlemlenmeli ve bunlardan hangisine diğer bütün karakteristiklerin (veya en fazla sayıda karakteristiğin) bağlı olduğu keşfedilmelidir; başka bir deyişle, diğer ayırt edici karakteristiklerin hepsini veya çoğunu mümkün kılan temel karakteristik bulunmalıdır. Bu temel karakteristik, söz konusu mevcut-şeylerin asli ayırt edici karakteristiği, onları bütünleştiren kavramın tanımlayıcı karakteristiğidir.
Temel bir karakteristik: metafizik açıdan, diğer karakteristiklerden en çoğunun -realitede- mevcut olmasını mümkün kılan karakteristiktir; epistemolojik açıdan, diğer karakteristiklerden en çoğunu -zihinde- açıklayan karakteristiktir.
Mesela, gözlemleyebiliriz ki, insan: Türkçe konuşan, kol saati takan, uçakta uçan, ruj imal eden, geometri çalışan, gazete okuyan, şiir yazan tek hayvandır. Bunlardan hiçbiri asli bir karakteristik değildir; hiçbiri, bütün insanlara özgü değildir; hepsini hariç tutun, yani bir insanın bunlardan hiçbirini yapmadığını varsayın, o yine de bir insandır. Fakat, gözlemleyiniz ki, bütün bu aktiviteler (ve sayısız başka aktiviteler) realitenin kavramsal olarak anlaşılmasını gerektirir; bir hayvan, bu aktiviteleri anlayamaz; bu aktiviteler, insanın rasyonel (akli) yeteneğinin ifadeleri ve sonuçlarıdır; bu yeteneğe sahip olmayan bir organizma, bir insan olamaz; insanın akli yeteneğinin neden onun asli ayırt edici ve tanımlayıcı karakteristiği olduğunu böyle öğreniriz.
Tanımlar bağlamsal olduğuna göre, bütün insanlar açısından geçerli objektif bir tanım nasıl belirlenir? Bu, tanımı yapılacak verili bir kavram altındaki birimlere ilişkin konularda varolan bilginin en geniş bağlamı tarafından belirlenir.
Objektif geçerlilik, realitenin olgularına referansla belirlenir. Fakat, olguları teşhis edecek olan insandır; yani, objektiflik, insan tarafından yapılmış keşifler gerektirir; dolayısiyle, objektiflik, insan bilgisinden önce gelemez; başka bir deyişle, objektiflik, Alim-i Mutlak olmayı gerektirmez. İnsan, kavramlarının ve tanımlarının objektif olarak geçerli olmasını istiyorsa: hem, keşfettiklerinden daha fazlasını bilemeyeceğini bilmeli, hem de olgularla ilgili delillerin gösterdiğinden sanki daha azını biliyormuş gibi davranmamalıdır.
Bu konuda; cahil bir yetişkin, bir çocukla veya bir gençle aynı durumdadır. Cahil bir yetişkin, sahip olduğu dar bilginin ve bu bilgiye karşılık düşen ilkel kavramsal tanımların belirlediği bir kapsamda davranmak zorundadır. Daha geniş bir düşünce ve eylem alanına girdiğinde, yeni delillerle karşılaştığında; tanımlarının objektif olması için, onları yeni delillere göre genişletmelidir.
Bütün insanlar açısından geçerli objektif bir tanım, bir kavram altındaki mevcut-şeylerin cinsini ve asli ayırt edici karakteristiğini,
-insanlığın gelişiminin o aşamasına kadar elde edilmiş olan bütün alakalı bilginin gösterdiğine uygun olarak- belirten bir tanımdır.
(Bu konudaki anlaşmazlıklarda kim karar verir? Objektiflikle ilgili bütün konularda olduğu gibi, bu konuda da; iki veçheden oluşan bir tek nihai otorite vardır: 1. realite; 2. delilleri, objektif yargılama yöntemiyle (yani, mantıkla) yargılayarak sonuca varan her bireyin kendi zihni.)
Fakat, objektif tanımların tabiatının böyle olduğunu belirlemek; ne, her insanın evrensel bir skolar olmasını gerektirir; ne de, bilimin her keşfinin, kavramların tanımını etkileyeceği sonucunu doğurur. Bilim, realitenin daha önceden bilinmeyen bazı veçhelerini keşfettiğinde, onları kimliklemek için yeni kavramlar teşkil eder ("elektron" gibi); fakat, daha önceden bilinen ve kavramlaştırılmış mevcut-şeyler üzerinde derinlemesine yapılan araştırmalarla ortaya çıkan keşifler, kavramsal alt-kategorilerle kimliklendirilir. Mesela, insan biyolojik olarak "hayvan"ın çeşitli alt-kategorilerinde ("memeliler" gibi) sınıflandırılır. Fakat, bu sınıflamalar, bir olguyu değiştiremez: rasyonellik, insanın asli ayırt edici ve tanımlayıcı karakteristiğidir; ve, insan, "hayvan" geniş cinsine dahildir. (İster bir bilim adamı, isterse cahil bir çocuk "insan" kavramını kullansın; bu sınıflamalar, işaret edilen varlığın aynı tür bir varlık olduğu gerçeğini de değiştiremez.)
Eğer "rasyonel hayvan" tanımının yetersiz olduğu doğrultusunda bir keşif yapılırsa (yani, rasyonellik, insanı diğer mevcut-şeylerden ayırt etmeye artık yaramaz olursa); ancak o zaman, tanımın geliştirilmesi meselesi ortaya çıkar. "Geliştirme," eski tanımı inkar etme, fesh etme veya onunla çelişme demek değildir; "geliştirme," insanın rasyonel ve hayvan oluşundan daha ayırt edici başka bazı karakteristikler olduğunu isbatlamak demektir; ki, bu gayrı-muhtemel durumda, rasyonellik ve hayvanlık tanımlayıcı olmayan karakteristikler olarak görülmeye başlanacak, fakat her iki karakteristik hala doğru kalacaktır.
Kavram-teşkilinin bir bilgilenme yöntemi olduğunu, insana ait bilgilenme yöntemi olduğunu ve kavramların, gözlemlenmiş mevcut-şeylerin, gözlemlenmiş diğer mevcut-şeylerle ilişkisine göre yapılmış sınıflamaları temsil ettiğini, hatırlayalım. İnsan Alim-i Mutlak olmadığından; bir tanım, değişmez bir mutlak değildir; çünkü, bir tanım, belirli bir gurup mevcut-şeyi, evrendeki başka herşeye, henüz keşfedilmemiş veya bilinmeyen şeylere ilişkilendiremez. Yine aynı sebepten; bir tanım, bağlamsal olarak mutlak değilse, yani mevcut-şeyler arasında bilinen ilişkileri (bilinen asli karakteristikler halinde) belirtmiyorsa, veya bilinenlerle mutabakat halinde değilse, yani bilinen asli karakteristikleri görmezden geliyor veya onlarla çelişiyorsa, yanlış ve değersizdir.
Modern felsefe içindeki nominalistlerin, özellikle mantık pozitivistlerinin ve linguistik analistlerin iddiasına göre: doğru-yanlıs alternatifi, tanımlara değil, sadece "olgusal" önermelere uygulanabilir. İddialarına göre: kelimeler, keyfi, insani (sosyal) konvansiyonları temsil ettiğinden; ve, kavramlar, objektif realitedeki hiçbir şeye işaret etmediğinden; bir tanım, doğru veya yanlış olamaz. Bu iddia, akla yapılan saldırıların en şiddetli ve sinsi olanıdır.
Önermeler, kelimelerle yapılır; realitenin olgularıyla bağlantısız bir dizi sesin, nasıl olup da "olgusal" önerme ürettiği veya nasıl olup da doğruluk veya yanlışlık arasında bir ayrım yapabildiği sorusu tartışmaya dahi değmez. Zaten, böyle bir soru üzerindeki tartışma; onların anladığı anlamda kelimelerle de yapılamaz: her konuşanın kaprisine uygun olarak, o anın gerektirdiği elverişliliğe, ruh haline, yayvanlığa göre anlam değiştiren bütünleşmemiş sesler vasıtasıyla, insani hiçbir şey yapılamaz. (Fakat, böyle bir nosyonun sonuçları, "sosyal bilim" öğretilen dershanelerde, "politik" tartışmalarda, psikiyatrist muayenehanelerinde gözlemlenebilir.)
Hakikat (doğruluk, gerçeklik), realitedeki olguların tanınmasından (kimliklendirilmesinden) doğan üründür. İnsan, realitenin olgularını, kavramlar yoluyla tanır (kimlikler) ve bütünleştirir. Kavramları, zihninde tanımlar yoluyla muhafaza eder. Kavramları, önermeler halinde organize eder; ve, önermelerinin doğruluğu veya yanlışlığı, sadece bu önermelerinin olgularla ilişkisine bağlı olmayıp, aynı zamanda bu önermeleri yaparken kullandığı kavramların tanımlarının doğruluğuna veya yanlışlığına (yani, bu tanımların belirttiği asli karakteristiklerin doğruluğuna veya yanlışlığına) bağlıdır. Her kavram, bir gurup önerme yerini tutar. Algısal somutlukları kimlikleyen bir kavram, bazı zımni önermelerin yerini tutar; fakat, soyutlamanın daha üst düzeylerindeki bir kavram, karmaşık olgusal veriler hakkında zincirler dolusu, paragraflar dolusu, sayfalar dolusu açık önermelerin yerini tutar. Bir tanım, muazzam bir gözlemler bütününün yoğunlaştırılmış halidir; ve, bu gözlemlerin doğruluğuyla ayakta durur veya yanlışlığıyla devrilir. Tekrar edelim: bir tanım, bir yoğunlaştırmadır. Epistemoloji kanunlarının anayasasında yazılmışcasına; her tanım, şu zımni önermeyle başlar: "Bu gurup mevcut-şeyle ilgili bilinen her olguyu tam olarak nazar-ı dikkate aldıktan sonra, isbat edilmiştir ki; aşağıdaki karakteristik, bu gurup mevcut-şeyin, asli, dolayısiyle tanımlayıcı karakteristiğidir..."
Tanımlar konusundaki bu bilgilerden sonra, insan bilgisiyle ilgili en önemli kanunlardan birini ifade edebiliriz: İnsanın çıkarsamalarının, akıl yürütmelerinin, düşüncelerinin ve bilgisinin doğruluk veya yanlışlığı, tanımlarının doğruluk veya yanlışlığına bağlıdır.
(Yukarıdaki kanun, sadece geçerli-kavramlar için uygulanabilir. Geçersiz-kavramlar: realitede bir şeye tekabül etmeyen kelimelerdir. Geçersiz-kavramların bazıları mistisizmden kaynaklanır (mesela, cin, peri, vs.); başka bazıları, -başta demagoji maksadı olmak üzere- irrasyonel bir amaca hizmet etmek için türetilmiş, spesifik tanımlara sahip olmayan kelimelerdir (mesela, modern "anti-kavramlar"). Geçersiz-kavramlar, bütün lisanlarda zaman zaman ortaya çıkar; fakat, her zaman olmasa da genellikle, kısa ömürlüdürler; çünkü, zihni, bilgisel çıkmaz sokaklara götürmekten başka bir işe yaramazlar. Bir geçersiz-kavramı, bilgisel bir kaynak olarak kullanan her önerme veya her düşünce süreci, geçersizdir. Geçersiz-kavramların bir türü olan bir anti-kavram: meşru bir kavramın yerine geçmek veya onu iptal etmek için ortaya atılmış, yapay, gereksiz ve rasyonel kullanımı olmayan bir terimdir (mesela, "(politik) kutuplaşma," "vazife," "aşırılık," "pasifizm," "oportünizm," "(epistemolojik) indirgemecilik," "kültür emperyalizmi," vs.). Anti-kavramların kullanımı, dinleyicide yaklaşık bir anlam iletiliyor duygusu bırakabilir; fakat, bilgilenme alanında, yaklaşıklıktan daha kötü bir yöntem yoktur. Bir anti-kavram, bir kavram gibi görünürse de; hiçbir kavram-teşkili sürecinden geçerek türetilmez; genellikle, aralarında sadece yüzeysel bağlantılar olan bir gurup ögeye, bir kavramın altındaki birimlermişcesine, "paket-muamele" yapmakla türetilir.)
Kavramlaştırılmış duyumlar ve metafizik aksiyomlar düzeyi üstündeki her kavram, sözlü bir tanım gerektirir. Oldukça paradoksal olarak; insanların tanımlamakta en güçlük çektikleri kavramlar, en basit kavramlardır: "masa," "ev," "insan," "yürümek," "uzun," "sayı" gibi günlük olarak kullanılan ve algısal somutlukları temsil eden kavramlar. Fakat, bu olgunun geçerli bir sebebi vardır: bu kavramlar, kronolojik olarak insanların teşkil ettikleri veya anladıkları ilk kavramlardır ve bunların sözlü tanımları, ancak daha sonra öğrenilen kavramlar vasıtasıyla yapılabilir; mesela, "masa" kavramı, "düz," "ufki," "yüzey" gibi kavramları öğrenmeden çok daha önce kavranabilir. Bu yüzden; birçok insan, formel tanımları gereksiz bulur; basit kavramlara, sanki onlar pür duyum verileriymiş gibi muamele ederek, ostensif tanımlar yoluyla, onları kimliklendirir: "İşte bunu kastediyorum!"
Bu davranışta, bir miktar psikolojik haklılık vardır. İnsanın ayırt edici haberdarlığı, algılarla başlar; günlük olarak gözlemlenen nesnelere dair olan algıların kavramsal kimliklendirilmesi, insanların zihninde öylesine tam bir şekilde otomatikleşmiştir ki; bunlar, hiçbir tanıma ihtiyaç duymaz görünür; ve, bunların realitedeki karşılıklarının ostensif olarak teşhis edilmesinde hiçbir güçlük yoktur.
Gerçekten de; basit kavramların temsil ettiği algısal şeyler, tam bir katiyetle teşhis edilebildiği süre; bu kavramların sözlü tanımlarının formüle edilmesine veya ezberlenmesine gerek yoktur. Gerekli olan şey, tanımların formüle edilebilmesinin kuralları hakkındaki bilgidir; acilen gerekli olan şey ise, ostensif tanımların artık yeterli olmadığı sınır çizgisinin sarahatle anlaşılmasıdır. (Bu sınır; bir insanın, "Ne demek istediğimi biliyor gibiyim galiba" duygusuyla kelime sarfetmeğe başladığı yerdir.) Bir çok insan, bu sınırın nerede olduğunu hiç bilmez veya onu bilmenin gerekliliğini hiç farketmez; bu cehaletin, felç edici, aptallaştırıcı sonuçları, insanlığın entellektüel sefaletinin en büyük sebebidir.
Bir kavramın tam anlamını bilmek, onun doğru tanımını bilmek ve bu kavramın teşkil edildiği sürecin (kronolojik değil, mantıki) aşamalarını geriye doğru takip edebilmek, yani bu kavramın algısal realitedeki temellerine olan bağlantıyı gösterebilmek demektir.
Bir kavramın anlamı veya tanımı üzerinde şüpheye düşüldüğünde, en iyi feraha çıkma yöntemi, bu kavramın temsil ettiği şeyleri aramaktır; kendi kendine şu soruları sormaktır: Realitedeki hangi olgu veya olgular, bu kavramı doğurmuştur? Bu kavramı, diğer bütün kavramlardan ayırt eden nedir? Mesela, soru: realitenin hangi olgusu "adalet" kavramını doğurmuştur? Cevap: her insanın, etraftaki şeyler hakkında, insanlar hakkında ve olaylar hakkında sonuçlara varmak zorunda olması (yani, onları yargılamak ve değerlendirmek zorunda olması) olgusu. Yargısı otomatik olarak doğru mudur? Hayır. Yargısının yanlış olmasına, ne sebep olur? Delillerin yetersiz olması veya kendisinin delilleri görmezden gelmesi veya meseledeki olgular dışındaki mülahazaları yargısına dahil etmesi. O halde, doğru yargıya nasıl varacaktır? Yargısını, sadece olgusal deliller üzerine bina ederek ve elde mevcut ilgili her delili nazar-ı dikkate alarak. Fakat, bu "objektifliğin" bir tanımı değil midir? Evet, "objektif yargılama," "adalet" kavramının dahil olduğu daha geniş kategorilerden biridir. "Adalet"i diğer objektif yargılama hallerinden ayırt eden nedir? Cansız nesnelerin veya insan-dışı canlıların tabiat ve eylemleri incelenirken; yargılama kriteri, onların incelenmesindeki özel maksat tarafından belirlenir. Fakat, insanların karakter ve eylemlerini, onların irade denen yeteneğe sahip olduğu olgusunu göz önünde tutarak değerlendirecek bir kriter nasıl belirlenir? İradeyle ilgili meselelerde, bir objektif değerlendirme kriterini hangi bilim sağlayabilir? Ahlak. Şimdi; bir insanın karakter ve/veya eylemlerini, sadece elde mevcut olgusal delillerin tamamını temel alarak yargılama ve objektif bir ahlak kriterine göre değerlendirme işini belirtecek bir kavrama ihtiyacım var mıdır? Evet. Bu kavram, "adalet"tir.
Bir tek kavramda, ne kadar uzun bir mülahazalar ve gözlemler zincirinin yoğunlaşmış olduğu görülüyor. Ve, zincir, buradaki kısaltılmış halinden çok daha uzundur; çünkü, örnekteki her kavram, benzer zincirlerin yerini tutmuştur.
Bu örneği, kavramların bilgilenmedeki rolü bahsinde daha da irdeleyeceğiz.
Bu noktada, Aristo'nun kavramlarla ilgili görüşü ile bu kitapta savunulan Objektivist görüş arasında varolan, özellikle asli karakteristik konusundaki radikal farka işaret edin.
Doğru tanımın prensiplerini ilk formüle eden Aristo'dur. Sadece somutlukların mevcut olduğunu teşhis eden Aristo'dur. Fakat, Aristo; tanımların, somutluklar içinde özel bir öge olarak veya formatif (biçimleyici) bir güç olarak mevcut olan metafizik özlere (öz = asıl, esas) işaret ettiğini; buna uygun olarak, kavram-teşkili işleminin, insan zihninin bu özleri ve formları (biçimleri) kavramasını sağlayan bir tür doğrudan sezgiye dayandığını ileri sürdü.
Yani; Aristo, "özleri" metafizik olarak sunar; gerçekte, "özler" epistemolojiktir.
Özlerin, yani asli karakteristiklerin epistemolojik oluşunun anlamını özetlersek: Bir kavramın aslı (özü), bu kavram altındaki birimlerin hepsinin sahip olduğu karakteristiklerden öyle bir (veya birden fazla) karakteristiktir ki, bu asıl karakteristik(ler), hem en fazla sayıda diğer karakteristiklerin varoluş sebebini açıklar, hem de bu birimleri, insan bilgisinin o anki alanı dahilindeki diğer bütün mevcut-şeylerden ayırt eder. Görülüyor ki, kavramın aslı (özü), bağlamsal olarak belirlenir; dolayısiyle, insan bilgisinin genişlemesiyle birlikte değişebilir. İnsanların kullandığı herhangi bir kavramın metafizik karşılığı (realite tekabül ettiği şey), özel, ayrı metafizik özler olmayıp, insanların o ana kadar gözlemledikleri realite olgularının bütünüdür; işte bu bütün, verili bir gurup mevcut-şeyin hangi karakteristik(ler)inin, asli olarak belirtileceğini tayin eder. Asli bir karakteristik olgusaldır; şu anlamda: asli karakteristik, mevcuttur; diğer karakteristikleri belirler; bir gurup mevcut-şeyi diğer bütün mevcut-şeylerden ayırt eder. Asli bir karakteristik epistemolojiktir; şu anlamda: "asli karakteristik" bazında sınıflama işi, insana özgü bilgilenme yöntemi içinde bir alettir; sürekli büyüyen bir bilgi yığınını, sınıflama, yoğunlaştırma ve bütünleştirme aracıdır.
Kavramlar konusunda, bu bölümün girişinde listelediğim dört irrasyonel düşünce ekollerine tekrar dönelim...
Hem aşırı realist ekol (Plato'nun izindekiler), hem de ılımlı realist ekol (Aristo'nun izindekiler), kavramların realitedeki karşılıklarının bizatihi şeyler olduğunu kabul ederler; yani, bu ekollere göre, kavramların karşılıkları, insan bilinciyle ilişkisiz olarak, şeyler içinde bir tür özel varlıklar olarak bizzat varolan "evrenseller"dir. Plato'ya göre arktipler olarak, Aristo'ya göre metafizik özler halinde bulunan bu evrenseller; insan tarafından herhangi bir somutluk gibi doğrudan algılanacaktır; fakat, bu algılama, duyumsal olmayan veya ekstra-duyumsal bir araçla -normal duyum kanalları dışındaki (?) bazı duyum kanallarıyla- yapılacaktır.
Hem nominalist ekol, hem de kavramsalcı ekol, kavramların sübjektif olduğunu kabul eder; yani, bu ekollere göre, kavramlar; insan bilincinin, realitenin olgularıyla ilişkisiz ürünleridir; başka bir deyişle, kavramlar; müphem, izahı gayri-mümkün benzerlikler yoluyla keyfi olarak birarada düşünülmüş somutluk guruplarına, keyfi olarak verilmiş "isimler" veya nosyonlardan başka birşey değildir.
"Bizatihi"-"sübjektif" zıtlığı; bilincin, mevcudiyetle ilişkisi etrafındaki her konuyu olduğu gibi, kavramlar konusunu da anlaşılmaz hale sokmuştur.
Gerçekte, aşırı realist ekolün yaptığı teşebbüs: mevcudiyetin (realitenin) önceliğini kabul ederken, bilinçten sarf-ı nazar etmektir; yani, kavramları, somut mevcut-şeyler halinde düşünerek, bilincin bütün fonksiyonunu bir tür algısal düzeyden ibaret saymaktır; üstelik, algıların otomatikman kavranmasını ifade eden bu düzeyin, -kavramlara doğrudan karşılık düşen hiçbir somut nesne olmadığından (mesela, hiçbir "insanlık" maddesi mevcut olmadığından), gerçek anlamında bir algı da mevcut olamayacağından- tabiat-üstü bazı araçlar kullandığı zannedilir.
Aşırı nominalist (çağdaş) ekolün yaptığı teşebbüs: mevcudiyetten (realiteden) sarf-ı nazar ederek, bilincin önceliğini tesis etmeğe çalışmaktır; yani, somut şeylere bile mevcut-şey statüsü vermeyi reddetmek ve kavramları, realitedeki hiçbir şeye karşılık düşmeyen kelimelerinin veya ses dizilerinin oluşturduğu küçük fantezi enkazları üzerine bina edilmiş fantezi yığınları halinde görmektir.
Platonist ekol, bilincin önceliği nosyonunu kabul ederek işe başlar; bilincin mevcudiyetle olan ilşkisini ters çevirir: realitenin, bilincin içeriğine uymak zorunda olduğunu varsayar; çünkü, Platonistlerin öncülü şudur: herhangi bir nosyonun insan zihninde bulunması, realitede buna tekabül eden bir şeyin mevcudiyetini isbat eder. Fakat yine de, Platonist ekol, realiteye duyulan -Plato'dan sonra gittikçe azalmış- bir tür saygıyla işe başlamıştır denebilir: Platonistler'in, realiteyi, mistik bir yapı halinde tahrif etmelerindeki amaç; sübjektivizmlerini geçerli kılmak için, realitenin zoraki de olsa tasdikine ihtiyaç duyduklarını hissetmeleridir. Nominalist ekol ise; bilincin, mevcudiyet hakkında geçerli genellemeler yapma gücünü inkar biçiminde ortaya çıkan ampiristik aşağılık duygusuyla işe başlar; yani, realitenin her şey, bilincin hiçbir şey olduğu nosyonuyla işe başlar; ama, realitenin (mevcudiyetin) hiçbir tasdikine ihtiyaç duymayan bir sübjektivizme, realitenin "tiranlığından" özgürleşmiş bir bilince varır.
Bu irrasyonel ekollerden hiçbirinin anlayamadığı husus şudur: kavramlar, objektiftir: kavramlar, ne vahyedilmiş, ne de icat edilmiştir; kavramlar, realitedeki olgulara uygun olarak, insan bilinci tarafından üretilmiştir.
4.1.7 Aksiyomatik Kavramlar
Aksiyomlar: temel, aşikar bir gerçeği kimliklendiren önermelerdir. Fakat; önermeler, birincil değildir; yani, önermeler, kavramlar kullanarak yapılır. İnsan bilgisinin -her kavramın, her aksiyomun, her önermenin, her düşüncenin- temeli, aksiyomatik kavramlardan oluşur.
Bir aksiyomatik kavram:
a) Tahlil edilmesi mümkün olmayan -başka olgulara indirgenmesi veya bileşen parçalar halinde bölünmesi mümkün olmayan- birincil bir realite olgusunun kimliklendirilmesidir.
b) Bütün olgularda ve bütün bilgilerde, zımnen mevcuttur.
c) Bilgimizdeki temel veridir: doğrudan doğruya algılanır veya yaşanır; hiçbir isbat veya izah gerektirmez; ama, bütün isbat ve izahlar onun üzerine bina olur.
İlk ve birincil aksiyomatik kavramlar: "mevcudiyet," "kimlik" ("kimlik," "mevcudiyet"in sonucu ve parelelidir) ve "bilinç"tir. İnsan, neyin mevcut olduğunu ve bilincin nasıl işlediğini inceleyebilir; fakat, mevcudiyeti -mevcudiyet olarak- veya bilinci -bilinç olarak- tahlil edemez (veya "ispatlayamaz"). Bunlar, indirgenmez birincillerdir. (Bunları "isbatlamak" çabası, kendisiyle çelişkilidir: bu çaba, mevcudiyeti, mevcut olmayan vasıtasıyla; bilinci, bilinçsizlik vasıtasıyla "isbatlamak" yoluna gitmektir.)
Mevcudiyet, kimlik ve bilinç, birer kavramdır; şu anlamda ki: kavramsal bir biçimde kimliklendirilmeleri gerekir. Ancak, özellikleri şu olgudan doğar: aksiyomatik kavramlar, doğrudan doğruya algılanır veya yaşanırlar, ama kavramsal olarak anlaşılırlar. Aksiyomatik kavramlar, ilk duyumda, ilk algıda, ilk kavramda, her kavramda, yani her haberdarlık durumunda zımnen mevcuttur. İlk ayırt edilmiş duyumdan (veya algıdan) sonra, insanın elde edeceği bilgi; "mevcudiyet," "kimlik," "bilinç" terimleriyle adlandırılan temel olgulara hiçbir şey ilave etmez; yani, bu olgular, ilki de dahil herhangi bir haberdarlık durumunun hep içindedirler; daha sonraki bilginin ilave ettiği şey, bu olguların bilinçli olarak kimliklendirilmesi için duyulan epistemolojik ihtiyaçtır. Bu ihtiyaçtan haberdar olmak, ancak kavramsal gelişmenin ileri bir aşamasında, yeterli miktar bilgi elde edildikten sonra mümkündür; kimliklendirme, yani tam bilinçli kavrayış ise, ancak bir soyutlama işlemiyle mümkündür.
Bu konudaki soyutlama; bir hususiyeti, bir gurup mevcut-şeyden soyutlamak anlamında olmayıp; temel bir olguyu, diğer bütün olgulardan soyutlamak anlamındadır. Mevcudiyet ve kimlik, mevcut-şeylerin hususiyetleri değildir; bunlar, mevcut-şeylerin ta kendisidir. Bilinç yeteneği, belirli canlıların bir hususiyetidir; ama, bilinç, verili bir haberdarlık durumunun bir hususiyeti değildir; bilinç, o haberdarlık durumunun ta kendisidir. Epistemolojik olarak, aksiyomatik kavramların teşkili, bir soyutlama eylemidir: metafizik temeller üzerinde seçici olarak odaklanmak ve onları zihnen tecrit etmektir. Fakat, metafizik olarak (realitede), aksiyomatik kavramların teşkili, bir bütünleştirme eylemidir; insanın yapabileceği en geniş bütünleştirmedir: aksiyomatik kavramlar, insanın yaşadıklarının tümünü kapsar ve birleştirir.
"Mevcudiyet" ve "kimlik" kavramlarının birimleri: mevcut olan, mevcut olmuş, mevcut olacak her varlık, her hususiyet, her eylem, her olay veya (bilinç de dahil) her fenomendir. "Bilinç" kavramının birimleri: yaşanan, yaşanmış olan, yaşanacak olan her haberdarlık durumu veya sürecidir. Aksiyomatik kavramların teşkilinde dışarıda bırakılan ölçümler, bu kavramlar altındaki bütün birimlere ait bütün ölçümlerdir; muhafaza edilen şey: metafizik olarak, sadece temel bir olgudur; epistemolojik olarak, özel halleri dışarıda bırakılan bir ölçüm kategorisidir: zaman. Yani, aksiyomatik kavramların teşkilinde, herhangi bir haberdarlık anından bağımsız olarak ele alınan temel bir olgu söz konusudur.
Aksiyomatik kavramlar, insan bilincinin sabiteleridir; insan bilincinin sürekliliğini kimliklendiren ve böylece bu sürekliliği koruyan bilgisel bütünleştiricilerdir. Aksiyomatik kavramlar, diğer bütün kavramlarda zımnen varolan psikolojik zaman ölçümlerinin dışarıda bırakılmış olduğunu, açık olarak ifade ederler.
Hatırlanmalıdır ki; kavramsal haberdarlık, geçmişi, şimdiyi ve geleceği bütünleştirmeğe muktedir tek haberdarlık tipidir. Duyumlar, sadece şimdiki zamandan haber verir ve yaşanan anın ötesinde muhafaza edilemez; algılar, muhafaza edilir ve otomatik hafıza vasıtasıyla geçmişle gevşek bir bağlantı sağlayabilir, ama geleceği öngöremez. Sadece kavramsal haberdarlık, geçmiş, şimdiki ve gelecek bütün yaşantıyı (dışabakışsal olarak, mevcudiyetin sürekliliğini; içebakışsal olarak, bilincin sürekliliğini) kavramaya ve göz önünde tutmaya, böylece sahibine geleceği uzun-vadeli olarak öngörme yeteneği vermeye muktedirdir. Bu sürekliliğin kavranması ve göz önüne getirilmesi, aksiyomatik kavramlar vasıtasıyla olur; böylece, mevcudiyet ve bilinç olgularının tamamı, bilinçli haberdarlık alanına sokulur ve bilgi haline getirilir. Aksiyomatik kavramlar, bilginin ön-şartını belirler; bilginin ön-şartı: mevcudiyet ile bilinç arasındaki ayrımın farkında olmaktır; realite ile realiteden haberdarlık arasındaki ayrımın, bilgilenmenin nesnesi ile öznesi arasındaki ayrımın farkında olmaktır. Aksiyomatik kavramlar, objektifliğin temelidir.
Aksiyomatik kavramlar, bir çocuğun veya bir hayvanın bilincinde sadece zımnen bulunan bir şeyi açık olarak kimliklendirir. (Zımni bilgi, pasif olarak zihinde tutulan ve kavranması için bilincin özel bir odaklanmışlığını ve işlem yapmasını gerektiren, malzemedir. Zımni bilgiyi açık bilgi haline getiren bilinç işlemini, bir çocuk ergeç öğrenir; ama, bir hayvan hiç öğrenemez.)
Bir hayvanın algısal haberdarlık durumu, kelimelerle anlatılabilseydi; bu durum, rasgele anların, bağlantısı olmayan bir dizisinden ibaret olurdu: Mesela, "İşte şimdi masa; işte şimdi ağaç; işte şimdi adam; işte şimdi görüyorum; işte şimdi duyuyorum; vs." Ertesi gün veya saat, bu dizi, sil baştan tekrar başlar ve sadece basit bazı hafıza bağları eklenebilir: Mesela, "bu şimdi yem; bu şimdi sahip; vs." Aynı malzeme üzerinde, bir insan bilincinin aksiyomatik kavramlar vasıtasıyla yaptığını kelimelerle ifade edersek: "Masa mevcuttur; ağaç mevcuttur; insan mevcuttur; ben bilinçliyim."
Aksiyomatik kavramlar, bir gurup mevcut-şeyin diğerlerinden ayırt edilmesiyle teşkil edilmeyip, bütün mevcut-şeylerin bütünleştirilmesini temsil ettiklerinden; başka hiçbir şey ile Kavramsal Asgari Müştereğe sahip değildirler. Aksiyomatik kavramların hiçbir zıddı ve hiçbir alternatifi yoktur. "Masa" kavramının zıddı vardır: "gayrı-masa"; bir gayri-masa, masa dışındaki her cins mevcut-şeydir. "İnsan" kavramının zıddı vardır: "gayrı-insan"; bir gayrı-insan, insan dışındaki her cins mevcut-şeydir. Ama, "mevcudiyet," "kimlik" ve "bilinç"in hiçbir zıddı yoktur. Bunların zıddı, hükümsüzdür, geçersizdir, anlamsızdır.
Denebilir ki: "Mevcudiyet de, gayrı-mevcudiyetten ayırt edilebilir; mevcudiyetin zıddı, gayrı-mevcudiyettir"; fakat, gayrı-mevcudiyet, bir olgu değildir, bir olgunun yokluğudur. Gayrı-mevcudiyet, bir ilişkiye işaret eden türev bir kavramdır; yani, gayrı-mevcudiyet, mevcut iken artık gayrı-mevcut hale gelmiş bir mevcut-şeye ilişkin olarak bahsedilebilir. (Belirli bir mevcut-şeye ilişkin olarak, "varlık" kavr******* yola çıkarak, "yokluk" kavr..... erişilebilir; ama, her şeyi içeren bir "yokluk" kavr******* yola çıkarak, "varlık" kavr..... erişilemez.) Gayrı-mevcudiyet olarak gayrı-mevcudiyet; önünden veya ardından gelen hiçbir sayı dizisi olmayan bir sıfırdır, bir hiçtir, bir boşluktur.
Bu nokta, bizi aksiyomatik kavramların bir başka özel veçhesine getirir: aksiyomatik kavramlar, temel bir metafizik olguya işaret etmekle birlikte, epistemolojik bir ihtiyacın ürünüdürler: aksiyomatik kavramlar, hata yapmaya ve şüphe duymaya muktedir olan, iradi, kavramsal bir bilincin duyduğu ihtiyacın ürünüdürler. Bir hayvanın algısal haberdarlığı; "mevcudiyet," "kimlik" ve "bilinç" kavramlarının eşdeğerlerine, ne ihtiyaç duyar, ne de onları kavrayabilir: hayvan, sürekli olarak bunlarla alışveriş halindedir; yani, mevcut-şeylerden (mevcudiyetten) haberdardır, değişik kimlikler tanır; ama, onları (kendisi de dahil) verili olarak kabul eder ve onlara karşı hiçbir alternatif düşünemez. Sadece insan bilinci, yani kavramsal hatalar yapmaya muktedir bir bilinç, bir yandan haberdarlık alanının tamamını kapsamak, öte yandan kavramsal hataların götürebileceği realite-dışı bir boşluğa karşı sınırlar koymak üzere; doğrudan verili olan malzemeyi, özel olarak kimliklendirme ihtiyacını duyar. Aksiyomatik kavramlar, epistemoloji anayasasının temel maddeleridir. Aksiyomatik kavramlar, bütün insan bilgisinin aslını (esasını) ifade ederler: bir şey mevcuttur; ben, onun mevcut olduğunun bilincindeyim; bu şeyin kimliğini keşfetmeliyim.
"Mevcudiyet" kavramı; altındaki mevcut-şeylerin, nelerden ibaret olduğuna işaret etmez: sadece, onların mevcut olduğu birincil olgusunun altını çizer. "Kimlik" kavramı; altındaki mevcut-şeylerin özel tabiatlarına işaret etmez: sadece, onların ne ise o oldukları birincil olgusunun altını çizer. "Bilinç" kavramı; birisinin, hangi mevcut-şeylerin bilincinde olduğuna işaret etmez: sadece, birisinin, bilinçli olduğu birincil olgusunun altını çizer.
Birincil olguların altlarının çizilmesi, aksiyomatik kavramların hayati epistemolojik fonksiyonlarından biridir. Aksiyomatik kavramların birincil olgulara işaret ediyor olması, onların ancak tekrarlamalar halinde cümle içinde kullanılabilmesinin sebebidir: Mevcudiyet mevcuttur; Bilinç bilinçlidir; A, A'dır. (Bu temel ve hatırlatıcı cümleler, aksiyomatik kavramları, formel aksiyomlara dönüştürür.)
Hayvanlar için hiç önemli olmayan bu özel altını-çizme işlemi, insan için bir ölüm-kalım meselesidir. Modern felsefenin sefaleti, böyle hatırlatıcılardan sarfı nazar etme teşebbüsünün sonuçlarından kaynaklanır.
Aksiyomatik kavramlar, realitenin olgularına işaret ettiğinden; yani, bir "inanç" veya keyfi seçim meselesi olmadığından; verili bir kavramın aksiyomatik olup olmadığını belirlemenin yolu, şu olguyu gözlemlemektir: aksiyomatik bir kavramdan kaçılamaz; aksiyomatik bir kavram, bütün bilgide zımnen mevcuttur; aksiyomatik bir kavramı reddetme teşebbüsünde dahi, o aksiyomatik kavramın kabul edilip kullanılması zorunlu olur.
Mesela; bazı modern filozoflar, aksiyomların keyfi bir seçim meselesi olduğunu ilan etmişler ve temel olmayan -kompleks, türev- bazı kavramların, kendi sözde akıl yürütmeleri içindeki, sözde aksiyomlar olarak seçmişlerdir; ama, bütün argümanlarında, şu olgu gözlemlenebilir: cümleleri, inkar ettiklerini söyledikleri "mevcudiyet," "kimlik" ve "bilinç" aksiyomatik kavramlarını zımnen bulundurur ve onlar üzerine bina olur; bu aksiyomatik kavramlar, değeri teslim edilmemiş "çalıntı kavramlar" olarak argümanlarına kaçaklar halinde sokulmuştur. ("Çalıntı kavram" yanılgısı: bir yandan, bir kavramın genetik köklerinin (yani, o kavramın mantıken bağlı olduğu daha önceki kavramların) geçerliğini inkar ederken, öte yandan o kavramı kullanmaktır.)
Bu noktada bir hususa dikkat çekmek yararlı olacak: aklın düşmanlarının galiba bildiği, fakat aklın sözde savunucularının keşfetmediği olgu şudur: aksiyomatik kavramlar, insan zihninin muhafızları ve aklın temelidir; aksiyomatik kavramlar, aklın temel taşı, mihenk taşı ve alamet-i farikasıdır; akıl tahrip edilmek isteniyorsa, aksiyomatik kavramlar tahrip edilir.
Şu olguyu gözlemleyin: mistisizmin ve irrasyonelizmin her ekolünde yazılmış yazıların hepsinde, şaşırtmacalar, rasyonelizasyonlar ve iki-anlama-çekilebilecek ifadelerle (bir yandan, akla sadakat nutukları çeken; öte yandan, "daha yüksek" bir tür rasyonellikten bahseden ifadelerle) dolu anlaşılmaz ve sıkıcı laf kalabalığının arasında er veya geç ortaya çıkar ki: en sık raslananı "kimlik" olmak üzere, aksiyomatik kavramların (metafizik veya genetik statüsünün) geçerliği açıkça inkar edilmektedir. (Mesela; Kant ve Hegel, "kimlik" aksiyomatik kavramının inkarında; Sartre ve Heidegger, "mevcudiyet" ve "bilinç" aksiyomatik kavramlarının inkarında uzmanlaşmıştır.)
Bir insanın akla sadakat çığlıkları, tek başına anlamsızdır: "akıl" aksiyomatik değil, karmaşık ve türev bir kavramdır. Ve, özellikle Kant'ın usta olduğu kavram-çalma felsefi tekniği, akıl yoluyla aklı inkar etme çabası, bayat bir hile haline gelmiştir. Bir insanın, bir teorinin veya bir felsefi sistemin rasyonel olup olmadığı anlaşılmak isteniyorsa, aklın geçerliğini kabul edip etmediğini sormak yararsızdır; aksiyomatik kavramlar konusundaki tutumu, bütün gerçeği ifade edecektir.
4.1.8 Kavramların Bilgilenmedeki Rolü
Bir kavram, somutluklardan oluşan muazzam bir algısal topluluğa işaret eder; ve, kavram, bir sembolle (bir kelime ile) temsil edilir. Büyük bir miktar bilgiyi, minimum sayıda birimle temsil edebilmek (birim-ekonomisi prensibi), insanın o müthiş bilgilenme gücünün esasını teşkil eder. Birim-ekonomisi fonksiyonunu yerine getirebilmek için; bir kavramı temsil eden sembol (kelime), insan bilincinde otomatik hale getirilmiş olmalıdır; bir kavramın her kullanılışında, o kavramın realitedeki karşılıklarından oluşan muazzam topluluk, algısal bir görmeye gerek olmaksızın veya zihinde tekrar bütünleştirmeye girişmeksizin, derhal insanın bilinçli zihnine gelebilmelidir.
Mesela; bir insan, "adalet" kavramını tam olarak anlamışsa; bir mahkemedeki delilleri dinlerken, adaletin anlamı üzerinde uzun bir bilimsel tezi içinden geçirmez. Bir tek "Adil olmalıyım" cümlesini sarf ettiğinde, adaletin anlamı zihninde otomatik olarak belirir; ve, bilinçli dikkati, delilleri kavramak ve onları karmaşık bir prensipler setine göre değerlendirmek üzere serbest kalır. (Şüpheye düşmesi halinde; "adalet" kavramının kesin anlamını bilinçli olarak kendine hatırlatması, o şüpheyi ortadan kaldıracak bilgiyi ona sağlar.)
Birim-ekonomisi prensibi; kavramların tanımının, asli karakteristikler yoluyla yapılmasını gerekli kılar. Bir kavramın ne olduğu konusunda şüpheye düşen bir insan, o kavramın tanımını hatırladığında; tanımda belirtilen asli karakteristik(ler), ona kavramın anlamını (kavramın altındaki birimlerin tabiatını) hemen hatırlatır. Mesela; bir sosyal teoriyi değerlendirmeğe giriştiğinde; insanın, "rasyonel bir hayvan" olduğunu hatırlarsa, o teoriyi bu tanıma uygun olarak değerlendirir; ama, insanı, bazı antropologlar gibi "başparmağa sahip bir hayvan" olarak tanımlarsa, o teoriyi değerlendirmesi ve varacağı sonuçlar farklı olacaktır.
Konuşmayı öğrenme, kavramların kullanımını -kavramların anlamını ve tatbik edilme şartlarını- otomatikleştirme sürecidir. Otomatikleştirilmiş bilgi, kavramsal bilgiye, algısal bilgide varolan bazı nitelikleri verir: insana, algısal bir haberdarlıkta varolan doğrudanlığı, kolaylığı ve aşikarlıktan doğan kesinliği sağlar. Fakat, unutulmamalıdır ki; otomatikleştirilmiş bilgi, kavramsal bilgidir; ve, kavramsal bilginin geçerliği, bu bilgideki kavramların dakikliğine -bu kavramların anlamı konusunda edinilmiş dakikliğe, bu kavramlar altındaki spesifik birimlerin ne olduğu hakkındaki kesin bilgiye- bağlıdır. (Bir insanın yanlışları, çelişkileri ve tanımsız yaklaşıklıkları otomatikleştirmesi halinde, nasıl bir felaket doğacağı kolayca görülebilir.)
Kavramların bilgilenmedeki rolünün hayati bir yönüne, burada işaret etmek gerekir: kavramlar, yoğunlaştırılmış bilgiyi temsil eder; böylece, daha ileri bilgisel çalışmaları ve bilgisel işbölümünü mümkün kılar.
Hatırlayacak olursak: haberdarlığın algısal düzeyi, insanın kavramsal gelişmesinin temelidir. Algısal malumatın kapsamı, zihnin baş edemeyeceği ölçüde büyüdüğünde, bir sınıflama sistemi olarak kavramlar teşkil edilir. Kavramlar, spesifik tür mevcut-şeyler yerini tutar ve bu mevcut-şeylerin gözlemlenmiş ve henüz-gözlenmemiş, bilinen ve henüz-bilinmeyen bütün karakteristiklerini içerir.
Kavramların "açık-uçlu" bir sınıflama olduğu (verili bir gurup mevcut-şeyin daha-keşfedilecek karakteristiklerini de içerdiği) gerçeğini kavramak, hayati önemi haizdir; bütün insan bilgisi, bu gerçek üzerine bina olur.
Küçük bir çocuğun dilinden, bir sosyal bilimin terminolojisine kadar her düzeyde "insan" kavramı, realitedeki aynı spesifik varlığa işaret eder; her düzeyde yapılmış olan tanım, o düzeyde mevcut bilgisel bağlam dahilinde doğrudur. İnsan kavramını ilk defa kullanan bir çocuğun zihninde, "insan" için adeta bir dosya açılır; ve, hayatı boyunca bu konuda öğrendiği her şey, zihni bir gayretle bütünleştirilerek, bu dosya güncelleştirilir.
"Mantık Pozitivistleri" diye adlandırılan modern felsefe ekolü, kavramların işte bu tabiatına itiraz eder. Bu sözde-filozofların kelime kalabalıklarının gerisinde; ders çalışmak yerine, otomatik bilgi hapları yutarak öğrenmeyi hayal eden ve bu mümkün olmadığı için canı sıkılan şımarık bir çocuğun, realiteye tekme atarak şöyle sızlandığını duymak mümkündür: "Bağlam, bütünleştirme, zihni gayret ve birinci-elden araştırma, benden çok şey istemek olur. Böylesine talepkar bir bilgilenme metodunu reddediyorum! Şu andan itibaren, kendi "yapılar"ımı imal edeceğim!" (Bu sızlanmayla şunu söylemek isterler: "Kavramların kökenini bizatihi şeylerde aramak bizi başarısızlığa götürdü; tek alternatifimiz sübjektivizmdir.")
Gerçek şudur ki: bazı modern insanlarca, akışkan, dinamik, ilerici bir bilimin avukatları zannedilen bu sözde-filozoflar; gerçekte, hiç gayretsiz elde edilen, içeriği değişmeyen, otomatik bir bilgi arayan (Alim-i Mutlak olmak isteyen) antika mistiklerin günümüzdeki temsilcilerinden başka birileri değildirler.
İnsanlar arasında bilgisel işbölümünü mümkün kılan şey, kavramların "açık-uçlu" karakteridir. Bir bilim adamının özel bir inceleme alanında uzmanlaşabilmesi, ancak daha geniş bir bağlamın varlığıyla, yani aynı konunun başka yönlerinde varolan çalışmalara kendi çalışmasını bütünleştirip parelellikler kurabilmesiyle mümkündür. Mesela, tıp bilimini ele alalım. Eğer, "insan" kavramı bu bilimin birleştirici kavramı olarak ortada bulunmasaydı (eğer; bazı bilim adamları, sadece insan ciğerlerini; bazıları, sadece mideyi; bazıları, sadece kan dolaşımını; vs. inceleselerdi); eğer, bu konudaki her yeni keşif, aynı varlığa atfedilmeseydi, yani Kimlik Kanunu'na tam bir itaat halinde "insan" kavramı içinde bütünleştirilmeseydi; tıp bilimi diye bir bilim olmazdı.
Tek başına hiçbir zihin, bugün mevcut insan bilgisinin tamamını taşıyacak güçte değildir -hele, insan bilgisinin bütün teferruatının ne ölçüde geniş olduğu düşünülürse. Ancak; eğer, bilimin; bağlantısız, isbatsız, çelişkili detayların ağırlığı altında yıkılması istenmiyorsa; insan bilgisi, bütünleştirilmelidir; bu bilgi, bireyin anlayabilmesine ve doğruluğunu tahkik edebilmesine müsait bir biçimde olmalıdır. Sadece kuvvetli bir epistemolojik kesinlik, bilimin ilerlemesini sağlar ve ilerlemenin sürmesini garantiler. Sadece en kesin bir şekilde belirlenmiş
-bağlamsal olarak mutlak addedilen- kavram tanımları, insan bilgisini bütünleştirebilir; sadece böyle tanımlar, kavramsal yapının, katı bir hiyerarşik düzen içinde, gerektiğinde yeni kavramlar teşkil edilerek geliştirilmesini; böylece, bilginin yoğunlaştırılmasını ve kullanılacak zihni birimlerin sayısının azaltılmasını mümkün kılar.
Oysa, bilimsel epistemolojinin muhafızları olması gereken filozoflardan bazıları, bunun tersini söylemektedir. Onlara göre: kavramsal kesinlik imkansızdır; bütünleştirme arzu edilir birşey değildir; kavramların, olgusal karşılıkları yoktur; kavram, tanımlayıcı karakteristiğinden başka birşey değildir; kavram, hiçbir şeyi değil, sosyal bir konvansiyonu temsil eder. ("Anlamın ne olduğunu araştırma, kullanımına bak" derlerken; adeta, bilim ad....., kullandığı kavramın anlamını kamuoyu yoklamalarıyla tesbit etmeleri tavsiyesinde bulunmaktadırlar.)
Kavramlar, zihni bir dosyalama ve çapraz-dosyalama sistemini temsil eder. Bu sistem öylesine geniş ve karmaşıktır ki; bugünkü en güçlü bilgisayar bile, yanında çocuk oyuncağı kalır. Raslanan her mevcut-şeyin, realitenin her veçhesinin anlaşılabilmesi, sınıflandırılabilmesi (ve daha derinlemesine incelenebilmesi); bu kavramlar sisteminin, bir bağlam olarak, bir referans-çerçevesi olarak kullanılmasıyla mümkün olur. Bu sistemi tatbikata geçiren fiziki (görsel-işitsel) vasıta, lisandır.
Kavramlar, dolayısiyle lisan, genellikle varsayıldığı gibi bir haberleşme aracı değildir. Kavramlar (ve lisan), birincil olarak bir bilgilenme aracıdır. Haberleşme, kavram-teşkilinin ne sebebi, ne de birincil amacıdır, sadece onun sonucudur; insan için paha biçilmez öneme sahip, hayati bir sonuçtur, ama yine de sadece bir sonuçtur. Bilgilenme, haberleşmeden önce gelir; haberleşmenin gerekli önşartı, birisinin muhabere edeceği birşeyin bulunmasıdır. Kavramların ve lisanın birincil amacı; insana, bilgisel bir sınıflama ve organizasyon sistemi sağlayarak; onu, sınırsız bir ölçekte bilgi elde etmeğe muktedir kılmaktır; yani, insan zihninde düzen sağlayarak, onu düşünmeye muktedir kılmaktır.
Bir çok tür mevcut-şey, kavramlar halinde bütünleştirilir ve özel kelimelerle temsil edilir; fakat, başka bir çoğu, bu işleme uğramaz ve sadece sözlü bir tasvirle tanıtılırlar. İnsanın, verili bir gurup mevcut-şeyi, bir kavrama bütünleştirme kararını ne belirler? Cevap: bilgilenme ihtiyacı (ve birim-ekonomisi prensibi).
İnsanın kavramlar lügatinin sınırları, büyük bir serbesti içindedir; yani, hangi kavramların teşkil edileceği konusunun seçimsel olduğu geniş bir alan vardır; fakat, belirli bazı merkezi kategorilerde kavramların teşkili, mecburidir. Bu kategoriler:
a) İnsanların günlük olarak ilişkide bulunduğu, ilk düzey soyutlamalarla temsil edilen, algısal somutluklar;
b) Bilimin yeni keşifleri;
c) Daha önce bilinen nesnelerden asli karakteristikleri itibarıyle farklı olan ("televizyon" gibi) yeni insan-yapısı nesneler;
d) Fiziki ve psikolojik davranışları içeren, karmaşık insan ilişkileri ("evlilik," "kanun," "adalet" gibi).
Bu dört kategori mevcut-şeyi, insan zihninde algısal imajlarla veya uzun sözlü tasvirlerle taşımak o kadar büyük bir külfettir ki; hiçbir insan zihni, bu yükü kaldıramaz. Yoğunlaştırma ihtiyacı, birim-ekonomisi ihtiyacı, bu gibi hallerde aşikardır.
Yeni kavramlar teşkilinin temel sebepleri: en başta bilgilenme ihtiyaçları olmak üzere; verili bir gurup mevcut-şeyin tasvirindeki güçlük derecesi ve bunların kullanımındaki sıklık derecesidir.
Hem tecrit etme, hem de bütünleştirme açısından, mevcut-şeylerin keyfi olarak guruplandırılması, insanın bilgilenme sisteminin ihtiyaçlarınca yasak edilmiştir. Bu ihtiyaçlar, herhangi bir karakteristikler kombinasyonu kurarak, mevcut-şeylerin her gurubuna rasgele özel kavramlar darbetmeği yasaklamıştır. Mesela, "Sarışın, mavi gözlü, 170 cm boyunda ve 24 yaşında güzel kızlar" için bir kavram teşkil edilmez. Bu tür varlıklar veya guruplar, tasvir yoluyla kimliklendirilir. Eğer, böyle bir özel kavram teşkil edilmiş olsaydı, bilgilenme gayretinde anlamsız bir mükerrerliğe (ve kavramsal bir kaosa) yol açardı: bu gurup hakkında keşfedilen her önemli şey, diğer bütün genç kızlara da uygulanabileceğinden; zihin dahilinde, bir yerine en az iki dosyanın güncelleştirilmesi söz konusu olurdu.
Kavramsal sınıflamalar yapılırken, gözlemlenmiş olan hiçbir asli benzerliğin veya hiçbir asli farklılığın görmezden gelinmesi veya dışarıda bırakılması meşru değildir. İnsanın bilgilenme sisteminin ihtiyaçları, kavramların keyfi olarak bölünmesini nasıl yasaklamışsa; aynı şekilde, kavramların, asli farklar gözardı edilerek daha geniş bir kavrama bütünleştirilmesini de yasaklanmıştır. Böyle bir yanlışa düşmek, gayrı-asli karakteristiklerle yapılmış tanımlara (yanlış tanımlara) sahip olmakla mümkündür.
Mesela; bir insan, insanın kendi etrafında dönebilme kapasitesini asli karakteristik olarak alıp, onu "dönen hayvan" olarak tanımlarsa; bir sonraki aşamada, kendince "gayrı-asli" ayrımları düşürerek, "dönen varlıklar" olarak tanımlanabilecek yeni bir kavram teşkil edebilir ve bunun içine (varlıkların, eylemler karşısındaki epistemolojik önceliğini göz ardı ederek) "dönen derviş," "dönen gezegen," "dönen fırıldak" gibi varlıkları sokabilir. Varacağı sonuç, bilgilenme mekanizmasında tutukluk ve epistemolojik parçalanma olur.
Böyle bir teşebbüsün bilgilenme mekanizmasındaki ürünü: her anlama çekilebilecek cümleler, dışı cilalı içi boş metaforlar ve "çalıntı kavramlar" olur. Aynı teşebbüsün epistemolojik sonucu ise: ayrım yapabilme kapasitesinin felç olması; muazzam, ayrımsız bir kaos halindeki veriler karşısında içine düşülen panik duygusudur; yani, yetişkin bir insan bilincinin, haberdarlığın algısal düzeyine gerileyerek, ilkel insanın içinde bulunduğu çaresizlikten kaynaklanan terörün aynısını hissetmesidir.
Bilgilenme sisteminin ihtiyaçları, kavramlaştırmanın objektif kriterlerini belirler. Bu kriterler epistemolojik bir "endaze" şeklinde şöyle özetlenebilir: kavramlar, ne ihtiyaçlar ötesinde çoğaltılmalı; bunun pareleli olarak: ne de, ihtiyaç gözönüne alınmadan bütünleştirilmelidir.
Kavram-teşkilinin mecburi değil, seçimsel olan alanına gelecek olursak; bu alanın en büyük kısmı, (sıfatlar gibi) ince anlam nüanslarına karşılık düşen bölme işlemlerinden doğar ki; bunlar, hemen hemen eş-anlamlıdır (sinonimdir). Bu alan, edebiyat sanatçısının özel alanıdır: bu alan, ifade zarafetine ve duygusal çağrışımlara imkan veren bir tür birim-ekonomisini temsil eder. Birçok lisan, başka lisanlarda tek-kelimelik bir karşılığı olmayan kelimelere sahiptir. Fakat, kelimeler objektif şeylere karşılık düşmek zorunda olduğundan; bir lisanın bu tür "seçimsel" kavramları, başka bir lisana, tasvir yoluyla çevrilebilir.
Bu seçimsel alan, modern filozofların, kavramların geçersizliğini iddia etmek üzere ortaya attığı "Sınırdaki Vakalar" kategorisini de içerir. "Sınırdaki Vakalar"la kast ettikleri: ya, verili bir kavramın birimleriyle bazı karakteristikleri paylaşan, fakat başka bazılarına sahip olmayan; veya, iki farklı kavramın birimleriyle bazı karakteristikleri paylaşan ve gerçekten de epistemolojik olarak orta-yol'cu olan mevcut-şeylerdir; mesela: biyologların, hayvan veya bitki olarak tam sınıflayamadıkları bazı ilkel organizmalar.
Modern filozofların bu "problem" hakkındaki gözde örnekleri şu sorularla dile gelir: "Hangi kesin renk tonu, kırmızı ile turuncu arasındaki kavramsal sınırı temsil eder?"; veya, "Beyazdan başka hiçbir tür kuğu görmemişseniz; siyah bir tane keşfettiğinizde, onu bir 'kuğu' olarak sınıflamak veya yeni bir kavram darp ederek ona farklı bir isim vermek konusundaki kararınızı hangi kriterle belirlersiniz?"; veya, "Rasyonel bir zihine ve fakat bir örümcek gövdesine sahip bir Merihli varlığa raslasanız; onu, rasyonel bir hayvan, yani 'insan' olarak sınıflar mıydınız?"
Yukarıdakiler eşliğinde, bir de şikayet gelir: "Tabiat, hangi seçimi yapmak gerektiğini insana söylemez." Daha sonra; kavramların, insani (sosyal) kaprislerle yapılmış keyfi guruplamaları temsil ettiğini, objektif kriterlerle belirlenmediğini, yani bilgisel bir geçerliğe sahip olmadığını isbata çabalarlar.
Bu doktrinlerin teşhir ettiği şey, kavramların bilgilenmedeki rolünün (bilgilenme sisteminin ihtiyaçlarının, kavram-teşkilinin objektif kriterlerini belirlediği olgusunun), kavranmasındaki başarısızlıktır. Yeni keşfedilen mevcut-şeylerin kavramsal sınıflamasının ne olacağını tayin eden şey: bunların, daha önceden bilinen mevcut-şeylere nazaran sahip oldukları farklılıkların ve benzerliklerin tabiatıdır.
Siyah kuğular vakasında; onları, "kuğu" olarak sınıflamak objektif bir mecburiyettir; çünkü, onların bütün karakteristikleri, beyaz kuğuların karakteristiklerinin benzeridir ve renkteki farklılık, bilgilenme açısından anlamlı bir fark değildir. (Kavramlar, ihtiyacın ötesinde çoğaltılmamalıdır.) Merih'ten gelen rasyonel örümcek vakasında (böyle bir yaratığın varlığı mümkün olsaydı); o varlıkla insan arasındaki farklar o kadar büyük olurdu ki; bir tanesinin incelenmesinden çıkan sonuçlar, nadiren ötekine tatbik edilebilirdi; dolayısiyle, Merihlileri belirtmek için yeni bir kavramın teşkili objektif bir mecburiyet olurdu. (Kavramlar, ihtiyaç göz önüne alınmadan bütünleştirilmemelidir.)
Karakteristikleri, iki farklı kavramın birimleri arasında eşit olarak dengelenmiş olan mevcut-şeyler vakasında (ilkel organizmalar veya renk süreklisindeki geçiş tonları gibi); bunların, iki kavramdan herhangi bir tanesi altında sınıflanması gibi bir mecburiyet yoktur; hatta, herhangi bir kavram altında sınıflandırılması mecburiyeti yoktur. Herhangi bir seçim yapılabilir: bu tür mevcut-şeyler, iki kavramdan bir tanesinin bir alt-kategorisi olarak sınıflandırılabilir; veya, süreklilik içeren durumlarda, ("x'den fazla olmamak ve y'den az olmamak üzere" prensibi kullanılarak) yaklaşık sınır çizgileri çizilerek tanımlanabilir; veya, tasvir yoluyla kimliklendirilebilir.
Bu noktada şu soruyu sormak mümkün: O halde, insanın kavramsal lügatindeki organizasyonun düzenini kim koruyacaktır; tanımlarda değişikliği veya genişletmeleri kim önerecektir; bilgilenmenin prensiplerini ve bilimin kriterlerini kim formüle edecektir; özel bilimlerin kendi içlerinde ve birbirleriyle olan haberleşmelerindeki objektifliği, yöntemlerindeki objektifliği kim koruyacaktır; ve, insanlığın bütün bilgisinin bütünleştirilmesinin kurallarını kim sağlayacaktır? Cevap: felsefe. Daha dakik söylersek: Bunlar, epistemolojinin görevleridir. Filozofların en büyük sorumluluğu, insan bilgisinin muhafızları ve bütünleştiricileri olarak hizmet vermektir.
Modern felsefe, bu sorumluluğu sadece gözardı etmekle kalmadı; daha da kötüsü, bilgiyi parçalayıp yok etme sürecine ön ayak olup kendi sonunu hazırladı.
Felsefe, bilimin temelidir; epistemoloji, felsefenin temelidir. Felsefenin yeniden doğuşunu, ancak epistemolojiye yeni bir yaklaşım başlatabilir.
4.1.9 Bilinç ve Kimlik
Bilgilenme alanında kavramlar, matematik alanında sayılara benzer bir fonksiyon gördüğünden; kavramlardan oluşan önermeler de, matematikteki eşitliklere benzer bir fonksiyon görürler: önermeler, kavramsal soyutlamaları, spesifik bir probleme uygular.
Ancak, bir önermenin bu fonksiyonu yapabilmesi için, onu oluşturan kavramların kesin tanımlara sahip olması gerekir. Eğer, matematik alanında, sayıların sabit, sağlam değerleri olmasaydı; eğer, o sayıları kullananların ruh halince belirlenen yaklaşıklıklar olsalardı; mesela, "5" sayısı, kullananın "işine geldiği biçimde" bazı hesaplarda altı-buçuk, bazılarında, üç-tam-bir-bölü-dört değeri taşıyabilseydi; matematik diye bir bilim olmazdı.
Ama, ne yazık ki; birçok insanın kavramları kullanışındaki tarz, budur; ve, onlara böyle öğretilmiştir.
Algısal somutluklara işaret eden birinci-düzey soyutlamaların daha üstüne çıkıldığında; çoğu insan, kavramları, sağlam tanımları olmayan, sarih bir anlamı bulunmayan, yani spesifik bazı şeylere işaret etmeyen gevşek yaklaşıklıklar olarak görür; onlar açısından, kavramın, algısal düzeye olan mesafesi büyüdükçe, içeriği de belirsizleşir. Anlamlarını kavramadan kelime öğrenme zihni alışkanlığıyla yola çıkmış olduklarından; daha yüksek soyutlamaları kavramaları imkansızlaşır; kavramsal gelişmeleri, sisli bir ortamdan, daha kalın sisli bir ortama geçmekten ibaret kalır; sonunda, kavramların hiyerarşik yapısı, zihinlerinde hepten dağılır ve realiteyle bütün bağ kopar; anlama kapasitelerini kaybettikçe, eğitimleri, bir ezberleme ve taklit süreci haline gelir. Bu süreç; rasgele ve bağlamdan kopuk verileri, tanımsız, anlaşılmaz, çelişkili terimlerle öğrencinin zihnine boca eden bazı modern öğretmenlerce, teşvik ve talep edilir.
Sonuçta öyle bir zihniyet ortaya çıkar ki: bu zihniyet, birinci-düzey soyutlamaları, yani fiziki varlıklara işaret eden kavramları, algılar olarak ele alır ve daha ileride hiçbir soyutlama yapamaz; yeni bilgiyi bütünleştiremez, kendi yaşantısında olanları kimliklendiremez. Kavramlaştırma sürecini, bilinçli terimlerle keşfetmemiş olan bu zihniyet; kavramlaştırmayı; aktif, sürekli, kendisi tarafından başlatılacak bir mekanizma olarak kullanamaz; dolayısiyle, gelişimi somutla sınırlı bir düzeyde takılır kalır: sadece verili olanla, o anın, o günün, o yılın ortaya çıkardığı şeylerle alışverişte bulunabilir; kendisini daima bir bilinmezlik alacakaranlığı içinde hisseder.
Bu tür bir zihniyet için; yüksek kavramlar, karanlık içine nasılsa sızmış kimliği belirsiz ışınlar gibidir; bazan bunlardan bazılarını toplayıp rasgele kullanır; fakat, bunu yaparken, içinde adı konmamış bir suçluluk duygusu hisseder: karşılarına her an çıkıp "Nereden buldun bu kavramı? Ne anlama gelir?" diye hesap soracak bir epistemolojik Robin Hood beklentisinin kronik terörü altındadır.
Bu tür zihniyete sahip insanların kullandığı haliyle; kelimeler, kimliği belirli birimlere işaret etmek yerine; kimliklendirilmemiş duygulara, kabul edilmemiş motiflere, bilinçaltı dürtülere, tesadüfi çağrışımlara, ezberlenmiş seslere, ritüelleştirilmiş formüllere işaret eder. Dolayısiyle, (bilinçlilik kavramları, onların realitedeki içeriklerine işaret edilmeksizin teşkil edilemeyeceğinden) bu tür insanlar için içebakış alanı, henüz içerilerine doğru hiçbir kavramsal yolun açılmamış olduğu, bakir bir cangıldır. Düşünceyi duygudan, bilgilenmeyi değerlendirmeden, gözlemi hayalden ayırt edemezler; mevcudiyetle bilinç, nesneyle özne arasındaki ayrımın farkına varamazlar; hiçbir içsel durumlarının anlamını kimliklendiremezler; bütün hayatlarını, kendi kafataslarından başka bir yer olmayan bir hapishane içinde, bir hafif-suç mahpusunun ürkeklik duygusu içinde geçirdiklerinden, başlarını kaldırıp realiteye bakmaktan korkarlar, kendi bilinçlerinin esrarıyla felç olurlar.
Modern felsefe, kavramların anl....., işte bu zihniyetlerin kriter olmasını istemektedir.
Felsefe sahnesinde, Linguistik Analiz ekolünün ortaya çıkmasında, acı bir ironi vardır. Bu ekolün doğduğu dönem, felsefenin en sefil dönemlerinden biridir. İnsanın kavramsal yeteneğine yapılan saldırı, Kant'tan beri şiddetlenmekte; insan zihni ile realite arasındaki yar, gittikçe genişlemektedir. Kavramların bilgilenmede gördüğü fonksiyon, akıl düşmanlarının icat ettiği çirkin aletlerle aşındırılmaktadır. Bunlardan biri olan "analitik-sentetik" sahte zıtlığı tartışması; dolambaçlı, iki tarafa çekilebilecek cümlelerin laf kalabalığı arasından şu dogmaya varır: "Mutlaka doğru olan bir önerme olgusal olamaz; ve, olgusal bir önerme mutlaka doğru olamaz." Kant'ın etkisinin doğurduğu galiz şüphecilik ve epistemolojik sinisizm; üniversitelerden sanata, bilime, endüstriye, siyasete doğru yayılmakta, bütün insanlık kültürünü doldurup, lisanı bozuşturmaktadır. Anlam ve tanım konusundaki objektif kriterleri tesis ederek lisanı kurtarma görevi başta olmak üzere; Kant ahırından etrafa yayılan tezekleri temizlemek için, Herkül'vari bir felsefi gayrete ihtiyaç vardı. Bu ihtiyacı sezmişcesine ortaya atılan Linguistik Analiz felsefe ekolü, kendisine lisanı "sarihleştirmek" amacını yakıştırmıştı; fakat, yapa yapa, şu sonuca vardığını ilan etti: "kavramların anlamı, averaj insanların zihinlerinde belirlenir; filozofların işi, halkın kelimeleri nasıl kullandığını gözlemlemek ve rapor etmektir."
Mini-Kantçılardan oluşan uzun geleneğin reductio ad absurdum'u (varabileceği saçma nokta olan) olan (pragmatistler ve pozitivistler gibi) filozoflar; kelimelerin, herhangi bir prensip ve standarttan muaf, keyfi sosyal ürünler olduğunu; kökeni veya amacı konusunda hiçbir araştırmaya konu olmayacak indirgenmez birinciller olduğunu; realite üzerinde nihai güce sahip gördükleri bu keyfi, sebepsiz, anlamsız seslerin kullanımını "sarihleştirirsek," bütün felsefi problemleri "fesh etmiş" olacağımızı öne sürdüler.
Kelimelerin (kavramların) kapris yoluyla yaratıldığı öncülünden hareket eden Linguistik Analiz filozofları, seçilebilecek bir kaprisler demeti sunar: bireysel veya kollektif. Bunu şöyle ifade ederler: iki tür tanım vardır: "kabul edilmesi şart olarak ortaya konan" (stipülatif) tanım, her kişinin seçeceği herhangi bir şey olabilir; ve, "muhabirsel" tanım, popüler kullanımın ne olduğu konusundaki yoklamalardan elde edilir.
Linguistik analistlerin, muhabirler olarak sağlıklı haber verdikleri söylenebilir (!): Wittgenstein'ın, bir kavramın, "ailesel benzerlikler"in gevşekçe birbirine bağladığı bir şeyler yığınına işaret ettiğini öne süren teorisi, odaklanmışlıktan yoksun bir zihnin mükemmel bir tasviridir.
Felsefenin hali hazır durumu budur. Son onyıllarda, beşeri bilimlerden dışarı büyük bir "beyin-göçü" olmuş ve en parlak zihinler, fiziki bilimlere doğru kaçıp objektif bilgi arayışına girmiştir. Beşeri bilimlerde, büyük isimlerin veya başarıların bu sıralarda ortaya çıkamayışı olgusu, bunun bir sonucudur. Bu kaçışın sebebi, felsefenin bugünkü moda ekollerinin irrasyonelliğidir. Bu kaçış, ne yazık ki sonuçsuzdur: insanlara düşünmeyi öğreten fiziki bilimler değildir; düşünmeyi öğreten ve bütün bilimlerin epistemolojik kriterlerini ortaya koyan, felsefedir.
Felsefenin gücünü anlayıp onu tekrar devreye sokmak için: kavramların ve tanımların neden keyfi olamayacağını, keyfi olmasına neden izin verilemeyeceğini anlamak gerekir. Bunu tam anlamak için, insanın neden epistemoloji gibi bir bilime ihtiyacı olduğu anlaşılmalıdır.
İnsanın her düşüncesinde, her kanaatinde, her kararında, her seçiminde iki temel soru vardır: Ne(yi) biliyorum?; ve, Nasıl biliyorum? "Nasıl" sorusuna cevap veren epistemoloji, "Ne" sorusuna cevap veren özel bilimleri mümkün kılar.
Felsefe tarihinde, epistemolojik teoriler, -çok nadir bazı istisnalar dışında- kaçılması imkansız bu iki temel sorudan birinden veya ötekinden kaçma teşebbüslerinden ibaret oldu. İnsanlara, ya bilgi elde etmenin imkansız olduğu öğretildi (şüphecilik); ya da, bilginin, gayretsiz olarak elde edilebileceği öğretildi (mistisizm). Antagonistik gibi görünen bu iki tavır, aslında aynı temada iki çeşitlemedir; aynı kalp paranın iki yüzüdür: bu tema, rasyonel bilgilenme sürecinin ve realitenin mutlaklığının sorumluluğunu yüklenmekten kaçma teşebbüsüdür; bilincin, mevcudiyete karşı öncelik taşıdığını iddia etme teşebbüsüdür.
Her ne kadar, şüphecilik ve mistisizm, nihai olarak biribirleri yerine geçebilen nosyonlarsa da; yani, bir tanesinin egemenlik kazanması, daima ötekinin yeniden ortaya çıkışına yol açmaktaysa da; sahip oldukları iç çelişkinin şekli bakımından farklıdırlar. Bu iç çelişki, bu nosyonların kaynağındaki felsefi doktrin ile bu nosyonları ortaya attıran psikolojik motivasyon arasındadır. Felsefi olarak: mistik, genellikle bizatihici (vahyedilmiş) epistemoloji ekolünün savunucusudur; şüpheci ise, genellikle epistemolojik sübjektivizmin savunucusudur. Fakat, psikolojik olarak: mistik, kendi bilincinin, diğer bilinçlere göre üstünlüğünü iddia etmek için bizatihiciliği bir araç olarak kullanan bir sübjektivisttir; şüpheci ise, otomatik bir tabiat-üstü rehberlik bulma çabası başarısız kaldığından, başkalarının kollektif sübjektivizminde, buna ikame arayan küskün bir bizatihicidir. Özetle: mistik, epistemolojik bizatihiciliğin savunucusu olan bir psikolojik sübjektivisttir; şüpheci ise, epistemolojik sübjektivizmin savunucusu olan bir psikolojik bizatihicidir.
Hangi cepheden gelirse gelsin, hangi çeşitleme içinde sunulursa sunulsun, kaç cilt kitapla yapılırsa yapılsın, insanın akli yeteneğine yöneltilen saldırıların motifi, bir tek gizli öncüldür: bilinci, Kimlik Kanunu'ndan muaf tutma arzusu. Bir mistiğin alamet-i farikası: bilincin, başka herhangi bir mevcut-şey gibi bir kimliğe sahip olduğu (spesifik araçlar vasıtasıyla çalışan, spesifik bir tabiata sahip bir yetenek olduğu) olgusunun kabulüne karşı vahşi bir inatla direnmesidir. Medeniyetin ilerlemesi, büyü alanlarını birbiri ardından ortadan kaldırdıkça; mucizeye inananlar, son mevzilerinde, kimliğin, bilinci diskalifiye eden bir unsur olduğu görüşünü çılgınca savunmaya giriştiler.
Modern felsefenin neo-mistiklerinin, farkına varmadan kabul ettikleri zımni öncül: ancak gayrı-kabil-i-tasvir bir bilincin, realiteyle ilgili geçerli bilgi edinebileceği; "doğru" bilginin, sebepsiz olmak zorunda olduğu, yani herhangi bir bilgilenme aracı olmaksızın elde edilmek zorunda olduğu inancıdır.
Tek ayağı üzerinde dikilip göbek dansı yapan bir sirk fili gibi, Kant sisteminin bütün mekanizması da, sayfalar ve ciltler dolusu kıvırmaları esnasında bir tek noktaya istinat eder: insan bilgisi geçerli değildir; çünkü, bilinç kimliğe sahiptir. Kant'ın argümanları, asli çizgileriyle şuna indirgenebilir: insan, spesifik bir tabiata sahip olan bir bilinçle sınırlıdır; bu bilinç, realiteden ancak spesifik araçlar yoluyla haberdar olur; bunlar dışında, başka hiçbir araç kullanamaz; dolayısiyle, insan bilinci geçersizdir. İnsan, Kant'a göre adeta: gözleri olduğu için kördür; kulakları olduğu için sağırdır; bir bilince sahip olduğu için aldanmaktadır; algıladığı şeyler, onları algılıyor olması yüzünden mevcut değildir.
Bu inkar, sadece insan bilincinin değil, herhangi bir bilincin, hayvanların veya -varsayılıyorsa- Tanrı'nın bilincinin inkarıdır. (Kant gibi Tanrının mevcudiyetini varsayan bir insan için bu inkar, Tanrı'nın bilincinin veya mevcudiyetinin (kimliğinin) de, inkarı demektir; çünkü: ya, Tanrı, hiçbir araç kullanmaksızın haberdar olmaktadır; ki, bu durumda, hiçbir kimliğe sahip değil demektir; ya da, ancak bazı ilahi araçlar yoluyla haberdar olup, başka hiçbir araç kullanmamaktadır; ki, bu durumda, haberdarlığı, bilinci geçerli değildir.) Nasıl ki, Berkeley, "olmak, algılanmaktır" diyerek mevcudiyeti inkar etmekteyse; benzer şekilde, Kant, algılanmanın olmamak anl..... geldiğini ima ederek bilinci inkar etmektedir.
En eski türünden, Kant'la erişilen zirvesine kadar her tür mistisizm tarafından, insan bilincine, özellikle bilincin kavramsal yeteneğine yapılan saldırı; bir bilinç işlemi ile elde edilen bilginin, "işlenmiş bilgi" olduğu için, mutlaka sübjektif olacağı, realitenin olgularına tekabül edemeyeceği öncülünün, meydanı boş bulmasıyla başarı kazandı.
Bu öncülün fiili anlamı üzerinde hiçbir hataya düşmemek gerekir: bu isyan, sadece bilinçli olmaya karşı değil, yaşıyor olmaya karşı yapılmış bir isyandır. (Bu, kimliğe karşı isyanın, mevcudiyete karşı isyan olduğuna dair bir örnektir. Bir şey olmamak arzusu, var olmamak arzusudur.)
Bütün bilgiler, -ister duyumsal, ister algısal, isterse kavramsal düzeyde olsun- işlenmiş bilgidir. "İşlenmemiş" bir bilgi, -eğer olabilseydi- bilgilenme araçları olmaksızın elde edilmiş bir bilgi olurdu. Bilinçlilik, pasif değil, aktif bir durumdur. Hem; yaşayan bir organizmanın her ihtiyacının tatmini, -ister hava, ister besin, isterse bilgi olsun- bir işleme eylemi gerektirir.
İnsan bedeni, yediği besini işlemek zorunda olduğu için, doğru beslenmenin objektif kurallarının keşfedilemeyeceğini; "doğru beslenme"nin, gayrı-kabil-i-tasvir bir maddenin, bir sindirim sisteminin katılımı olmaksızın absorbe edilmesinden ibaret olduğunu; fakat, insan, kendini "doğru olarak besleme" kapasitesinden yoksun olduğundan, beslenmenin keyfe bağlı sübjektif bir mesele olduğunu; insanın zehirli mantarlar yemesini yasaklayan şeyin, toplumsal (sosyal) konvansiyonlar olduğunu; (hiç değilse şimdilik) kimse iddia edememektedir.
Tabiatın, insana, (kavramları nasıl teşkil edeceğini otomatikman söylemiyor oluşu gibi) ne yemesi gerektiğini otomatik olarak söylemiyor oluşu yüzünden; insanın, yemenin doğru ve yanlış yolları olduğu konusundaki bilgisini terk etmesi gerektiğini (veya, tabiat-üstü bir kuvvetin verdiği reçetedeki beslenme kanunlarına bağlı kalmak suretiyle, objektif bilgiye "güvenmek" zorunda kalmayacağı zamanların rahatına geri dönmesi gerektiğini) kimse söyleyememektedir.
İnsanın kaya yerine ekmek yemesinin tamamen bir "kullanışlılık" meselesinden ibaret olduğunu kimse söyleyememektedir.
İnsan bilincine de, onun bedenine gösterildiği kadar bir bilgilenmesel saygının (aynı objektifliğin) gösterilmesinin zamanı gelmiştir.
Objektiflik, şu olguların anlaşılmasıyla başlar: insan (bilinci ve diğer bütün hususiyetleri dahil olmak üzere), spesifik bir varlıktır ve buna göre davranmalıdır; Kimlik Kanunu'ndan, ne alışverişte bulunduğu evren içinde, ne de kendi bilincinin işleyişi içinde kaçmaya imkan yoktur: evren hakkında bilgi elde etmek için, bilinci kullanmanın doğru yöntemlerini keşfetmelidir; başta bilgilenme yönteminin bütün işlemlerinde olmak üzere, insanın hiçbir faaliyetinde, keyfiliğe hiçbir yer yoktur; nasıl ki, fiziki aletlerinin yapımında, objektif kriterlerle yönlendirilmesi gerektiğini öğrenmişse; aynı şekilde, bilgilenmesinin aletleri olan kavramlarının teşkilinde de, objektif kriterlerle yönlendirilmesi gerektiğini öğrenmelidir.
"Tabiata kumanda etmek, ancak ona itaat etmekle mümkündür" prensibinin kavranması, insanın fiziki mevcudiyetini nasıl özgürleştirmişse; tabiatı anlamak, ancak ona itaat etmekle mümkündür prensibinin kavranması (bilgilenmenin kanunlarının türetileceği kaynağın, mevcudiyetin tabiatı ile bilgilenme yeteneğinin tabiatından (kimliğinden) başka bir yer olmadığının kavranması), insan bilincini özgürleştirecektir.
4.2 BİR EPİSTEMOLOJİ TATBİKATI: ANALİTİK-SENTETİK SAHTE-ZITLIĞI
Rasyonel bir epistemolojiden yoksunluk, bugünün bazı felsefi/bilimsel görünümlü tartışmalarında 4.2 BİR EPİSTEMOLOJİ TATBİKATI: ANALİTİK-SENTETİK SAHTE-ZITLIĞI boy gösteren, "a priori karşısında a posteriori" önermeler sahte-zıtlığına, "Mantıken doğru ama, olgusal olarak yanlış" veya "Teoride doğru ama, pratikte yanlış" gibi cümlelere yol açmaktadır. Bu yanlışların ardında, modern felsefedeki kanserlerden birini teşkil eden "analitik ve sentetik önermeler" sahte-zıtlığı yatmaktadır. Bu sahte-zıtlık, pragmatist olsun, mantık pozitivisti olsun, linguistik analist olsun, egzistansiyalist (varoluşcu) olsun, hemen her etkin çağdaş filozof tarafından kabullenmiş ve dünya kültürünün her tarafına sirayet etmiştir.
4.2.1 Analitik-Sentetik Meselesi: Sunuş
Analitik-Sentetik sahte-zıtlığı, Eski Yunan'da -özellikle Pisagor ve Plato'nun görüşleriyle- zımnen boy göstermeğe başlamıştı; fakat, halen süregelen etkisini, Hobbes, Leibniz, Hume ve Kant gibi modern filozoflara borçludur. (Teoriye bugünkü ismini veren Kant'tır.) En yaygınlaşmış çağdaş anlamında bu teori şunu öne sürer: insan bilgisinde, temel bir bölünmüşlük vardır; bu bölünmüşlük, önermeleri veya hakikatleri iki tipe böler; bu iki tipten başkası yoktur; ve, bir önerme veya hakikat, bu tiplerden hem birine hem de ötekine dahil olamaz. İddialarına göre, bu tipler; kökenleri, işaret ettiği şeyler, bilgilenmedeki statüleri ve geçerli kılınma vasıtaları açısından ayrılırlar. Bu iki tipi ayırt etmek için, dört merkezi noktadaki farklarına bakmak gerektiğini söylerler:
a) Aşağıdaki doğru önerme çiftlerini nazar-ı dikkate alalım:
i. Bir insan rasyonel bir hayvandır.
ii. Bir insan sadece iki göze sahiptir.
i. Buz bir katıdır.
ii. Buz suda yüzer.
İddiaya göre, bu çiftlerden birincilerin doğruluğu, sırf bu önermeleri oluşturan kavramların anlamlarının bir analiziyle gösterilebilir. Bu suretle, bunlara "analitik" hakikatler ismi verilir. Bu önermelerdeki kavramların tanımlarının yapılması ve mantık kanunlarının tatbik edilmesi halinde bu önermelerin doğruluğu otomatikman ortaya çıkar; bunların doğruluğunu inkar etmek, bir mantık çelişkisi doğurur. Bu yüzden, bunlara "mantıki hakikatler" de denir; yani, sırf mantık kanunlarının doğru uygulanmasıyla doğrulukları tahkik edilebilir.
Yani, "bir insan, bir rasyonel hayvan değildir" demek veya "buz bir katı değildir" demek, "Bir rasyonel hayvan, bir rasyonel hayvan değildir" veya "Katı su, bir katı değildir" demek anl..... gelir ki, her ikisi de kendi içinde çelişiktir.
Analitik hakikatler, Kimlik Kanunu'nun somut halleridir; bu anlamda, onlara "totolojiler" de denir. ("Totoloji"nin etimolojik anlamı: "aynı şey"i tekrar eden önermedir.) Mantık ve matematiğin bütün önermeleri, bu şekilde nitelenebileceğinden; bu her iki konu, tamamen insan bilgisinin "analitik" veya "totolojik" yarısına aittir.
Sentetik önermeler -ki yukarıdaki çiftlerden ikinciler tarafından temsil edilirler; ve, günlük hayatın ve bilimlerin çoğu cümlesi bu kategoriye girer- ise; yukarıdaki açılardan, "analitik" önermelerden tamamen farklı görülür. Tanımlarına göre: Sentetik bir önerme, doğruluğunun gösterilmesi için, kendisini oluşturan kavramların anlam veya tanımlarının analizinin yeterli olmadığı bir önermedir. Mesela, sırf kavramsal veya tanımsal bir analiz, buzun suda yüzeceğini söyleyemez.
Analitik-Sentetik sahte-zıtlığını savunanlara göre:
Bu durumda; önermenin yüklemi ("suda yüzer"), özne ("buz") hakkında, özne-kavramın anlamında bulunmakta olmayan bir şey söyler. (Bu önerme; öznenin, yeni bir yüklemle sentezinden oluşur; "sentetik" ismi buradan gelir.) "Sentetik" hakikatlerin doğruluğu, sırf mantık kanunlarının doğru tatbiki ile tahkik edilemez; bunlar, Kimlik Kanunu'nun somut hallerini temsil etmez. Bunların doğruluğunu inkar etmek, yanlışa düşmektir, ama kendi içinde çelişik değildir. Yani, "Bir insan üç göze sahiptir" veya "Buz suda batar" demek yanlıştır; ama, kendi içinde çelişik değildir. Bu cümleleri mahkum eden şey, mantık kanunları değil, hadisedeki olgulardır. Bu anlamda; sentetik hakikatlerin, "mantıki" veya "totolojik" olmak yerine "olgusal" olduğunu söylenir.
b) Analitik hakikatlerin doğruluğu, her zaman ve mekanda zorunludur. Analitik önermeler, Leibniz'in ünlü ibaresiyle "mümkün dünyaların hepsi"nde doğru olmak zorundadır. Oysa, iddiaya göre, sentetik hakikatler zorunlu değil "bağlı" hakikatlerdir. Yani: gerçekten de fiili dünyada insanlar bu önermelerin hasbel kader doğru olduğunu gözlemlerler; ama, bunlar doğru olmak zorunda değildir. Sentetik önermeler, "mümkün dünyaların hepsi"nde doğru değildir. İnkarı, kendi içinde çelişik olmadığından; sentetik bir hakikatin zıddı, hiç değilse hayal edilebilir veya düşünülebilir. İnsanın üç göze sahip olabileceği, buzun suda taş gibi batabileceği hayal edilebilir veya düşünülebilir. Bunlar realitede olmaz; ama, olmamaları için hiç bir mantıki zorunluluk yoktur. Sentetik hakikatlerle ifade edilen olgular, ne kadar çok mantık kullanılırsa kullanılsın, tamamen anlaşılır kılınamayacak, "kaba" olgulardır.
Sentetik bir önermenin doğruluğu isbat edilebilir mi? Sentetik bir önermenin doğruluğundan mantıken emin olunabilir mi? Verdikleri cevap: "Hayır. Bir mantık meselesi olarak hiçbir sentetik önerme doğru 'olmak zorunda' değildir; her birinin tersi düşünülebilir." (Analitik-sentetik sahte-zıtlığının en fanatik savunucuları, şöyle devam eder: "Duyumlarının sağladığı doğrudan delilden bile, -mesela, şu anda karşındaki kırmızı bir kumaş gördüğünden bile- emin olamazsın. Gördüğüne 'kırmızı' demek için, onun geçmiş deneylerinden bazılarına benzediğini zımnen söylüyorsun; ama, bu hatırayı doğru hatırladığını nereden biliyorsun? İnsan hafızasının güvenilir olduğunu söylüyorsun; ama, bu bir totoloji değil ki; tersi de doğru olabilir.") Yani, sentetik veya bağlı hakikatler, aşağı-yukarı-mümkün hipotezlerdir; haklarında söylenebilecek en kuvvetli şey, onların bir ihtimal dahilinde doğru olabilecekleridir.
c) İddialarına göre: Analitik önermeler, "mantıken" doğru olduğundan, deneyden bağımsız olarak tahkik edilebilir; bunlar, "gayri-ampirik"tir veya "a priori"dir (bugün bu terimler, "deneyden bağımsız" anl..... gelmektedir). Modern filozoflar; bir insanın, kavramlar teşkil etmek için deneye ihtiyacı olduğunu kabul ederler; ama, bir kere gerekli kavramlar teşkil edildikten sonra (mesela, "buz," "katı," "su," vs.); bu kavramların analitik olarak doğru bir önermedeki kombinasyonlarının (Mesela, "Buz katı sudur") doğruluğunun tahkiki hiçbir ilave deney gerektirmez. Önermenin doğruluğu, tanımların basit bir analizinden çıkar.
Oysa, iddialarına göre, sentetik hakikatlerin doğruluğunun tahkikinin, deneye bağlı olduğu söylenmelidir; sentetik hakikatler, "ampirik" veya "a posteriori"dir. "Olgusal" olduklarından; bunların doğruluğunun keşfi, başlangıçta sedece uygun olguların doğrudan veya dolaylı olarak gözlemlenmesiyle yapılabilir; ama, "bağlı" olduklarından, dünün sentetik doğrusunun bugün hala doğru olup olmadığı, ancak en son ampirik verilerin gözden geçirilmesiyle bulunabilir.
d) Burada, analitik-sentetik tartışmasında vardıkları zirveye; yukarıdaki "farklar"a, yirminci yüzyıl modern filozoflarının getirdiği "açıklamaya" geliyoruz.
Şunu iddia ederler:
Analitik önermeler, realite hakkında hiçbir haber vermezler; olguları tasvir etmezler; "gayri-ontolojik"tirler (realiteyle ilgili değildirler). Analitik hakikatler, insanların kelimeleri (veya kavramları) belirli bir tarzda kullanmak doğrultusundaki keyfi kararlarınca yaratılıp sürdürülmektedir; analitik hakikatler, linguistik (veya kavramsal) konvansiyonların tatbikatının bir kaydından ibarettir. Bunlar, gayri-ampiriktir; çünkü, deney dünyası hakkında hiçbir şey söylemezler. Hiçbir olgu, onların doğruluğuna şüphe düşüremez; gelecekteki düzeltmelerden muaftırlar; çünkü realiteden muaftırlar. Analitik hakikatler zorunludur; çünkü, onları insanlar zorunlu kılar.
Wittgenstein, Tractatus'unda, şöyle der: "Mantık önermelerinin hepsi aynı şeyi söyler: söyledikleri bir hiçtir." A.J.Ayer, Language, Truth and Logic'inde şöyle der: "Mantığın ve matematiğin prensipleri, evrensel olarak doğrudur; şu basit sebepten: başka türlü olmalarına asla izin vermeyiz."
Sentetik önermeler ise, olgusal dır; ve, insanlar bunun için bir fiyat öder. Fiyat: onların bağlı olması, belirsiz olması ve isbatlanamaz olmasıdır.
Analitik-sentetik teorisi, insanlara şu seçenekleri verir: Eğer, cümlenizin (önermenizin) doğruluğu isbat edilebiliyorsa; o cümle, mevcudiyet hakkında hiçbir şey söylemiyordur; eğer, cümleniz mevcudiyet hakkında ise; o cümlenin doğruluğu, isbat edilemez. Eğer, cümlenizin doğruluğu, mantık argümanlarıyla isbat edilebiliyorsa; o cümle, bir olguyu ifade etmiyordur, sübjektif bir konvansiyondur; eğer, cümleniz, bir olguyu ifade ediyorsa; o cümlenin doğruluğu, mantık yoluyla isbat edilemez. Eğer, cümlenizin doğruluğu, kavramlarınızın anlamı yoluyla isbat edilebiliyorsa; o cümle, realiteden kopuktur; eğer, cümleniz, algılarınız yoluyla isbat edilebiliyorsa; o cümlenin doğruluğundan emin olamazsınız.
Bütün bu saçmalıkların, felsefe adına ortaya atılabilmesinin sebebi; kavramlar konusunda, rasyonel bir anlayıştan uzak olunmamasıdır. Kavramların objektif karakteri üzerinde doğru bir anlayış, "analitik-sentetik" sahte-zıtlığının her türünü reddetmek için gerekli aletleri sağlamıştır.
"Analitik-sentetik" meselesini işleyen filozoflar; bu meseleyi, binlerce sayfanın gerisinde, gayrı-asli hususlardan ibaret büyük bir laf kalabalığı arasında sunmuşlardır. Bu meselenin yukarıdaki biçimde sunuluşu, onun asli terimlerle ifadesidir; ve, meselenin doğru bir epistemoloji açısından tamamen çürütülmesi, bu sunuşun yörüngesi içinde kolaylaşmaktadır. Fakat, burada, etraflı bir argümantasyona girişmek yerine; meseledeki temel yanılgılara işaret etmekle yetinilecektir.
4.2.2 Analitik-Sentetik Hakikatler Zıtlığının Çürütülmesi
Analitik ve sentetik hakikatler arasında bir zıtlık olmadığını isbat etmek için kavramlarla ilgili şu epistemolojik prensipleri hatırlamak yeterlidir:
a) Kavramlar, gözlemlenmiş mevcut-şeylerin, gözlemlenmiş başka mevcut-şeylerle olan ilişkileri açısından yapılmış sınıflamaları temsil eder.
a) Bir kavramın anlamı, altındaki birimleri ifade eder; bu birimlerle birlikte, onların sadece asli ayırt edici karakteristikleri (tanımlayıcı karakteristikleri) değil, bütün karakteristikleri ifade edilir.
Mesela, insanın "rasyonel bir hayvan" olması; "insan" kavramını, sadece "rasyonellik" özelliğinden ibaret kılmaz; "insan" kavramı içinde, onun gözlemlenmiş bir karakteristiği olan "rasyonellik" yanında, diğer bütün gözlemlenmiş karakteristikleri, bu arada onun "iki gözlü" olması karakteristiği de vardır. Dolayısiyle, "bir insan, rasyonel bir hayvandır" veya "bir insan, sadece iki göze sahiptir" hakikatlerinin statüsü arasında hiçbir fark yoktur. Bu iki hakikatten her biri, Kimlik Kanunu'nun bir tatbikatıdır; her biri, bir "totoloji"dir; herhangi birini inkar etmek, "insan" kavramını inkar etmek, dolayısiyle kendi-içinde çelişik olmak demektir.
Önermelerin analitik veya sentetik diye bölünmesinin hiçbir olgusal veya epistemolojik haklılığı yoktur. Önermelerde sadece tek bir temel epistemolojik ayrım vardır: doğru önermeler veya yanlış önermeler; ve, sadece bir tek temel mesele vardır: hakikatin keşfedilmesi ve doğruluğunun tahkiki hangi yöntemle yapılacaktır? İnsan bilgisinin temeline bir zıtlık ekmek, doğruluğunun tahkikinde zıt yöntemlerin olduğunu; hakikatin zıt tipleri olduğunu iddia etmek; hiçbir sebep veya haklılığa sahip değildir.
Bir anlamda, hiçbir hakikat "analitik" değildir: hiçbir önerme, sırf "kavramsal analiz" ile geçerli kılınamaz; herhangi bir "analiz"den önce, kavramın içeriği (yani, bütünleştirdiği mevcut-şeylerin karakteristikleri) gözlem yoluyla keşfedilmeli ve doğruluğu tahkik edilmelidir. Bir başka anlamda bütün hakikatler "analitik"tir: bir varlığın herhangi bir karakteristiği keşfedildiğinde, bu karakteristiği o varlığa atfedecek bir önerme, "mantıken doğru" olacaktır (tersi, o varlığı belirten kavramın anlamıyla çelişir). Her iki durumda da, analitik-mantıki-totolojik versus sentetik-olgusal zıtlığı çöker.
4.2.3 Zorunlu-Bağlı Hakikatler Sahte-Zıtlığının Çürütülmesi
Bazı olguların "zorunlu" başka bazılarının ise "bağlı" oldukları; "olgusal" cümlelerin "sentetik" ve "bağlı" oldukları; oysa, "zorunlu" cümlelerin, "gayri-olgusal" ve "analitik" oldukları şeklindeki bir zıtlığın geçersizliğini isbatlamak için; mevcudiyetin önceliği aksiyomunu, dolayısiyle Kimlik Kanunu'nu, dolayısiyle metafiziken-verili olan karşısında insan-yapısı şeyler ayrımını hatırlamak yeterli olacaktır.
Kant'ın Critique of Pure Reason'ındaki sözlerinin, mevcudiyetin önceliğine (ve Kimlik Kanunu'na) bir isyan olduğu ortadadır: "Evet, deney bize, neyin var olduğunu söyler; ama, öyle olmasının zorunlu olduğunu; başka türlü olamayacağını söylemez."
Keza, metafiziken-verili olan şeyler ile insan-yapısı şeyler arasındaki asli ayrımı anlamamak; bunlarla ilgili önermeler arasında bir fark olduğu yanılgısına sebep olmaktadır. Evet, insan-yapısı bir şey öyle olmak "zorunda" değildir; başka türlü olabilirdi; ama, olduktan sonra, o neyse odur: metafiziken-verili olan bir şey hakkındaki hakikat nasıl keşfedilip, doğruluğu nasıl tahkik edilecekse; insan-yapısı bir şeyle ilgili hakikat de, aynı yöntemle öğrenilecektir; bunlarla ilgili önermelerin konusu farklıdır, ama tabiatlarında bir fark yoktur. Evet, bazı olgular zorunlu değildir (insan-yapısıdır); ama, bütün hakikatler zorunludur.
Hakikat, bir realite olgusunun teşhisidir (kimliklendirilmesidir). Söz konusu olgu, ister metafiziken-verili olsun, isterse insan-yapısı olsun; olgu, hakikati belirler: eğer, olgu mevcutsa; neyin hakikat olduğu konusunda başka hiçbir alternatif yoktur. Mesela, Türkiye'nin 67 vilayete sahip olması metafiziken zorunlu değildi; ama, insanların seçimi böyle olduğu sürece, "Türkiye, 67 vilayete sahiptir" önermesi zorunlu olarak doğrudur, hakikattır. Doğru (hakiki) bir önerme, olguları olduğu gibi tasvir etmek zorundadır. Bu anlamda, "zorunlu hakikat"deki "zorunlu" terimi fuzulidir; "bağlı hakikat" ibaresi ise, kendi içinde çelişiktir; çünkü, hakikat bir realite olgusunun teşhisidir; ve, olgu mevcutsa, artık hiçbir şeye bağlı değildir.
4.2.4 Mantıki-Deneysel Sahte-Zıtlığının Çürütülmesi
Analitik cümlelerin deneyden bağımsız "mantıki" önermeler olduğu; öte yandan, sentetik cümlelerin mantıki zorunluluktan yoksun, "ampirik" (deneysel) önermeler olduğu gibi bir zıtlık önermek; felsefedeki çok eski bir ihtilaftan kaynaklanır: rasyonelizm (usçuluk) ve ampirisizm. Rasyonelistler, insanın bilgi elde etmesinde, deneyin rolünü minimize ederken, mantığın rolünü vurgularlar; ampirisitler ise, mantığın rolünü minimize ederken, deneyin insanın bilgi kaynağı olduğunu iddia ederler. Mantık ve deney arasında yarattıkları bu bölünme, analitik-sentetik zıtlığında kurumsallaştırılır.
Mantık ve deney arasında bir zıtlık öneren her teori, mantığın tabiatını ve onun insan bilgilenmesindeki rolünü anlamakta düşülen başarısızlığı temsil eder. İnsan bilgisi, ne deneyden bağımsız olarak mantıkla; ne de, mantıkdan bağımsız olarak deneyle elde edilebilir: mantığın, deneye tatbik edilmesiyle elde edilir. Bütün hakikatler, deneyle ortaya çıkarılan olguların, mantıkla kimliklendirilmesinden doğan ürünlerdir.
İnsan, tabula rasa doğar; bütün bilgisi, sonradan, duyumlarının sağladığı verilerden başlayarak elde edilir. İnsan; bilgilenmenin insana-özgü düzeyine erişmek için, algısal verileri kavramlaştırmalıdır. Kavramlaştırma; ne otomatik, ne de yanılmaz bir süreçtir. Bu sürecin, realitenin olgularına tekabül eden sonuçlar (bilgi) vermesi için; insan, bu süreci yönetecek bir yöntem keşfetmek zorundadır. Bu yöntemin temelindeki prensip, metafiziğin temel prensibidir: Kimlik Kanunu. Realitede çelişki mevcut olamaz; dolayısiyle, bir bilgilenme sürecinde bir çelişkinin ortaya çıkması, bir hata yapıldığının delilidir. Böylece, doğru bilgilenme için insanın takip edeceği yöntem ortaya çıkar: gözlemlenen olguları, çelişkisiz bir şekilde kimliklendirmek. Bu yöntemin ismi, mantıktır. Mantık: çelişkisiz kimliklendirme sanatıdır (yeteneğidir). İlk kavramların teşkilinden, en karmaşık bilimsel kanun ve teorilere kadar; insanın kavramsal gelişmesinin her aşamasında mantık kullanılmalıdır. Ancak verili bir zamanda mevcut bütün delillerin çelişkisiz bir şekilde kimliklendirilmesi ve bütünleştirilmesi üzerine bina olunan bir sonuç, bilgi olarak nitelenebilir.
İnsanın bilgilenme yönteminde mantığın rolünü anlamakta düşülen başarısızlık, analitik-sentetik zıtlığını çeşitli yönlerden tekrarlayan bölünmüşlükler ve zıtlıklar doğurmuştur. Bugün, özellikle üç tanesi yaygındır: mantıki hakikat karşısında olgusal hakikat; mantıken mümkün karşısında ampirik olarak mümkün; a priori karşısında a posteriori.
Bütün bu suni zıtlıkların ardında yatan yanılgı: mantığın, sübjektif bir oyun olduğu; bilgi elde etmekte değil, keyfi sembolleri manipüle etmekte kullanılan bir yöntem olduğu görüşüdür.
4.2.5 Analitik-Sentetik Sahte-Zıtlığı: Sonuç
Analitik-Sentetik zıtlığını kabul etmek, insan bilgisini mahkum etmektir; çünkü, analitik-sentetik teorisi, şu adaletsiz hükme varır: eğer bir önermenin reddedilmesi düşünülemez ise, eğer onunla çelişecek herhangi bir realite olgusunun var olması mümkün değilse, yani bu önerme kesin olan bir bilgiyi temsil ediyorsa; bu önerme, realiteyle ilgili bir bilgiyi temsil ediyor olamaz. Başka bir deyişle, bu teorinin verdiği saçma hüküm şöyledir: eğer bir önerme yanlış olamazsa, doğru da olamaz. Daha başka bir deyişle şunu söyler: bir önermenin olgusal olarak nitelenebilmesi, ancak halen bilinmeyen olguları ifade ettiği zaman, yani bir hipotezi temsil ettiği zaman mümkündür; hipotez isbatlanıp, bir kesinlik haline gelirse, olgulara işaret ediyor olma özelliği, realiteyle ilgili bilgiyi temsil ediyor olma özelliği biter; bir önerme, kesin olarak isbatlanırsa, yani inkarı halinde bir mantık çelişkisine düşülmesinin kaçınılmazlığı aşikar hale gelirse; bu olgu yüzünden -yani, doğruluğunun kesinkes ortaya çıkmış olması yüzünden- bu önerme, insan konvansiyonunun veya keyfi kaprisinin bir ürünü olarak bir geçersiz addedilmelidir.
İsbat edilmiş olma özelliğini, insan bilgisini diskalifiye eden bir unsur olarak görmek; yani, bilgiyi, insan cehaletinin bir fonksiyonu olarak görmek; tam bir epistemolojik terslik önermektir. Nasıl ki; ahlakta, altrüist zihniyet, iyiyi, iyi olduğu için cezalandırırsa; epistemolojide de, analitik-sentetik zihniyet, bilgiyi, bilgi olduğu için cezalandırır. Nasıl ki; altrüist ahlakta, insan, sadece kazanmadığı şeyler üzerinde hak iddia edebilirse; epistemolojide de, analitik-sentetik teoriye göre, insan, sadece isbat etmediği şeylerin bilgi olduğunu talep etme hakkına sahiptir. Adeta; epistemolojik aşağılık duygusu, bilgilenmenin ön-şartı haline getirilmiştir.
Bu tersliğin baş sorumlusu, Kant'tır. Kant'ın sistemi, önceki yüzyılların mistisizmini dünyevileştirerek; mistisizme, onu modern dünyada da ayakta tutacak bir hayatiyet kazandırdı. Dini gelenekte, "zorunlu" hakikatler, genellikle Tanrı'nın düşünme tarzının sonuçları olarak görülür. Kant, "zorunlu" hakikatlerin kaynağı ve yaratıcısı olarak Tanrı yerine, "insan zihninin iç yapısı"nı koyarak; bu hakikatlerin realite olgularından bağımsızlığını ilan etti.
Yirminci yüzyıl filozofları, Kant'ın görüşlerini nihai sonuçlarına götürmekten başka birşey yapmadılar. Şuna vardılar: eğer, insanın düşünme tarzı (realiteden bağımsız olarak) "zorunlu" hakikatleri yaratıyorsa; ve, insanlar, düşünme tarzlarının ne olacağı hakkında seçim yapmaya muktedir olduklarından; bu hakikatler, sabit veya mutlak değildir. Bu filozoflar, Hıristiyan düşüncesindeki "Tanrı'nın verdiğini, Tanrı alır" formülünü, adeta 'zihnin verdiğini, zihin alır' haline getirdiler.
Rönesanstan beri bir çok miti yıkarak yükselen akıl karşısında, inancı rehabilite etmek için ortaya atılan Kant, müthiş sinsilikte bir silah bulmuştu: aklı geçersiz kılmakta, aklın kullanılması; veya, daha doğrusu, realitede olmayan ve olamayacak bir akıl tarif ederek, ona erişilmesinin imkansızlığından doğacak hayal kırıklığını, akla karşı oluşacak bir güvensizlik haline getirmek. İnsan aklının, insan hayatının bütünleştiricisi olan felsefeye Kant'ın ektiği mayınlar, Hegel'cilik, mantık pozitivizmi, pragmatizm, linguistik analistliği, vs. halinde teker teker patlayıp; felsefeyi, insan aklına, insan hayatına, felsefeye düşman hale getirmektedir.
Bu neo-Kant'çılıktan felsefede arta kalana bakalım:
Metafizik tamamen iptal edilmiştir: metafiziğin en etkin muhaliflerine göre; metafizik cümleler, ne analitik ne de sentetiktir; dolayısiyle, anlamsızdır.
Ahlak, felsefenin alanından neredeyse tamamen çıkarılmıştır: bazı guruplar, ahlaki cümlelerin, ne analitik ne de sentetik olmayıp, "duygusal boşalmalar"dan ibaret olduğunu iddia ederler; başka bazıları, filozofların ahlaki cümlelerin dilini analiz etmeğe muktedir olduğunu, ama ahlaki normlar öne sürmeğe yetkili olmadığını öne sürerek; ahlakı, sokaktaki ortalama insanın yetki alanına emanet ederler.
Politika, hemen hemen bütün felsefe ekollerince terkedilmiştir: değerlerle ilgili konularında, politika, ahlak konusundaki gibi bir muameleye tabi tutulmuştur.
Epistemoloji (bilgi teorisi); insanın, olgularla ilgili bilgi elde etmesinin kurallarını tanımlayan bir bilimdir. Fakat, olguların "sentetik," "ampirik" önermelere konu olduğu, dolayısiyle felsefenin alanı dışında kaldığı nosyonu ile, epistemoloji dağıldı; sonuç olarak, özel bilimler, irrasyonelizmin kabaran dalgalarında sürüklenen enkaz parçaları haline geldi.
Estetikte; "sanat; başka her insani faaliyet gibi, aklın alanında incelenecek bir meseledir" önermesini anlayacak bir tek modern filozof bile bulmak zordur.
"Modern felsefe" adı altında tanık olduğumuz olay, felsefenin kendini tasfiyesidir.
Felsefeyi saygın yerine tekrar yükseltmek için, bugünkü sefaletine sebep olan (başta analitik-sentetik teorisi olmak üzere) bütün öncüller çürütülmelidir.
ALINTIDIR !
Epistemoloji, bilgi elde etmenin ve bilgilerin doğruluğunu tahkik etmenin yöntemlerini araştıran felsefe dalıdır.
Ne(yi) biliyorum? Nasıl biliyorum? Epistemolojinin konusu, bu meseledir. Felsefenin diğer bütün dalları, bu meseleye bağlıdır; çünkü, nasıl bildiğimizi bilmeksizin, neyi kesin olarak bildiğimizi söyleyemeyiz. Bir şeyi kesin olarak bilmek yeteneğinden yoksun olmak: akıl yürütme, seçme ve davranma kapasitesinden yoksun olmak demektir. İşte; epistemoloji, "Nasıl?" sorusuna cevap vererek, "Ne?" sorusuna cevap veren özel bilimleri mümkün kılar.
İnsan, ne Alim-i Mutlak, ne de yanılmazdır. (Alim-i Mutlak: herşeyi bildiği varsayılan ilahi varlık.) Öyle olsaydı, epistemolojiye (bilgi teorisine) gerek olmazdı. Yani; insan bilgisi, otomatikman kazanılabilse, doğruluğu otomatikman kesin olabilse, içeriği otomatikman tam olabilse; bilgilenme yöntemlerinin keşfi diye bir zaruret olmazdı. Oysa, insan tabiatı böyle değildir. Algılama yeteneği otomatiktir; fakat, bu yetenek, hayatta insanca varkalmak için yetersizdir. Algılama düzeyinin ötesinde; insan bilinci, iradidir: bilgiyi, gayret göstererek edinir (gayret göstermezse edinmez); bilgiyi, doğru yürütmeyi öğrendiği bir akıl süreciyle elde eder (doğru yürütmeyi öğrenmemişse elde etmez). Tabiat, insana, zihni etkinlik konusunda hiçbir garanti vermez; insan, hata yapmaya, görmezden gelmeye, realite hakkındaki bilgisinde psikolojik tahrifat yapmaya muktedirdir. İnsan; doğuştan sahip olmadığı, tabiatınca kendisine otomatikman verilmiş olmayan bir bilgilenme yöntemini, kendisi keşfetmek zorundadır; yani, akli yeteneğini nasıl kullanacağını, muhakemesiyle vardığı sonuçların doğruluğunu nasıl tahkik edeceğini, hakikati yalandan nasıl ayırt edeceğini, neyi bilgi olarak kabul edebileceği kriterini nasıl tesbit edeceğini, kendisi keşfetmelidir. Yani, insan, bilgi dediği şeyi keşfetmek ve bu bilgilerin realiteye tekabül ettiğini isbat etmek zorundadır. Burada bazı sorular ortaya çıkmaktadır:
İnsan; bilgiyi, bir akıl süreciyle mi elde eder; yoksa, tabiat-üstü bir kuvvet, bilgiyi, ona, ani bir vahiyle mi bahşeder?
Akıl, insan duyularının sağladığı malzemeyi teşhis edip (kimliklendirip) bütünleştiren bir yetenek midir; yoksa, daha doğmadan önce insan zihnine ekilmiş fıtri (tabiattan, doğuştan) fikirlerle dolu bir depo mudur?
Akıl, realiteyi kavramakta tamamen yeterli midir; yoksa, insan, akıldan daha üstün herhangi bir kavrama yeteneğine mi sahiptir?
İnsan, bildiklerinden emin olabilir mi; yoksa, sürekli bir şüphe içinde bulunmaya mı mahkumdur?
Bu sorulara verilecek cevapların niteliği; bir insanın, kendine güven derecesini -dolayısiyle, realiteyle alışverişte bulunma işindeki başarısını- belirler. Rasyonel bir insan, bu soru setlerinden sadece birincilere olumlu cevap verecek ve neden böyle cevap verdiğini bilecektir. Epistemolojinin temel konusu, bu bölümde incelenecek olan kavramlardır. Epistemolojinin alanında olan önermeler ve lisan konuları, gerektiğinde değinilmiş olmakla birlikte, esasen epistemolojiye giriş mahiyetinde olan bu bölümün kapsamı dışında bırakılmıştır.
4.1 KAVRAMLAR
"Evrenseller meselesi" olarak da bilinen kavramlar konusu, felsefenin merkezi konusudur. Kavramsal şekilde kazanılıp muhafaza edildiğinden; insan bilgisinin doğruluğu, kavramların doğruluğuna bağlıdır. Fakat, kavramlar, soyutlamalardır veya evrensellerdir; oysa, insanın algıladığı her şey, somuttur. Soyutlamalar ve somutluklar arasındaki ilişki nedir? Kavramlar, realitede tam olarak neye işaret eder? Kavramlar, gerçek bir şeylere, varolan bir şeylere mi işaret ederler; yoksa, kavramlar, sadece insan zihninin icatları mıdır, keyfi yapılar mıdır veya bilgiyi temsil ettiği söylenemeyecek gevşek yaklaşıklıklar mıdır?
Tekrar edelim: bütün bilgi, kavramlar halindedir. Kavramlar; realitede bulunan bir şeye tekabül ediyorlarsa, bu kavramlar gerçektir; ve, böyle kavramlara sahip olan insanın bilgisi, realitede bir temele sahiptir; fakat, realitede bulunan bir şeye tekabül etmiyorlarsa, bu kavramlar gerçek değildir; ve, böyle kavramlara sahip olan insanın bilgisi, kendi hayal gücünün kurgularından başka bir şey değildir.
Kavramlar (soyutlamalar) ile somutluklar arasındaki ilişkiyi örneklendirmek için şu soruyu soralım: karşı kaldırımda yürüyen üç kişiyi, "insanlar" olarak düşündüğümüzde; bu "insanlar" terimiyle neye işaret ederiz? Bu üç kişi, üç ayrı bireydir; ve, bu insanlar, hiçbir eş karakteristiğe sahip olmayabilir. Sahip oldukları özel karakteristikleri tek tek sayıp listeleseniz, "insanlık" karakteristiğini temsil eden hiçbir karakteristik bulunmayacaktır. İnsanlarda "insanlık" nerededir? Realitede var olan hangi şey, zihnimizde varolan "insan" kavr..... tekabül eder?
Felsefe tarihinde, bu konuyu izaha yönelik dört irrasyonel düşünce ekolü olagelmiştir:
1. "Aşırı realistler" veya Platonistler; soyutlamaların, realitenin başka bir boyutunda, gerçek varlıklar veya arktipler olarak mevcut olduğunu; algıladığımız somutlukların, başka boyuttaki bu varlıkların gayrı-mükemmel yansımaları olduğunu; algıladığımız somutlukların, önceden zihnimizde varolan soyutlamaları çağırdığını kabul ederler. (Plato'ya göre, algılanan somutluklar, daha doğmadan önce diğer boyuttayken bildiğimiz arktiplerin hatırasını zihinde uyandırır.)
2. "Ilımlı realistler" (ataları maalesef Aristo'dur); soyutlamaların, realitede mevcut olduğunu; fakat, onların, başka bir boyutta değil, somutluklar içinde, metafizik özler halinde bulunduğunu ve kavramlarımızın bu özlere işaret ettiğini kabul ederler.
3. "Nominalistler;" bütün fikirlerimizin, somutlukların zihnimizdeki izlerinden ibaret olduğunu; soyutlamaların, benzerliklere dayanarak keyfi olarak birarada düşünülen somutluk guruplarına verdiğimiz "isimler"den ibaret olduğunu kabul ederler.
4. "Kavramsalcılar;" soyutlamaların, realitede hiçbir temelinin olmadığı konusundaki nominalist görüşü paylaşırlar; fakat, kavramların, izler olarak değil, bir tür fikirler olarak zihnimizde varolduğunu varsayarlar.
(Bir de; modern, aşırı nominalist görüş vardır. Bu görüşe göre, mesele anlamsızdır; "realite" anlamsız bir terimdir; kavramlarımızın bir şeye tekabül edip etmediğini hiç bilemeyiz; bilgimiz, kelimelerden oluşur; kelimeler ise, keyfi sosyal konvansiyonlardır.)
Kavramlar meselesi için önerilen bu sözde "çözümler" ışığında, meselenin oldukça muğlak olduğu görünüyor. Halbuki; bu mesele, insanlığın en önemli meselesidir: bütün insan toplumlarının geleceği, bilgi ve ilerlemenin durup durmayacağı, her birey insan hayatının kaderi; bu meseleye bağlıdır. Kavramlar konusunda doğru bir görüşe sahip olmak, insani her çabadaki başarının ön şartıdır.
Kavramlar konusunda yanılmak, insan olarak tahrip olmak demektir. Çünkü: insan olmak, akıllı olmaktır; aklın temel fonksiyonu, kavramlaştırma yeteneğidir; dolayısiyle, insan bilincinin kavramsal düzeyinin sakatlanması, insan aklının -insanın asli karakteristiğinin, insanın- tahrip edilmesidir. Rönesans'ın; mistisizmi çürüten ve aklı yücelten etkisini yok etmek üzere; hemen Rönesans ertesinde doğmaya başlayan, Kant'la zirveye çıkan ve bugünün yerleşik felsefesi haline gelen neo-mistik, modern felsefelerin muazzam karmaşalarının, çelişkilerinin, iki tarafa çekilebilecek muğlaklıklarının ve rasyonalizasyonlarının asıl tabiatı: insanın kavramlaştırma yeteneğine karşı yöneltilmiş koordineli bir saldırıdır.
Epistemolojinin konusu, duyumlardan başlayıp kavramlara kadar uzanan bütün bilgilenme süreciyle ilgilidir. Duyumların geçerliğinden şüphe eden 'filozoflar' da çıkmıştır; oysa, bu tür şüphelerini ortaya koyarken dahi, duyumların geçerliğini varsaymışlar, bir anlamda isbat etmişlerdir; dolayısiyle, burada verilen epistemoloji, duyumların geçerliğini isbata gerek dahi görmeyip, kavramlar üzerinde yoğunlaşacaktır; fakat, hep hatırlanması gereken bir aksiyom vardır: mevcudiyet mevcuttur. Bu aksiyomun anlaşılması, bu aksiyomun sonucu (pareleli) olan iki aksiyomun anlaşılması demektir: 1. Birisinin algıladığı bir şey mevcuttur; 2. Bilince (yani, mevcut olanı algılama yeteneğine) sahip birisi mevcuttur.
"Mevcudiyet mevcuttur" aksiyomunun kabulünden çıkan sonuçları, başka deyişlerle ifade edecek olursak:
a) Şeyler, bilinçten bağımsız olarak mevcuttur; bilinç, ancak bilincinde olunan bir şey ve bilince sahip birisi varsa, söz konusudur.
b) Hiçbir şey mevcut değilse, hiçbir bilinç olamaz: bilincinde olunan bir şey olmadan varolan bir bilinç, terimlerde çelişkidir. Aynı şekilde, kendisinden başka hiçbir şeyin bilincinde olmayan bir bilinç, terimlerde çelişkidir: bilinç, kendisini bilinç olarak teşhis edebilmek için, önce bir şeyin bilincinde olmalıdır. Algılandığı iddia edilen şey, mevcut değilse, algılamayı yaptığı iddia edilen şey, bilinç değildir.
Bu aksiyomun anlaşılması ve kabulü; epistemolojinin, bütün bilgilerin temelidir.
4.1.1 İnsan Bilgisinin Yapı-taşı: Mevcut-şey kavramı
Bir haberdarlık durumu olan bilinç; pasif değil aktif bir durumdur ve iki asli fonksiyon görür: ayırt etmek ve bütünleştirmek.
İnsan bilinci, kronolojik olarak üç aşamada gelişir: duyumsal, algısal ve kavramsal aşamalar; fakat, epistemolojik olarak, bütün insan bilgisinin temeli, algısal aşamadır.
Duyumlar, insan hafızasında duyumlar olarak muhafaza edilmez; tamamen tecrit edilmiş, pür bir duyum yapmak da mümkün değildir. Bilindiği kadarıyla; yeni doğmuş bir bebeğin bütün duyumsadığı şey, -renklerden, seslerden, derisel stimuluslardan, kokulardan, tatlardan ibaret- karmakarışık bir kaostan ibarettir. Ayırt etmeye muktedir bir haberdarlık hali, sadece algısal düzeyde başlar.
Bir algı, yaşayan bir organizmanın beyni tarafından otomatik olarak tutulup bütünleştirilmiş bir gurup duyumdur. İnsan; duyu organlarının sağladığı verileri, algılar halinde kavrayarak realiteden haberdar olur. "Doğrudan (direkt) algılama" veya "doğrudan haberdarlık" dendiğinde kast edilen, algısal düzeydir. Bir bilinçlilik durumunda verili olan şey, kendiliğinden aşikar olan şey; duyumlar değil, algılardır. Duyumların, algıları oluşturan bir bileşen olduğunu bilebilmek; doğrudan mümkün değildir; bu bilgi, çok sonraları -bilimsel, kavramsal bir keşif olarak- elde edilir.
İnsan bilgisinin yapı-taşı, mevcut olan herhangi bir şeye işaret eden "mevcut-şey" kavramıdır. Varolan, varolmuş, varolacak her şey -şeyler, hususiyetler, hareketler vs- bu kavramın kapsamındadır. "Mevcut-şey" bir kavram olduğundan, kavramsal aşamaya erişilene kadar aşikaren (açıkça bilincinde olunarak) kavranamaz. Fakat; bu kavram, her algıda zımnen vardır (birşeyi algılamak, onun mevcut olduğunu algılamaktır) ve insan "mevcut-şey"i zımnen algılar; yani, "mevcut-şey" kavramı altında sonradan bütünleştireceği birimleri tek tek algılar. Bu zımni bilgi, bilincin daha üst düzeylere doğru gelişmesinin atlama tahtasıdır.
(Eğer bilinç, duyumsal düzeyde de ayırt etmeğe muktedirse; o ölçüde, "mevcut-şey" kavramının duyumsal düzeyde de zımnen varolduğundan bahsedilebilir. Bir önceki ve bir sonraki anlarda hiçbir şey duymamaktan farklı olarak; bir duyum, birşeyin duyulması demektir. Bir duyum, insana ne mevcut olduğunu söylemez; fakat, birşeyin mevcut olduğunu söyler.)
"Mevcut-şey" (zımni) kavramı, insan zihninde üç gelişme aşamasından geçer. Birinci aşama; çocuğun, nesnelerden, şeylerden haberdar olmaya başlamasıdır; bu aşama, "varlık" (zımni) kavramını, insana kazandırır. Birinci ile yakından ilgili ikinci aşama; çocuğun, spesifik, özel şeyleri tanıyabilmesi ve onları, algısal alanında bulunan diğer şeylerden ayırt edebilmesiyle kazandığı haberdarlık durumudur; bu aşama, "kimlik" (zımni) kavramını, insana kazandırır.
Üçüncü aşamada, insan; bu varlıkların kimliklerindeki benzerlik ve farklılıkları kavrayarak, onlar arasındaki ilişkiyi kavrar; bu aşamada, (zımni) kavram "varlık," (zımni) kavram "birim" haline dönüştürülür.
Bir çocuk, (sonradan "masalar" diye adlandıracağı) iki nesnenin birbirine benzediğini, fakat diğer dört nesneden ("sandalyeler") farklı olduğunu gözlemlerken; zihni, bu nesnelerin belirli bir hususiyeti (şekilleri) üzerinde odaklanmakta, sonra onları farklılıklarına göre tecrit etmekte ve daha sonra bu birimleri, benzerliklerine göre ayrı guruplar içinde bütünleştirmektedir.
Bu işlem, insan bilincinin kavramsal aşamasının girişidir, onun anahtarıdır. Varlıkları birimler halinde düşünme yeteneği, insana mahsus özel öğrenme yöntemidir; başka hiçbir varlık, buna muktedir değildir.
Bir birim, iki veya daha çok benzer üyeden ibaret bir gurubun, ayrı bir üyesi (bireyi) olarak düşünülen bir varlıktır. (İki elma, iki birimdir; iki metre kare toprak da, iki birimdir.) Burada dikkat edilecek husus şudur: "birim" kavramı, bir bilinç faaliyetiyle (bilincin seçici bir odaklanmışlığıyla, şeyleri belirli bir tarzda düşünmekle) doğmaktadır, bilinç tarafından keyfi olarak yaratılmış değildir; bu bilinç faaliyeti, bir bilincin, realitede gözlemlemiş olduğu hususiyetlere göre yaptığı bir kimlikleme veya sınıflamadır. Bu yöntem, birçok sınıflama ve çapraz-sınıflamaya imkan verir: şeyler, şekillerine veya renklerine veya büyüklüklerine veya atomik yapılarına vs. göre sınıflandırılabilir; fakat, sınıflandırmanın kriteri icat edilmez, realitede gözlemlenir. Böylece, "birim" kavramı, metafizik ile epistemoloji arasında bir köprü görevi yapar: birimler, bizatihi birimler olarak mevcut değildir; mevcut olan, şeylerin kendisidir; ama, birimler, bir bilincin, mevcudiyetinden haberdar olduğu belirli ilişkiler içinde varolduğunu mütalaa ettiği şeylerdir.
4.1.2 Ölçüm
(Zımni) kavram "birim"in elde edilmesiyle erişilen kavramsal öğrenme düzeyi, iki ilişkin alandan oluşur: kavramlaştırma alanı ve matematik alanı. Kavram-teşkili işlemi, büyük ölçüde, bir matematik işlemidir.
Matematik, ölçüm bilimidir. Kavram-teşkili işlemini incelemek için, ölçüm konusunu incelemek gerekir.
Ölçüm: bir birim olarak hizmet gören bir standart vasıtasıyla, niceliksel bir ilişkiyi tanıma işlemidir. Varlıklar (ve faaliyetleri) hususiyetleriyle (uzunluk, ağırlık, hız, vs.) ölçülür ve ölçüm standardı, sözkonusu hususiyeti temsil eden ve somut olarak belirlenmiş bir birimdir. Mesela; uzunluk, santimetre, metre, kilometre, vs. ile; hız, belirli bir zamanda katedilen mesafe ile ölçülür.
Şu husus önemlidir: herhangi bir verili standardın alınması seçime bağlıdır; fakat, bu standardı kullanmanın matematik kuralları sabittir. Uzunluğun inçle veya metreyle ölçülmesinde asli bir fark yoktur; standart, ölçüm işleminin özünü veya sonucunu (realitedeki ilişkinin ne olduğu bilgisini) değil, ifade tarzını belirler. Ölçüm standartı, üç şartı haiz olmalıdır: 1. sözkonusu hususiyeti temsil etmelidir (mesela, uzunluğu, kilo ile ölçmemelidir); 2. insan tarafından kolayca algılanabilir olmalıdır; 3. bir kere seçildikten sonra, kullanımı sırasında değişmez ve mutlak kalmalıdır.
Peki, ölçümün amacı nedir? Ölçüm işlemi, kolayca algılanabilir bir birimi, daha büyük veya daha küçük niceliklerle (matematik olarak sonsuz büyük veya sonsuz küçük niceliklerle) ilişkilendirebilme imkanını vermektedir; yani, ölçümün amacı, insan bilincinin (dolayısiyle, insan bilgisinin) menzilini, algısal düzeyin ötesine (yani, duyumlarının doğrudan gücünün ötesine, verili bir anda varolan somutluklar ötesine) uzatmaktır. İnsan, bir metrenin uzunluğunu kolayca algılayabilir; fakat, yüz kilometreyi algılayamaz. Bir metrenin, bir kilometreye olan ilişkisini tesis ederek, yeryüzündeki her mesafeyi kavrayabilir; kilometrenin, ışık-yılına olan ilişkisini tesis ederek, galaksilerin mesafelerini bilebilir.
Ölçüm işlemi, sınırsız ölçekteki bilgiyi, insanın sınırlı algısal tecrübelerine bütünleştirme işlemidir; evreni, -insan bilincinin menziline getirerek, evren ve insan ilişkisini tesis ederek- bilinir kılma işlemidir. İlk ölçüm teşebbüslerinde, insanların şeyleri hep kendisiyle ilişkilendirmiş olması bir tesadüf değildir. Mesela, ayağının uzunluğunu uzunluk birimi olarak almış ("feet" = "ayak"); on parmağından çıkarak onluk sayı sistemini bulmuştur.
4.1.3 Kavram-Teşkili
Bir kavram, spesifik bir(kaç) karakteristiğe göre tecrit edilmiş ve belirli bir tanım altında birleştirilmiş iki veya daha çok birimi temsil eden bir zihni bütünlüktür.
Tanımda söz konusu olan birimler, realitenin herhangi bir veçhesi olabilir: varlıklar, hususiyetler, faaliyetler, nitelikler, ilişkiler vs.; bu birimler, ya algısal somutlukluklar, ya da daha önceden teşkil edilmiş kavramlar olabilir. Tecrit işlemi, bir soyutlama işlemidir: zihnin,
-realitenin belirli bir veçhesini, diğer bütün veçhelerinin dışına çıkararak veya onlardan ayırarak- seçici bir şekilde kendisini odaklamasıdır (mesela, belirli bir hususiyetin, bu hususiyete sahip olan varlıklardan veya belirli bir faaliyetin, bu faaliyeti yapan varlıklardan tecrit edilmesidir).
Tanımda söz konusu olan "birleştirme" işlemi, basit bir toplama değil, bir bütünleştirme işlemidir; yani, bu kavrama konu olan birimlerin tek, yeni bir zihni varlık haline getirilmesi ve sonra tek bir düşünce birimi halinde kullanılmasıdır (fakat, bu düşünce birimi, gerektiğinde bileşen birimlerine de bölünebilir).
Bir kavram tarafından bütünleştirilen muazzam topluluk; tek bir birim olarak kullanılabilmek üzere, tek, spesifik, algısal bir somut şekle sokulmalıdır ki, bu topluluk, diğer somutluklardan ve diğer bütün kavramlardan ayırt edilebilsin. Bu işlem, lisanın fonksiyonudur. Lisan: kavramları, zihni-somutluklara dönüştürme psiko-epistemolojik fonksiyonunu yapan görsel-işitsel bir semboller sistemidir. (Psiko-epistemoloji: insanın öğrenme süreçlerinin, bilinçli zihin ile bilinç-altının otomatik fonksiyonları arasındaki etkileşim açısından incelenmesidir.) Lisan, kavramların aletidir; lisan, sadece kavramlara ait bir sahadır. Kullandığımız her kelime (özel isimler hariç) bir kavramı temsil eder; yani, sınırsız sayıda belirli bir tür somutluk (şey, hususiyet, ilişki, vs.) yerine geçer.
Kelimeler, kavramları, (zihni) varlıklar haline dönüştürür; tanımlar, kavramlara kimlik kazandırır. (Tanımsız kelimeler, lisan değil, anlamsız seslerdir.)
Birincil olan (doğrudan algılanan) yegane mevcut-şeyler, varlıklardır; dolayısiyle, insanların teşkil ettiği ilk kavramlar, varlıkları temsil eden kavramlardır. (Hususiyetler, kendi kendilerine mevcut değildir; bunlar, sadece varlıkların karakteristikleridir; mesela, hareketler, varlıkların hareketleridir; ilişkiler, varlıklar arasındaki ilişkilerdir.) Bir çocuk, "hareket" kavr*******; önceleri sadece algısal olarak haberdar olur: "hareket"i kavramlaştırmak için, hareket eden bir şey -varlıklar- kavramını oluşturmuş olmalıdır.
En basit kavramın (yani, tek bir hususiyetin kavramının) nasıl teşkil edildiğini inceleyelim -mesela "uzunluk" kavramının. (Kronolojik olarak bu kavram, bir çocuğun ilk kavradığı kavram değildir; fakat, bir tek hususiyete işaret etmesi bakımından, epistemolojik olarak en basittir.) Bir çocuk; bir kalem, bir mum ve bir kibrit çöpüne bakarken; uzunluğun, bu nesnelerde ortak bir hususiyet olduğunu, fakat bu nesnelerin spesifik uzunluklarının farklı olduğunu gözlemler. Fark, bir ölçüm farkıdır. Çocuğun zihni, uzunluk kavramını teşkil ederken, bu ortak hususiyeti alır ve onun her bir nesnedeki spesifik ölçümünü dışarıda bırakır. Veya, bu işlemi sözle tasvir ederek daha kesin terimlerle ifade edersek: "Uzunluk, bir miktar varolmalı; fakat, herhangi bir miktar varolabilir. Ben, buna sahip olan herhangi bir (mevcut) şeyin -ilgili bir birim vasıtasıyla nicelikce ilişkilendirilebilir- bu hususiyetini, nicelik belirtmeksizin 'uzunluk' diye kimliklendireceğim."
Elbette, çocuk bu kelimelerle düşünmez (henüz, kelimelerle ilgili hiçbir bilgisi yoktur); fakat, zihnin kelimesiz olarak icra ettiği işlemin tabiatı budur. Bir parça ipe, bir kurdeleye, bir koridora baktığında; uzunluk hususiyetini teşhis etmek için kullandığı "uzunluk" kavramı, böyle bir işlemle teşkil edilmiştir.
Aynı prensip, varlık kavramlarının (mesela, "masa" kavramının) teşkili işlemini de yönetir. Çocuk zihni; iki veya daha fazla masayı diğer nesnelerden tecrit etmek için, bu masaların ayırt edici karakteristiği üzerinde odaklanır: şekilleri. Gözlemler ki, şekilleri değişiktir; fakat, ortak bir karakteristikleri vardır: düz, ufki bir yüzey ve ayak(lar). "Masa" kavramını teşkil ederken, bu karakteristiği alır ve bütün özel ölçümleri (sadece şekille ilgili ölçümleri değil, daha bir çoğunu bilmediği diğer bütün masa karakteristiklerini) dışarıda bırakır.
Yetişkin bir insanın, "masa" tanımı, şöyle olurdu: "Daha küçük başka nesneleri üzerinde bulundurmak için kullanılan, düz, ufki bir yüzeyden ve ayak(lar)dan ibaret, insan-yapısı bir nesne." Bu tanımda neyin belirtilip neyin dışarıda bırakılmış olduğunu inceleyelim: şekille ilgili ayırt edici karakteristik belirtilmiş ve alınmıştır; şekille ilgili özel geometrik ölçümler (yüzeyin, kare, yuvarlak, üçgen, elips, vs. olduğu, ayakların sayısı ve şekli, vs.) dışarıda bırakılmıştır; büyüklük veya ağırlıkla ilgili ölçümler dışarıda bırakılmıştır; maddi bir nesne olduğu belirtilmiştir, fakat hangi maddeden olduğu (böylece, bu maddeyi başkalarından ayırt eden ölçümler) dışarıda bırakılmıştır; vs. Fakat, masanın kullanım amacıyla ilgili mülahazalar, dışarıda bırakılan ölçümlere ("şu yükseklikten daha fazla veya daha küçük olmamalı" şeklinde) belirli sınırlar koyar. Beş santimlik masayı bir oyuncak veya minyatür masa olarak sınıflamak bazan kabil olsa bile; konulan bu sınırlar, dört metre veya beş santim yüksekliğindeki masaları ve katı-olmayan maddelerden yapılmış masaları kapsam dışı tutar.
Asla unutulmaması gereken birşey vardır: "Ölçümlerin dışarıda bırakılması" bu ölçümlerin gayri-mevcut olarak kabul edilmesi demek değildir; sadece, ölçümler mevcuttur, fakat belirtilmemiştir demektir. Ölçümlerin mevcut olmak zorunda oluşu, işlemin asli bir parçasıdır. Prensip: ilgili ölçümler, bir miktar (nicelikte) mevcut olmalı, fakat herhangi bir miktar (nicelikte) mevcut olabilir.
Bir çocuk, "masa" kavramını teşkil ederken, bu işlemdeki bütün bu karmaşıklığın farkında değildir; olmak zorunda da değildir. Masaları, bilgisinin bağlamı dahilinde, diğer bütün nesnelerden ayırt ederek bu kavramı teşkil eder. Bilgisi büyüdükçe, kavramlarının tanımlarının karmaşıklığı da büyür. Fakat, kavram teşkilinin prensip ve aşamaları aynı kalır.
Bir çocuğun öğrendiği ilk kelimeler, görsel nesneleri temsil eden kelimelerdir; ve, çocuk, ilk kavramlarını, görsel olarak muhafaza eder. Bu kavramlara verdiği görsel şekil, belirli tür varlıkları diğer hepsinden ayırt eden, asli karakteristiklere indirgenmiştir -mesela, bir çocuğun insan çizerken kullandığı evrensel şekil: gövde için bir elips, baş için bir daire, kol ve bacaklar için dört çubuk, vs.dir. Bu çizimler, -algısal aşamadan, kavramsal aşamaya doğru geçiş halindeki bir zihindeki- soyutlama ve kavram-teşkili sürecinin görsel bir kayıtıdır.
Yazılı lisanın, resim çizimleri halinde ortaya çıktığını varsaymak için -Oryantal insanların resimsi yazı sistemleri gibi- bazı deliller vardır. İnsan bilgisinin ve soyutlama gücünün büyümesiyle; kavramların resimsi tasviri, insanın kavramsal menzilinin ihtiyaçlarını karşılamakta yetersiz kalmış ve resimsi yazı sistemleri, tamamen sembolik olan sistemlerle değiştirilmiştir.
Ölçüm ögesini de içine alan yeni bir tanım yapacak olursak: Bir kavram, aynı ayırt edici bir(kaç) karakteristiğe, herhangi bir ölçüde sahip olan iki veya daha çok birimi temsil eden bir zihni bütünlüktür.
Her kavramın teşkilinde benzerlik ögesi, hayati bir görev yapar; bu bağlamda, benzerlik, aynı ayırt edici bir(kaç) karakteristiğe, herhangi bir miktarda (ölçüde, derecede) sahip olan iki veya daha çok mevcut-şey arasındaki ilişkidir.
Ölçüm, kavram-teşkili sürecinin, iki asli bölümünde (ayırt etmek ve bütünleştirmek) de rol oynamaktadır. Kavramlar, rasgele teşkil edilemez. Bütün kavramlar, önce iki veya daha çok mevcut-şeyi diğer şeylerden ayırt ederek teşkil edilir. Bütün kavramsal ayırt edişler, aynı birimle ölçülebilir karakteristikler yoluyla yapılır. Mesela, uzun nesneleri, yeşil nesnelerden ayırt eden bir kavram teşkil edilemez. Aynı birimle ölçülemeyen karakteristikler, bir birim altında bütünleştirilemez.
Benzerlik, algısal olarak kavranır; benzerliği gözlemleyen insan, benzerlik olgusunun bir ölçüm meselesi olduğundan haberdar değildir, haberdar olmak zorunda da değildir. Bu olguyu anlamak felsefenin ve bilimin görevidir.
Kavram teşkilinin ayırt etme aşamasındaki zımni ölçümün ilginç örneklerinden birini, renk kavramlarının teşkilinde görürüz. İnsanlar, mavinin çeşitli tonlarının, kırmızının çeşitli tonlarından farklı olduğunu gözlemlemişler ve onlar için, "mavi" ve "kırmızı" olarak iki değişik kavram bulmuşlardır. Oysa, ancak yüzyıllar sonra; bilim, renklerin ölçülebileceği birimi keşfetti: dalga-boyu.
Aynı birimle ölçülebilen bir karakteristik (masalarda şekil, renklerde ton gibi), kavram-teşkili sürecinin asli bir ögesidir. Buna "Kavramsal Asgari Müşterek" ismini verip, şöyle tanımlayacağız: "Kavramsal Asgari Müşterek," insanların iki veya daha çok mevcut-şeyi, diğer mevcut-şeylerden ayırt etmekte kullandığı, belirli bir ölçü birimine indirgenebilen karakteristik(ler)dir.
Bir kavramın ayırt edici karakteristik(ler)i, ilgili "Kavramsal Asgari Müşterek" dahilindeki belirli bir ölçümler kategorisini temsil eder. (Bu konu ileride tartışılacaktır.)
Daha önce teşkil edilmiş kavramlar; daha geniş kategorilere bütünleştirilerek veya daha dar kategorilere bölünerek, yeni kavramlar teşkil edilebilir. Fakat, bütün kavramlar, nihai olarak, algısal varlıklardaki köküne -yani, insanın bilgisel gelişmesinin verili temeline- indirgenebilir.
"Birim" kavramı, hem kavramlaştırma, hem de matematik alanlarının temeli ve başlangıç noktasıdır; ayrıca, bu iki alan arasındaki iki bağlantıya dikkat edilmelidir:
1. Bir kavram, bu kavram altında düşünülen her somut şeyin gözlemlenmesiyle teşkil edilmez. Aritmetikte (eksi sonsuzdan artı sonsuza) kullanılan bir sayı dizisi gibi; bir kavram da, her iki yönü açık bir dizidir ve bu kavram altına giren özel tür birimlerin hepsini içerir. Mesela, "insan" kavramı, halen yaşayan, geçmişte yaşamış, gelecekte yaşayacak bütün insanları içerir.
2. Kavram-teşkilinin temel prensibi (dışarıda bırakılan ölçümler, bir miktar mevcut olmalı, fakat herhangi bir miktar mevcut olabilir) cebirin temel prensibine eşdeğerdir: cebir sembolleri bir sayısal değer taşımalıdır, fakat bu, herhangi bir değer olabilir.
Bu iki bağlantı anlamında, algısal haberdarlık, bilincin aritmetiğidir; kavramsal haberdarlık, bilincin cebiridir.
Kavramların, altlarındaki ögelerle olan ilişkisi, cebir sembollerinin sayılarla olan ilişkisiyle aynıdır. Mesela, "2a = a + a" eşitliğinde, "a" sembolünün bir sayısal değeri olmalıdır; fakat, bu, herhangi bir sayısal değer olabilir; ve, bu değer ne olursa olsun eşitliğin gerçek oluşu değişmez. Mesela, (2 x 5 = 5 + 5)'dir; veya, (2 x 8.000.000 = 8.000.000 + 8.000.000)'dur. Aynı tarzda, aynı psiko-epistemolojik yöntemle; bir kavram, altındaki birimlerin oluşturduğu aritmetik dizi içindeki (birinci birim, ikinci birim, vs.) herhangi bir birim yerine geçen bir cebir sembolü gibi kullanılır.
İnsanlarda "insanlık" bulamadıkları için kavramların geçersizliğini göstermeğe girişen sözde filozoflardan; 5 veya 8.000.000'da "a-lık" bulamayacakları için, cebirin geçersizliğini göstermesi istenmelidir.
4.1.4 Soyutlamalardan Yapılan Soyutlamalar
İnsan bilincinin kavramsal gelişimi, algısal somutlukları kimliklendiren kavramlardan başlayan bir temelden hareketle, iki istikamette ilerler. Birbiriyle her zaman etkileşimde olan bu istikametlerden biri, daha geniş bilgiye giderken, diğeri, daha derin bilgiye gider; biri, daha geniş bütünleştirmeler yaparken, diğeri daha kesin ayrımlar yapar. Bu süreç içinde, daha önce teşkil edilmiş kavramlar, bilgisel delillere uygun olarak daha geniş kavramlara bütünleştirilir veya daha dar kavramlara bölünür.
Lisanın rolü, bu noktada tekrar hatırlanmalıdır. Kavram-teşkili süreci, ayırt etme aşamasını takip eden bütünleştirme aşamasıyla tamamlanır ve kavram altındaki birimleri temsil etmek üzere, zihni bir birim teşkil edilir ve bu birim, bir kelime ile algısal bir somutluğa kavuşturulur, kimliklendirilir. Bu anlamda, lisanın fonksiyonu, kelimeler yoluyla kavramları sembolize etmektir.
Bir çocuk, karşısındaki realitenin her yönünü gözlemleyerek her kavramı kendi oluşturmak zorunda değildir: bazı kavramlar, kendisine o kavramı temsil eden kelime yoluyla öğretilebilir; fakat, yine de, bu kelimenin anlamını kavramak için, bu kelimenin temsil ettiği kavramın altındaki algısal somutlukları ayırt etme ve (kendisine verilen kelime içinde) bütünleştirme işlemini yapmak zorundadır.
Konuşmayı öğrenmek sesleri ezberlemekten ibaret değildir; bu, papağanların "konuşma"yı öğrenme tarzıdır. Öğrenmek, anlamları kavramak (kelimelerle kastedileni, yani kelimenin realitede neye işaret ettiğini kavramak) demektir. Bu anlamda, kelimeleri öğrenmek, çocuğun zihni gelişmesinde paha biçilmez bir hızlandırıcıdır; fakat, kelime öğrenmek, kavram-teşkili işlemi yerine bir ikame değildir; kavram-teşkiline ikame olabilecek hiçbir şey yoktur.
Çocuğun tek tek kelimeler öğrendiği aşamada, yeni kelimeleri hangi sırayla öğrendiği önemli değildir; yeter ki, anlamlarını bilsin. Çocuğun, tam ve bağımsız kavramsal gelişmesi, cümle kurabilmeye (düşünebilmeye) yeterli olacak bir sözlük elde edince, ancak başlar; ve, çocuk, bu aşamada o ana kadar rasgele olan kavramsal teçhizatına yavaş yavaş düzen getirmeye başlar. Bu aşamaya kadarki dönemde, kavramlarının işaret ettiği şeyleri; algısal, çoğunlukla görsel bir tarzda zihninde muhafaza etmiştir. Çocuğun kavramsal zinciri, algısal somutluklardan gittikçe uzaklaştıkça, sözlü tanımlar hayati bir mesele halinde ortaya çıkar. İşte bu noktada kıyamet kopar.
Çocuğun büyüklerinden çoğunun eğitim yöntemlerinin, çocuğun kavramsal gelişmesini engeller nitelikte olduğu olgusu bir yana; çocuğun kendi seçeneği ve motivasyonu da bu noktada hayatidir. Kavramsal aşamaya gelmiş bir çocuğun, yeni kelimeler öğrenmesinde birçok değişik yol vardır. Bir kısmı (çok küçük bir azınlık) aynı yöntemle ilerlemeye devam eder: kelimelere, kavram muamelesi yapar; öğrendiği her kelimenin -kendi bilgisinin bağlamı dahilinde- tam anlamını, sarih bir şekilde, birinci-elden bir kavrayışla anlamaya çalışır; kavramlarını, realitenin olgularına bağlantılayan zincirde en ufak bir kopmaya izin vermez. İkinci bir kısmı, yaklaşıklıklar yoluyla ilerler; bu yolun her aşamasında sis derinleşir, "Ne demek istediğimi biliyor gibiyim galiba" duygusu kelimelerin kullanımındaki rehber olur. Üçüncü bir kısmı, öğrenmeyi bırakıp taklide başlar; anlamak yerine ezberler; bir papağanın psiko-epistemolojisine sahipmişcesine, kavramları veya kelimeleri öğrenmek yerine, ses dizilerini öğrenir ki, bu ses dizileri, realitedeki olgulara değil, büyüklerin yüz ifadelerine veya duygusal yalpalanmalarına tekabül eder. Dördüncü bir kısmı (ve kahir çoğunluğu) diğer üç yöntemin rasgele bir karışımını benimser.
Fakat; bazı insanların kavramları nasıl öğrendiği sorusu ile kavramların ne olduğu sorusu, iki farklı meseledir. Kavramların tabiatını ve soyutlamalardan yapılan soyutlamaları mülahaza altına alırken, kavram-teşkili sürecini ifa etmeğe muktedir bir zihin varsaymak gerekir. Aynı zamanda; bir kavramı, anlamsız bir ses olarak ağzından çıkaran ne kadar çok sayıda insan olursa olsun, belirli bir insanın, belirli bir zamanda bu kavramı teşkil etmiş olduğu hatırlanmalıdır.
Kavramların daha geniş kavramlara bütünleştirilmesinin ilk aşamaları, oldukça basittir; çünkü, bunlar hala algısal somutluklara işaret eder. Mesela, "masa," "sandalye" gibi kavramlarla işaret edilen bazı nesnelerin belirli benzerliklere sahip olduğu, fakat bu şeylerin "kapı," "pencere" gibi kavramlarla işaret edilen nesnelerden farklı olduğu gözlemlenir ve birinciler "mobilya" denen daha geniş bir kavram altında bütünleştirilir. Bu süreçte, kavramlar ("masa" ve "sandalye") birimler olarak hizmet görür ve epistemolojik olarak herbiri tek bir (zihni) somutlukmuş gibi ele alınır; fakat, metafizik olarak (realitede) her birimin, sınırsız sayıda o tür somut şeyi temsil ettiği daima hatırlanır.
Bu birimlerin ayırt edici karakteristikleri, şekille ilgili ölçümleridir (mesela, masa ile ilgili olarak, "düz, ufki bir yüzey ve ayak(lar)"). Yeni kavramın altındaki kavramların ayırt edici karakteristiklerinin, yeni kavramla olan ilişkisi; "masa" kavramı teşkil edilirken bireysel masa-şekli ölçümlerinin, "masa" kavr..... ilişkisi gibidir: nasıl ki, "masa" kavramı teşkil edilirken, bireysel masa şekilleri dışarıda bırakılmış, fakat onların herhangi bir şekle sahip olmak zorunda olduğu kabul edilmişse; aynı şekilde, bir parça mobilyanın da bir şekle sahip olmak zorunda olduğu, fakat "mobilya" denen yeni kavram altındaki değişik birimlerden herhangi birini karakterize eden herhangi bir şekle sahip olabileceği kabul edilir.
Yeni kavramın ayırt edici karakteristiği, bu kavram altındaki birimlerin de içinde bulunduğu daha büyük gurup nesnelerin tabiatı tarafından (yani, onların "Kavramsal Asgari Müştereği" tarafından) belirlenir; ki, "mobilya" kavramında, bu gurup: bir insan barınağı içindeki büyük nesnelerdir. Yetişkin bir insanın "mobilya" tanımı şöyle olurdu: "İnsan gövdesinin ağırlığını taşıyabilen veya başka daha küçük nesneleri taşıyabilen ve/veya saklayabilen, bir insan barınağında kullanılmak üzere yapılmış, taşınabilir, insan-yapısı nesnelerdir." Bu tanım; mobilyayı, kapı veya pencere gibi mimari kısımlardan; duvar resmi, perde gibi süs eşyalarından; kül tablası, tabak-çanak gibi daha birçok küçük eşyadan ayırır.
"Mobilya"nın ayırt edici karakteristikleri: belirli bir dizi fonksiyonları, belirli bir yerde görüyor olmasıdır; ki, her iki karakteristik de ölçülebilir: "mobilya" bir insan barınağına konamayacak kadar büyük olamaz, belirlenmiş fonksiyonları yapamayacak kadar küçük olamaz, vs.
"Mobilya" kavramının, bu kavram altındaki birimlere nazaran, algısal realiteden bir adım daha uzaklaştığını müşahade ediniz. "Masa" bir soyutlamadır; çünkü, bu kavram, sadece belirli bir masaya değil, herhangi bir masaya işaret eder; fakat, bu kavramın anlamı, bir-iki maddi masa (algısal nesne) göstermek suretiyle kolayca nakledilebilir. Fakat, "mobilya" diye algısal bir nesne yoktur; sadece, masalar, sandalyeler, vs. vardır. "Mobilya"nın anlamı, önce bu kavram altındaki kavramların anlamı bilinmeksizin kavranamaz; "masa," "sandalye" gibi bu kavramlar, "mobilya" kavramının realiteyle bağlantısıdır. (Bu, kavramların hiyerarşik bir yapıya sahip olduğunu -sınırsız bir kavramlar zincirinin alt seviyelerinde- gösteren bir örnektir.)
Aynı zamanda, "mobilya" kavramının başka bir kavramla olan ilişkisini müşahade ediniz: "barınak" kavramı; ki, bu kavram, "mobilya" kavramı altında olan bir birim değildir; ama, "mobilya"nın anlamını kavramak için önce bu kavram anlaşılmalıdır. Kavramlar arasındaki bu tür ilişkileşim; kavram-teşkili düzeyi, algısal somutluklardan uzaklaştıkça, giderek daha karmaşıklaşır.
Şimdi, "masa" kavramını bölme işlemini inceleyelim. İnsan; çeşitli masaların büyüklük ve fonksiyonlarını gözlemleyerek; "masa" kavramını, "yemek masası," "mutfak masası," "kahve masası (sehpa)," "sıra," vs. gibi yeni kavramlara böler. İlk üç durumda, masanın ayırt edici karakteristiği olan şekil, alınır ve ayırt etme işi tamamen bir ölçüm meselesi haline gelir: kullanım alanının -"masa" kavr..... nazaran- daraltılmış olmasıyla uygunluk halinde, şekille ilgili ölçümlerin kapsamı da daraltılmıştır. (Kahve masaları, yemek masalarından daha alçak ve daha küçüktür; mutfak masaları, kahve masalarından daha büyüktür, fakat yemek masalarından daha küçüktür; vs.) "Sıra" durumunda ise; "masa"nın ayırt edici karakteristiği alınmış, fakat yeni bir unsurla birleştirilmiştir: bir "sıra," kırtasiye malzemelerini koyacak gözleri (çekmeceleri, kapak-altı, vs.) olan bir masadır. İlk üç durumda, gerçekten yeni kavramlar yoktur; yapılan şey, "masa" kavramının nitelenmesidir. "Sıra" ise, ayırt edici karakteristiğinde önemli bir farklılık arz eder; ilave bir ölçümler kategorisi gerektirir ve yeni bir lisan sembolü ("sıra") türettirir. ("Sıra" yerine, "dershane masası" veya "çalışma masası" denmiş olsaydı veya "masa"nın diğer alt-kategorilerinin her biri için yeni kelimeler darp edilmiş olsaydı dahi, kavram-teşkili süreci açısından bir fark olmazdı. Fakat, örneğimizdeki gibi olmalarında, -daha sonra "Kavramların Bilgilenmedeki Rolü" bahsinde tartışacağımız- epistemolojik bir sebep vardır.)
Kavramlar, daha geniş bir kavram altında bütünleştirildiklerinde; yeni kavram, altındaki birimlerin bütün karakteristiklerini ihtiva eder; fakat, bu birimlerin ayırt edici karakteristikleri, yeni kavramın teşkili esnasında, dışarıda bırakılan ölçümler olarak işlem görür; ve, yeni kavram altındaki birimlerin ortak karakteristiklerinden bir tanesi, -bu birimleri, diğer mevcut-şeylerden ayırt eden "Kavramsal Asgari Müşterek"- yeni kavramın ayırt edici karakteristiğini belirler.
Bir kavram, daha dar kavramlara bölündüğünde, bölünen kavramın ayırt edici karakteristiği, yeni kavramların "Kavramsal Asgari Müştereği" olur; ve, yeni kavramlardan her birinin ayırt edici karakteristiği; ya geniş kavram içinde belirlenmiş ölçümler yelpazesinde daha dar bir alana sahip olmakla veya ilave bir karakteristik(ler)le birleştirilmiş olmakla belirlenir.
Bu iki prensibi, başka bir örnekte devreye sokalım: "insan" kavramının, dallandırılması.
Belirli bir gelişme düzeyine erişmiş bir çocuğun; insanı, diğer varlıklardan ayırt etmekte kullandığı, ayırt edici karakteristik: insanın özel tip bilincidir. "Kedi," "Köpek," "At," "Kuş" arasındaki benzerlikleri gözlemleyerek, onları diğer varlıklardan ayırt eden çocuk; bu kavramları, daha geniş bir kavram olan "hayvan"a bütünleştirir ve daha sonra, "insan"ı da bu geniş kavram içine alır. "Hayvan"ın tanımı (genel terimlerle) şöyle olacaktır: "Bilinç ve yer değiştirebilme yeteneklerine sahip, canlı bir varlık."
İnsanın ayırt edici karakteristiği, yani onun rasyonellik yeteneği, "hayvan" tanımının dışında bırakılmıştır; çünkü, prensibe göre: bir hayvan bir tür bilince sahip olmalıdır, fakat yeni kavram ("hayvan") altındaki çeşitli birimleri karakterize eden bilinçlerden herhangi bir türüne sahip olabilir. (Bir bilinci, diğerinden ayırt eden ölçü standardı, bu bilincin menzilidir.)
Yeni kavramın ayırt edici karakteristikleri, bu kavram altındaki bütün birimlerin sahip olduğu karakteristiklerdir (bu birimlerin "Kavramsal Asgari Müştereği"dir): "yaşıyor olma" hususiyeti ve "bilinç ve yer değiştirebilme" yetenekleri.
Daha ileri bilgiyle, hayvanlar, bitkiler ve bazı mikroskobik varlıklar arasındaki benzerlikleri (ve onların cansız nesnelerden farklılığını) gözlemleyen insan; bunları, "organizma" kavr..... bütünleştirir. "Organizma"nın tanımı (genel terimlerle) şöyle olacaktır: "İçsel olarak faaliyet üretme, metabolizma yoluyla büyüme ve üreyerek çoğalma kapasitesilerine sahip bir varlık."
Yeni kavramın ayırt edici karakteristiklerine, altındaki birimlerin hepsi sahiptir. "Hayvan"ın ayırt edici karakteristikleri, tanımın dışında tutulmuştur; çünkü, prensibe göre: "içsel olarak faaliyet üretme" yeteneği, bir şekilde mevcut olmalıdır, fakat yeni kavram altındaki birimleri karakterize eden herhangi bir şekilde mevcut olabilir.
Bilgi daha geliştikçe, "hayvan" gibi çok geniş bir kavram, "memeliler," "kurbağalar," "balıklar," "kuşlar," vs. gibi yeni kavramlara bölünür. Bunların her biri, daha dar kategorilere bölünür ilah. Kavram-teşkili prensibi aynı kalır: "hayvan" kavramının ayırt edici karakteristikleri ("bilinçlilik ve yer değiştirebilme" yetenekleri) bu alt-bölümlerin "Kavramsal Asgari Müştereği"dir; yeni kavramların her biri, bu müştereğe sahip olurken, başka (anatomik ve fizyolojik) karakteristiklerin ilavesiyle özel kimliklerine sahip olurlar.
(Bu kavramların teşkilindeki kronolojik sıra değişebilir. Mesela, bir çocuk, önce uygun somutlukları, "hayvan," "kuş," "balık" kavramları altında bütünleştirebilir ve daha sonra "hayvan"la ilgili bilgisini geliştirerek onları daha geniş bir kavrama bütünleştirebilir. Fakat, kullanılan prensipler ve karakteristikleri ayırt ederken yapılan seçimler, -aynı bilgilere sahip olunduğu sürece- aynıdır.)
"İnsan" kavramıyla ilgili dallandırmalarda da bu prensiplerin tatbikatını kolayca görmek mümkündür. Zaman ölçümüne (yaşanmış olan yıllara) göre ("çocuk," "genç," "orta-yaşlı," "ihtiyar," vs.); veya, anatomik farklılıklara göre ("siyah," "beyaz," vs.); veya, milliyete (siyasi-coğrafi ayrıma) göre ("İngiliz," "Fransız," vs.); veya, mesleklere göre ("doktor," "mühendis," vs); veya, özel ilişkiye göre ("ana," "çocuk," "baba," vs.) yapılmış bütün bölümlerde, "insan"ın ayırt edici karakteristiği olan "rasyonel hayvan"lık alınır; fakat, her yeni dar kavram teşkil edilirken "insan" kavramı içinde söz konusu olan ölçüm kategorilerinden belirli bir daraltılmış alan seçilir.
Soyutlamaların bilgisel içeriği ile ilgili iki hususa burada dikkat etmek gerekir:
1. Daha geniş kavramların teşkili (veya öğrenilmesi) geniş kavram
altındaki kavramların herhangi birinin gerektirdiğinden daha geniş bilgi (yani, daha geniş bir kavramsal deliller manzumesi) gerektirir. Mesela, "hayvan" kavramı, "insan" kavr******* daha geniş bilgi gerektirir; çünkü, "hayvan" kavramı, insanla ilgili bilgiye ilaveten diğer türlerden bazılarına ait bilgiler de gerektirir. Hem insanların, hem de hayvanların karakteristikleri hakkında yeterli bilgiye sahip olunmalıdır ki: insan ve diğer hayvanlar arasında ayrım yapılabilsin; hayvanlarla, bitkiler veya cansız nesneler arasında ayrım yapılabilsin.
Kavram genişledikçe, -geniş kavramın ayırt edici karakteristiği, altındaki kavramların ayırt edici karakteristiklerinden daha genel oluşu yüzünden- geniş kavramın bilgisel içeriğinin azaldığının zannedilmesi, bu bağlamda düşülen genel bir yanılgıdır. Yanılgının sebebi; bir kavramın, o kavramın ayırt edici karakteristiği ile özdeş görülmesidir. Fakat, doğrusu şudur ki: soyutlamalardan soyutlamalar yapan bir insan, söz konusu birimlerin diğer karakteristiklerini ve bu birimlerin, içlerinden ayırt edildikleri diğer mevcut-şeylerin karakteristiklerini bilmeksizin, hangi karakteristiğin ayırt edici olduğunu bilemez.
"İnsan" kavramı, sadece "rasyonel yetenek"ten ibaret değildir; öyle olsaydı, "insan" ve "rasyonel yetenek" eşdeğer olurdu ve birbiri yerine kullanılabilirdi. "İnsan" kavramı, insanın bütün karakteristiklerini kapsar; "rasyonel yetenek," "insan" kavramının ayırt edici karakteristiğidir.
Yukarıdaki yanılgıya düşmek; insanın, kavramları, onların tanımlarını ezberleyerek öğrendiği (bir papağanın epistemolojisine sahip olduğu) varsayımını taşımakla mümkündür. Bir kavramı anlamak, bu kavramın teşkil edildiği süreci anlamak demektir. Bu süreci anlamak ise, geniş kavram altındaki birimlerden hiç değilse bazılarını anlamak (dolayısiyle, bu kavramla ilgili anlayışımızı, realitedeki olgulara bağlantılandırabilmek) demektir.
Nasıl ki, kavramların geniş kavramlara bütünleştirilmesi, daha geniş bir bilgi gerektiriyorsa; onların, daha dar kavramlara bölünmesi de, daha derin bir bilgi gerektirir. Mesela, "baba" kavramı, "insan" kavr******* daha derin bilgi gerektirir; çünkü, "baba" kavramını anlamak için: insanla ilgili, üreme fonksiyonuyla ilgili ve bu konudaki sosyal bağlantılarla ilgili bilgiye sahip olmak gerekir.
2. Bir kavramın teşkili; insana, sadece müşahade ettiği somutlukları tanımasını değil, o çeşitten olan ve gelecekte karşılaşabileceği somutlukların hepsini tanımasını sağlar. Böylece, "insan" kavramını teşkil ettiğinde veya bunu kavradığında; rasladığı her kişiyi, sıfırdan başlayarak inceleyeceği yeni bir fenomen olarak ele almak zorunda kalmaz: onu, "insan" olarak tanır ve insan hakkında sahip olduğu bilgiyi o kişiye tatbik ederek, onun hakkında muazzam bir bilgiyi, tekrar gayret göstermeksizin bilincinin menziline getirerek enerji tasarruf ederek, o insanın özel karakterini tanıma işinde yoğunlaşabilir; yani, o bireyin karakteristiklerini -yani, "insan" kavramınca tesis edilen ölçümler kategorisi dahilindeki, o insana özgü bireysel ölçümleri- inceleme işini en az gayretle gerçekleştirir.
Görülüyor ki, kavramların teşkili ve aşağı veya yukarı dallandırılması işlemi, iki asli bilgilenme yöntemini içermektedir: tümevarım ve tümdengelim. Realitedeki olguların gözlemlenmesi ve onların kavramlara bütünleştirilmesi işi, esasta bir tümevarım işlemidir. Yeni durumları, bir kavram altına sokma işi, esasta bir tümdengelim işlemidir.
4.1.5 Bilinçlilik Kavramları
Bilinç, haberdarlık yeteneğidir; varolanı algılama yeteneğidir.
Haberdarlık, pasif değil, aktif bir durumdur. Haberdarlığın alt düzeylerinde, insanın bir duyum yapması ve duyumları algılara bütünleştirmesi için, karmaşık bir nörolojik süreç gerekir; bu süreç, otomatik ve gayri-iradidir: insan, bu sürecin ürettiği sonuçlardan haberdardır; fakat, sürecin kendisinden haberdar değildir. Daha üst düzeyde, yani kavramsal düzeyde; süreç, psikolojik, bilinçli ve iradidir. Her iki düzeyde de; haberdarlık, sürekli faaliyet yoluyla elde edilir.
Doğrudan veya dolaylı olsun; her bilinç fenomeni, insanın dış dünya ile ilgili haberdarlığından türer. Bir nesne, yani bir içerik her haberdarlık durumunda söz konusudur. Dışabakış, dışarıya (dış dünyadaki bir mevcut-şeyin kavranmasına) yöneltilmiş bir bilgilenme sürecidir. İçebakış, içe (yine dış dünyadaki bir mevcut-şey karşısında, düşünme, duygulanma, hatırlama gibi, insanın kendi psikolojik faaliyetlerinin kavranmasına) yöneltilmiş bir bilgilenme sürecidir. Bir bilincin faaliyetleri: sadece dış dünyaya ilişkin olarak yapılabilir; sadece dış dünyaya referansla anlaşılıp tanımlanabilir; ve, sadece dış dünyaya muhabere edilebilir. Haberdarlık, bir şeyden haberdarlıktır. İçeriksiz bir bilinç hali, terimlerde çelişkidir.
İnsan bilincinin her durumunda, veçhesinde veya fonksiyonunda, her zaman iki temel hususiyet vardır: içerik ve faaliyet; yani, haberdarlık halinin ne hakkında olduğu hususu ve bilincin bu içeriğe ilişkin faaliyetinin ne olduğu hususu.
Bu iki hususiyet; bilinçle ilgili her kavramın, temel "Kavramsal Asgari Müştereği"dir.
Bilinçlilik kavramları teşkil edilirken; verili bir bilinç halinin içeriği, bilincin bu içerik üzerindeki faaliyetinden, soyutlama yoluyla tecrit edilmelidir. Nasıl ki, dışabakan insan, varlıkların hususiyetini varlıklardan soyutlayabilirse; benzer şekilde, içebakarken de, bilincinin faaliyetlerini, bilincinin içeriğinden soyutlayabilir ve bu çeşitli faaliyetler arasındaki farklılıkları gözlemleyebilir.
Mesela (yetişkinlik düzeyinde) bir insan; sokakta yürüyen bir kadın görürse, bilincinin yaptığı bu faaliyet algılamadır; onun güzel olduğuna karar verirse, bilincinin bu faaliyeti değerlendirmedir; içinde bir zevk ve hayranlık durumu doğarsa, bilincinin faaliyeti duygulanmadır; durup kadını seyreder ve gördüklerine dayanarak karakteri, yaşı, sosyal durumu, vs. hakkında sonuçlara varmaya çalışırsa, bilincinin faaliyeti düşünmedir; bir kaç gün sonra, bu olayı kafasında canlandırırsa, bilincinin faaliyeti hatırlamadır; kadının saçları kestane rengi olacağına sarı ve elbisesi kırmızı olacağına mavi olsaydı görünüşü daha iyi olurdu diye tasarladığında, bilincinin faaliyeti hayalgücü kullanmadır.
İçebakış alanında bilinçlilik kavramları teşkil edilirken; verili bir psikolojik sürecin spesifik halleri, somutluklar olarak (birimler halinde) bir kavram altında bütünleştirilir. Psikolojik bir sürecin ölçülebilir iki hususiyeti vardır: bu sürecin nesnesi (yani, içeriği) ve bu sürecin şiddeti.
Psikolojik bir süreçteki içerik, dış dünyanın bir veçhesidir (veya, dış dünyanın bir veçhesinden türetilmiştir) ve dış dünyaya tatbik edilebilen çeşitli ölçüm yöntemleriyle ölçülür. Bir psikolojik sürecin şiddeti, bir çok faktörün (sürecin kapsamı, sarahati, bilgisel ve motivasyonel içeriği, gerekli zihni enerji veya gayret miktarı, vs.) otomatikman hulasa edilmiş sonucudur.
Her psikolojik sürecin şiddetini ölçecek tam bir yöntem yoktur; fakat, renk kavramlarının, dalga-boyu keşfedilmeden önce teşkil edilmiş olduğu gerçeğinin gösterdiği gibi, kavramlaştırma, tam bir ölçüm bilgisi gerektirmez. Psikolojik süreçlerdeki şiddet dereceleri, mukayeseye dayanan bir ölçek üzerinde, yaklaşık olarak ölçülebilir ve ölçülmektedir. Mesela, belirli olgulara tepkime olarak ortaya çıkan zevk duygusunun şiddeti; bu olguların, bir insanın değerler hiyerarşisindeki yerine göre değişir; mesela, yeni bir elbise alma, terfi etme, sevilen insanla evlenme gibi durumlar -bu durumlara verilen değer oranında- farklı şiddette zevkler verir. Bir düşünme sürecinin ve gerekli entellektüel gayretin şiddeti, içeriğin kaps..... göre değişir; bu şiddet, "masa" kavramını anladığında başkadır, "adalet" kavramını anladığında başka; 2 + 2 = 4 eşitliğini anladığında başkadır, e = mc2 eşitliğini anladığında başka.
Hem içebakış, hem de dışabakış kavramlarının teşkili, aynı prensip üzerinde yapılır: verili bir psikolojik süreç, bir içeriğe ve bir şiddete sahip olmalıdır, fakat herhangi bir içeriğe ve herhangi bir şiddete sahip olabilir.
Mesela, "düşünce" kavramı teşkil edilirken; sözkonusu psikolojik faaliyetin ayırt edici karakteristiği (amaçlı olarak yöneltilmiş bir bilgilenme süreci) alınır ve özel içerik ile entellektüel gayretin şiddeti dışarıda bırakılır. "Duygu" kavramı teşkil edilirken, sözkonusu psikolojik faaliyetin ayırt edici karakteristiği (bir mevcut-şeyin değerlendirilmesinden doğan otomatik tepkime) alınır ve özel içerik (mevcut-şeyler) ile duygusal şiddetin derecesi dışarıda bırakılır.
Psikolojik sürecin şiddeti ile ilgili olarak, kapsam ve hiyerarşi terimlerinden bahsedilmişti. Bunlar, ölçümler kategorisine ait terimlerdir; ve, bu terimler, psikolojik fenomenlerin ölçümünde daha kesin yöntemlere işaret eder.
Bilgilenmeyle ilgili kavramlar ("düşünme," "gözlemleme," "akıl yürütme," "öğrenme," vs.) açısından; içeriğin kapsamı, bir ölçüm yöntemi sağlar. Kapsam, iki ilişkin veçheyle belirlenir: belirli bir bilgilenme sürecindeki olgusal malzemenin kapsamı ve bu malzemeyle uğraşmak için gereken kavramsal zincirin uzunluğu. Kavramlar, hiyerarşik bir yapıya sahip olduğundan; yani, daha yüksek ve daha karmaşık olan kavramlar, (algısal olarak verili somutluklardan başlayarak) daha basit ve daha temel kavramlardan türetilmiş olduğundan; bir bilgilenme sürecinde kullanılan bir kavramın, algısal düzeydeki kavramlara olan mesafesi, sürecin kapsamını gösterir. (Bir insanın uğraşabildiği soyutlamaların düzeyi (derinliği); o insanın, o düzeye erişmek için ne kadar şey bilmek zorunda kaldığını gösterir. Tabii burada söz konusu olan insan; boşlukta dolaşan bazı soyutlamaları sadece ezberleyerek onlarla cümle kurmayı beceren insan değil; bu soyutlamaları doğuran her aşamayı gerçekten kavramış olan insandır.)
Değerlendirme ile ilgili kavramlarda ("değer," "duygu," "heyecan," "arzu," vs.) sözkonusu hiyerarşi, farklıdır ve tamamen farklı bir ölçüm çeşidi gerektirir. "Teleolojik ölçüm" olarak nitelenebilecek bu ölçüm tipi, sadece değerlendirme denen psikolojik sürece tatbik edilebilir (Yunanca "telos" = "amaç").
Ölçüm, bir birim olarak hizmet gören bir standart vasıtasıyla, niceliksel bir ilişkiyi tanıma işlemidir. Teleolojik ölçüm, kardinal sayılarla değil, ordinal sayılarla iş görür. Teleolojik ölçümdeki standart; bir amaca erişmek için kullanılan aracın, o amaçla olan ilişkisini mertebelendirir. (Kardinal sayı, (1,2,3, vs. gibi) miktar belirten sayılardan biridir. Ordinal sayı, (birinci, ikinci, üçüncü, vs. gibi) bir serideki derece veya nitelik veya pozisyonları ifade eden bir sayıdır.)
Mesela; bir ahlak sistemi, insana açık olan seçenek ve faaliyetleri, o ahlak sisteminin değer standardına varma veya ondan uzaklaşma derecesi açısından mertebelendiren bir teleolojik ölçüm sistemidir. Ahlak sistemindeki standart, insan faaliyetlerinin uğrunda yapıldığı -araç olduğu- amaçtır.
Bir ahlak sistemi, bir dizi soyut prensiptir; bu ahlak sistemine uygun davranmak isteyen bir birey, bu soyut prensipleri, uygun somutluklara tercüme etmelidir: somut olarak uğrunda davranacağı özel amaçları ve değerleri seçmelidir. Bunu yapmak için; özel değerlerini, önem sırasına göre, bir hiyerarşi içine sokmalı ve bu hiyerarşiye göre davranmalıdır. Yani, bir teleolojik ölçüm süreci, bütün faaliyetlerine rehberlik etmelidir. (Bir insanın değerler hiyerarşisindeki belirsizliğin ve çelişkilerin derecesi; o insanın teleolojik ölçümler yapmada karşılaşacağı başarısızlıkların, dolayısiyle değer hesaplama ve amaçlı faaliyet gerçekleştirme çabalarında karşılaşacağı başarısızlıkların derecesini belirler.)
Teleolojik ölçümler, muazzam bir bağlamın içinde, muazzam bir bağlam karşısında yapılmak durumundadır: verili bir seçenek karşısındaki bir insan, bu seçeneğin, diğer bütün seçenekler ile ve kendi değerler hiyerarşisi ile ilişkisini tesis etmek durumundadır.
Bu sürecin en basit bir örneğini, maddi değerler alanında, insanın para harcamasını yöneten (zımni) prensipte görebiliriz. Hangi gelir seviyesinde olunursa olunsun, insanın parası sınırlı bir niceliktir; bu parayı harcarken, satın alacağı şeyin değerini, aynı miktar parayla yapabileceği başka her harcamanın elde edeceği değere karşı, diğer amaçlarına, arzularına ve ihtiyaçlarına karşı tartar ve buna göre, o malı satın alır veya almaz.
Bu tür ölçüm, sadece maddi değerler alanına değil, ahlaki veya manevi değerlerin daha geniş olan alanına da rehberlik eder. ("Manevi" ile, "bilinçle ilgili" olan kast edilmiştir. Manevi değerler alanında bağlam daha geniştir; çünkü, insanın bu alandaki değerlerin hiyerarşisi, onun maddi veya ekonomik alandaki değerlerinin hiyerarşisini belirler.) Fakat, manevi alanda, nakit veya mübadele aracı değişiktir. Manevi alanda, -sınırlı miktarda olan ve herhangi bir değer peşindeyken teleolojik olarak ölçülmesi gereken- nakit, zamandır, yani insanın kendi hayatıdır.
Değer, elde etmek ve/veya muhafaza etmek için uğrunda davranılan şeydir; mümkün davranışın miktarı, insan hayatının süresince sınırlanmıştır; dolayısiyle, değer verilen her şey, insan hayatının bir kısmının yatırımını gerektirir. Bir değere vakfedilecek olan yıllar, aylar, günler, saatler, o değerden elde edilecek zevke karşılık olarak ödenecek olan nakittir.
Bu prensipler açısından, "sevmek" dahi ölçülebilir. "Sevmek" kavramı, söz konusu psikolojik sürecin iki veya daha çok tezahürünü tecrit etmek ve bu sürecin ayırt edici karakteristiğini (bir mevcut-şeyi, pozitif bir değer ve bir zevk kaynağı olarak değerlendirmekten doğan bir heyecan) tutup, sürecin nesnesini ve sürecin şiddetiyle ilgili ölçümleri dışarıda bırakmak suretiyle teşkil edilir.
Sevmenin nesnesi, bir şey veya bir olay veya bir faaliyet veya bir durum veya bir kişi olabilir. Sevmenin şiddeti; kişinin, o nesneyi (dondurma, eğlence, okuma, özgürlük, sevgili, vs.) ne ölçüde değerlendirdiğine bağlı olarak değişir. "Sevmek" kavramı, geniş bir değerler yelpazesini kapsadığından, çok farklı şiddetlerde ortaya çıkar: alt düzeylerden ("hoşlanma" alt-kategorisi) üst düzeylere ("sadece kişilerle ilgili kullanılabilecek "muhabbet" veya "şefkat" alt-kategorileri) ve en üst düzeyde romantik aşka kadar uzanır.
Belirli bir sevme halinin şiddeti ölçülmek istenirse; bu iş, sevgiyi duyan insanın değerler hiyerarşisine referansla yapılır. Bir adam, bir kadını sevebilir; mamafih, başka kadınlarla yaptığı uçkuru bozukluğun verdiği nörotik tatmini, o kadının kendisine ifade ettiği değerden daha yüksek derecelendirebilir. Başka bir adam, bir kadını sevebilir; mamafih, başkalarının (ailesinin veya arkadaşlarının veya herhangi bir yabancının) bu seçimi onaylamayacağı korkusuyla, o kadını terk edebilir. Yine başka bir adam, sevdiği kadını kurtarmak için kendi hayatını tehlikeye atabilir; çünkü, o kadın olmaksızın diğer bütün değerleri anlamını kaybedecektir.
Bilinçlilik kavramlarının belirli kategorileri, özel dikkat gerektirir. Bunlar, psikolojik süreçlerin ürünleri ile ilgili ("bilgi," "bilim," "fikir," vs. gibi) kavramlardır.
Bu tür kavramlar teşkil edilirken, söz konusu psikolojik sürecin ayırt edici karakteristiği tutulur ve içerik dışarıda bırakılır. Mesela, "bilgi" kavramı teşkil edilirken; sürecin ayırt edici karakteristiği (bir realite olgusunun -ya doğrudan algısal gözlemlemeyle, ya da algısal gözlemleme üzerinde temellenmiş bir akıl yürütme süreciyle- zihnen kavranması) tutulur ve özel olgunun ne olduğu hususu dışarıda bırakılır.
Burada, bir noktanın hatırlanması önemlidir: bu tür bilinçlilik kavramları, bu kavramların mevcudiyetsel içeriğinin eşdeğeri değildir; epistemolojik kavramlar kategorisine dahil olan bu kavramların metafizik bileşenleri (realitede tekabül ettiği şeyler), bu kavramların içeriğini teşkil eder. Mesela, "fizik bilimi," bu bilimin içeriği olan fiziki fenomenlerle aynı şey değildir. Fenomenler, insan bilgisinden bağımsız olarak mevcuttur; bilim, bu fenomenler hakkında, insan bilincince elde edilmiş ve başka insan bilincine muhabere edilebilecek örgütlü bir bilgi topluluğudur. İnsan bilinci, evrendeki mevcudiyetine başlamadan önce de fenomenler mevcuttu, ama bilim mevcut değildi; insan bilinci, bir gün mevcudiyetten tamamen yok olsa dahi, fenomenler mevcut olmaya devam edecektir, ama bilim yok olacaktır.
Bilincin ürünleriyle ilgili özel bir kavramlar alt-kategorisi, yöntem kavramlarına ayrılmıştır. Yöntem kavramları, belirli amaçlara erişmek için insanlarca tasarlanan sistematik faaliyet çizgilerini belirtir. Faaliyet çizgisi, amacın ne olduğuna bağlı olarak, tamamen psikolojik olabilir (insan bilincinin belirli bir faaliyeti gibi) veya psikolojik ve fiziki faaliyetlerin bir karışımı olabilir (bir petrol arama faaliyeti gibi).
Yöntem kavramları teşkil edilirken, ayırt edici karakteristik olarak amaç ve bu amaca götüren faaliyet çizgisi tutulur ve her ikisinin özel ölçümleri dışarıda bırakılır.
Mesela, temel yöntem kavramı (yani, diğer bütün yöntem kavramlarının dayandığı kavram) mantıktır. "Mantık" kavramının teşkilinde; doğru bir teşhis (kimlikleme) yapabilmek için gerekli bilinç faaliyetlerinin tabiatı ve bu faaliyetlerin amacı (bilgi), ayırt edici karakteristiği belirler: mantık, çelişkisiz teşhis (kimlikleme) yeteneğidir. "Mantık" kavramının ve diğer bütün yöntem kavramlarının teşkilinde, mantıki çıkarsama sürecinin uzunluğu veya karmaşıklığı veya spesifik basamakları ile herhangi bir mantık kullanma durumundaki özel bilgilenme probleminin tabiatı, dışarıda bırakılır.
Yöntem kavramları, insanın kavramsal teçhizatının büyük bir kısmını temsil eder. Epistemoloji, bilgi elde etme ve doğruluğunu tahkik etme yöntemlerinin keşfine tahsis edilmiş bir bilimdir. Ahlak, bir insanın hayatını yaşaması için gerekli yöntemlerin keşfine tahsis edilmiş bir bilimdir. Tıp, hastalık önlemeye ve tedaviye yarayan yöntemlerin keşfine tahsis edilmiş bir bilimdir. Bütün uygulamalı bilimler (teknoloji), yöntemlerin keşfine tahsis edilmiş bilimlerdir.
Yöntem kavramları, mevcudiyetsel kavramlar ile bilinçlilik kavramlarının bütünleştirilmesinden oluşan muazzam ve karmaşık kavramlar kategorisine -ki bu kategori, insan faaliyetlerinin çoğunu kapsar- kurulan bir köprüdür. Bu kategorideki kavramlar, (algısal bileşenlere sahip olmakla birlikte) haberdarlığın algısal düzeyindeki hiçbir nesneye doğrudan işaret etmezler; ve, bu kavramlar, uzun bir ön kavramlar zincirine sahip olmaksızın ne teşkil edilebilirler, ne de anlaşılabilirler.
Mesela, "evlilik" kavramı, bir erkek ve bir kadın arasındaki belirli bir ahlaki-kanuni ilişkiye işaret eder ve karşılıklı anlaşmaya ve kanuni müeyyideye dayanan belirli bir davranış kalıbını söz konusu eder. "Evlilik" kavramı, sırf bir çiftin davranışları gözlemlenerek teşkil edilemez veya anlaşılamaz; "evlilik" kavramının teşkili için, çiftin fiziki faaliyetleri ile "mukaveleli anlaşma," "ahlak," "kanun" gibi belirli bilinçlilik kavramlarının bütünleştirilmesi gerekir.
"Mülkiyet" kavramı, bir insan ile bir nesne (veya mülkiyete konu olabilen bir fikir) arasındaki ilişkiye işaret eder; o insanın, o şeyi kullanma ve tasarruf etme hakkına işaret eder; ve, o nesnenin elde edildiği usul de dahil olmak üzere, çok uzun bir ahlaki-kanuni kavramlar zincirinin anlaşılmasını gerektirir. Bir insanın bir şeyi sürekli kullanıyor olmasının, onu alıyor-satıyor olmasının gözlemlenmesi, "mülkiyet" kavramının anlamını kavramaya yetmeyecektir.
Bu tür bileşik kavramlar teşkil edilirken: söz konusu mevcut-şeyler, ilişkiler ve faaliyetler tecrit edilir; onların ayırt edici karakteristikleri tutulur; sürece konu olan çeşitli kavram kategorilerine ait ölçüm tipleri dışarıda bırakılır.
4.1.5.1 Ölçümlerle İlgili Bir Başka Not
İnsan bilincinin kavramsal düzeyine (yani, akla) yapılan saldırı; epistemolojik alanda, ölçümlere yapılan saldırıyla ortaya çıkar. İnsan bilinciyle ilgili hususlarda "ölçüm" küçültücü bir terim olarak kullanılır. "Aşkı ölçebilir misin?" sorusu, bu tavrın bir semptomudur.
Sözde rakip iki irrasyonel kamp; bu konuda, aynı temel öncülden yola çıkan iki tavrı temsil eder. Eski usul mistikler; aşkın, kiloyla, metreyle, parayla ölçülemeyeceğini iddia ederler. Onlara yardımcı olmaktan başka bir işe yaramayan neo-mistikler; bir türlü hazmedemedikleri ölçüm kavramlarının karın ağrısıyla; bilimin tek aletinin, ölçüm olduğunu iddia ederler; ve, istemsiz hareketleri, istatistik anketlerini, farelerin öğrenme süresini ölçerek insan ruhuna yol bulmaya çalışırlar.
Her iki kamp da, ölçümün uygun bir standart gerektirdiğini, (mesela, mistik kampın şiddetle nefret ettiği, neo-mistik kampın ise kıskançlık duyduğu fizik bilimlerinde, uzunluğun kiloyla, ağırlığın metreyle ölçülmediğini) gözlemleyemez.
Ölçüm, bir ilişkinin sayısal terimlerle teşhisidir (kimliklendirilmesidir); ölçüm biliminin (matematiğin) karmaşıklığı, evrende mevcut olan ve insanın henüz yeni-yeni araştırmaya başladığı ilişkilerin karmaşıklığının bir göstergesidir. Maddenin algısal olarak verili olan (uzunluk, ağırlık gibi) temel hususiyetlerinin ölçülmesinde gerekli olan uygun standart ve yöntemlerin ne olacağı açıkca bellidir ve bu alandaki ölçümlerde dakik bir hassasiyet sağlanmıştır; bazı ilişkilerin ölçümünde ise, uygun standart ve yöntemlerin bulunması henüz mümkün olmamış veya bazı ölçümler, algısal olarak verili malzemede olduğu kadar büyük bir kesinlikle henüz yapılamamaktadır; fakat, her halü karda, bu ilişkiler evrende mevcuttur. Herhangi bir şey gerçekten "ölçülemez" olsaydı: bu şey ile evrenin geri kalan kısmı arasında hiçbir tür ilişki olmazdı; bu şey, hiçbir surette hiçbir şeyi etkilemeyip, hiçbir şeyden de etkilenmezdi; bu şey, hiçbir şeye sebep olmayıp, hiçbir şeyin sonucu olmazdı; kısacası, bu şey, mevcut olmazdı.
Anti-ölçüm tavrının motifi, apaçıktır; bu motif: psikolojik açıdan, irrasyonel bir davranışın sonuçlarından korunmada kullanılacak bir belirsizlik (veya şüphe) sığınağı bulundurma arzusudur; epistemolojik açıdan, bilgisel kesinlik sağlama ve geniş-ölçekli bütünleştirmeler yapma sorumluluğundan kaçma arzusudur; metafizik açıdan, mevcudiyetin, olguların, realitenin ve herşeyden önce Kimlik Kanununun mutlaklığından kaçma arzusudur.
4.1.6 Tanımlar
Bir tanım, bir kavram altındaki birimlerin tabiatını kimliklendiren bir cümledir.
Tanımların, kelimelerin anlamını ifade ettiği söylenir; bu doğrudur; fakat, tam değildir. Bir kelime, sadece bir kavramı temsil etmek için kullanılan bir görsel-işitsel semboldür; bir kelimenin, sembolize ettiği kavramın anl******* başka hiçbir anlamı yoktur; bir kavramın anlamı, bu kavram altındaki birimlerden oluşur. İşaret edilen şeylerin belirtilmesi suretiyle yapılan şey, kelimelerin değil, kavramların tanımıdır.
Bir tanımın amacı; bir kavramı, diğer bütün kavramlardan ayırt etmek; böylece, bu kavram altındaki birimleri diğer bütün mevcut-şeylerden ayırt etmektir.
Bir kavramın tanımı, diğer kavramlar vasıtasıyla formüle edildiğinden; tanım, sadece bir kavramı kimliklemek ve tutmak işine yaramakla kalmaz; aynı zamanda, bütün kavramlar arasındaki ilişkiyi, hiyerarşiyi, bütünleşmeyi tesis eder, yani bilgiyi bütünleştirir. Tanımlar; herhangi bir insanın kavramları öğrenmesindeki kronolojik sırayı değil, o kavramların karşılıklı bağlantılarının hiyerarşisindeki mantıki sırayı muhafaza eder.
Bazı önemli istisnalar dışında; her kavram, başka kavramlar vasıtasıyla tanımlanabilir ve muhabere edilebilir. İstisnalar: duyumlara işaret eden kavramlar ile metafizik aksiyomlara işaret eden kavramlardır.
Duyumlar; bilincin kullandığı birincil malzemeleridir; bu yüzden, kavramlar -yani duyumlardan türetilmiş malzemeler- vasıtasıyla muhabere edilemezler. Duyumların fiziki sebepleri, kavramsal terimlerde açıklanabilir ve tanımlanabilir (mesela, renk duyumunun sebebi, ışığın dalga boyu ve insan gözünün yapısıdır); fakat, bir insan, kör doğmuş başka bir insana rengin nasıl bir şey olduğunu anlatamaz. Mesela, "mavi" kavramının anlamını tanımlamak için, herhangi bir mavi şeye işaret edip: "Bunu demek istiyorum" denmelidir. Bir kavramın bu şekilde kimliklendirilmesine "ostensif tanım" ("bir şeyin görünüşünü göstererek yapılan tanım") denir.
Ostensif tanımlar, genellikle sadece kavramlaştırılmış duyumlara tatbik edilir. Fakat, bu tür tanımlar, aksiyomlara da tatbik edilebilir. Aksiyomatik kavramlar, indirgenemez birincillerin kimliklendirilmesi olduğundan; onları tanımlamanın tek yolu, göstererek yapılan tanımlardır. Mesela, "mevcudiyet"i tanımlamak için, kolumuzla geniş bir daire çizip bütün etrafa işaret ederek: "İşte bunu demek istiyorum" denebilir. (Aksiyomatik kavramları ileride tartışacağız.)
Doğru tanımın kuralları, kavram-teşkili işleminden türetilir. Bir kavramın birimleri, aynı ölçü birimine indirgenebilen bir karakteristiğe (yani, bir "Kavramsal Asgari Müşterek"e) sahip bir gurup mevcut-şey içinden, belirli bir ayırt edici karakteristiğe sahip olmalarıyla tefrik edilir. Bir tanım aynı prensibe uyar: tanım, kavram altındaki birimlerin ayırt edici karakteristiğini belirtir ve bu birimlerin içinden tefrik edildiği mevcut-şeyler kategorisini gösterir.
Kavramın altındaki birimlerin ayırt edici karakteristiği, kavramın tanımındaki ayırt-ögesi olur; bu birimlerin içinden tefrik edildiği, belirli bir "Kavramsal Asgari Müşterek"e sahip mevcut-şeyler, kavramın tanımındaki cins olur.
Yani; tanım, bilincin iki asli fonksiyonuna uygun bir iş görür: ayırt eder ve bütünleştirir. Tanımdaki ayırt-ögesi, bir kavramın birimlerini, diğer bütün mevcut-şeylerden tecrit eder; tanımdaki cins, bu birimler ile, bu birimleri de içinde bulunduran daha geniş bir mevcut-şeyler gurubu arasındaki bağlantıyı gösterir.
Mesela; masanın tanımında ("Daha küçük başka nesneleri üzerinde bulundurmak için kullanılan, düz, ufki bir yüzeyden ve ayak(lar)dan ibaret bir mobilya parçası") belirtilmiş olan şekil (düz, ufki bir yüzey ve ayak) ayırt-ögesidir; bu ayırt-ögesi, masayı, aynı cinse ("mobilya"ya) ait diğer varlıklardan ayırır. İnsan tanımında ("Rasyonel bir hayvan"); "rasyonel," ayırt-ögesidir; "hayvan," cinstir.
Nasıl ki, bir kavram, diğer kavramlarla birlikte, daha geniş bir kavrama bütünleştirildiğinde, bir birim haline gelirse; benzer şekilde, bir cins, başka cinslerle birlikte, daha geniş bir cinse bütünleştirildiğinde, bir tür haline gelir. Mesela; "masa," "mobilya" cinsinin bir türüdür; "mobilya," "ev eşyaları" cinsinin bir türüdür; "ev eşyaları," "insan-yapısı şeyler" cinsinin bir türüdür. "İnsan," "hayvan" cinsinin bir türüdür; "hayvan," "organizma" cinsinin bir türüdür; "organizma," "varlık" cinsinin bir türüdür.
Bir tanım, bir tasvir değildir: bir kavramın tanımı, o kavramın birimlerinin bütün karakteristiklerinden bahsetmez; fakat, bu karakteristikleri zımnen içerir. Eğer bir tanım, bütün karakteristikleri listeleseydi, amacına erişemezdi: karakteristiklerden oluşan, rasgele, gelişigüzel ve kavramsallık-öncesi bir yığın ortaya koyardı; ve, bu yığın, ne bu kavramın birimlerini diğer mevcut-şeylerden ayırt etmeye, ne de bu kavramı diğer kavramlardan ayırt etmeye yarardı. Bir tanım, birimlerin tabiatını -yani, bu birimlerin, bu tip mevcut-şeyler haline gelmelerinin "olmazsa olmaz" sebebi olan asli karakteristikleri- kimliklemelidir. Fakat, tanımla ilgili bir hususun tekrar hatırlanması önemlidir: birimlerin etraflı değil, asli karakteristiğini kimliklediğinden; mevcut-şeylerin tecrit edilmiş veçhelerini değil, mevcut-şeylerin kendisini belirttiğinden; söz konusu mevcut-şeylere ait daha geniş bilgi yerine geçebilecek bir ikame olmayıp, bu bilginin yoğunlaştırılmış hali olduğundan; bir tanım, birimlerin bütün karakteristiklerini zımnen içerir.
Bu noktada hayati bir soru karşımıza çıkar: eğer, tanımı yapılacak kavramın temsil ettiği bir gurup mevcut-şey, sayısı birden fazla olan bazı karakteristiklere sahip olmakla diğer mevcut-şeylerden ayırt ediliyorsa; bu karakteristikler arasında asli olan karakteristik (dolayısiyle, bir kavramı doğru tanımlayan karakteristik) nasıl belirlenir?
Cevap, kavram-teşkili sürecinde mevcuttur.
Kavramlar, boşlukta teşkil edilmez ve edilemez; kavramlar, bir bağlamda teşkil edilir. Kavramlaştırma süreci; bir insanın, kendi haberdarlık alanı dahilindeki mevcut-şeyleri gözlemleyerek, onlardaki farklılık ve benzerlikleri belirlemesi (ve, bu mevcut-şeyleri, yapmış olduğu gözlemlere uygun olarak, kavramlar halinde örgütlemesiyle) gerçekleştirilir. Bir çocuğun, verili bir gurup algısal somutluğu bütünleştiren en basit kavramı anlamasından; bir bilim adamının, uzun kavramsal zincirleri bütünleştiren en karmaşık soyutlamaları anlamasına kadar bütün kavramlaştırma işlemi, bağlamsal bir işlemdir; bağlam, bir zihnin, bilgisel gelişmesinin herhangi bir seviyesinde sahip olduğu haberdarlığın veya bilginin oluşturduğu bütün alandır.
Bu demek değildir ki; kavramlaştırma, sübjektif bir süreçtir veya kavramların içeriği, bir bireyin sübjektif (yani, keyfi) seçimine bağlıdır. Burada, bireyin seçimine açık olan tek husus: ne miktar bilgi elde etmeye çalışacağı ve buna bağlı olarak, ne kadarlık bir kavramsal karmaşıklıkla başedebilir duruma geleceği hususudur. Fakat; zihni, kavramlarla uğraştığı sürece ve bu uğraşın etkinliği ölçüsünde (yani, sesleri ve boşlukta gezen soyutlamaları ezberlemekten kaçındığı ölçüde); kavramlarının içeriği, zihninin bilgisel içeriğince -yani, realitedeki olguları kavrayışı tarafından- belirlenir ve yönlendirilir. Eğer kavrayışı çelişkisizse; o zaman, -bilgisinin kapsamı mütevazı ve kavramlarının içeriği ilkel olsa bile- o bireyin sahip olduğu kavramlar, en ileri bilim adamının zihnindeki aynı kavramların içeriğiyle çelişmeyecektir.
Aynı şey tanımlar için de doğrudur. Bütün tanımlar bağlamsaldır: ilkel bir tanım, daha ileri bir tanımla çelişmez; ileri bir tanım, ilkel bir tanımı genişletmekten ibaret bir iş görür.
Bir örnek olarak, "insan" kavramının gelişmesini izleyelim.
Konuşma-öncesi haberdarlık dönemindeki bir çocuk; insanları, algısal alanının geri kalan kısmından tefrik etmeyi öğrenirken, ayırt edici karakteristikleri gözlemler; bu karakteristikler kelimelerle ifade edilebilse şöyle bir tanıma denk düşerdi: "Hareket eden ve sesler çıkaran bir şey." Bu çocuğun haberdarlığı bağlamında, bu tanım geçerlidir (doğrudur): gerçekten de, insan hareket eder ve sesler çıkarır, ve bu özellikleri onu etrafındaki cansız nesnelerden ayırt eder.
Çocuk, kedi, köpek ve otomobil gibi şeylerin varlığını gözlemlediğinde; yaptığı bu tanım, geçerliğini kaybeder: insanın hareket ettiği ve sesler çıkardığı hala doğrudur; ama, bu karakteristikler, insanı, çocuğun haberdarlık alanındaki diğer varlıklardan ayırt etmez. Bu çocuğun (kelimesiz) tanımı, o zaman şöyle bir şey olur: "İki ayak üstünde yürüyen ve postu olmayan canlı bir şey."; "hareket eden ve sesler çıkaran" karakteristiği zımnen kalır, ama artık tanımlayıcı değildir. Yine; bu tanım, çocuğun haberdarlığı bağlamında geçerlidir (doğrudur).
Çocuk konuşmayı öğrendiğinde ve haberdarlığının alanı daha genişlediğinde; yaptığı insan tanımı da, buna uygun olarak genişler. Şuna benzer bir hale gelir: "Konuşan ve başka hiçbir canlının yapamadığı şeyleri yapan bir canlı."
Bu tip bir tanım, uzun süre çocuğa yetecektir (aralarında bazı modern bilim adamlarının da bulunduğu birçok insan, bu tanımın çeşitlemelerinden birinin ötesine geçmeyi bir türlü başaramaz). Fakat; bu tanım, çocuğun gençlik dönemine varması ve (eğer kavramsal gelişmesi devam ediyorsa) belirli gözlemleri yapmasıyla geçerliğini yitirir: "başka hiçbir canlının yapamadığı şeyler"le ilgili bilgisi o kadar büyümüştür ki; bu bilgi, muazzam, gelişigüzel, anlaşılmaz bir yığın haline gelmiştir; bu yığın içinde, öyle aktiviteler görecektir ki; bazılarını, bütün insanlar yapabilecek, bazılarını sadece bazı insanlar, bazılarını ise (barınak yapmak gibi) hayvanlar bile çok farklı bir tarzda da olsa yapabilecektir, vs. Anlayacaktır ki; tanımı, ne bütün insanlara eşit olarak uygulanabilmektedir, ne de insanları diğer canlılardan ayırt etmeye yaramaktadır.
İşte bu aşamada kendine sorar: İnsanın değişik aktivitelerinin ortak karakteristiği nedir? Onların kökü nedir? Hangi kapasite insanı bunları yapmaya muktedir kılmakta ve böylece onu diğer bütün hayvanlardan ayırt etmektedir? İnsanın ayırt edici karakteristiğinin, onun bilincinin tipi
-soyutlayabilen, kavram teşkil edebilen, realiteyi akıl süreciyle kavrayabilen bir bilinç- olduğunu anladığında; kendi bilgisinin ve insanlığın bugüne kadarki bütün bilgisinin bağlamı dahilindeki tek doğru tanıma ulaşır: "Rasyonel bir hayvan."
("Rasyonel," bu bağlamda, "her zaman akla uygun davranan" anl..... gelmez; "akıl yeteneğine sahip olan" anl..... gelir. İnsanın tam bir biyolojik tanımı, "hayvan" kavramının bir çok alt-kategorisini de içerir; fakat, genel kategori ve nihai tanım aynı kalır.)
İnsanın tanımlarının yukarıda verilen bütün türlerinin doğru olduğuna (yani, realitedeki olguların doğru bir teşhisiyle yapıldığına) dikkat ediniz; bunların hepsi, tanımlar olarak geçerliydi (yani, verili bir bilgi bağlamındaki ayırt edici karakteristikler doğru şeçilmişti). Bu tanımlardan hiçbiri, daha sonra elde edilen bilgiyle çelişmemekteydi: önceki tanımlardaki ayırt edici karakteristikler, insanın daha kesin olan tanımında, tanımlayıcı-olmayan karakteristikler olarak zımnen içerilmiştir. Hala doğrudur ki: insan, konuşan, başka hiçbir canlının yapamadığı şeyleri yapan, iki ayak üzerinde yürüyen, postu olmayan bir rasyonel hayvandır.
Bu örnekteki basamaklar, her insanın "insan" kavramını geliştirirken geçtiği basamakların aynısı olmayabilir; ama, süreç, esasta burada tasvir edildiği gibidir.
Bir kavramın asli karakteristiğini belirleme işlemi üzerinde biraz yoğunlaşalım... Eğer, verili bir gurup mevcut-şey, onu başka mevcut-şeylerden ayırt eden birden fazla karakteristiğe sahipse; o zaman, bu ayırt edici karakteristikler arasındaki ilişki gözlemlenmeli ve bunlardan hangisine diğer bütün karakteristiklerin (veya en fazla sayıda karakteristiğin) bağlı olduğu keşfedilmelidir; başka bir deyişle, diğer ayırt edici karakteristiklerin hepsini veya çoğunu mümkün kılan temel karakteristik bulunmalıdır. Bu temel karakteristik, söz konusu mevcut-şeylerin asli ayırt edici karakteristiği, onları bütünleştiren kavramın tanımlayıcı karakteristiğidir.
Temel bir karakteristik: metafizik açıdan, diğer karakteristiklerden en çoğunun -realitede- mevcut olmasını mümkün kılan karakteristiktir; epistemolojik açıdan, diğer karakteristiklerden en çoğunu -zihinde- açıklayan karakteristiktir.
Mesela, gözlemleyebiliriz ki, insan: Türkçe konuşan, kol saati takan, uçakta uçan, ruj imal eden, geometri çalışan, gazete okuyan, şiir yazan tek hayvandır. Bunlardan hiçbiri asli bir karakteristik değildir; hiçbiri, bütün insanlara özgü değildir; hepsini hariç tutun, yani bir insanın bunlardan hiçbirini yapmadığını varsayın, o yine de bir insandır. Fakat, gözlemleyiniz ki, bütün bu aktiviteler (ve sayısız başka aktiviteler) realitenin kavramsal olarak anlaşılmasını gerektirir; bir hayvan, bu aktiviteleri anlayamaz; bu aktiviteler, insanın rasyonel (akli) yeteneğinin ifadeleri ve sonuçlarıdır; bu yeteneğe sahip olmayan bir organizma, bir insan olamaz; insanın akli yeteneğinin neden onun asli ayırt edici ve tanımlayıcı karakteristiği olduğunu böyle öğreniriz.
Tanımlar bağlamsal olduğuna göre, bütün insanlar açısından geçerli objektif bir tanım nasıl belirlenir? Bu, tanımı yapılacak verili bir kavram altındaki birimlere ilişkin konularda varolan bilginin en geniş bağlamı tarafından belirlenir.
Objektif geçerlilik, realitenin olgularına referansla belirlenir. Fakat, olguları teşhis edecek olan insandır; yani, objektiflik, insan tarafından yapılmış keşifler gerektirir; dolayısiyle, objektiflik, insan bilgisinden önce gelemez; başka bir deyişle, objektiflik, Alim-i Mutlak olmayı gerektirmez. İnsan, kavramlarının ve tanımlarının objektif olarak geçerli olmasını istiyorsa: hem, keşfettiklerinden daha fazlasını bilemeyeceğini bilmeli, hem de olgularla ilgili delillerin gösterdiğinden sanki daha azını biliyormuş gibi davranmamalıdır.
Bu konuda; cahil bir yetişkin, bir çocukla veya bir gençle aynı durumdadır. Cahil bir yetişkin, sahip olduğu dar bilginin ve bu bilgiye karşılık düşen ilkel kavramsal tanımların belirlediği bir kapsamda davranmak zorundadır. Daha geniş bir düşünce ve eylem alanına girdiğinde, yeni delillerle karşılaştığında; tanımlarının objektif olması için, onları yeni delillere göre genişletmelidir.
Bütün insanlar açısından geçerli objektif bir tanım, bir kavram altındaki mevcut-şeylerin cinsini ve asli ayırt edici karakteristiğini,
-insanlığın gelişiminin o aşamasına kadar elde edilmiş olan bütün alakalı bilginin gösterdiğine uygun olarak- belirten bir tanımdır.
(Bu konudaki anlaşmazlıklarda kim karar verir? Objektiflikle ilgili bütün konularda olduğu gibi, bu konuda da; iki veçheden oluşan bir tek nihai otorite vardır: 1. realite; 2. delilleri, objektif yargılama yöntemiyle (yani, mantıkla) yargılayarak sonuca varan her bireyin kendi zihni.)
Fakat, objektif tanımların tabiatının böyle olduğunu belirlemek; ne, her insanın evrensel bir skolar olmasını gerektirir; ne de, bilimin her keşfinin, kavramların tanımını etkileyeceği sonucunu doğurur. Bilim, realitenin daha önceden bilinmeyen bazı veçhelerini keşfettiğinde, onları kimliklemek için yeni kavramlar teşkil eder ("elektron" gibi); fakat, daha önceden bilinen ve kavramlaştırılmış mevcut-şeyler üzerinde derinlemesine yapılan araştırmalarla ortaya çıkan keşifler, kavramsal alt-kategorilerle kimliklendirilir. Mesela, insan biyolojik olarak "hayvan"ın çeşitli alt-kategorilerinde ("memeliler" gibi) sınıflandırılır. Fakat, bu sınıflamalar, bir olguyu değiştiremez: rasyonellik, insanın asli ayırt edici ve tanımlayıcı karakteristiğidir; ve, insan, "hayvan" geniş cinsine dahildir. (İster bir bilim adamı, isterse cahil bir çocuk "insan" kavramını kullansın; bu sınıflamalar, işaret edilen varlığın aynı tür bir varlık olduğu gerçeğini de değiştiremez.)
Eğer "rasyonel hayvan" tanımının yetersiz olduğu doğrultusunda bir keşif yapılırsa (yani, rasyonellik, insanı diğer mevcut-şeylerden ayırt etmeye artık yaramaz olursa); ancak o zaman, tanımın geliştirilmesi meselesi ortaya çıkar. "Geliştirme," eski tanımı inkar etme, fesh etme veya onunla çelişme demek değildir; "geliştirme," insanın rasyonel ve hayvan oluşundan daha ayırt edici başka bazı karakteristikler olduğunu isbatlamak demektir; ki, bu gayrı-muhtemel durumda, rasyonellik ve hayvanlık tanımlayıcı olmayan karakteristikler olarak görülmeye başlanacak, fakat her iki karakteristik hala doğru kalacaktır.
Kavram-teşkilinin bir bilgilenme yöntemi olduğunu, insana ait bilgilenme yöntemi olduğunu ve kavramların, gözlemlenmiş mevcut-şeylerin, gözlemlenmiş diğer mevcut-şeylerle ilişkisine göre yapılmış sınıflamaları temsil ettiğini, hatırlayalım. İnsan Alim-i Mutlak olmadığından; bir tanım, değişmez bir mutlak değildir; çünkü, bir tanım, belirli bir gurup mevcut-şeyi, evrendeki başka herşeye, henüz keşfedilmemiş veya bilinmeyen şeylere ilişkilendiremez. Yine aynı sebepten; bir tanım, bağlamsal olarak mutlak değilse, yani mevcut-şeyler arasında bilinen ilişkileri (bilinen asli karakteristikler halinde) belirtmiyorsa, veya bilinenlerle mutabakat halinde değilse, yani bilinen asli karakteristikleri görmezden geliyor veya onlarla çelişiyorsa, yanlış ve değersizdir.
Modern felsefe içindeki nominalistlerin, özellikle mantık pozitivistlerinin ve linguistik analistlerin iddiasına göre: doğru-yanlıs alternatifi, tanımlara değil, sadece "olgusal" önermelere uygulanabilir. İddialarına göre: kelimeler, keyfi, insani (sosyal) konvansiyonları temsil ettiğinden; ve, kavramlar, objektif realitedeki hiçbir şeye işaret etmediğinden; bir tanım, doğru veya yanlış olamaz. Bu iddia, akla yapılan saldırıların en şiddetli ve sinsi olanıdır.
Önermeler, kelimelerle yapılır; realitenin olgularıyla bağlantısız bir dizi sesin, nasıl olup da "olgusal" önerme ürettiği veya nasıl olup da doğruluk veya yanlışlık arasında bir ayrım yapabildiği sorusu tartışmaya dahi değmez. Zaten, böyle bir soru üzerindeki tartışma; onların anladığı anlamda kelimelerle de yapılamaz: her konuşanın kaprisine uygun olarak, o anın gerektirdiği elverişliliğe, ruh haline, yayvanlığa göre anlam değiştiren bütünleşmemiş sesler vasıtasıyla, insani hiçbir şey yapılamaz. (Fakat, böyle bir nosyonun sonuçları, "sosyal bilim" öğretilen dershanelerde, "politik" tartışmalarda, psikiyatrist muayenehanelerinde gözlemlenebilir.)
Hakikat (doğruluk, gerçeklik), realitedeki olguların tanınmasından (kimliklendirilmesinden) doğan üründür. İnsan, realitenin olgularını, kavramlar yoluyla tanır (kimlikler) ve bütünleştirir. Kavramları, zihninde tanımlar yoluyla muhafaza eder. Kavramları, önermeler halinde organize eder; ve, önermelerinin doğruluğu veya yanlışlığı, sadece bu önermelerinin olgularla ilişkisine bağlı olmayıp, aynı zamanda bu önermeleri yaparken kullandığı kavramların tanımlarının doğruluğuna veya yanlışlığına (yani, bu tanımların belirttiği asli karakteristiklerin doğruluğuna veya yanlışlığına) bağlıdır. Her kavram, bir gurup önerme yerini tutar. Algısal somutlukları kimlikleyen bir kavram, bazı zımni önermelerin yerini tutar; fakat, soyutlamanın daha üst düzeylerindeki bir kavram, karmaşık olgusal veriler hakkında zincirler dolusu, paragraflar dolusu, sayfalar dolusu açık önermelerin yerini tutar. Bir tanım, muazzam bir gözlemler bütününün yoğunlaştırılmış halidir; ve, bu gözlemlerin doğruluğuyla ayakta durur veya yanlışlığıyla devrilir. Tekrar edelim: bir tanım, bir yoğunlaştırmadır. Epistemoloji kanunlarının anayasasında yazılmışcasına; her tanım, şu zımni önermeyle başlar: "Bu gurup mevcut-şeyle ilgili bilinen her olguyu tam olarak nazar-ı dikkate aldıktan sonra, isbat edilmiştir ki; aşağıdaki karakteristik, bu gurup mevcut-şeyin, asli, dolayısiyle tanımlayıcı karakteristiğidir..."
Tanımlar konusundaki bu bilgilerden sonra, insan bilgisiyle ilgili en önemli kanunlardan birini ifade edebiliriz: İnsanın çıkarsamalarının, akıl yürütmelerinin, düşüncelerinin ve bilgisinin doğruluk veya yanlışlığı, tanımlarının doğruluk veya yanlışlığına bağlıdır.
(Yukarıdaki kanun, sadece geçerli-kavramlar için uygulanabilir. Geçersiz-kavramlar: realitede bir şeye tekabül etmeyen kelimelerdir. Geçersiz-kavramların bazıları mistisizmden kaynaklanır (mesela, cin, peri, vs.); başka bazıları, -başta demagoji maksadı olmak üzere- irrasyonel bir amaca hizmet etmek için türetilmiş, spesifik tanımlara sahip olmayan kelimelerdir (mesela, modern "anti-kavramlar"). Geçersiz-kavramlar, bütün lisanlarda zaman zaman ortaya çıkar; fakat, her zaman olmasa da genellikle, kısa ömürlüdürler; çünkü, zihni, bilgisel çıkmaz sokaklara götürmekten başka bir işe yaramazlar. Bir geçersiz-kavramı, bilgisel bir kaynak olarak kullanan her önerme veya her düşünce süreci, geçersizdir. Geçersiz-kavramların bir türü olan bir anti-kavram: meşru bir kavramın yerine geçmek veya onu iptal etmek için ortaya atılmış, yapay, gereksiz ve rasyonel kullanımı olmayan bir terimdir (mesela, "(politik) kutuplaşma," "vazife," "aşırılık," "pasifizm," "oportünizm," "(epistemolojik) indirgemecilik," "kültür emperyalizmi," vs.). Anti-kavramların kullanımı, dinleyicide yaklaşık bir anlam iletiliyor duygusu bırakabilir; fakat, bilgilenme alanında, yaklaşıklıktan daha kötü bir yöntem yoktur. Bir anti-kavram, bir kavram gibi görünürse de; hiçbir kavram-teşkili sürecinden geçerek türetilmez; genellikle, aralarında sadece yüzeysel bağlantılar olan bir gurup ögeye, bir kavramın altındaki birimlermişcesine, "paket-muamele" yapmakla türetilir.)
Kavramlaştırılmış duyumlar ve metafizik aksiyomlar düzeyi üstündeki her kavram, sözlü bir tanım gerektirir. Oldukça paradoksal olarak; insanların tanımlamakta en güçlük çektikleri kavramlar, en basit kavramlardır: "masa," "ev," "insan," "yürümek," "uzun," "sayı" gibi günlük olarak kullanılan ve algısal somutlukları temsil eden kavramlar. Fakat, bu olgunun geçerli bir sebebi vardır: bu kavramlar, kronolojik olarak insanların teşkil ettikleri veya anladıkları ilk kavramlardır ve bunların sözlü tanımları, ancak daha sonra öğrenilen kavramlar vasıtasıyla yapılabilir; mesela, "masa" kavramı, "düz," "ufki," "yüzey" gibi kavramları öğrenmeden çok daha önce kavranabilir. Bu yüzden; birçok insan, formel tanımları gereksiz bulur; basit kavramlara, sanki onlar pür duyum verileriymiş gibi muamele ederek, ostensif tanımlar yoluyla, onları kimliklendirir: "İşte bunu kastediyorum!"
Bu davranışta, bir miktar psikolojik haklılık vardır. İnsanın ayırt edici haberdarlığı, algılarla başlar; günlük olarak gözlemlenen nesnelere dair olan algıların kavramsal kimliklendirilmesi, insanların zihninde öylesine tam bir şekilde otomatikleşmiştir ki; bunlar, hiçbir tanıma ihtiyaç duymaz görünür; ve, bunların realitedeki karşılıklarının ostensif olarak teşhis edilmesinde hiçbir güçlük yoktur.
Gerçekten de; basit kavramların temsil ettiği algısal şeyler, tam bir katiyetle teşhis edilebildiği süre; bu kavramların sözlü tanımlarının formüle edilmesine veya ezberlenmesine gerek yoktur. Gerekli olan şey, tanımların formüle edilebilmesinin kuralları hakkındaki bilgidir; acilen gerekli olan şey ise, ostensif tanımların artık yeterli olmadığı sınır çizgisinin sarahatle anlaşılmasıdır. (Bu sınır; bir insanın, "Ne demek istediğimi biliyor gibiyim galiba" duygusuyla kelime sarfetmeğe başladığı yerdir.) Bir çok insan, bu sınırın nerede olduğunu hiç bilmez veya onu bilmenin gerekliliğini hiç farketmez; bu cehaletin, felç edici, aptallaştırıcı sonuçları, insanlığın entellektüel sefaletinin en büyük sebebidir.
Bir kavramın tam anlamını bilmek, onun doğru tanımını bilmek ve bu kavramın teşkil edildiği sürecin (kronolojik değil, mantıki) aşamalarını geriye doğru takip edebilmek, yani bu kavramın algısal realitedeki temellerine olan bağlantıyı gösterebilmek demektir.
Bir kavramın anlamı veya tanımı üzerinde şüpheye düşüldüğünde, en iyi feraha çıkma yöntemi, bu kavramın temsil ettiği şeyleri aramaktır; kendi kendine şu soruları sormaktır: Realitedeki hangi olgu veya olgular, bu kavramı doğurmuştur? Bu kavramı, diğer bütün kavramlardan ayırt eden nedir? Mesela, soru: realitenin hangi olgusu "adalet" kavramını doğurmuştur? Cevap: her insanın, etraftaki şeyler hakkında, insanlar hakkında ve olaylar hakkında sonuçlara varmak zorunda olması (yani, onları yargılamak ve değerlendirmek zorunda olması) olgusu. Yargısı otomatik olarak doğru mudur? Hayır. Yargısının yanlış olmasına, ne sebep olur? Delillerin yetersiz olması veya kendisinin delilleri görmezden gelmesi veya meseledeki olgular dışındaki mülahazaları yargısına dahil etmesi. O halde, doğru yargıya nasıl varacaktır? Yargısını, sadece olgusal deliller üzerine bina ederek ve elde mevcut ilgili her delili nazar-ı dikkate alarak. Fakat, bu "objektifliğin" bir tanımı değil midir? Evet, "objektif yargılama," "adalet" kavramının dahil olduğu daha geniş kategorilerden biridir. "Adalet"i diğer objektif yargılama hallerinden ayırt eden nedir? Cansız nesnelerin veya insan-dışı canlıların tabiat ve eylemleri incelenirken; yargılama kriteri, onların incelenmesindeki özel maksat tarafından belirlenir. Fakat, insanların karakter ve eylemlerini, onların irade denen yeteneğe sahip olduğu olgusunu göz önünde tutarak değerlendirecek bir kriter nasıl belirlenir? İradeyle ilgili meselelerde, bir objektif değerlendirme kriterini hangi bilim sağlayabilir? Ahlak. Şimdi; bir insanın karakter ve/veya eylemlerini, sadece elde mevcut olgusal delillerin tamamını temel alarak yargılama ve objektif bir ahlak kriterine göre değerlendirme işini belirtecek bir kavrama ihtiyacım var mıdır? Evet. Bu kavram, "adalet"tir.
Bir tek kavramda, ne kadar uzun bir mülahazalar ve gözlemler zincirinin yoğunlaşmış olduğu görülüyor. Ve, zincir, buradaki kısaltılmış halinden çok daha uzundur; çünkü, örnekteki her kavram, benzer zincirlerin yerini tutmuştur.
Bu örneği, kavramların bilgilenmedeki rolü bahsinde daha da irdeleyeceğiz.
Bu noktada, Aristo'nun kavramlarla ilgili görüşü ile bu kitapta savunulan Objektivist görüş arasında varolan, özellikle asli karakteristik konusundaki radikal farka işaret edin.
Doğru tanımın prensiplerini ilk formüle eden Aristo'dur. Sadece somutlukların mevcut olduğunu teşhis eden Aristo'dur. Fakat, Aristo; tanımların, somutluklar içinde özel bir öge olarak veya formatif (biçimleyici) bir güç olarak mevcut olan metafizik özlere (öz = asıl, esas) işaret ettiğini; buna uygun olarak, kavram-teşkili işleminin, insan zihninin bu özleri ve formları (biçimleri) kavramasını sağlayan bir tür doğrudan sezgiye dayandığını ileri sürdü.
Yani; Aristo, "özleri" metafizik olarak sunar; gerçekte, "özler" epistemolojiktir.
Özlerin, yani asli karakteristiklerin epistemolojik oluşunun anlamını özetlersek: Bir kavramın aslı (özü), bu kavram altındaki birimlerin hepsinin sahip olduğu karakteristiklerden öyle bir (veya birden fazla) karakteristiktir ki, bu asıl karakteristik(ler), hem en fazla sayıda diğer karakteristiklerin varoluş sebebini açıklar, hem de bu birimleri, insan bilgisinin o anki alanı dahilindeki diğer bütün mevcut-şeylerden ayırt eder. Görülüyor ki, kavramın aslı (özü), bağlamsal olarak belirlenir; dolayısiyle, insan bilgisinin genişlemesiyle birlikte değişebilir. İnsanların kullandığı herhangi bir kavramın metafizik karşılığı (realite tekabül ettiği şey), özel, ayrı metafizik özler olmayıp, insanların o ana kadar gözlemledikleri realite olgularının bütünüdür; işte bu bütün, verili bir gurup mevcut-şeyin hangi karakteristik(ler)inin, asli olarak belirtileceğini tayin eder. Asli bir karakteristik olgusaldır; şu anlamda: asli karakteristik, mevcuttur; diğer karakteristikleri belirler; bir gurup mevcut-şeyi diğer bütün mevcut-şeylerden ayırt eder. Asli bir karakteristik epistemolojiktir; şu anlamda: "asli karakteristik" bazında sınıflama işi, insana özgü bilgilenme yöntemi içinde bir alettir; sürekli büyüyen bir bilgi yığınını, sınıflama, yoğunlaştırma ve bütünleştirme aracıdır.
Kavramlar konusunda, bu bölümün girişinde listelediğim dört irrasyonel düşünce ekollerine tekrar dönelim...
Hem aşırı realist ekol (Plato'nun izindekiler), hem de ılımlı realist ekol (Aristo'nun izindekiler), kavramların realitedeki karşılıklarının bizatihi şeyler olduğunu kabul ederler; yani, bu ekollere göre, kavramların karşılıkları, insan bilinciyle ilişkisiz olarak, şeyler içinde bir tür özel varlıklar olarak bizzat varolan "evrenseller"dir. Plato'ya göre arktipler olarak, Aristo'ya göre metafizik özler halinde bulunan bu evrenseller; insan tarafından herhangi bir somutluk gibi doğrudan algılanacaktır; fakat, bu algılama, duyumsal olmayan veya ekstra-duyumsal bir araçla -normal duyum kanalları dışındaki (?) bazı duyum kanallarıyla- yapılacaktır.
Hem nominalist ekol, hem de kavramsalcı ekol, kavramların sübjektif olduğunu kabul eder; yani, bu ekollere göre, kavramlar; insan bilincinin, realitenin olgularıyla ilişkisiz ürünleridir; başka bir deyişle, kavramlar; müphem, izahı gayri-mümkün benzerlikler yoluyla keyfi olarak birarada düşünülmüş somutluk guruplarına, keyfi olarak verilmiş "isimler" veya nosyonlardan başka birşey değildir.
"Bizatihi"-"sübjektif" zıtlığı; bilincin, mevcudiyetle ilişkisi etrafındaki her konuyu olduğu gibi, kavramlar konusunu da anlaşılmaz hale sokmuştur.
Gerçekte, aşırı realist ekolün yaptığı teşebbüs: mevcudiyetin (realitenin) önceliğini kabul ederken, bilinçten sarf-ı nazar etmektir; yani, kavramları, somut mevcut-şeyler halinde düşünerek, bilincin bütün fonksiyonunu bir tür algısal düzeyden ibaret saymaktır; üstelik, algıların otomatikman kavranmasını ifade eden bu düzeyin, -kavramlara doğrudan karşılık düşen hiçbir somut nesne olmadığından (mesela, hiçbir "insanlık" maddesi mevcut olmadığından), gerçek anlamında bir algı da mevcut olamayacağından- tabiat-üstü bazı araçlar kullandığı zannedilir.
Aşırı nominalist (çağdaş) ekolün yaptığı teşebbüs: mevcudiyetten (realiteden) sarf-ı nazar ederek, bilincin önceliğini tesis etmeğe çalışmaktır; yani, somut şeylere bile mevcut-şey statüsü vermeyi reddetmek ve kavramları, realitedeki hiçbir şeye karşılık düşmeyen kelimelerinin veya ses dizilerinin oluşturduğu küçük fantezi enkazları üzerine bina edilmiş fantezi yığınları halinde görmektir.
Platonist ekol, bilincin önceliği nosyonunu kabul ederek işe başlar; bilincin mevcudiyetle olan ilşkisini ters çevirir: realitenin, bilincin içeriğine uymak zorunda olduğunu varsayar; çünkü, Platonistlerin öncülü şudur: herhangi bir nosyonun insan zihninde bulunması, realitede buna tekabül eden bir şeyin mevcudiyetini isbat eder. Fakat yine de, Platonist ekol, realiteye duyulan -Plato'dan sonra gittikçe azalmış- bir tür saygıyla işe başlamıştır denebilir: Platonistler'in, realiteyi, mistik bir yapı halinde tahrif etmelerindeki amaç; sübjektivizmlerini geçerli kılmak için, realitenin zoraki de olsa tasdikine ihtiyaç duyduklarını hissetmeleridir. Nominalist ekol ise; bilincin, mevcudiyet hakkında geçerli genellemeler yapma gücünü inkar biçiminde ortaya çıkan ampiristik aşağılık duygusuyla işe başlar; yani, realitenin her şey, bilincin hiçbir şey olduğu nosyonuyla işe başlar; ama, realitenin (mevcudiyetin) hiçbir tasdikine ihtiyaç duymayan bir sübjektivizme, realitenin "tiranlığından" özgürleşmiş bir bilince varır.
Bu irrasyonel ekollerden hiçbirinin anlayamadığı husus şudur: kavramlar, objektiftir: kavramlar, ne vahyedilmiş, ne de icat edilmiştir; kavramlar, realitedeki olgulara uygun olarak, insan bilinci tarafından üretilmiştir.
4.1.7 Aksiyomatik Kavramlar
Aksiyomlar: temel, aşikar bir gerçeği kimliklendiren önermelerdir. Fakat; önermeler, birincil değildir; yani, önermeler, kavramlar kullanarak yapılır. İnsan bilgisinin -her kavramın, her aksiyomun, her önermenin, her düşüncenin- temeli, aksiyomatik kavramlardan oluşur.
Bir aksiyomatik kavram:
a) Tahlil edilmesi mümkün olmayan -başka olgulara indirgenmesi veya bileşen parçalar halinde bölünmesi mümkün olmayan- birincil bir realite olgusunun kimliklendirilmesidir.
b) Bütün olgularda ve bütün bilgilerde, zımnen mevcuttur.
c) Bilgimizdeki temel veridir: doğrudan doğruya algılanır veya yaşanır; hiçbir isbat veya izah gerektirmez; ama, bütün isbat ve izahlar onun üzerine bina olur.
İlk ve birincil aksiyomatik kavramlar: "mevcudiyet," "kimlik" ("kimlik," "mevcudiyet"in sonucu ve parelelidir) ve "bilinç"tir. İnsan, neyin mevcut olduğunu ve bilincin nasıl işlediğini inceleyebilir; fakat, mevcudiyeti -mevcudiyet olarak- veya bilinci -bilinç olarak- tahlil edemez (veya "ispatlayamaz"). Bunlar, indirgenmez birincillerdir. (Bunları "isbatlamak" çabası, kendisiyle çelişkilidir: bu çaba, mevcudiyeti, mevcut olmayan vasıtasıyla; bilinci, bilinçsizlik vasıtasıyla "isbatlamak" yoluna gitmektir.)
Mevcudiyet, kimlik ve bilinç, birer kavramdır; şu anlamda ki: kavramsal bir biçimde kimliklendirilmeleri gerekir. Ancak, özellikleri şu olgudan doğar: aksiyomatik kavramlar, doğrudan doğruya algılanır veya yaşanırlar, ama kavramsal olarak anlaşılırlar. Aksiyomatik kavramlar, ilk duyumda, ilk algıda, ilk kavramda, her kavramda, yani her haberdarlık durumunda zımnen mevcuttur. İlk ayırt edilmiş duyumdan (veya algıdan) sonra, insanın elde edeceği bilgi; "mevcudiyet," "kimlik," "bilinç" terimleriyle adlandırılan temel olgulara hiçbir şey ilave etmez; yani, bu olgular, ilki de dahil herhangi bir haberdarlık durumunun hep içindedirler; daha sonraki bilginin ilave ettiği şey, bu olguların bilinçli olarak kimliklendirilmesi için duyulan epistemolojik ihtiyaçtır. Bu ihtiyaçtan haberdar olmak, ancak kavramsal gelişmenin ileri bir aşamasında, yeterli miktar bilgi elde edildikten sonra mümkündür; kimliklendirme, yani tam bilinçli kavrayış ise, ancak bir soyutlama işlemiyle mümkündür.
Bu konudaki soyutlama; bir hususiyeti, bir gurup mevcut-şeyden soyutlamak anlamında olmayıp; temel bir olguyu, diğer bütün olgulardan soyutlamak anlamındadır. Mevcudiyet ve kimlik, mevcut-şeylerin hususiyetleri değildir; bunlar, mevcut-şeylerin ta kendisidir. Bilinç yeteneği, belirli canlıların bir hususiyetidir; ama, bilinç, verili bir haberdarlık durumunun bir hususiyeti değildir; bilinç, o haberdarlık durumunun ta kendisidir. Epistemolojik olarak, aksiyomatik kavramların teşkili, bir soyutlama eylemidir: metafizik temeller üzerinde seçici olarak odaklanmak ve onları zihnen tecrit etmektir. Fakat, metafizik olarak (realitede), aksiyomatik kavramların teşkili, bir bütünleştirme eylemidir; insanın yapabileceği en geniş bütünleştirmedir: aksiyomatik kavramlar, insanın yaşadıklarının tümünü kapsar ve birleştirir.
"Mevcudiyet" ve "kimlik" kavramlarının birimleri: mevcut olan, mevcut olmuş, mevcut olacak her varlık, her hususiyet, her eylem, her olay veya (bilinç de dahil) her fenomendir. "Bilinç" kavramının birimleri: yaşanan, yaşanmış olan, yaşanacak olan her haberdarlık durumu veya sürecidir. Aksiyomatik kavramların teşkilinde dışarıda bırakılan ölçümler, bu kavramlar altındaki bütün birimlere ait bütün ölçümlerdir; muhafaza edilen şey: metafizik olarak, sadece temel bir olgudur; epistemolojik olarak, özel halleri dışarıda bırakılan bir ölçüm kategorisidir: zaman. Yani, aksiyomatik kavramların teşkilinde, herhangi bir haberdarlık anından bağımsız olarak ele alınan temel bir olgu söz konusudur.
Aksiyomatik kavramlar, insan bilincinin sabiteleridir; insan bilincinin sürekliliğini kimliklendiren ve böylece bu sürekliliği koruyan bilgisel bütünleştiricilerdir. Aksiyomatik kavramlar, diğer bütün kavramlarda zımnen varolan psikolojik zaman ölçümlerinin dışarıda bırakılmış olduğunu, açık olarak ifade ederler.
Hatırlanmalıdır ki; kavramsal haberdarlık, geçmişi, şimdiyi ve geleceği bütünleştirmeğe muktedir tek haberdarlık tipidir. Duyumlar, sadece şimdiki zamandan haber verir ve yaşanan anın ötesinde muhafaza edilemez; algılar, muhafaza edilir ve otomatik hafıza vasıtasıyla geçmişle gevşek bir bağlantı sağlayabilir, ama geleceği öngöremez. Sadece kavramsal haberdarlık, geçmiş, şimdiki ve gelecek bütün yaşantıyı (dışabakışsal olarak, mevcudiyetin sürekliliğini; içebakışsal olarak, bilincin sürekliliğini) kavramaya ve göz önünde tutmaya, böylece sahibine geleceği uzun-vadeli olarak öngörme yeteneği vermeye muktedirdir. Bu sürekliliğin kavranması ve göz önüne getirilmesi, aksiyomatik kavramlar vasıtasıyla olur; böylece, mevcudiyet ve bilinç olgularının tamamı, bilinçli haberdarlık alanına sokulur ve bilgi haline getirilir. Aksiyomatik kavramlar, bilginin ön-şartını belirler; bilginin ön-şartı: mevcudiyet ile bilinç arasındaki ayrımın farkında olmaktır; realite ile realiteden haberdarlık arasındaki ayrımın, bilgilenmenin nesnesi ile öznesi arasındaki ayrımın farkında olmaktır. Aksiyomatik kavramlar, objektifliğin temelidir.
Aksiyomatik kavramlar, bir çocuğun veya bir hayvanın bilincinde sadece zımnen bulunan bir şeyi açık olarak kimliklendirir. (Zımni bilgi, pasif olarak zihinde tutulan ve kavranması için bilincin özel bir odaklanmışlığını ve işlem yapmasını gerektiren, malzemedir. Zımni bilgiyi açık bilgi haline getiren bilinç işlemini, bir çocuk ergeç öğrenir; ama, bir hayvan hiç öğrenemez.)
Bir hayvanın algısal haberdarlık durumu, kelimelerle anlatılabilseydi; bu durum, rasgele anların, bağlantısı olmayan bir dizisinden ibaret olurdu: Mesela, "İşte şimdi masa; işte şimdi ağaç; işte şimdi adam; işte şimdi görüyorum; işte şimdi duyuyorum; vs." Ertesi gün veya saat, bu dizi, sil baştan tekrar başlar ve sadece basit bazı hafıza bağları eklenebilir: Mesela, "bu şimdi yem; bu şimdi sahip; vs." Aynı malzeme üzerinde, bir insan bilincinin aksiyomatik kavramlar vasıtasıyla yaptığını kelimelerle ifade edersek: "Masa mevcuttur; ağaç mevcuttur; insan mevcuttur; ben bilinçliyim."
Aksiyomatik kavramlar, bir gurup mevcut-şeyin diğerlerinden ayırt edilmesiyle teşkil edilmeyip, bütün mevcut-şeylerin bütünleştirilmesini temsil ettiklerinden; başka hiçbir şey ile Kavramsal Asgari Müştereğe sahip değildirler. Aksiyomatik kavramların hiçbir zıddı ve hiçbir alternatifi yoktur. "Masa" kavramının zıddı vardır: "gayrı-masa"; bir gayri-masa, masa dışındaki her cins mevcut-şeydir. "İnsan" kavramının zıddı vardır: "gayrı-insan"; bir gayrı-insan, insan dışındaki her cins mevcut-şeydir. Ama, "mevcudiyet," "kimlik" ve "bilinç"in hiçbir zıddı yoktur. Bunların zıddı, hükümsüzdür, geçersizdir, anlamsızdır.
Denebilir ki: "Mevcudiyet de, gayrı-mevcudiyetten ayırt edilebilir; mevcudiyetin zıddı, gayrı-mevcudiyettir"; fakat, gayrı-mevcudiyet, bir olgu değildir, bir olgunun yokluğudur. Gayrı-mevcudiyet, bir ilişkiye işaret eden türev bir kavramdır; yani, gayrı-mevcudiyet, mevcut iken artık gayrı-mevcut hale gelmiş bir mevcut-şeye ilişkin olarak bahsedilebilir. (Belirli bir mevcut-şeye ilişkin olarak, "varlık" kavr******* yola çıkarak, "yokluk" kavr..... erişilebilir; ama, her şeyi içeren bir "yokluk" kavr******* yola çıkarak, "varlık" kavr..... erişilemez.) Gayrı-mevcudiyet olarak gayrı-mevcudiyet; önünden veya ardından gelen hiçbir sayı dizisi olmayan bir sıfırdır, bir hiçtir, bir boşluktur.
Bu nokta, bizi aksiyomatik kavramların bir başka özel veçhesine getirir: aksiyomatik kavramlar, temel bir metafizik olguya işaret etmekle birlikte, epistemolojik bir ihtiyacın ürünüdürler: aksiyomatik kavramlar, hata yapmaya ve şüphe duymaya muktedir olan, iradi, kavramsal bir bilincin duyduğu ihtiyacın ürünüdürler. Bir hayvanın algısal haberdarlığı; "mevcudiyet," "kimlik" ve "bilinç" kavramlarının eşdeğerlerine, ne ihtiyaç duyar, ne de onları kavrayabilir: hayvan, sürekli olarak bunlarla alışveriş halindedir; yani, mevcut-şeylerden (mevcudiyetten) haberdardır, değişik kimlikler tanır; ama, onları (kendisi de dahil) verili olarak kabul eder ve onlara karşı hiçbir alternatif düşünemez. Sadece insan bilinci, yani kavramsal hatalar yapmaya muktedir bir bilinç, bir yandan haberdarlık alanının tamamını kapsamak, öte yandan kavramsal hataların götürebileceği realite-dışı bir boşluğa karşı sınırlar koymak üzere; doğrudan verili olan malzemeyi, özel olarak kimliklendirme ihtiyacını duyar. Aksiyomatik kavramlar, epistemoloji anayasasının temel maddeleridir. Aksiyomatik kavramlar, bütün insan bilgisinin aslını (esasını) ifade ederler: bir şey mevcuttur; ben, onun mevcut olduğunun bilincindeyim; bu şeyin kimliğini keşfetmeliyim.
"Mevcudiyet" kavramı; altındaki mevcut-şeylerin, nelerden ibaret olduğuna işaret etmez: sadece, onların mevcut olduğu birincil olgusunun altını çizer. "Kimlik" kavramı; altındaki mevcut-şeylerin özel tabiatlarına işaret etmez: sadece, onların ne ise o oldukları birincil olgusunun altını çizer. "Bilinç" kavramı; birisinin, hangi mevcut-şeylerin bilincinde olduğuna işaret etmez: sadece, birisinin, bilinçli olduğu birincil olgusunun altını çizer.
Birincil olguların altlarının çizilmesi, aksiyomatik kavramların hayati epistemolojik fonksiyonlarından biridir. Aksiyomatik kavramların birincil olgulara işaret ediyor olması, onların ancak tekrarlamalar halinde cümle içinde kullanılabilmesinin sebebidir: Mevcudiyet mevcuttur; Bilinç bilinçlidir; A, A'dır. (Bu temel ve hatırlatıcı cümleler, aksiyomatik kavramları, formel aksiyomlara dönüştürür.)
Hayvanlar için hiç önemli olmayan bu özel altını-çizme işlemi, insan için bir ölüm-kalım meselesidir. Modern felsefenin sefaleti, böyle hatırlatıcılardan sarfı nazar etme teşebbüsünün sonuçlarından kaynaklanır.
Aksiyomatik kavramlar, realitenin olgularına işaret ettiğinden; yani, bir "inanç" veya keyfi seçim meselesi olmadığından; verili bir kavramın aksiyomatik olup olmadığını belirlemenin yolu, şu olguyu gözlemlemektir: aksiyomatik bir kavramdan kaçılamaz; aksiyomatik bir kavram, bütün bilgide zımnen mevcuttur; aksiyomatik bir kavramı reddetme teşebbüsünde dahi, o aksiyomatik kavramın kabul edilip kullanılması zorunlu olur.
Mesela; bazı modern filozoflar, aksiyomların keyfi bir seçim meselesi olduğunu ilan etmişler ve temel olmayan -kompleks, türev- bazı kavramların, kendi sözde akıl yürütmeleri içindeki, sözde aksiyomlar olarak seçmişlerdir; ama, bütün argümanlarında, şu olgu gözlemlenebilir: cümleleri, inkar ettiklerini söyledikleri "mevcudiyet," "kimlik" ve "bilinç" aksiyomatik kavramlarını zımnen bulundurur ve onlar üzerine bina olur; bu aksiyomatik kavramlar, değeri teslim edilmemiş "çalıntı kavramlar" olarak argümanlarına kaçaklar halinde sokulmuştur. ("Çalıntı kavram" yanılgısı: bir yandan, bir kavramın genetik köklerinin (yani, o kavramın mantıken bağlı olduğu daha önceki kavramların) geçerliğini inkar ederken, öte yandan o kavramı kullanmaktır.)
Bu noktada bir hususa dikkat çekmek yararlı olacak: aklın düşmanlarının galiba bildiği, fakat aklın sözde savunucularının keşfetmediği olgu şudur: aksiyomatik kavramlar, insan zihninin muhafızları ve aklın temelidir; aksiyomatik kavramlar, aklın temel taşı, mihenk taşı ve alamet-i farikasıdır; akıl tahrip edilmek isteniyorsa, aksiyomatik kavramlar tahrip edilir.
Şu olguyu gözlemleyin: mistisizmin ve irrasyonelizmin her ekolünde yazılmış yazıların hepsinde, şaşırtmacalar, rasyonelizasyonlar ve iki-anlama-çekilebilecek ifadelerle (bir yandan, akla sadakat nutukları çeken; öte yandan, "daha yüksek" bir tür rasyonellikten bahseden ifadelerle) dolu anlaşılmaz ve sıkıcı laf kalabalığının arasında er veya geç ortaya çıkar ki: en sık raslananı "kimlik" olmak üzere, aksiyomatik kavramların (metafizik veya genetik statüsünün) geçerliği açıkça inkar edilmektedir. (Mesela; Kant ve Hegel, "kimlik" aksiyomatik kavramının inkarında; Sartre ve Heidegger, "mevcudiyet" ve "bilinç" aksiyomatik kavramlarının inkarında uzmanlaşmıştır.)
Bir insanın akla sadakat çığlıkları, tek başına anlamsızdır: "akıl" aksiyomatik değil, karmaşık ve türev bir kavramdır. Ve, özellikle Kant'ın usta olduğu kavram-çalma felsefi tekniği, akıl yoluyla aklı inkar etme çabası, bayat bir hile haline gelmiştir. Bir insanın, bir teorinin veya bir felsefi sistemin rasyonel olup olmadığı anlaşılmak isteniyorsa, aklın geçerliğini kabul edip etmediğini sormak yararsızdır; aksiyomatik kavramlar konusundaki tutumu, bütün gerçeği ifade edecektir.
4.1.8 Kavramların Bilgilenmedeki Rolü
Bir kavram, somutluklardan oluşan muazzam bir algısal topluluğa işaret eder; ve, kavram, bir sembolle (bir kelime ile) temsil edilir. Büyük bir miktar bilgiyi, minimum sayıda birimle temsil edebilmek (birim-ekonomisi prensibi), insanın o müthiş bilgilenme gücünün esasını teşkil eder. Birim-ekonomisi fonksiyonunu yerine getirebilmek için; bir kavramı temsil eden sembol (kelime), insan bilincinde otomatik hale getirilmiş olmalıdır; bir kavramın her kullanılışında, o kavramın realitedeki karşılıklarından oluşan muazzam topluluk, algısal bir görmeye gerek olmaksızın veya zihinde tekrar bütünleştirmeye girişmeksizin, derhal insanın bilinçli zihnine gelebilmelidir.
Mesela; bir insan, "adalet" kavramını tam olarak anlamışsa; bir mahkemedeki delilleri dinlerken, adaletin anlamı üzerinde uzun bir bilimsel tezi içinden geçirmez. Bir tek "Adil olmalıyım" cümlesini sarf ettiğinde, adaletin anlamı zihninde otomatik olarak belirir; ve, bilinçli dikkati, delilleri kavramak ve onları karmaşık bir prensipler setine göre değerlendirmek üzere serbest kalır. (Şüpheye düşmesi halinde; "adalet" kavramının kesin anlamını bilinçli olarak kendine hatırlatması, o şüpheyi ortadan kaldıracak bilgiyi ona sağlar.)
Birim-ekonomisi prensibi; kavramların tanımının, asli karakteristikler yoluyla yapılmasını gerekli kılar. Bir kavramın ne olduğu konusunda şüpheye düşen bir insan, o kavramın tanımını hatırladığında; tanımda belirtilen asli karakteristik(ler), ona kavramın anlamını (kavramın altındaki birimlerin tabiatını) hemen hatırlatır. Mesela; bir sosyal teoriyi değerlendirmeğe giriştiğinde; insanın, "rasyonel bir hayvan" olduğunu hatırlarsa, o teoriyi bu tanıma uygun olarak değerlendirir; ama, insanı, bazı antropologlar gibi "başparmağa sahip bir hayvan" olarak tanımlarsa, o teoriyi değerlendirmesi ve varacağı sonuçlar farklı olacaktır.
Konuşmayı öğrenme, kavramların kullanımını -kavramların anlamını ve tatbik edilme şartlarını- otomatikleştirme sürecidir. Otomatikleştirilmiş bilgi, kavramsal bilgiye, algısal bilgide varolan bazı nitelikleri verir: insana, algısal bir haberdarlıkta varolan doğrudanlığı, kolaylığı ve aşikarlıktan doğan kesinliği sağlar. Fakat, unutulmamalıdır ki; otomatikleştirilmiş bilgi, kavramsal bilgidir; ve, kavramsal bilginin geçerliği, bu bilgideki kavramların dakikliğine -bu kavramların anlamı konusunda edinilmiş dakikliğe, bu kavramlar altındaki spesifik birimlerin ne olduğu hakkındaki kesin bilgiye- bağlıdır. (Bir insanın yanlışları, çelişkileri ve tanımsız yaklaşıklıkları otomatikleştirmesi halinde, nasıl bir felaket doğacağı kolayca görülebilir.)
Kavramların bilgilenmedeki rolünün hayati bir yönüne, burada işaret etmek gerekir: kavramlar, yoğunlaştırılmış bilgiyi temsil eder; böylece, daha ileri bilgisel çalışmaları ve bilgisel işbölümünü mümkün kılar.
Hatırlayacak olursak: haberdarlığın algısal düzeyi, insanın kavramsal gelişmesinin temelidir. Algısal malumatın kapsamı, zihnin baş edemeyeceği ölçüde büyüdüğünde, bir sınıflama sistemi olarak kavramlar teşkil edilir. Kavramlar, spesifik tür mevcut-şeyler yerini tutar ve bu mevcut-şeylerin gözlemlenmiş ve henüz-gözlenmemiş, bilinen ve henüz-bilinmeyen bütün karakteristiklerini içerir.
Kavramların "açık-uçlu" bir sınıflama olduğu (verili bir gurup mevcut-şeyin daha-keşfedilecek karakteristiklerini de içerdiği) gerçeğini kavramak, hayati önemi haizdir; bütün insan bilgisi, bu gerçek üzerine bina olur.
Küçük bir çocuğun dilinden, bir sosyal bilimin terminolojisine kadar her düzeyde "insan" kavramı, realitedeki aynı spesifik varlığa işaret eder; her düzeyde yapılmış olan tanım, o düzeyde mevcut bilgisel bağlam dahilinde doğrudur. İnsan kavramını ilk defa kullanan bir çocuğun zihninde, "insan" için adeta bir dosya açılır; ve, hayatı boyunca bu konuda öğrendiği her şey, zihni bir gayretle bütünleştirilerek, bu dosya güncelleştirilir.
"Mantık Pozitivistleri" diye adlandırılan modern felsefe ekolü, kavramların işte bu tabiatına itiraz eder. Bu sözde-filozofların kelime kalabalıklarının gerisinde; ders çalışmak yerine, otomatik bilgi hapları yutarak öğrenmeyi hayal eden ve bu mümkün olmadığı için canı sıkılan şımarık bir çocuğun, realiteye tekme atarak şöyle sızlandığını duymak mümkündür: "Bağlam, bütünleştirme, zihni gayret ve birinci-elden araştırma, benden çok şey istemek olur. Böylesine talepkar bir bilgilenme metodunu reddediyorum! Şu andan itibaren, kendi "yapılar"ımı imal edeceğim!" (Bu sızlanmayla şunu söylemek isterler: "Kavramların kökenini bizatihi şeylerde aramak bizi başarısızlığa götürdü; tek alternatifimiz sübjektivizmdir.")
Gerçek şudur ki: bazı modern insanlarca, akışkan, dinamik, ilerici bir bilimin avukatları zannedilen bu sözde-filozoflar; gerçekte, hiç gayretsiz elde edilen, içeriği değişmeyen, otomatik bir bilgi arayan (Alim-i Mutlak olmak isteyen) antika mistiklerin günümüzdeki temsilcilerinden başka birileri değildirler.
İnsanlar arasında bilgisel işbölümünü mümkün kılan şey, kavramların "açık-uçlu" karakteridir. Bir bilim adamının özel bir inceleme alanında uzmanlaşabilmesi, ancak daha geniş bir bağlamın varlığıyla, yani aynı konunun başka yönlerinde varolan çalışmalara kendi çalışmasını bütünleştirip parelellikler kurabilmesiyle mümkündür. Mesela, tıp bilimini ele alalım. Eğer, "insan" kavramı bu bilimin birleştirici kavramı olarak ortada bulunmasaydı (eğer; bazı bilim adamları, sadece insan ciğerlerini; bazıları, sadece mideyi; bazıları, sadece kan dolaşımını; vs. inceleselerdi); eğer, bu konudaki her yeni keşif, aynı varlığa atfedilmeseydi, yani Kimlik Kanunu'na tam bir itaat halinde "insan" kavramı içinde bütünleştirilmeseydi; tıp bilimi diye bir bilim olmazdı.
Tek başına hiçbir zihin, bugün mevcut insan bilgisinin tamamını taşıyacak güçte değildir -hele, insan bilgisinin bütün teferruatının ne ölçüde geniş olduğu düşünülürse. Ancak; eğer, bilimin; bağlantısız, isbatsız, çelişkili detayların ağırlığı altında yıkılması istenmiyorsa; insan bilgisi, bütünleştirilmelidir; bu bilgi, bireyin anlayabilmesine ve doğruluğunu tahkik edebilmesine müsait bir biçimde olmalıdır. Sadece kuvvetli bir epistemolojik kesinlik, bilimin ilerlemesini sağlar ve ilerlemenin sürmesini garantiler. Sadece en kesin bir şekilde belirlenmiş
-bağlamsal olarak mutlak addedilen- kavram tanımları, insan bilgisini bütünleştirebilir; sadece böyle tanımlar, kavramsal yapının, katı bir hiyerarşik düzen içinde, gerektiğinde yeni kavramlar teşkil edilerek geliştirilmesini; böylece, bilginin yoğunlaştırılmasını ve kullanılacak zihni birimlerin sayısının azaltılmasını mümkün kılar.
Oysa, bilimsel epistemolojinin muhafızları olması gereken filozoflardan bazıları, bunun tersini söylemektedir. Onlara göre: kavramsal kesinlik imkansızdır; bütünleştirme arzu edilir birşey değildir; kavramların, olgusal karşılıkları yoktur; kavram, tanımlayıcı karakteristiğinden başka birşey değildir; kavram, hiçbir şeyi değil, sosyal bir konvansiyonu temsil eder. ("Anlamın ne olduğunu araştırma, kullanımına bak" derlerken; adeta, bilim ad....., kullandığı kavramın anlamını kamuoyu yoklamalarıyla tesbit etmeleri tavsiyesinde bulunmaktadırlar.)
Kavramlar, zihni bir dosyalama ve çapraz-dosyalama sistemini temsil eder. Bu sistem öylesine geniş ve karmaşıktır ki; bugünkü en güçlü bilgisayar bile, yanında çocuk oyuncağı kalır. Raslanan her mevcut-şeyin, realitenin her veçhesinin anlaşılabilmesi, sınıflandırılabilmesi (ve daha derinlemesine incelenebilmesi); bu kavramlar sisteminin, bir bağlam olarak, bir referans-çerçevesi olarak kullanılmasıyla mümkün olur. Bu sistemi tatbikata geçiren fiziki (görsel-işitsel) vasıta, lisandır.
Kavramlar, dolayısiyle lisan, genellikle varsayıldığı gibi bir haberleşme aracı değildir. Kavramlar (ve lisan), birincil olarak bir bilgilenme aracıdır. Haberleşme, kavram-teşkilinin ne sebebi, ne de birincil amacıdır, sadece onun sonucudur; insan için paha biçilmez öneme sahip, hayati bir sonuçtur, ama yine de sadece bir sonuçtur. Bilgilenme, haberleşmeden önce gelir; haberleşmenin gerekli önşartı, birisinin muhabere edeceği birşeyin bulunmasıdır. Kavramların ve lisanın birincil amacı; insana, bilgisel bir sınıflama ve organizasyon sistemi sağlayarak; onu, sınırsız bir ölçekte bilgi elde etmeğe muktedir kılmaktır; yani, insan zihninde düzen sağlayarak, onu düşünmeye muktedir kılmaktır.
Bir çok tür mevcut-şey, kavramlar halinde bütünleştirilir ve özel kelimelerle temsil edilir; fakat, başka bir çoğu, bu işleme uğramaz ve sadece sözlü bir tasvirle tanıtılırlar. İnsanın, verili bir gurup mevcut-şeyi, bir kavrama bütünleştirme kararını ne belirler? Cevap: bilgilenme ihtiyacı (ve birim-ekonomisi prensibi).
İnsanın kavramlar lügatinin sınırları, büyük bir serbesti içindedir; yani, hangi kavramların teşkil edileceği konusunun seçimsel olduğu geniş bir alan vardır; fakat, belirli bazı merkezi kategorilerde kavramların teşkili, mecburidir. Bu kategoriler:
a) İnsanların günlük olarak ilişkide bulunduğu, ilk düzey soyutlamalarla temsil edilen, algısal somutluklar;
b) Bilimin yeni keşifleri;
c) Daha önce bilinen nesnelerden asli karakteristikleri itibarıyle farklı olan ("televizyon" gibi) yeni insan-yapısı nesneler;
d) Fiziki ve psikolojik davranışları içeren, karmaşık insan ilişkileri ("evlilik," "kanun," "adalet" gibi).
Bu dört kategori mevcut-şeyi, insan zihninde algısal imajlarla veya uzun sözlü tasvirlerle taşımak o kadar büyük bir külfettir ki; hiçbir insan zihni, bu yükü kaldıramaz. Yoğunlaştırma ihtiyacı, birim-ekonomisi ihtiyacı, bu gibi hallerde aşikardır.
Yeni kavramlar teşkilinin temel sebepleri: en başta bilgilenme ihtiyaçları olmak üzere; verili bir gurup mevcut-şeyin tasvirindeki güçlük derecesi ve bunların kullanımındaki sıklık derecesidir.
Hem tecrit etme, hem de bütünleştirme açısından, mevcut-şeylerin keyfi olarak guruplandırılması, insanın bilgilenme sisteminin ihtiyaçlarınca yasak edilmiştir. Bu ihtiyaçlar, herhangi bir karakteristikler kombinasyonu kurarak, mevcut-şeylerin her gurubuna rasgele özel kavramlar darbetmeği yasaklamıştır. Mesela, "Sarışın, mavi gözlü, 170 cm boyunda ve 24 yaşında güzel kızlar" için bir kavram teşkil edilmez. Bu tür varlıklar veya guruplar, tasvir yoluyla kimliklendirilir. Eğer, böyle bir özel kavram teşkil edilmiş olsaydı, bilgilenme gayretinde anlamsız bir mükerrerliğe (ve kavramsal bir kaosa) yol açardı: bu gurup hakkında keşfedilen her önemli şey, diğer bütün genç kızlara da uygulanabileceğinden; zihin dahilinde, bir yerine en az iki dosyanın güncelleştirilmesi söz konusu olurdu.
Kavramsal sınıflamalar yapılırken, gözlemlenmiş olan hiçbir asli benzerliğin veya hiçbir asli farklılığın görmezden gelinmesi veya dışarıda bırakılması meşru değildir. İnsanın bilgilenme sisteminin ihtiyaçları, kavramların keyfi olarak bölünmesini nasıl yasaklamışsa; aynı şekilde, kavramların, asli farklar gözardı edilerek daha geniş bir kavrama bütünleştirilmesini de yasaklanmıştır. Böyle bir yanlışa düşmek, gayrı-asli karakteristiklerle yapılmış tanımlara (yanlış tanımlara) sahip olmakla mümkündür.
Mesela; bir insan, insanın kendi etrafında dönebilme kapasitesini asli karakteristik olarak alıp, onu "dönen hayvan" olarak tanımlarsa; bir sonraki aşamada, kendince "gayrı-asli" ayrımları düşürerek, "dönen varlıklar" olarak tanımlanabilecek yeni bir kavram teşkil edebilir ve bunun içine (varlıkların, eylemler karşısındaki epistemolojik önceliğini göz ardı ederek) "dönen derviş," "dönen gezegen," "dönen fırıldak" gibi varlıkları sokabilir. Varacağı sonuç, bilgilenme mekanizmasında tutukluk ve epistemolojik parçalanma olur.
Böyle bir teşebbüsün bilgilenme mekanizmasındaki ürünü: her anlama çekilebilecek cümleler, dışı cilalı içi boş metaforlar ve "çalıntı kavramlar" olur. Aynı teşebbüsün epistemolojik sonucu ise: ayrım yapabilme kapasitesinin felç olması; muazzam, ayrımsız bir kaos halindeki veriler karşısında içine düşülen panik duygusudur; yani, yetişkin bir insan bilincinin, haberdarlığın algısal düzeyine gerileyerek, ilkel insanın içinde bulunduğu çaresizlikten kaynaklanan terörün aynısını hissetmesidir.
Bilgilenme sisteminin ihtiyaçları, kavramlaştırmanın objektif kriterlerini belirler. Bu kriterler epistemolojik bir "endaze" şeklinde şöyle özetlenebilir: kavramlar, ne ihtiyaçlar ötesinde çoğaltılmalı; bunun pareleli olarak: ne de, ihtiyaç gözönüne alınmadan bütünleştirilmelidir.
Kavram-teşkilinin mecburi değil, seçimsel olan alanına gelecek olursak; bu alanın en büyük kısmı, (sıfatlar gibi) ince anlam nüanslarına karşılık düşen bölme işlemlerinden doğar ki; bunlar, hemen hemen eş-anlamlıdır (sinonimdir). Bu alan, edebiyat sanatçısının özel alanıdır: bu alan, ifade zarafetine ve duygusal çağrışımlara imkan veren bir tür birim-ekonomisini temsil eder. Birçok lisan, başka lisanlarda tek-kelimelik bir karşılığı olmayan kelimelere sahiptir. Fakat, kelimeler objektif şeylere karşılık düşmek zorunda olduğundan; bir lisanın bu tür "seçimsel" kavramları, başka bir lisana, tasvir yoluyla çevrilebilir.
Bu seçimsel alan, modern filozofların, kavramların geçersizliğini iddia etmek üzere ortaya attığı "Sınırdaki Vakalar" kategorisini de içerir. "Sınırdaki Vakalar"la kast ettikleri: ya, verili bir kavramın birimleriyle bazı karakteristikleri paylaşan, fakat başka bazılarına sahip olmayan; veya, iki farklı kavramın birimleriyle bazı karakteristikleri paylaşan ve gerçekten de epistemolojik olarak orta-yol'cu olan mevcut-şeylerdir; mesela: biyologların, hayvan veya bitki olarak tam sınıflayamadıkları bazı ilkel organizmalar.
Modern filozofların bu "problem" hakkındaki gözde örnekleri şu sorularla dile gelir: "Hangi kesin renk tonu, kırmızı ile turuncu arasındaki kavramsal sınırı temsil eder?"; veya, "Beyazdan başka hiçbir tür kuğu görmemişseniz; siyah bir tane keşfettiğinizde, onu bir 'kuğu' olarak sınıflamak veya yeni bir kavram darp ederek ona farklı bir isim vermek konusundaki kararınızı hangi kriterle belirlersiniz?"; veya, "Rasyonel bir zihine ve fakat bir örümcek gövdesine sahip bir Merihli varlığa raslasanız; onu, rasyonel bir hayvan, yani 'insan' olarak sınıflar mıydınız?"
Yukarıdakiler eşliğinde, bir de şikayet gelir: "Tabiat, hangi seçimi yapmak gerektiğini insana söylemez." Daha sonra; kavramların, insani (sosyal) kaprislerle yapılmış keyfi guruplamaları temsil ettiğini, objektif kriterlerle belirlenmediğini, yani bilgisel bir geçerliğe sahip olmadığını isbata çabalarlar.
Bu doktrinlerin teşhir ettiği şey, kavramların bilgilenmedeki rolünün (bilgilenme sisteminin ihtiyaçlarının, kavram-teşkilinin objektif kriterlerini belirlediği olgusunun), kavranmasındaki başarısızlıktır. Yeni keşfedilen mevcut-şeylerin kavramsal sınıflamasının ne olacağını tayin eden şey: bunların, daha önceden bilinen mevcut-şeylere nazaran sahip oldukları farklılıkların ve benzerliklerin tabiatıdır.
Siyah kuğular vakasında; onları, "kuğu" olarak sınıflamak objektif bir mecburiyettir; çünkü, onların bütün karakteristikleri, beyaz kuğuların karakteristiklerinin benzeridir ve renkteki farklılık, bilgilenme açısından anlamlı bir fark değildir. (Kavramlar, ihtiyacın ötesinde çoğaltılmamalıdır.) Merih'ten gelen rasyonel örümcek vakasında (böyle bir yaratığın varlığı mümkün olsaydı); o varlıkla insan arasındaki farklar o kadar büyük olurdu ki; bir tanesinin incelenmesinden çıkan sonuçlar, nadiren ötekine tatbik edilebilirdi; dolayısiyle, Merihlileri belirtmek için yeni bir kavramın teşkili objektif bir mecburiyet olurdu. (Kavramlar, ihtiyaç göz önüne alınmadan bütünleştirilmemelidir.)
Karakteristikleri, iki farklı kavramın birimleri arasında eşit olarak dengelenmiş olan mevcut-şeyler vakasında (ilkel organizmalar veya renk süreklisindeki geçiş tonları gibi); bunların, iki kavramdan herhangi bir tanesi altında sınıflanması gibi bir mecburiyet yoktur; hatta, herhangi bir kavram altında sınıflandırılması mecburiyeti yoktur. Herhangi bir seçim yapılabilir: bu tür mevcut-şeyler, iki kavramdan bir tanesinin bir alt-kategorisi olarak sınıflandırılabilir; veya, süreklilik içeren durumlarda, ("x'den fazla olmamak ve y'den az olmamak üzere" prensibi kullanılarak) yaklaşık sınır çizgileri çizilerek tanımlanabilir; veya, tasvir yoluyla kimliklendirilebilir.
Bu noktada şu soruyu sormak mümkün: O halde, insanın kavramsal lügatindeki organizasyonun düzenini kim koruyacaktır; tanımlarda değişikliği veya genişletmeleri kim önerecektir; bilgilenmenin prensiplerini ve bilimin kriterlerini kim formüle edecektir; özel bilimlerin kendi içlerinde ve birbirleriyle olan haberleşmelerindeki objektifliği, yöntemlerindeki objektifliği kim koruyacaktır; ve, insanlığın bütün bilgisinin bütünleştirilmesinin kurallarını kim sağlayacaktır? Cevap: felsefe. Daha dakik söylersek: Bunlar, epistemolojinin görevleridir. Filozofların en büyük sorumluluğu, insan bilgisinin muhafızları ve bütünleştiricileri olarak hizmet vermektir.
Modern felsefe, bu sorumluluğu sadece gözardı etmekle kalmadı; daha da kötüsü, bilgiyi parçalayıp yok etme sürecine ön ayak olup kendi sonunu hazırladı.
Felsefe, bilimin temelidir; epistemoloji, felsefenin temelidir. Felsefenin yeniden doğuşunu, ancak epistemolojiye yeni bir yaklaşım başlatabilir.
4.1.9 Bilinç ve Kimlik
Bilgilenme alanında kavramlar, matematik alanında sayılara benzer bir fonksiyon gördüğünden; kavramlardan oluşan önermeler de, matematikteki eşitliklere benzer bir fonksiyon görürler: önermeler, kavramsal soyutlamaları, spesifik bir probleme uygular.
Ancak, bir önermenin bu fonksiyonu yapabilmesi için, onu oluşturan kavramların kesin tanımlara sahip olması gerekir. Eğer, matematik alanında, sayıların sabit, sağlam değerleri olmasaydı; eğer, o sayıları kullananların ruh halince belirlenen yaklaşıklıklar olsalardı; mesela, "5" sayısı, kullananın "işine geldiği biçimde" bazı hesaplarda altı-buçuk, bazılarında, üç-tam-bir-bölü-dört değeri taşıyabilseydi; matematik diye bir bilim olmazdı.
Ama, ne yazık ki; birçok insanın kavramları kullanışındaki tarz, budur; ve, onlara böyle öğretilmiştir.
Algısal somutluklara işaret eden birinci-düzey soyutlamaların daha üstüne çıkıldığında; çoğu insan, kavramları, sağlam tanımları olmayan, sarih bir anlamı bulunmayan, yani spesifik bazı şeylere işaret etmeyen gevşek yaklaşıklıklar olarak görür; onlar açısından, kavramın, algısal düzeye olan mesafesi büyüdükçe, içeriği de belirsizleşir. Anlamlarını kavramadan kelime öğrenme zihni alışkanlığıyla yola çıkmış olduklarından; daha yüksek soyutlamaları kavramaları imkansızlaşır; kavramsal gelişmeleri, sisli bir ortamdan, daha kalın sisli bir ortama geçmekten ibaret kalır; sonunda, kavramların hiyerarşik yapısı, zihinlerinde hepten dağılır ve realiteyle bütün bağ kopar; anlama kapasitelerini kaybettikçe, eğitimleri, bir ezberleme ve taklit süreci haline gelir. Bu süreç; rasgele ve bağlamdan kopuk verileri, tanımsız, anlaşılmaz, çelişkili terimlerle öğrencinin zihnine boca eden bazı modern öğretmenlerce, teşvik ve talep edilir.
Sonuçta öyle bir zihniyet ortaya çıkar ki: bu zihniyet, birinci-düzey soyutlamaları, yani fiziki varlıklara işaret eden kavramları, algılar olarak ele alır ve daha ileride hiçbir soyutlama yapamaz; yeni bilgiyi bütünleştiremez, kendi yaşantısında olanları kimliklendiremez. Kavramlaştırma sürecini, bilinçli terimlerle keşfetmemiş olan bu zihniyet; kavramlaştırmayı; aktif, sürekli, kendisi tarafından başlatılacak bir mekanizma olarak kullanamaz; dolayısiyle, gelişimi somutla sınırlı bir düzeyde takılır kalır: sadece verili olanla, o anın, o günün, o yılın ortaya çıkardığı şeylerle alışverişte bulunabilir; kendisini daima bir bilinmezlik alacakaranlığı içinde hisseder.
Bu tür bir zihniyet için; yüksek kavramlar, karanlık içine nasılsa sızmış kimliği belirsiz ışınlar gibidir; bazan bunlardan bazılarını toplayıp rasgele kullanır; fakat, bunu yaparken, içinde adı konmamış bir suçluluk duygusu hisseder: karşılarına her an çıkıp "Nereden buldun bu kavramı? Ne anlama gelir?" diye hesap soracak bir epistemolojik Robin Hood beklentisinin kronik terörü altındadır.
Bu tür zihniyete sahip insanların kullandığı haliyle; kelimeler, kimliği belirli birimlere işaret etmek yerine; kimliklendirilmemiş duygulara, kabul edilmemiş motiflere, bilinçaltı dürtülere, tesadüfi çağrışımlara, ezberlenmiş seslere, ritüelleştirilmiş formüllere işaret eder. Dolayısiyle, (bilinçlilik kavramları, onların realitedeki içeriklerine işaret edilmeksizin teşkil edilemeyeceğinden) bu tür insanlar için içebakış alanı, henüz içerilerine doğru hiçbir kavramsal yolun açılmamış olduğu, bakir bir cangıldır. Düşünceyi duygudan, bilgilenmeyi değerlendirmeden, gözlemi hayalden ayırt edemezler; mevcudiyetle bilinç, nesneyle özne arasındaki ayrımın farkına varamazlar; hiçbir içsel durumlarının anlamını kimliklendiremezler; bütün hayatlarını, kendi kafataslarından başka bir yer olmayan bir hapishane içinde, bir hafif-suç mahpusunun ürkeklik duygusu içinde geçirdiklerinden, başlarını kaldırıp realiteye bakmaktan korkarlar, kendi bilinçlerinin esrarıyla felç olurlar.
Modern felsefe, kavramların anl....., işte bu zihniyetlerin kriter olmasını istemektedir.
Felsefe sahnesinde, Linguistik Analiz ekolünün ortaya çıkmasında, acı bir ironi vardır. Bu ekolün doğduğu dönem, felsefenin en sefil dönemlerinden biridir. İnsanın kavramsal yeteneğine yapılan saldırı, Kant'tan beri şiddetlenmekte; insan zihni ile realite arasındaki yar, gittikçe genişlemektedir. Kavramların bilgilenmede gördüğü fonksiyon, akıl düşmanlarının icat ettiği çirkin aletlerle aşındırılmaktadır. Bunlardan biri olan "analitik-sentetik" sahte zıtlığı tartışması; dolambaçlı, iki tarafa çekilebilecek cümlelerin laf kalabalığı arasından şu dogmaya varır: "Mutlaka doğru olan bir önerme olgusal olamaz; ve, olgusal bir önerme mutlaka doğru olamaz." Kant'ın etkisinin doğurduğu galiz şüphecilik ve epistemolojik sinisizm; üniversitelerden sanata, bilime, endüstriye, siyasete doğru yayılmakta, bütün insanlık kültürünü doldurup, lisanı bozuşturmaktadır. Anlam ve tanım konusundaki objektif kriterleri tesis ederek lisanı kurtarma görevi başta olmak üzere; Kant ahırından etrafa yayılan tezekleri temizlemek için, Herkül'vari bir felsefi gayrete ihtiyaç vardı. Bu ihtiyacı sezmişcesine ortaya atılan Linguistik Analiz felsefe ekolü, kendisine lisanı "sarihleştirmek" amacını yakıştırmıştı; fakat, yapa yapa, şu sonuca vardığını ilan etti: "kavramların anlamı, averaj insanların zihinlerinde belirlenir; filozofların işi, halkın kelimeleri nasıl kullandığını gözlemlemek ve rapor etmektir."
Mini-Kantçılardan oluşan uzun geleneğin reductio ad absurdum'u (varabileceği saçma nokta olan) olan (pragmatistler ve pozitivistler gibi) filozoflar; kelimelerin, herhangi bir prensip ve standarttan muaf, keyfi sosyal ürünler olduğunu; kökeni veya amacı konusunda hiçbir araştırmaya konu olmayacak indirgenmez birinciller olduğunu; realite üzerinde nihai güce sahip gördükleri bu keyfi, sebepsiz, anlamsız seslerin kullanımını "sarihleştirirsek," bütün felsefi problemleri "fesh etmiş" olacağımızı öne sürdüler.
Kelimelerin (kavramların) kapris yoluyla yaratıldığı öncülünden hareket eden Linguistik Analiz filozofları, seçilebilecek bir kaprisler demeti sunar: bireysel veya kollektif. Bunu şöyle ifade ederler: iki tür tanım vardır: "kabul edilmesi şart olarak ortaya konan" (stipülatif) tanım, her kişinin seçeceği herhangi bir şey olabilir; ve, "muhabirsel" tanım, popüler kullanımın ne olduğu konusundaki yoklamalardan elde edilir.
Linguistik analistlerin, muhabirler olarak sağlıklı haber verdikleri söylenebilir (!): Wittgenstein'ın, bir kavramın, "ailesel benzerlikler"in gevşekçe birbirine bağladığı bir şeyler yığınına işaret ettiğini öne süren teorisi, odaklanmışlıktan yoksun bir zihnin mükemmel bir tasviridir.
Felsefenin hali hazır durumu budur. Son onyıllarda, beşeri bilimlerden dışarı büyük bir "beyin-göçü" olmuş ve en parlak zihinler, fiziki bilimlere doğru kaçıp objektif bilgi arayışına girmiştir. Beşeri bilimlerde, büyük isimlerin veya başarıların bu sıralarda ortaya çıkamayışı olgusu, bunun bir sonucudur. Bu kaçışın sebebi, felsefenin bugünkü moda ekollerinin irrasyonelliğidir. Bu kaçış, ne yazık ki sonuçsuzdur: insanlara düşünmeyi öğreten fiziki bilimler değildir; düşünmeyi öğreten ve bütün bilimlerin epistemolojik kriterlerini ortaya koyan, felsefedir.
Felsefenin gücünü anlayıp onu tekrar devreye sokmak için: kavramların ve tanımların neden keyfi olamayacağını, keyfi olmasına neden izin verilemeyeceğini anlamak gerekir. Bunu tam anlamak için, insanın neden epistemoloji gibi bir bilime ihtiyacı olduğu anlaşılmalıdır.
İnsanın her düşüncesinde, her kanaatinde, her kararında, her seçiminde iki temel soru vardır: Ne(yi) biliyorum?; ve, Nasıl biliyorum? "Nasıl" sorusuna cevap veren epistemoloji, "Ne" sorusuna cevap veren özel bilimleri mümkün kılar.
Felsefe tarihinde, epistemolojik teoriler, -çok nadir bazı istisnalar dışında- kaçılması imkansız bu iki temel sorudan birinden veya ötekinden kaçma teşebbüslerinden ibaret oldu. İnsanlara, ya bilgi elde etmenin imkansız olduğu öğretildi (şüphecilik); ya da, bilginin, gayretsiz olarak elde edilebileceği öğretildi (mistisizm). Antagonistik gibi görünen bu iki tavır, aslında aynı temada iki çeşitlemedir; aynı kalp paranın iki yüzüdür: bu tema, rasyonel bilgilenme sürecinin ve realitenin mutlaklığının sorumluluğunu yüklenmekten kaçma teşebbüsüdür; bilincin, mevcudiyete karşı öncelik taşıdığını iddia etme teşebbüsüdür.
Her ne kadar, şüphecilik ve mistisizm, nihai olarak biribirleri yerine geçebilen nosyonlarsa da; yani, bir tanesinin egemenlik kazanması, daima ötekinin yeniden ortaya çıkışına yol açmaktaysa da; sahip oldukları iç çelişkinin şekli bakımından farklıdırlar. Bu iç çelişki, bu nosyonların kaynağındaki felsefi doktrin ile bu nosyonları ortaya attıran psikolojik motivasyon arasındadır. Felsefi olarak: mistik, genellikle bizatihici (vahyedilmiş) epistemoloji ekolünün savunucusudur; şüpheci ise, genellikle epistemolojik sübjektivizmin savunucusudur. Fakat, psikolojik olarak: mistik, kendi bilincinin, diğer bilinçlere göre üstünlüğünü iddia etmek için bizatihiciliği bir araç olarak kullanan bir sübjektivisttir; şüpheci ise, otomatik bir tabiat-üstü rehberlik bulma çabası başarısız kaldığından, başkalarının kollektif sübjektivizminde, buna ikame arayan küskün bir bizatihicidir. Özetle: mistik, epistemolojik bizatihiciliğin savunucusu olan bir psikolojik sübjektivisttir; şüpheci ise, epistemolojik sübjektivizmin savunucusu olan bir psikolojik bizatihicidir.
Hangi cepheden gelirse gelsin, hangi çeşitleme içinde sunulursa sunulsun, kaç cilt kitapla yapılırsa yapılsın, insanın akli yeteneğine yöneltilen saldırıların motifi, bir tek gizli öncüldür: bilinci, Kimlik Kanunu'ndan muaf tutma arzusu. Bir mistiğin alamet-i farikası: bilincin, başka herhangi bir mevcut-şey gibi bir kimliğe sahip olduğu (spesifik araçlar vasıtasıyla çalışan, spesifik bir tabiata sahip bir yetenek olduğu) olgusunun kabulüne karşı vahşi bir inatla direnmesidir. Medeniyetin ilerlemesi, büyü alanlarını birbiri ardından ortadan kaldırdıkça; mucizeye inananlar, son mevzilerinde, kimliğin, bilinci diskalifiye eden bir unsur olduğu görüşünü çılgınca savunmaya giriştiler.
Modern felsefenin neo-mistiklerinin, farkına varmadan kabul ettikleri zımni öncül: ancak gayrı-kabil-i-tasvir bir bilincin, realiteyle ilgili geçerli bilgi edinebileceği; "doğru" bilginin, sebepsiz olmak zorunda olduğu, yani herhangi bir bilgilenme aracı olmaksızın elde edilmek zorunda olduğu inancıdır.
Tek ayağı üzerinde dikilip göbek dansı yapan bir sirk fili gibi, Kant sisteminin bütün mekanizması da, sayfalar ve ciltler dolusu kıvırmaları esnasında bir tek noktaya istinat eder: insan bilgisi geçerli değildir; çünkü, bilinç kimliğe sahiptir. Kant'ın argümanları, asli çizgileriyle şuna indirgenebilir: insan, spesifik bir tabiata sahip olan bir bilinçle sınırlıdır; bu bilinç, realiteden ancak spesifik araçlar yoluyla haberdar olur; bunlar dışında, başka hiçbir araç kullanamaz; dolayısiyle, insan bilinci geçersizdir. İnsan, Kant'a göre adeta: gözleri olduğu için kördür; kulakları olduğu için sağırdır; bir bilince sahip olduğu için aldanmaktadır; algıladığı şeyler, onları algılıyor olması yüzünden mevcut değildir.
Bu inkar, sadece insan bilincinin değil, herhangi bir bilincin, hayvanların veya -varsayılıyorsa- Tanrı'nın bilincinin inkarıdır. (Kant gibi Tanrının mevcudiyetini varsayan bir insan için bu inkar, Tanrı'nın bilincinin veya mevcudiyetinin (kimliğinin) de, inkarı demektir; çünkü: ya, Tanrı, hiçbir araç kullanmaksızın haberdar olmaktadır; ki, bu durumda, hiçbir kimliğe sahip değil demektir; ya da, ancak bazı ilahi araçlar yoluyla haberdar olup, başka hiçbir araç kullanmamaktadır; ki, bu durumda, haberdarlığı, bilinci geçerli değildir.) Nasıl ki, Berkeley, "olmak, algılanmaktır" diyerek mevcudiyeti inkar etmekteyse; benzer şekilde, Kant, algılanmanın olmamak anl..... geldiğini ima ederek bilinci inkar etmektedir.
En eski türünden, Kant'la erişilen zirvesine kadar her tür mistisizm tarafından, insan bilincine, özellikle bilincin kavramsal yeteneğine yapılan saldırı; bir bilinç işlemi ile elde edilen bilginin, "işlenmiş bilgi" olduğu için, mutlaka sübjektif olacağı, realitenin olgularına tekabül edemeyeceği öncülünün, meydanı boş bulmasıyla başarı kazandı.
Bu öncülün fiili anlamı üzerinde hiçbir hataya düşmemek gerekir: bu isyan, sadece bilinçli olmaya karşı değil, yaşıyor olmaya karşı yapılmış bir isyandır. (Bu, kimliğe karşı isyanın, mevcudiyete karşı isyan olduğuna dair bir örnektir. Bir şey olmamak arzusu, var olmamak arzusudur.)
Bütün bilgiler, -ister duyumsal, ister algısal, isterse kavramsal düzeyde olsun- işlenmiş bilgidir. "İşlenmemiş" bir bilgi, -eğer olabilseydi- bilgilenme araçları olmaksızın elde edilmiş bir bilgi olurdu. Bilinçlilik, pasif değil, aktif bir durumdur. Hem; yaşayan bir organizmanın her ihtiyacının tatmini, -ister hava, ister besin, isterse bilgi olsun- bir işleme eylemi gerektirir.
İnsan bedeni, yediği besini işlemek zorunda olduğu için, doğru beslenmenin objektif kurallarının keşfedilemeyeceğini; "doğru beslenme"nin, gayrı-kabil-i-tasvir bir maddenin, bir sindirim sisteminin katılımı olmaksızın absorbe edilmesinden ibaret olduğunu; fakat, insan, kendini "doğru olarak besleme" kapasitesinden yoksun olduğundan, beslenmenin keyfe bağlı sübjektif bir mesele olduğunu; insanın zehirli mantarlar yemesini yasaklayan şeyin, toplumsal (sosyal) konvansiyonlar olduğunu; (hiç değilse şimdilik) kimse iddia edememektedir.
Tabiatın, insana, (kavramları nasıl teşkil edeceğini otomatikman söylemiyor oluşu gibi) ne yemesi gerektiğini otomatik olarak söylemiyor oluşu yüzünden; insanın, yemenin doğru ve yanlış yolları olduğu konusundaki bilgisini terk etmesi gerektiğini (veya, tabiat-üstü bir kuvvetin verdiği reçetedeki beslenme kanunlarına bağlı kalmak suretiyle, objektif bilgiye "güvenmek" zorunda kalmayacağı zamanların rahatına geri dönmesi gerektiğini) kimse söyleyememektedir.
İnsanın kaya yerine ekmek yemesinin tamamen bir "kullanışlılık" meselesinden ibaret olduğunu kimse söyleyememektedir.
İnsan bilincine de, onun bedenine gösterildiği kadar bir bilgilenmesel saygının (aynı objektifliğin) gösterilmesinin zamanı gelmiştir.
Objektiflik, şu olguların anlaşılmasıyla başlar: insan (bilinci ve diğer bütün hususiyetleri dahil olmak üzere), spesifik bir varlıktır ve buna göre davranmalıdır; Kimlik Kanunu'ndan, ne alışverişte bulunduğu evren içinde, ne de kendi bilincinin işleyişi içinde kaçmaya imkan yoktur: evren hakkında bilgi elde etmek için, bilinci kullanmanın doğru yöntemlerini keşfetmelidir; başta bilgilenme yönteminin bütün işlemlerinde olmak üzere, insanın hiçbir faaliyetinde, keyfiliğe hiçbir yer yoktur; nasıl ki, fiziki aletlerinin yapımında, objektif kriterlerle yönlendirilmesi gerektiğini öğrenmişse; aynı şekilde, bilgilenmesinin aletleri olan kavramlarının teşkilinde de, objektif kriterlerle yönlendirilmesi gerektiğini öğrenmelidir.
"Tabiata kumanda etmek, ancak ona itaat etmekle mümkündür" prensibinin kavranması, insanın fiziki mevcudiyetini nasıl özgürleştirmişse; tabiatı anlamak, ancak ona itaat etmekle mümkündür prensibinin kavranması (bilgilenmenin kanunlarının türetileceği kaynağın, mevcudiyetin tabiatı ile bilgilenme yeteneğinin tabiatından (kimliğinden) başka bir yer olmadığının kavranması), insan bilincini özgürleştirecektir.
4.2 BİR EPİSTEMOLOJİ TATBİKATI: ANALİTİK-SENTETİK SAHTE-ZITLIĞI
Rasyonel bir epistemolojiden yoksunluk, bugünün bazı felsefi/bilimsel görünümlü tartışmalarında 4.2 BİR EPİSTEMOLOJİ TATBİKATI: ANALİTİK-SENTETİK SAHTE-ZITLIĞI boy gösteren, "a priori karşısında a posteriori" önermeler sahte-zıtlığına, "Mantıken doğru ama, olgusal olarak yanlış" veya "Teoride doğru ama, pratikte yanlış" gibi cümlelere yol açmaktadır. Bu yanlışların ardında, modern felsefedeki kanserlerden birini teşkil eden "analitik ve sentetik önermeler" sahte-zıtlığı yatmaktadır. Bu sahte-zıtlık, pragmatist olsun, mantık pozitivisti olsun, linguistik analist olsun, egzistansiyalist (varoluşcu) olsun, hemen her etkin çağdaş filozof tarafından kabullenmiş ve dünya kültürünün her tarafına sirayet etmiştir.
4.2.1 Analitik-Sentetik Meselesi: Sunuş
Analitik-Sentetik sahte-zıtlığı, Eski Yunan'da -özellikle Pisagor ve Plato'nun görüşleriyle- zımnen boy göstermeğe başlamıştı; fakat, halen süregelen etkisini, Hobbes, Leibniz, Hume ve Kant gibi modern filozoflara borçludur. (Teoriye bugünkü ismini veren Kant'tır.) En yaygınlaşmış çağdaş anlamında bu teori şunu öne sürer: insan bilgisinde, temel bir bölünmüşlük vardır; bu bölünmüşlük, önermeleri veya hakikatleri iki tipe böler; bu iki tipten başkası yoktur; ve, bir önerme veya hakikat, bu tiplerden hem birine hem de ötekine dahil olamaz. İddialarına göre, bu tipler; kökenleri, işaret ettiği şeyler, bilgilenmedeki statüleri ve geçerli kılınma vasıtaları açısından ayrılırlar. Bu iki tipi ayırt etmek için, dört merkezi noktadaki farklarına bakmak gerektiğini söylerler:
a) Aşağıdaki doğru önerme çiftlerini nazar-ı dikkate alalım:
i. Bir insan rasyonel bir hayvandır.
ii. Bir insan sadece iki göze sahiptir.
i. Buz bir katıdır.
ii. Buz suda yüzer.
İddiaya göre, bu çiftlerden birincilerin doğruluğu, sırf bu önermeleri oluşturan kavramların anlamlarının bir analiziyle gösterilebilir. Bu suretle, bunlara "analitik" hakikatler ismi verilir. Bu önermelerdeki kavramların tanımlarının yapılması ve mantık kanunlarının tatbik edilmesi halinde bu önermelerin doğruluğu otomatikman ortaya çıkar; bunların doğruluğunu inkar etmek, bir mantık çelişkisi doğurur. Bu yüzden, bunlara "mantıki hakikatler" de denir; yani, sırf mantık kanunlarının doğru uygulanmasıyla doğrulukları tahkik edilebilir.
Yani, "bir insan, bir rasyonel hayvan değildir" demek veya "buz bir katı değildir" demek, "Bir rasyonel hayvan, bir rasyonel hayvan değildir" veya "Katı su, bir katı değildir" demek anl..... gelir ki, her ikisi de kendi içinde çelişiktir.
Analitik hakikatler, Kimlik Kanunu'nun somut halleridir; bu anlamda, onlara "totolojiler" de denir. ("Totoloji"nin etimolojik anlamı: "aynı şey"i tekrar eden önermedir.) Mantık ve matematiğin bütün önermeleri, bu şekilde nitelenebileceğinden; bu her iki konu, tamamen insan bilgisinin "analitik" veya "totolojik" yarısına aittir.
Sentetik önermeler -ki yukarıdaki çiftlerden ikinciler tarafından temsil edilirler; ve, günlük hayatın ve bilimlerin çoğu cümlesi bu kategoriye girer- ise; yukarıdaki açılardan, "analitik" önermelerden tamamen farklı görülür. Tanımlarına göre: Sentetik bir önerme, doğruluğunun gösterilmesi için, kendisini oluşturan kavramların anlam veya tanımlarının analizinin yeterli olmadığı bir önermedir. Mesela, sırf kavramsal veya tanımsal bir analiz, buzun suda yüzeceğini söyleyemez.
Analitik-Sentetik sahte-zıtlığını savunanlara göre:
Bu durumda; önermenin yüklemi ("suda yüzer"), özne ("buz") hakkında, özne-kavramın anlamında bulunmakta olmayan bir şey söyler. (Bu önerme; öznenin, yeni bir yüklemle sentezinden oluşur; "sentetik" ismi buradan gelir.) "Sentetik" hakikatlerin doğruluğu, sırf mantık kanunlarının doğru tatbiki ile tahkik edilemez; bunlar, Kimlik Kanunu'nun somut hallerini temsil etmez. Bunların doğruluğunu inkar etmek, yanlışa düşmektir, ama kendi içinde çelişik değildir. Yani, "Bir insan üç göze sahiptir" veya "Buz suda batar" demek yanlıştır; ama, kendi içinde çelişik değildir. Bu cümleleri mahkum eden şey, mantık kanunları değil, hadisedeki olgulardır. Bu anlamda; sentetik hakikatlerin, "mantıki" veya "totolojik" olmak yerine "olgusal" olduğunu söylenir.
b) Analitik hakikatlerin doğruluğu, her zaman ve mekanda zorunludur. Analitik önermeler, Leibniz'in ünlü ibaresiyle "mümkün dünyaların hepsi"nde doğru olmak zorundadır. Oysa, iddiaya göre, sentetik hakikatler zorunlu değil "bağlı" hakikatlerdir. Yani: gerçekten de fiili dünyada insanlar bu önermelerin hasbel kader doğru olduğunu gözlemlerler; ama, bunlar doğru olmak zorunda değildir. Sentetik önermeler, "mümkün dünyaların hepsi"nde doğru değildir. İnkarı, kendi içinde çelişik olmadığından; sentetik bir hakikatin zıddı, hiç değilse hayal edilebilir veya düşünülebilir. İnsanın üç göze sahip olabileceği, buzun suda taş gibi batabileceği hayal edilebilir veya düşünülebilir. Bunlar realitede olmaz; ama, olmamaları için hiç bir mantıki zorunluluk yoktur. Sentetik hakikatlerle ifade edilen olgular, ne kadar çok mantık kullanılırsa kullanılsın, tamamen anlaşılır kılınamayacak, "kaba" olgulardır.
Sentetik bir önermenin doğruluğu isbat edilebilir mi? Sentetik bir önermenin doğruluğundan mantıken emin olunabilir mi? Verdikleri cevap: "Hayır. Bir mantık meselesi olarak hiçbir sentetik önerme doğru 'olmak zorunda' değildir; her birinin tersi düşünülebilir." (Analitik-sentetik sahte-zıtlığının en fanatik savunucuları, şöyle devam eder: "Duyumlarının sağladığı doğrudan delilden bile, -mesela, şu anda karşındaki kırmızı bir kumaş gördüğünden bile- emin olamazsın. Gördüğüne 'kırmızı' demek için, onun geçmiş deneylerinden bazılarına benzediğini zımnen söylüyorsun; ama, bu hatırayı doğru hatırladığını nereden biliyorsun? İnsan hafızasının güvenilir olduğunu söylüyorsun; ama, bu bir totoloji değil ki; tersi de doğru olabilir.") Yani, sentetik veya bağlı hakikatler, aşağı-yukarı-mümkün hipotezlerdir; haklarında söylenebilecek en kuvvetli şey, onların bir ihtimal dahilinde doğru olabilecekleridir.
c) İddialarına göre: Analitik önermeler, "mantıken" doğru olduğundan, deneyden bağımsız olarak tahkik edilebilir; bunlar, "gayri-ampirik"tir veya "a priori"dir (bugün bu terimler, "deneyden bağımsız" anl..... gelmektedir). Modern filozoflar; bir insanın, kavramlar teşkil etmek için deneye ihtiyacı olduğunu kabul ederler; ama, bir kere gerekli kavramlar teşkil edildikten sonra (mesela, "buz," "katı," "su," vs.); bu kavramların analitik olarak doğru bir önermedeki kombinasyonlarının (Mesela, "Buz katı sudur") doğruluğunun tahkiki hiçbir ilave deney gerektirmez. Önermenin doğruluğu, tanımların basit bir analizinden çıkar.
Oysa, iddialarına göre, sentetik hakikatlerin doğruluğunun tahkikinin, deneye bağlı olduğu söylenmelidir; sentetik hakikatler, "ampirik" veya "a posteriori"dir. "Olgusal" olduklarından; bunların doğruluğunun keşfi, başlangıçta sedece uygun olguların doğrudan veya dolaylı olarak gözlemlenmesiyle yapılabilir; ama, "bağlı" olduklarından, dünün sentetik doğrusunun bugün hala doğru olup olmadığı, ancak en son ampirik verilerin gözden geçirilmesiyle bulunabilir.
d) Burada, analitik-sentetik tartışmasında vardıkları zirveye; yukarıdaki "farklar"a, yirminci yüzyıl modern filozoflarının getirdiği "açıklamaya" geliyoruz.
Şunu iddia ederler:
Analitik önermeler, realite hakkında hiçbir haber vermezler; olguları tasvir etmezler; "gayri-ontolojik"tirler (realiteyle ilgili değildirler). Analitik hakikatler, insanların kelimeleri (veya kavramları) belirli bir tarzda kullanmak doğrultusundaki keyfi kararlarınca yaratılıp sürdürülmektedir; analitik hakikatler, linguistik (veya kavramsal) konvansiyonların tatbikatının bir kaydından ibarettir. Bunlar, gayri-ampiriktir; çünkü, deney dünyası hakkında hiçbir şey söylemezler. Hiçbir olgu, onların doğruluğuna şüphe düşüremez; gelecekteki düzeltmelerden muaftırlar; çünkü realiteden muaftırlar. Analitik hakikatler zorunludur; çünkü, onları insanlar zorunlu kılar.
Wittgenstein, Tractatus'unda, şöyle der: "Mantık önermelerinin hepsi aynı şeyi söyler: söyledikleri bir hiçtir." A.J.Ayer, Language, Truth and Logic'inde şöyle der: "Mantığın ve matematiğin prensipleri, evrensel olarak doğrudur; şu basit sebepten: başka türlü olmalarına asla izin vermeyiz."
Sentetik önermeler ise, olgusal dır; ve, insanlar bunun için bir fiyat öder. Fiyat: onların bağlı olması, belirsiz olması ve isbatlanamaz olmasıdır.
Analitik-sentetik teorisi, insanlara şu seçenekleri verir: Eğer, cümlenizin (önermenizin) doğruluğu isbat edilebiliyorsa; o cümle, mevcudiyet hakkında hiçbir şey söylemiyordur; eğer, cümleniz mevcudiyet hakkında ise; o cümlenin doğruluğu, isbat edilemez. Eğer, cümlenizin doğruluğu, mantık argümanlarıyla isbat edilebiliyorsa; o cümle, bir olguyu ifade etmiyordur, sübjektif bir konvansiyondur; eğer, cümleniz, bir olguyu ifade ediyorsa; o cümlenin doğruluğu, mantık yoluyla isbat edilemez. Eğer, cümlenizin doğruluğu, kavramlarınızın anlamı yoluyla isbat edilebiliyorsa; o cümle, realiteden kopuktur; eğer, cümleniz, algılarınız yoluyla isbat edilebiliyorsa; o cümlenin doğruluğundan emin olamazsınız.
Bütün bu saçmalıkların, felsefe adına ortaya atılabilmesinin sebebi; kavramlar konusunda, rasyonel bir anlayıştan uzak olunmamasıdır. Kavramların objektif karakteri üzerinde doğru bir anlayış, "analitik-sentetik" sahte-zıtlığının her türünü reddetmek için gerekli aletleri sağlamıştır.
"Analitik-sentetik" meselesini işleyen filozoflar; bu meseleyi, binlerce sayfanın gerisinde, gayrı-asli hususlardan ibaret büyük bir laf kalabalığı arasında sunmuşlardır. Bu meselenin yukarıdaki biçimde sunuluşu, onun asli terimlerle ifadesidir; ve, meselenin doğru bir epistemoloji açısından tamamen çürütülmesi, bu sunuşun yörüngesi içinde kolaylaşmaktadır. Fakat, burada, etraflı bir argümantasyona girişmek yerine; meseledeki temel yanılgılara işaret etmekle yetinilecektir.
4.2.2 Analitik-Sentetik Hakikatler Zıtlığının Çürütülmesi
Analitik ve sentetik hakikatler arasında bir zıtlık olmadığını isbat etmek için kavramlarla ilgili şu epistemolojik prensipleri hatırlamak yeterlidir:
a) Kavramlar, gözlemlenmiş mevcut-şeylerin, gözlemlenmiş başka mevcut-şeylerle olan ilişkileri açısından yapılmış sınıflamaları temsil eder.
a) Bir kavramın anlamı, altındaki birimleri ifade eder; bu birimlerle birlikte, onların sadece asli ayırt edici karakteristikleri (tanımlayıcı karakteristikleri) değil, bütün karakteristikleri ifade edilir.
Mesela, insanın "rasyonel bir hayvan" olması; "insan" kavramını, sadece "rasyonellik" özelliğinden ibaret kılmaz; "insan" kavramı içinde, onun gözlemlenmiş bir karakteristiği olan "rasyonellik" yanında, diğer bütün gözlemlenmiş karakteristikleri, bu arada onun "iki gözlü" olması karakteristiği de vardır. Dolayısiyle, "bir insan, rasyonel bir hayvandır" veya "bir insan, sadece iki göze sahiptir" hakikatlerinin statüsü arasında hiçbir fark yoktur. Bu iki hakikatten her biri, Kimlik Kanunu'nun bir tatbikatıdır; her biri, bir "totoloji"dir; herhangi birini inkar etmek, "insan" kavramını inkar etmek, dolayısiyle kendi-içinde çelişik olmak demektir.
Önermelerin analitik veya sentetik diye bölünmesinin hiçbir olgusal veya epistemolojik haklılığı yoktur. Önermelerde sadece tek bir temel epistemolojik ayrım vardır: doğru önermeler veya yanlış önermeler; ve, sadece bir tek temel mesele vardır: hakikatin keşfedilmesi ve doğruluğunun tahkiki hangi yöntemle yapılacaktır? İnsan bilgisinin temeline bir zıtlık ekmek, doğruluğunun tahkikinde zıt yöntemlerin olduğunu; hakikatin zıt tipleri olduğunu iddia etmek; hiçbir sebep veya haklılığa sahip değildir.
Bir anlamda, hiçbir hakikat "analitik" değildir: hiçbir önerme, sırf "kavramsal analiz" ile geçerli kılınamaz; herhangi bir "analiz"den önce, kavramın içeriği (yani, bütünleştirdiği mevcut-şeylerin karakteristikleri) gözlem yoluyla keşfedilmeli ve doğruluğu tahkik edilmelidir. Bir başka anlamda bütün hakikatler "analitik"tir: bir varlığın herhangi bir karakteristiği keşfedildiğinde, bu karakteristiği o varlığa atfedecek bir önerme, "mantıken doğru" olacaktır (tersi, o varlığı belirten kavramın anlamıyla çelişir). Her iki durumda da, analitik-mantıki-totolojik versus sentetik-olgusal zıtlığı çöker.
4.2.3 Zorunlu-Bağlı Hakikatler Sahte-Zıtlığının Çürütülmesi
Bazı olguların "zorunlu" başka bazılarının ise "bağlı" oldukları; "olgusal" cümlelerin "sentetik" ve "bağlı" oldukları; oysa, "zorunlu" cümlelerin, "gayri-olgusal" ve "analitik" oldukları şeklindeki bir zıtlığın geçersizliğini isbatlamak için; mevcudiyetin önceliği aksiyomunu, dolayısiyle Kimlik Kanunu'nu, dolayısiyle metafiziken-verili olan karşısında insan-yapısı şeyler ayrımını hatırlamak yeterli olacaktır.
Kant'ın Critique of Pure Reason'ındaki sözlerinin, mevcudiyetin önceliğine (ve Kimlik Kanunu'na) bir isyan olduğu ortadadır: "Evet, deney bize, neyin var olduğunu söyler; ama, öyle olmasının zorunlu olduğunu; başka türlü olamayacağını söylemez."
Keza, metafiziken-verili olan şeyler ile insan-yapısı şeyler arasındaki asli ayrımı anlamamak; bunlarla ilgili önermeler arasında bir fark olduğu yanılgısına sebep olmaktadır. Evet, insan-yapısı bir şey öyle olmak "zorunda" değildir; başka türlü olabilirdi; ama, olduktan sonra, o neyse odur: metafiziken-verili olan bir şey hakkındaki hakikat nasıl keşfedilip, doğruluğu nasıl tahkik edilecekse; insan-yapısı bir şeyle ilgili hakikat de, aynı yöntemle öğrenilecektir; bunlarla ilgili önermelerin konusu farklıdır, ama tabiatlarında bir fark yoktur. Evet, bazı olgular zorunlu değildir (insan-yapısıdır); ama, bütün hakikatler zorunludur.
Hakikat, bir realite olgusunun teşhisidir (kimliklendirilmesidir). Söz konusu olgu, ister metafiziken-verili olsun, isterse insan-yapısı olsun; olgu, hakikati belirler: eğer, olgu mevcutsa; neyin hakikat olduğu konusunda başka hiçbir alternatif yoktur. Mesela, Türkiye'nin 67 vilayete sahip olması metafiziken zorunlu değildi; ama, insanların seçimi böyle olduğu sürece, "Türkiye, 67 vilayete sahiptir" önermesi zorunlu olarak doğrudur, hakikattır. Doğru (hakiki) bir önerme, olguları olduğu gibi tasvir etmek zorundadır. Bu anlamda, "zorunlu hakikat"deki "zorunlu" terimi fuzulidir; "bağlı hakikat" ibaresi ise, kendi içinde çelişiktir; çünkü, hakikat bir realite olgusunun teşhisidir; ve, olgu mevcutsa, artık hiçbir şeye bağlı değildir.
4.2.4 Mantıki-Deneysel Sahte-Zıtlığının Çürütülmesi
Analitik cümlelerin deneyden bağımsız "mantıki" önermeler olduğu; öte yandan, sentetik cümlelerin mantıki zorunluluktan yoksun, "ampirik" (deneysel) önermeler olduğu gibi bir zıtlık önermek; felsefedeki çok eski bir ihtilaftan kaynaklanır: rasyonelizm (usçuluk) ve ampirisizm. Rasyonelistler, insanın bilgi elde etmesinde, deneyin rolünü minimize ederken, mantığın rolünü vurgularlar; ampirisitler ise, mantığın rolünü minimize ederken, deneyin insanın bilgi kaynağı olduğunu iddia ederler. Mantık ve deney arasında yarattıkları bu bölünme, analitik-sentetik zıtlığında kurumsallaştırılır.
Mantık ve deney arasında bir zıtlık öneren her teori, mantığın tabiatını ve onun insan bilgilenmesindeki rolünü anlamakta düşülen başarısızlığı temsil eder. İnsan bilgisi, ne deneyden bağımsız olarak mantıkla; ne de, mantıkdan bağımsız olarak deneyle elde edilebilir: mantığın, deneye tatbik edilmesiyle elde edilir. Bütün hakikatler, deneyle ortaya çıkarılan olguların, mantıkla kimliklendirilmesinden doğan ürünlerdir.
İnsan, tabula rasa doğar; bütün bilgisi, sonradan, duyumlarının sağladığı verilerden başlayarak elde edilir. İnsan; bilgilenmenin insana-özgü düzeyine erişmek için, algısal verileri kavramlaştırmalıdır. Kavramlaştırma; ne otomatik, ne de yanılmaz bir süreçtir. Bu sürecin, realitenin olgularına tekabül eden sonuçlar (bilgi) vermesi için; insan, bu süreci yönetecek bir yöntem keşfetmek zorundadır. Bu yöntemin temelindeki prensip, metafiziğin temel prensibidir: Kimlik Kanunu. Realitede çelişki mevcut olamaz; dolayısiyle, bir bilgilenme sürecinde bir çelişkinin ortaya çıkması, bir hata yapıldığının delilidir. Böylece, doğru bilgilenme için insanın takip edeceği yöntem ortaya çıkar: gözlemlenen olguları, çelişkisiz bir şekilde kimliklendirmek. Bu yöntemin ismi, mantıktır. Mantık: çelişkisiz kimliklendirme sanatıdır (yeteneğidir). İlk kavramların teşkilinden, en karmaşık bilimsel kanun ve teorilere kadar; insanın kavramsal gelişmesinin her aşamasında mantık kullanılmalıdır. Ancak verili bir zamanda mevcut bütün delillerin çelişkisiz bir şekilde kimliklendirilmesi ve bütünleştirilmesi üzerine bina olunan bir sonuç, bilgi olarak nitelenebilir.
İnsanın bilgilenme yönteminde mantığın rolünü anlamakta düşülen başarısızlık, analitik-sentetik zıtlığını çeşitli yönlerden tekrarlayan bölünmüşlükler ve zıtlıklar doğurmuştur. Bugün, özellikle üç tanesi yaygındır: mantıki hakikat karşısında olgusal hakikat; mantıken mümkün karşısında ampirik olarak mümkün; a priori karşısında a posteriori.
Bütün bu suni zıtlıkların ardında yatan yanılgı: mantığın, sübjektif bir oyun olduğu; bilgi elde etmekte değil, keyfi sembolleri manipüle etmekte kullanılan bir yöntem olduğu görüşüdür.
4.2.5 Analitik-Sentetik Sahte-Zıtlığı: Sonuç
Analitik-Sentetik zıtlığını kabul etmek, insan bilgisini mahkum etmektir; çünkü, analitik-sentetik teorisi, şu adaletsiz hükme varır: eğer bir önermenin reddedilmesi düşünülemez ise, eğer onunla çelişecek herhangi bir realite olgusunun var olması mümkün değilse, yani bu önerme kesin olan bir bilgiyi temsil ediyorsa; bu önerme, realiteyle ilgili bir bilgiyi temsil ediyor olamaz. Başka bir deyişle, bu teorinin verdiği saçma hüküm şöyledir: eğer bir önerme yanlış olamazsa, doğru da olamaz. Daha başka bir deyişle şunu söyler: bir önermenin olgusal olarak nitelenebilmesi, ancak halen bilinmeyen olguları ifade ettiği zaman, yani bir hipotezi temsil ettiği zaman mümkündür; hipotez isbatlanıp, bir kesinlik haline gelirse, olgulara işaret ediyor olma özelliği, realiteyle ilgili bilgiyi temsil ediyor olma özelliği biter; bir önerme, kesin olarak isbatlanırsa, yani inkarı halinde bir mantık çelişkisine düşülmesinin kaçınılmazlığı aşikar hale gelirse; bu olgu yüzünden -yani, doğruluğunun kesinkes ortaya çıkmış olması yüzünden- bu önerme, insan konvansiyonunun veya keyfi kaprisinin bir ürünü olarak bir geçersiz addedilmelidir.
İsbat edilmiş olma özelliğini, insan bilgisini diskalifiye eden bir unsur olarak görmek; yani, bilgiyi, insan cehaletinin bir fonksiyonu olarak görmek; tam bir epistemolojik terslik önermektir. Nasıl ki; ahlakta, altrüist zihniyet, iyiyi, iyi olduğu için cezalandırırsa; epistemolojide de, analitik-sentetik zihniyet, bilgiyi, bilgi olduğu için cezalandırır. Nasıl ki; altrüist ahlakta, insan, sadece kazanmadığı şeyler üzerinde hak iddia edebilirse; epistemolojide de, analitik-sentetik teoriye göre, insan, sadece isbat etmediği şeylerin bilgi olduğunu talep etme hakkına sahiptir. Adeta; epistemolojik aşağılık duygusu, bilgilenmenin ön-şartı haline getirilmiştir.
Bu tersliğin baş sorumlusu, Kant'tır. Kant'ın sistemi, önceki yüzyılların mistisizmini dünyevileştirerek; mistisizme, onu modern dünyada da ayakta tutacak bir hayatiyet kazandırdı. Dini gelenekte, "zorunlu" hakikatler, genellikle Tanrı'nın düşünme tarzının sonuçları olarak görülür. Kant, "zorunlu" hakikatlerin kaynağı ve yaratıcısı olarak Tanrı yerine, "insan zihninin iç yapısı"nı koyarak; bu hakikatlerin realite olgularından bağımsızlığını ilan etti.
Yirminci yüzyıl filozofları, Kant'ın görüşlerini nihai sonuçlarına götürmekten başka birşey yapmadılar. Şuna vardılar: eğer, insanın düşünme tarzı (realiteden bağımsız olarak) "zorunlu" hakikatleri yaratıyorsa; ve, insanlar, düşünme tarzlarının ne olacağı hakkında seçim yapmaya muktedir olduklarından; bu hakikatler, sabit veya mutlak değildir. Bu filozoflar, Hıristiyan düşüncesindeki "Tanrı'nın verdiğini, Tanrı alır" formülünü, adeta 'zihnin verdiğini, zihin alır' haline getirdiler.
Rönesanstan beri bir çok miti yıkarak yükselen akıl karşısında, inancı rehabilite etmek için ortaya atılan Kant, müthiş sinsilikte bir silah bulmuştu: aklı geçersiz kılmakta, aklın kullanılması; veya, daha doğrusu, realitede olmayan ve olamayacak bir akıl tarif ederek, ona erişilmesinin imkansızlığından doğacak hayal kırıklığını, akla karşı oluşacak bir güvensizlik haline getirmek. İnsan aklının, insan hayatının bütünleştiricisi olan felsefeye Kant'ın ektiği mayınlar, Hegel'cilik, mantık pozitivizmi, pragmatizm, linguistik analistliği, vs. halinde teker teker patlayıp; felsefeyi, insan aklına, insan hayatına, felsefeye düşman hale getirmektedir.
Bu neo-Kant'çılıktan felsefede arta kalana bakalım:
Metafizik tamamen iptal edilmiştir: metafiziğin en etkin muhaliflerine göre; metafizik cümleler, ne analitik ne de sentetiktir; dolayısiyle, anlamsızdır.
Ahlak, felsefenin alanından neredeyse tamamen çıkarılmıştır: bazı guruplar, ahlaki cümlelerin, ne analitik ne de sentetik olmayıp, "duygusal boşalmalar"dan ibaret olduğunu iddia ederler; başka bazıları, filozofların ahlaki cümlelerin dilini analiz etmeğe muktedir olduğunu, ama ahlaki normlar öne sürmeğe yetkili olmadığını öne sürerek; ahlakı, sokaktaki ortalama insanın yetki alanına emanet ederler.
Politika, hemen hemen bütün felsefe ekollerince terkedilmiştir: değerlerle ilgili konularında, politika, ahlak konusundaki gibi bir muameleye tabi tutulmuştur.
Epistemoloji (bilgi teorisi); insanın, olgularla ilgili bilgi elde etmesinin kurallarını tanımlayan bir bilimdir. Fakat, olguların "sentetik," "ampirik" önermelere konu olduğu, dolayısiyle felsefenin alanı dışında kaldığı nosyonu ile, epistemoloji dağıldı; sonuç olarak, özel bilimler, irrasyonelizmin kabaran dalgalarında sürüklenen enkaz parçaları haline geldi.
Estetikte; "sanat; başka her insani faaliyet gibi, aklın alanında incelenecek bir meseledir" önermesini anlayacak bir tek modern filozof bile bulmak zordur.
"Modern felsefe" adı altında tanık olduğumuz olay, felsefenin kendini tasfiyesidir.
Felsefeyi saygın yerine tekrar yükseltmek için, bugünkü sefaletine sebep olan (başta analitik-sentetik teorisi olmak üzere) bütün öncüller çürütülmelidir.
ALINTIDIR !