Edebiyat olarak hayat

Hayatın kendiliğinden anlamı yok. Onu yaşayarak anlamlandırırken alabildiğine sınırlandırıyoruz da. Mikro hayatlar yaşıyoruz aslında. İnsanın büyüklenmesi bu yüzden gülünç değil mi? Bir toz zerresi gibi uçuşurken konuyoruz bir yere. Hayatın kıskaçlarına kendimizi kaptırdığımız zaman ayırt edemiyoruz ama edebiyatın hayattan daha değerli oluşunun nedeni bu. İçinden bakıldığında, hayatla hiçbir şey başedemez belki ama edebiyatın hayattan daha değerli olduğu düşüncesi, paradoksu da değerli kılıyor.
Yaşadıklarımız edebiyatın başlıca iki kaynağından biriyse, onlara başka bir gözle bakmaya başlamak da gerekmez mi? Doğrusu bu bakış açısı, herkese kendiliğinden verilmiş bir meleke değil. Yaratıcı yazarların elinde her biri öbürlerinden farklı biçimde yazılmış hayatların çeşitliliğine bakınca, yaşadığımız hayatın sınırlarını da görüyoruz. Oysa sayısız hayat var kitaplarda, kurgulanmış, elbette gerçekten başka gerçekler olarak okuduğumuz ama sahiciliğinden kuşku duymadığımız.
Peki yaratıcılarının hayatları da girer mi yazılanlara? Borges’in, bambaşka nedenle söylediği, ne yazsam Arjantinli olur, çünkü ben Arjantinliyim, sözleri, kimliğimizin kaçınılmaz biçimde yazdıklarımıza sızacağını anlatıyor. Neysek, yazdıklarımız da odur, değil elbette, bu denli kalın bir çizgi değil bu. Yazdıklarımız kimliğimizi elbette yansıtır ama her yazarda farklı düzeylerde ortaya çıkarak.

Yaratıcının kendisi edebiyat olur mu? Bir felsefeci olarak sınırtanımaz yaratıcılığı pek çok yazarın ilgi alanını dolduran Nietzsche’nin yazı biçimi, üslubu öylesine kendisiydi ki, yazdıklarının kendisini güçlü biçimde yansıttığı belirtilmiştir. Alexander Nehamas, Edebiyat Olarak Hayat’ta bu iç içeliği kapsamlı bir çalışmayla göstermeye çalışır. Öyle ki, “dünyaya genelde sanki bir sanat yapıtıymış gibi, özelde ise edebi bir metinmiş gibi baktığı kanısındayım” derken Nehamas, Nietzsche’nin dünyaya ve dünyaya ilişkin görüşlerine ya da edebiyat metinlerine ve onlar üstüne yorumlarına, düşüncelerini genelleştirerek ulaştığını da vurgular. Nietzsche’nin görüşlerine böyle bakıldığında, karmaşık gelenlerin bile anlaşılır hale geldiği düşünülür.
Nietzsche’nin bütün düşündükleriyle yazdıkları arasında özdeşlik kurmaya götüren bu bakış açısı, metin ile yazar arasındaki sınırların bazı yerlerde kimi yazarlar için kalktığını gösterir. Kısa denemeler ve aforizmalar biçiminde sürdürdüğü metinleri, Nietzsche neyse odur, dedirtecek kertededir. Yazar, metinleri içindedir. Yazdıkları mübalağa ve abartıdan ayrı düşünülemezse, Nietzsche’nin kendisi de mübalağa ve abartıdan ayrı düşünülemez.
Yaratıcı yazarlar, romancılar için en çok sorulan sorulardandır: Yazar, anlattıklarında kendi hayatından mı çıkmıştır? Vüs’at O. Bener, özellikle Buzul Çağının Virüsü, Bay Muannit Sahtegi’nin Notları romanlarında ve Yaşamasız’dan sonraki öykülerinde sürekli görünür gibidir. Vüs’at O. Bener okurlarının, okuduklarında yazarın kendisini aradığını çok gördüm. Gerçekten anlamlı bir arayış mıdır bu? Yaratıcı yazarlar bu ilişkilerin kurulmasından pek hoşlanmaz ama biz bunu bir yana bırakalım. Vüs’at O. Bener yazdıklarında kendi geçmişinden epeyce yararlanmıştır, buna kuşku yok. Herhangi bir gerçek yaşantıdan nasıl yararlanıyorsa, aynı biçimde. Asıl olarak da, hikâyenin kuruluşundan çok, öykü ve roman kişilerinin kişiliklerini ve kimliklerini oluştururken. Bu da hayatını edebiyat olarak görmenin bir biçimidir elbette. Gelgelelim, o gerçek hayatın özelliklerinin roman ve öykü kişilerinin kendi içlerinde kazandıkları sahiciliğin doğal parçaları olması gerekir. Başka türlü olmaz. Vüs’at O. Bener de kendisini edebiyata dönüştürmüştür, bunu bugün daha çok düşünüyorum. Gerçek kişiliğini tanıyınca, bu düşünce daha güçleniyor. Muzipliği, hınzır mizahı, yanından ayırmadığı eleştiri okları, pırıltılar saçan ince düşünme biçimi – bunlar onun yazınsal kişilerinde aynıyla vardır.
Gustave Flaubert, “Herkesin hayatı bir roman olmayı hak eder” diyor. Madame Bovary benim, sözü bunu anlatır –ama yalnızca bunu değil.
Flaubert’in düşüncesi belki bugün aynı kesinlikte söylenemez. Herkesin hayatından sayısız öykü çıkar; her ânı değil ama önceden bilinemeyecek ve sayılamayacak pek çok ânı öyküdür insanın.

Roman ile öykü ayrımı Roman, edebiyat ve hayat bağlamında apayrı alınması gereken bir tür. Eleştiri, deneme gibi türleri dışarıda bırakırsak, kurmaca içinde düzyazıdan yalnızca romanı anlamak gerekir. Sartre’ın düzyazı yararcıdır sözü önemli. İstesek de istemesek de, yararcıdır düzyazı. Roman bunu çok çeşitli biçimlerde karşılayan bir yapıya, oluşum biçimine, yaratım sürecine, olanaklarına sahipken, öyküyle neredeyse hiç kesişmez. En az elli yıldan beri romanın artık büsbütün bittiği dile getirilir, “romanın insan hayatının şiirsel inceliklerinin üstün bir benzetmesini sağlaması, çoktan yok olmuş bir sonuçtur” denir. William L. Randall, Bizi ‘Biz’ Yapan Hikâyeler kitabında bu konuları çevrelerinde dört dönerek irdeler. Demek önce şiirsel incelikleri olan insanlar ve hayatlar bulmak gerekir. Bulunur ama bugün sözgelimi pastoral hayatlar olmadığı, insan ilişkilerinin biçimleri değiştiği, insanın yalnızlığını korumak değil yok etmek için çaba gösterdiği dünyada, incelikler azalmıştır. Dolayısıyla hikâyenin doruk noktalarında dolaşan roman öne çıkarken, inceliklerin ve ayrıntıların kıyılarını keşfedenler –gözden düşmemiştir ama– uzağa düşmüştür. Hikâyeye konu olan hayatlar pek çokken, edebiyat olan hayatlar azalmıştır.
Romanın varlık nedeni aslında büyük hikâyeler –bugün artık küçük hikâyeler– anlatmak değil, büyük ya da küçük hikâyelerdeki kişileri anlatmaktır. Kişiler romanın bütün öğelerini iskelet gibi çevresinde tutar, hikâye de, olaylar ve olay örgüsü de ona yapışır. Böyle düşününce, hayatım roman sözü anlamını yitirir; o hayatlar beyaz romanlar olabilir ama roman olmaz; insanın kendi kişiliği roman olur, olmaya değer zenginlik ve derinlikteyse.
Bunun modernist bir düşünce olmadığını da söylemek gerekir mi? Çünkü Tolstoy ya da Dostoyevski için de roman olan Rus hayat biçimi değil, kahramanlarının büyüklükleriydi. Mrs Dalloway’de okur her zaman, Nietzsche’de bulunan, edebiyat olarak hayata değen bir nitelik görmüştür. Mrs Dalloway, Virginia Woolf’tur diye düşünmüştür pek çok okur, Virginia Woolf’tan pek çok özellik aldığı anlamında. Değil elbette ama bu duygunun nereden geldiğini ve neden güçlendiğini düşünmek, hayatın edebiyata dönüşme gizilgüçlerinin hiç de zayıf olmadığını anlatır.
Hayatımızı bizim dışımızdaki güçlerin kontrolünde yaşamıyoruz. Hayat, bizim hayatımız. Dün yaşadıklarımıza bakarak bugün nasıl yaşayacağımızı tasarlarken yakın gelecekle ilgili tasarılar da yaparız. Hayatımızı kurgularız demek ki ve bu edimi insanı pekâlâ edebiyatın nesnesine dönüştürebilir. Bu arada sıradan hayatımız da neden sonra ona dönüp baktığımızda bir edebiyat nesnesi olarak değerlendirilebilir elbette. Orhan Kemal gibi yazarlar var, yaşadıkları kendiliğinden yazdıklarına süzülen, süzülürken gereksiz yanlardan arındıran yazarlar; onlar yazdıklarında görünürken, hayatın edebiyat olarak taşıdığı anlamı örnekler.
Bu arada kişi olarak yazdıklarımızın ya da başka yazarların yazdıklarının yan kişileri arasına girebileceğimiz gibi, çevremizde iyi tanıdığımız kişiler de bizim yazdıklarımıza girebilir. Orhan Pamuk annesini roman kişisi olarak bir küçük kapıdan romanlarına sokarken, kendisi de onun karşısına çıkmaktan çekinmez. İhsan Oktay Anar’ın Uzun İhsan’ını pek çok okur yazarın kendisi olarak okumaya yatkındır. Öte yanda Yaşar Kemal, romanlarında kendisinden pek iz bırakmamakla birlikte, Kimsecik üçlemesinde çocuk Mustafa’nın çocukluğunda çıkıverir ortaya.
Edebiyat olarak hayatın anlamı, yazılanlarda yazarı ya da gerçek kişileri aramakta değil, gerçek kişilerin hayatının edebiyata dönüş hikâyelerinin nasıl yaşandığında durur.
 
takipçi satın al
instagram takipçi hilesi
takipçi satın al
tiktok takipçi hilesi
vozol
antalya havalimanı transfer
Geri
Üst