Salvo
Kayıtlı Üye
775 El-Mansur'un Ölümü; El-Mehdi'nin Tahta Çıkışı
Halife el-Mansur, hacda olduğu Mekke yakınlarındaki kampında, 64 yaşında iken öldü (Ekim). El-Mansur'un 21 yıllık uzun iktidarı, imparatorluğun yönetilmesi konusunda pek çok temel değişikliğe sebep oldu. Daha sonra hafefileri tarafından bazı ıslahatlar yapılarak, takip edilen temel idari prensipleri koyduğu için, kendisi daha sonraları, Abbasi hanedanlığının gerçek kurucusu sayıldı. Daha sonra uygulanacak ilk idari model, idarenin daha henüz cenin sayılabileceği, İslami yayılmanın ilk dönemlerinde, Raşid Halifelerden Hz. Ömer (h. 634-44) tarafından kurulmuştu.
Halife el-Mansur'un, idarede hem tarz, hem muhteva olarak yaptığı ve İslam Devleti'nin daha sonraki idaresi üzerinde uzun süreli bir etkisi olan bazı değişiklikler aşağıdadır.
(1) Araplar o zamana kadarki hakim pozisyonlarını kaybetmişler; liderlik artık İranlılara ve Türklere geçmişti. Yeni halifelik, Mevalinin, özellikle hem siyasi hem kültürel hayatta önemi devamlı artan bir rol oynayan İranlılar'ın desteğine dayanıyordu. Abbasilerin kendi milletlerine karşı gösterdikleri bu güvensizlik, imparatorluğun sonunda bölünmesine önemli ölçüde bir katkı sağladı. Çoğu Abbasi ailesinin kendi azatlılarından olan bu yeni emin insanlar sınıfına, yerel ve merkezi idarelerin her safhasında güven ve sorumluluk isteyen makamlar verildi. Bu azatlılar, yani eski köleler, Araplar köle olamayacağından, elbette Arap olmayan ırklardandı. Zamanla ileri sürülen bazı fikirlere göre bunlar, eski efendileri olan hakimlere, şiddetle ihtiyaç duydukları güvenlik duygusunu sağlayan bir sadakat ve hizmet içinde bulunmakla yükümlüydüler. Her ne kadar bu, o zaman için yapılabilecek en iyi şey olarak görünse de, Arapların ileriyi düşünmeden başvurdukları bu çare, daha sonraları yeterince zayıfladıkları anlaşıldığında, iktidarın bu azatlılar eline geçmesine sebep olacaktı. Eskiden köle olan Türklerin saray muhafızlığı gibi kilit yerlere getirilmesi, bunların bu görevlerinde iken saray entrikalarında ve hamilerine karşı girişilen suikastlarda aktif olarak rol almalarına imkan sağladığından, ölümcül hatalar oldu. Bunlar, daha sonra o kadar güçlendiler ki, halifeliğin siyasi otoritesini ellerine aldılar. Abbasi siyaset ve idaresinde Arapların ne kadar önemsiz bir hale geldikleri, eskiden beri olduğu gibi, devam edegelen Arap kabile savaşlarından dönemin tarihçilerinin nadiren bahsetmelerinden anlaşılabilir. Abbasilerden önceki dönemlerde, Arapların idari mekanizmada, orduda ve vilayetlerde üst makamları ellerinde tutmalarından dolayı bu çatışmalar, ne zaman ortaya çıksa, siyasi sahada önemli yankılar doğuruyordu.
(2) İdari mekanizma, Sasani modeline (ve belli ölçüde Bizanslılarınkine) uygun bir şekiide yeniden düzenlenmişti. Saray merasimleri (daha sonraları saray entrikaları da dahil oldu.) ile etrafı çevrilen halife, ihtişamlı bir monarşist gibi yaşıyordu ve tebası için ulaşılmaz olmuştu. Halifeliğin otoritesi, silahlı bir kuvvetle destekleniyor ve tepesinde hükümet mekanizması ve üslubunda önemli bir yenilik sayılan -ve sadece halifeye karşı sorumlu olan- vezir ya da başbakanın bulunduğu müthiş bir bürokrasiyle yürütülüyordu. Halife Harun Reşid (h. 786-809) tarafından ortadan kaldırılıncaya kadar, sadece İranlı bir aile –Bermekiler- bu makamı tekellerine almışlardı.
(3) Halifelik merkezinin Şam'dan Bağdat'a nakledilmesiyle sembolize edilen, bütünüyle bir Doğuya yönelme vardı. Aslında Halifelik, dış politikasında yeni bir döneme girmişti; çabalarını -Emevilerin kendi dönemlerinde yaptıkları gibi- Akdeniz, Kuzey Afrika ve Güney Avrupa'ya odaklaştırmak yerine, yeni hakimler doğuya yönelmişlerdi ve özellikle İranlıların etkisi güçlenmişti. Yeni başkent, bir yanda Arabistan, Mısır, Suriye; diğer yanda İran, Horasan ve Kuzey Hindistan v.d. arasında merkezi sayılabilecek bir yerdeydi. Fakat Batı bölgeleri, tam bir kontrolü mümkün kılmayacak kadar uzakta bulunuyorlardı ve Bağdat yetersiz kalmaya başlayınca, Halifelikteki siyasi birlik çözülmeye başladı. Yeni rejimin kurulmasından daha 6 yıl sonra, Müslüman İspanya, Bağdat'tan bağımsız hale geldi. Daha sonra, Kuzey Afrika'da daha pek çok yeni hanedanlık türedi ve Halifeliğin iktidar alanı daraldıkça daraldı. Bu, artık Müslümanların muhtemel bir saldırı tehdidinden kurtulan Avrupa'nın geleceğini de etkiledi.
(4) (El-Mansur'un Huzur Şehri olarak adlandırdığı) Bağdat'ın kuruluşu, Ortaçağdaki İslam Medeniyetinin tam olarak kemale ermesini sağladı. Helenistik, Hristiyan, Yahudi, Zerdüşti ve Hindu fikirler burada -kısmen de ikiz şehirler olan Basra ve Kufe'de- karışarak; edebiyat, ilahiyat, felsefe ve tabii ilimlerin gelişmelerini sağladı. Emeviler döneminde Medine ve Kufe'de başlayan İslam Fıkhi alanındaki yoğun entellektüel faaliyet birkaç on yıl daha buralarda devam etti ve sonra bunlar da yükselmekte olan metropol şehri Bağdat'a taşındı. Aslında Bağdat, ilk Arap fatihlerinin çölden getirdikleri hayat tarzının tamamıyla bir anti-tezini temsil ediyordu.
Halife el-Mansur'dan sonra vazifeyi Yemenli bir Arap prensesinden doğan 33 yaşındaki oğlu el-Mehdi (h. 775-85) devraldı.
Halife el-Mansur, hacda olduğu Mekke yakınlarındaki kampında, 64 yaşında iken öldü (Ekim). El-Mansur'un 21 yıllık uzun iktidarı, imparatorluğun yönetilmesi konusunda pek çok temel değişikliğe sebep oldu. Daha sonra hafefileri tarafından bazı ıslahatlar yapılarak, takip edilen temel idari prensipleri koyduğu için, kendisi daha sonraları, Abbasi hanedanlığının gerçek kurucusu sayıldı. Daha sonra uygulanacak ilk idari model, idarenin daha henüz cenin sayılabileceği, İslami yayılmanın ilk dönemlerinde, Raşid Halifelerden Hz. Ömer (h. 634-44) tarafından kurulmuştu.
Halife el-Mansur'un, idarede hem tarz, hem muhteva olarak yaptığı ve İslam Devleti'nin daha sonraki idaresi üzerinde uzun süreli bir etkisi olan bazı değişiklikler aşağıdadır.
(1) Araplar o zamana kadarki hakim pozisyonlarını kaybetmişler; liderlik artık İranlılara ve Türklere geçmişti. Yeni halifelik, Mevalinin, özellikle hem siyasi hem kültürel hayatta önemi devamlı artan bir rol oynayan İranlılar'ın desteğine dayanıyordu. Abbasilerin kendi milletlerine karşı gösterdikleri bu güvensizlik, imparatorluğun sonunda bölünmesine önemli ölçüde bir katkı sağladı. Çoğu Abbasi ailesinin kendi azatlılarından olan bu yeni emin insanlar sınıfına, yerel ve merkezi idarelerin her safhasında güven ve sorumluluk isteyen makamlar verildi. Bu azatlılar, yani eski köleler, Araplar köle olamayacağından, elbette Arap olmayan ırklardandı. Zamanla ileri sürülen bazı fikirlere göre bunlar, eski efendileri olan hakimlere, şiddetle ihtiyaç duydukları güvenlik duygusunu sağlayan bir sadakat ve hizmet içinde bulunmakla yükümlüydüler. Her ne kadar bu, o zaman için yapılabilecek en iyi şey olarak görünse de, Arapların ileriyi düşünmeden başvurdukları bu çare, daha sonraları yeterince zayıfladıkları anlaşıldığında, iktidarın bu azatlılar eline geçmesine sebep olacaktı. Eskiden köle olan Türklerin saray muhafızlığı gibi kilit yerlere getirilmesi, bunların bu görevlerinde iken saray entrikalarında ve hamilerine karşı girişilen suikastlarda aktif olarak rol almalarına imkan sağladığından, ölümcül hatalar oldu. Bunlar, daha sonra o kadar güçlendiler ki, halifeliğin siyasi otoritesini ellerine aldılar. Abbasi siyaset ve idaresinde Arapların ne kadar önemsiz bir hale geldikleri, eskiden beri olduğu gibi, devam edegelen Arap kabile savaşlarından dönemin tarihçilerinin nadiren bahsetmelerinden anlaşılabilir. Abbasilerden önceki dönemlerde, Arapların idari mekanizmada, orduda ve vilayetlerde üst makamları ellerinde tutmalarından dolayı bu çatışmalar, ne zaman ortaya çıksa, siyasi sahada önemli yankılar doğuruyordu.
(2) İdari mekanizma, Sasani modeline (ve belli ölçüde Bizanslılarınkine) uygun bir şekiide yeniden düzenlenmişti. Saray merasimleri (daha sonraları saray entrikaları da dahil oldu.) ile etrafı çevrilen halife, ihtişamlı bir monarşist gibi yaşıyordu ve tebası için ulaşılmaz olmuştu. Halifeliğin otoritesi, silahlı bir kuvvetle destekleniyor ve tepesinde hükümet mekanizması ve üslubunda önemli bir yenilik sayılan -ve sadece halifeye karşı sorumlu olan- vezir ya da başbakanın bulunduğu müthiş bir bürokrasiyle yürütülüyordu. Halife Harun Reşid (h. 786-809) tarafından ortadan kaldırılıncaya kadar, sadece İranlı bir aile –Bermekiler- bu makamı tekellerine almışlardı.
(3) Halifelik merkezinin Şam'dan Bağdat'a nakledilmesiyle sembolize edilen, bütünüyle bir Doğuya yönelme vardı. Aslında Halifelik, dış politikasında yeni bir döneme girmişti; çabalarını -Emevilerin kendi dönemlerinde yaptıkları gibi- Akdeniz, Kuzey Afrika ve Güney Avrupa'ya odaklaştırmak yerine, yeni hakimler doğuya yönelmişlerdi ve özellikle İranlıların etkisi güçlenmişti. Yeni başkent, bir yanda Arabistan, Mısır, Suriye; diğer yanda İran, Horasan ve Kuzey Hindistan v.d. arasında merkezi sayılabilecek bir yerdeydi. Fakat Batı bölgeleri, tam bir kontrolü mümkün kılmayacak kadar uzakta bulunuyorlardı ve Bağdat yetersiz kalmaya başlayınca, Halifelikteki siyasi birlik çözülmeye başladı. Yeni rejimin kurulmasından daha 6 yıl sonra, Müslüman İspanya, Bağdat'tan bağımsız hale geldi. Daha sonra, Kuzey Afrika'da daha pek çok yeni hanedanlık türedi ve Halifeliğin iktidar alanı daraldıkça daraldı. Bu, artık Müslümanların muhtemel bir saldırı tehdidinden kurtulan Avrupa'nın geleceğini de etkiledi.
(4) (El-Mansur'un Huzur Şehri olarak adlandırdığı) Bağdat'ın kuruluşu, Ortaçağdaki İslam Medeniyetinin tam olarak kemale ermesini sağladı. Helenistik, Hristiyan, Yahudi, Zerdüşti ve Hindu fikirler burada -kısmen de ikiz şehirler olan Basra ve Kufe'de- karışarak; edebiyat, ilahiyat, felsefe ve tabii ilimlerin gelişmelerini sağladı. Emeviler döneminde Medine ve Kufe'de başlayan İslam Fıkhi alanındaki yoğun entellektüel faaliyet birkaç on yıl daha buralarda devam etti ve sonra bunlar da yükselmekte olan metropol şehri Bağdat'a taşındı. Aslında Bağdat, ilk Arap fatihlerinin çölden getirdikleri hayat tarzının tamamıyla bir anti-tezini temsil ediyordu.
Halife el-Mansur'dan sonra vazifeyi Yemenli bir Arap prensesinden doğan 33 yaşındaki oğlu el-Mehdi (h. 775-85) devraldı.