endLesS
Webmaster
Düşünme ve "Şartlanma"
"Düşünen insana" saygı duyulur. "Şartlanmış insan" saygıya değer bulunmaz. Düşünen insan araştıran, "hakikata" özlem duyan kimsedir. Şartlanmış insan belli "etkiler" karşısında
önceden proğramlanmış "tepkileri" ve davranışları mekanik olarak yerine getiren bir robotdur da ondan.
"Düşünme" kelimesi, beşer tarihi boyunca, daima her milletin sözlüğünde bulunan çok eski bir kavramdır. Düşünmeyi emretmeyen din, düşünmeyi geliştirmek istemeyen bir eğitim,
bilmem tarihte var mı? Yüce ve mukaddes kitabımız Kur'an-ı Kerim'de belki yüzlerce defa bu emir tekrarlanmıştır. Dinimiz ister ayakta olalım, ister oturalım, ister yatalım, her durumda düşünmemizi, gerçeği aramamızı emreder: " Onlar, ayakta iken, otururken, yanları üstüne yatarken hep Allah'ı hatırlayıp anarlar ve göklerin, yerin yaradılışı hakkında inceden inceye düşünürler" (Kur'an-i Kerim, Al-i İmran Suresi, Ayet:191).
Düşünmek; dinimizce ibadet sayılmıştır. Mütefekkir'ler toplumumuzda saygı ve itibar görmüştür. Bu müşahedemiz, bütün tarihimiz için doğrudur.
"Şartlanma" kelimesi ise, bir terim olarak 20.nci yüzyılın ilk yarısında Rusya'da doğmuş "materyalist ve komunist" sistemin "eğitim ve öğretim" anlayışını şekillendirmiş bir kavramdır.
Lenin ve arkadasları, "komunist devrimini" hazırlarken, Rus ilim adamı Ivan Pavlov da, o tarihlerde, ruh , şuur, düşünme gibi "p***olojik kavramları" red ediyor. Bunların yerine
"refleksoloji"yi koyuyor. "Eğitim ve öğretim, şartlandırmalardan ibarettir" tezini savunuyor, köpekler üzerinde "et" ve "zil" ile çalışmalar yaparak "şartlı tepkiler" kavramlarını geliştirip bunları "insan terbiyesine uygulamak" üzere "devrimcilere" yol gösteriyordu. Görülüyor ki, "şartlandırma", komunist ve materyalist bir eğitim ve öğretim buluşudur ve anlayışıdır. "Bir
köpeğin serüvenleri" adı ile televizyonda seyrettiğimiz seri filmdeki "joe" adlı köpek, "belli şartlarda belli mekanik tepki ve davranışlara şartlandırılmış" ve "tetik kelime" söylenir
söylenmez gerekenleri bir robot sadakati ile yapmaktadır. İşte materyalizmin ve komunizmin savunduğu "öğrenme ve eğitim p***olojisi(!)" bu espri ve anlayış üzerine oturmuş bulunmaktadır. Komunist militanların da, önünde öfkelendikleri böyle "tetik kelimeler" vardır. Bir komunist, Allah, millet, vatan, mülkiyet.. gibi kavramlar karşısında adeta köpürür, "Bozkurt" kavramı karşısında adeta kudurur. Çünkü şartlanmıştır.
Düşünme ise, böyle değildir. Bir problem karşısında insanların çeşitli hipotezler kurması, bunların ışığında bilgi toplaması, topladığı bilgileri objektivizme ve determinizme uygun bir
yoruma tabi tutması ve makul sonuçlara varılması için zihnin soğukkanlı ve sistemli bir çaba icinde bulunmasıdır düşünme.
Bunun için tercih edilir. Bununla beraber, insanın hayatında "şartlanmaların" rolü inkar edilemez. Ancak insanın davranışlarında, düşünmeye, şartlandırmadan daha önemli bir
yer vermek esastır. İnsanın ruhi değerlerini inkar eden bir eğitim, hiç şüphesiz yanlış olacaktır.
Türk-İslam Ülküsü, düşünmeyi emreden araştırmayı ibadet sayan, "taklidi iman" dan "tahkiki imana" çıkmayı isteyen yüce peygamberin (O'na selam olsun) yoludur. Şartlandırma ise komunist ve materyalist doktrinin temelidir.
Bütün Dünyada Hüküm Süren Bir Felsefe Sefaleti Var
Evet, butun dunyayi kaplayan bu felsefe ve inanc sefaletini gormemeye imkan yoktur. Anarsi, herseyden once kafalarda ve gonullerde yerlesmis bulunuyor. Baska insanlarin kanlari ve goz yaslari uzerine kurulu da olsa, refah ve zenginlik icinde yuzen muhtelif renkteki emperyalist ulkelerdeki insanlar, kafa ve gonullerini saran bu "anarsi"nin dogurdugu sanci ve istirabi butun dehseti ile yasiyorlar.
Bugun zengin ve mureffeh bildigimiz bircok ulkede intihar grafikleri yukselmekte, uyusturucu madde duskunleri cogalmakta, ruh hastaliklari ve akil hastaliklari doludizgin
kosmaktadir. Almanya'da, Danimarka'da, Finlandiya'da, Isvec'te intihar oranlari diger ulkelere nazaran daha fazla artmaktadir. Ote yandan Amerika'da beyazlar arasindaki
intihar orani, beyaz olmayanlara nazaran uc kat fazladir.
(Bakiniz, intiharin P***odinamikleri, Dr. Nezahat Arkun, Istanbul - 1963 sayfa 49, tablo-13).
Kara ve kizil dunyada nihilist, inancsiz, melankolik, saldirgan,alkolik nesiller bir cig gibi buyumekte, huzursuz nesiller "bunalimlarini" tatmin icin kan ve baruta yonelmekte, karsisinda "dusman" aramakta, bulamadigi zaman kendine, kendi degerlerine saldirmakta, kendi oz kardesini bogazlamaktadir.
Ustelik, bu "cokuntu ve azginlik nobetleri" yanliz o ulkelerde kalmamakta, "gayretkes veya ozgurlukcu" basin ve yayin organlari kanali ile dunyanin en ucra koselerine kadar
yayilmaktadir. "Gizli yer alti orgutleri" veya "karanlik gucler" ise bunlara silah, cephane, uyusturucu madde, vicdanlari ve kafalari karartan kitaplar temin ederek insanligin bu korkunc yarasini "onulmaz bir dert" halinde tutarak somurmeye calismaktadirlar.
Muzdarip insanlik kendisini huzura kavusturacak inanci, fikir sistemini, nizami ve samimi kadrolari her zamandan daha fazla hasretle beklemekte ve aramaktadir. Insanlar, icin icin bir arastirma gayretiyle dunyanin her tarafina kosmakta, dinleri, felsefeleri, eski kitapliklari kurcalamakta yeni sesleri dinlemektedirler. Kizil ve kara emperyalizmin magduru olan
insanlik, bir sey bulurum umidi ile Budizm bile incelemekte, Filipinlerdeki "sihirbazdan" medet ummaktadir. Bati'li filozof, felsefe problemleri uzerinde beynini zorlarken, ister materyalist, ister spiritualist, ister realist olsun, kendi insaninin vicdanini ve aklini karistirmis, onlari bunalimdan bunalima itmis, onlara suphe, huzursuzluk ve tedirginlikten otesini verememistir. Yuce peygamberleri insanlarin gonullerinden uzaklastirarak, onlarin yerine kendisini oturtmak isteyen "kizil ve kara renkli filozof", buna muvaffak olamadigi gibi, simdi bizzat hazirladigi "bunalim" karsisinda saskindir. Akli "vahyin sahasinda" kosturmak
isteyen, bu suretle bizzat akli tehlikeye maruz birakan bati'li filozof, simdi, akil hastaliklarinin ve akil hastalarinin cizdigi grafik karsisinda apisip kalmistir. P***iatrist Henry Linck'in "The Return to Religion" (Dine Donus) cigligina ragmen, kara ve kizil dunya, artik bu ihtari duyamaz ve anliyamaz duruma getirilmistir.
Çağımız İnsanı, İnsana yabancılaştırılmıştır
Çağimiz derken, ucyuz yillik bir zaman bolumunu kasdetmekteyiz. Bu, 18., 19. ve 20. yuzyillari icine alir.Bundan onceki donemlerde, insanoglunun durumu, ker kit'ada ve
iklimde ayri ayri olmakla birlikte, genel olarak denebilir ki, atalarimiz, dis dunyadan cok, insan problemi etrafinda daha cok dusunuyorlardi. Eski Yunan'da "kendini bilmek" filozofinin temeli idi. Bu dusunce uzun zaman Bati Dunya'sinda onemli bir yer tuttu. Islam Dunya'sinda ise, yuce sahabi kadrosu, "kendini bilen Allah'i bilir" olcusu icinde hareket ediyordu. Dr. Alexis Carrel'e (1873-1944) gore de "modern insan, tipki ormanda
kaybolmus bir cocuk gibi, kendi yarattigi alemde maksatsiz oradan oraya dolasmaktadir." (Bakiniz, insanlar Uyanin, Alexis Carrel (L.Yazicioglu sf:105, Istanbul, 1956)
Yuce ve mukaddes kitabimiz Kur'an-i Kerim'de "insanin en guzel bir surette yaratildigi" ve insanin Allah'in yeryuzundeki "halifesi" olmakla sereflendirildigi bildirilir. Bu sebepten
sairlerimiz insani "alemin ozu" olarak gonullere islerdi. Insan guzel, insan ulvi, insan sevgi ve saygiya degerdi. Ilahi tecelliler, bu "camur dunya" uzerinde piril piril bir "ayna" gibi duran
insanin gonul ve suuruna ulasirdi. Sonra birseyler oldu. Bazi insanlar, her ne hikmetse, "Insan efsanesini yikmaya" karar verdi. Daha 18.yuzyilda J.J. Rousseau, Musavatsizlik uzerine Nutuk adi ile dilimize cevrilmis kitabinda: "tefekkur halinin tabiata aykiri bir hal oldugunu, tekemmul eden insanin soysuzlasmis bir hayvan oldugunu" iddia ederken, Montaigne, denemelerinde, insana "hasta hayvan" sifatini yakistiriyordu.
Ote yandan, S.Freud, insanin, hayvani insiyaklarinin ustunde, ulvi degerlere ve hayat tarzina tirmanisini "sublimation" adini verdigi patolojik (marazi) bir mekanizmaya baglamaya
calisiyordu. 19.yuzyil marksistleri ise "tek deger emek" slogani ile insanin "kol ve kas gucunu" esas alarak "proletaryayi" (kol iscisini) guya yuceltiyorlardi. Zaten materyalizmin unlu p***ologu(!) Ivan Pavlov, insanda ruh, suur, irade gibi kavramlari reddediyor, insani sadece refleksler kompozisyonu tarzinda inceliyordu. Bu gayretler ilim adina da surduruluyordu Insan efsanesini yikmak isteyenler, acaip teoriler gelistirerek insanin Ademogullari olmadigini, hasa peygamberleri tekzip gayreti ile bizzat ilme ve veraset kanunlarina ters dusen teorileri propaganda ediyorlardi. Nerede ise, kavunu kabagin, leylegi sercenin, cinari maydanozun "evrimlesmesi" ile aciklayacak ve savunacak bu adamlar, insani su veya bu hayvana baglamak yoluna giriyorlardi. Artik dunya, nerede ise "en uygar hayvaniz biz" sarkisini koro halinde soylemeye hazirlaniyor. Mahkeme karari ile 1978 Turkiye'sinde "Eurovision yarismasina" hak kazanan bu "beste" juri tarafindan ikinci degilde birinci ilan edilse idi, belki dunya, bu imkani daha cabuk elde edecekti.
Evet, evet, materyalist dunyada, insan, kendini kaybetmek uzeredir. Dr.A.Carrel'in "insanlar uyanin" cigligi uyusturulmus, ve sartlandirilmis beyinlere artik ulasmiyor. Cilgin bir muzigin refakatinde insanlar, bir yerlere dogru suruklenip goturuluyor.
Hür İnsan
Sayilarda anlasmak kolaydir da, kelimelerde ve kavramlarda anlasmak zordur. Bu sebepten ilim adamlari, matematigi yanliz bir ilim olarak degil, "metodoloji" olarak da ele almislardir.
Gunumuzde "hur insan" (ozgur insan), "tutsak insan" sozunun cok ve *** kullanildigina sahit oluyoruz. Egitim insani "ozgurlustermeli, tutsak etmemelidir" kabilinden beyanlara ve
yazilara *** *** rastlar olduk.
Gercekten nedir hurriyet? Hangi insan "hur" hangi insan "tutsak"tir? Egitim, insani nasil "hur" yine nasil "tutsak kafali" edebilir?
Hurriyetin gercekte bircok tarifi ve yorumu vardir. Felsefede "hurriyet, etkisiz tepki yapabilmektedir". Yani insanin, hicbir dis etkiye maruz kalmadan, hicbir zorlama olmadan, kendi iradesi ile davranabilmesidir. Oysa bu mumkun degildir. Cunku her yaratik gibi, insan da cok faktorlu bir determinizme baglidir. Insani da faaliyetine zorlayan biyolojik "p***olojik, tabii, ekonomik, sosyal, kulturel ve politik sebepler vardir ve insan davranisi bunlardan bagimsiz degildir.
Bugun, ister politika meydaninda, ister politika disinda konusan, yazan ve beyanat veren hicbir kimse yoktur ki, boyle bir determinizmin disinda bulunsun. A ve B adindaki iki sahis,
bir konuda inandiklari dusuncelerini ortaya koyarken, birbirine zit dusebilirler. Soyler misiniz, bunlardan hangisi "ozgur", hangisi "tutsak" insandir? Her ikisi de, bu cemiyetin
cocuklaridir, her ikisi de asagi yukari ayni egitimden gecmisler, her ikisi de icinde dogup buyudukleri sosyal, kulturel, ekonomik ve politik ortamdan etkilenmistir, fakat farkli
kadrolarda yerlerini bulmuslar, simdi karsilikli gecmisler "sen tutsak insansin", "ben ozgur insanim" mi demektedirler?
Yadirgadigimiz nokta suradadir: Egitilmis her insan, etkilenmis ve bu etkileri sahsiyetinde yeni bir terkibe ulastirmis kimsedir; dolayisi ile kendinden cok cemiyetin mahsuludur. Insanin, kendi sahsiyetinde cok az payi vardir. Hurriyet, yoksa bu payin adi mi?
18. yuzyil Avrupasi'ndan dunyaya yayilan bir "liberte" (hurriyet) cigligi vardi. Bu ciglik, o tarihlerde ve bir yuzyil sonra bile, "ferdin toplumdan kopardigi ve koparmak istedigi alternatifleri" ifade ediyordu. Kisi, toplumun koydugu politik, dini, ahlaki, hukuki, fikri, ... normalarin sertliginden ***ayet ediyor, "sosyal kontrolun" askisini hafifletmek istiyordu. Liberal adam (ozgur insan), "toplumun sansurunden" rahatsiz olan, "ozel hayatina"
deger veren ve kendini yasamak isteyen bir tipti. Alman fikir adami Nietzsche (Nice)'de, "suru'den kurtulmak", "topluma tapinmaktan" kacmak, "ego"yu tanrilastirmak biciminde ortaya cikan, once "individualizme" (ferdiyetcilige), sonra da anarsizme varan bu hurriyet (ozgurluk) anlayisi, sert toplumcu reaksiyonlara ve direnislere vesile olmustur. Su halde hur insan (ozgur adam) "cemiyete kafa tutan, onun din, ahlak, hukuk ve toresine" ters dusen adam da olamaz.
Su halde kimdir hur insan (ozgur insan)? Hep dusunen, arastiran, kritik eden, karar vermekte acele etmeyen, karar verdikten sonra azim ve sebat gostererek yolunda yuruyen
kimse midir? Buna, belki diyebiliriz. Ama bir sartla, dusunme, arastirma, kritik etme, karar verme, inanma ve sebatla yurume vetiresine yon ve bicim veren hareket noktasini bilmek kaydi ile. Cunku felsefe tarihini tarihini dolduran fikir adamlari, politika sahnesini kaplayan kisi ve kadrolar dusunme, arastirma, kritik etme, karar verme, inanma ve sebatla yurume
gibi zihni ve akli fonksiyonlara mutlaka yer veriyorlardir, fakat cikis noktalari ve bunlara yon veren prensipleri farklidir.
Bununla beraber, her biri bir digerini "tutsak kafali" olmakla itham edebilir. O halde onemli olan hareket noktasini secmekte midir? Yani hur insan (ozgur insan) ilk adimini saglam atan
insan midir? Ferdi, ahlak anlayisinin temeline olan Nice mi, yoksa ahlak anlayisinin temeline toplumu oturtarak bir vazife suuru ile hareket etmemizi isterken E.Durkheim mi saglam
adim atmisti? Bunlardan hangisi hangisi "ozgur kafali" hangisi "tutsak kafali" idi? Goruluyor ki, bu da cikis kapisi vermiyor.
Turk-Islam Ulkusu acisindan durum daha farkli bir bicimde ele alinmalidir. Islam dunyasinin yetistirdigi unlu ilim ve din adamlarindan Imam-I Kuseyri (miladi: 986-1074), (esas adI Ebul KasIm Abdulkerim Bin Havazin'dir), Risale-i Kuseyriyye adlI kitabinda hurriyeti, "Allah'tan gayrisina kul olmak" biciminde tarif eder. Bu anlayis, Islamin hurriyet tarifini ozetler.
Gercekten de musluman, Allah'tan gayrisina kul olmaz ve hareketlerine Allah'in rizasindan baska bir cikis noktasi aramaz. O "egosunu" da, toplumu da putlastirmaz. Bu sebepten
objektif ve subjektif butun sahte mabutlari kafasinda ve gonlunde kirar, mutlak varlik olan Allah'tan gayri ilah tanimaz. Islam'in "Allah'tan baska ilah yoktur" parolasi, insana hur
olmanin da sirlarini verir.
Butun bunlardan sonra denebilir ki Turk-Islam Ulkusunde hurriyet, "Allah'tan baska ilah yoktur" olcusu ile hareket edebilmektedir. Bize, bu muhtesem cumleyi ogreten yuce ve
sanli peygambere selâm olsun.
Fikir Sistemi
Ulkemizde, nasil meydana geldigi ayri bir tartisma konusu olan "kavram kargasaligi" belasi yuzunden, gercekten anlasmak zorlasmistir. Sistem, doktrin, program, plan, strateji.. gibi
kavramlar icice girmis, cok defa birbirlerinin yerine kullanilir duruma getirilerek zihinler karistirilmistir. Oysa, bunlar farkli seylerdir.
Herseyden once fikir sistemi, belli bir cikis noktasindan hareketle, aklin kanunlarina ve aklin metodlarina gore sistemli bir zihni arastirma yoluyla "bilgi problemine" (bilgini mensei,
bilginin degeri, hakikat problemi gibi konularda), "varlik problemine" (varligin mahiyeti, esasi nedir? Madde, hayat, ruh, Allah nedir? Varlik tek midir, cok mudur, zaman, mekan ne demektir? gibi sorulara), "fiil (action) problemine" (hurriyet, kader, determinizm, irade ve sorumluluk gibi konularda) kendi arasinda tutarli bir genel bakis ve yorum getirmeyi ifade eder.
Felsefe, sira ile "bilgi teorisi" (Epistemologie), "varlik teorisi" (Ontologie) "fiil (action) teorisi" adini verdikleri konularda, kendi icinde tutarli bir yorumlama bicimidir. Peygamberler, bu konularda "vahyin rehberligindeki bir akil ile" filozoflar ise, kendi kendini kurtarmayi iddia eden bir "trajik" akilla cozum ve yorum getirmeye calismislardir. Peygamberler ve veliler, akil ve dusunmeyi degerli bulduklari halde, yukarida saydigimiz
konularda, bu kaabileyetlerimizin, insanlari tatmine ve huzura kavusturacak bir gucte olmadiklarini belirtiyorlar. Filozoflarin, butun felsefe tarihinin incelenmesinden de gorulecegi uzere, birbirleri ile bogusup durduklarini, "akil ve akli yikarak" bugune geldiklerini, insanlara "iman ve huzur" yerine, suphe ve tedirginlik getirdiklerini hakli olarak ortaya koyuyorlar. Dinimiz, insanlarin, bu konuda da, Allah'in "yardim ve merhametine muhtac olduklarini", peygamberlerin bu sebeple gonderildigini, bu problemlere "vahyin" yardimi ile ama yine akilla ve dusunerek ulasilabilecegini israrla belirtir. Gercekten de
"vahyin aydinligini yitiren" bugunun, cesitli renkteki felsefi akimlari icinde "bunalmis insanini" gordukce bu hakikat daha iyi anlasilmaktadir.
Islam'a gore, "tam akil", Allah'tan gayrisini baglayan "sunnetullah"tir, "adetullah"tir. Buna "akl-i kull" de denir. Akl-i kull, butun yaratiklari icten ve distan kusatan ve dizginleyen
"alemsumul" nizamdir. Bu nizamin sirlari ve incelikleri, cok ustun ve seckin yaradilisa sahip peygamberlere vahiy ile verilmistir. Bu sebepten, en yuce insan olan Peygamberimiz
(O'na selam olsun), "akl-i kull" sahibi idi. Butun varligi, butun kipirdanislari "tevhid" nuru ile cozuyordu. Peygambere inanmayan ve beser tarihi icinde bir gercek olan "peygamberlik
gorevine" inanmayan bir "akla", bu soylediklerimizi kabul ettiremezsiniz. Tevhid nurunu kaybeden bu "akil kirintilari", kendilerini bunaltmaya mahkumdurlar.
Tevhid nurundan habersiz kalan "akl-i cuzz" sahipleri, ciliz idraklerinin kandillerinde, suurlarini daraltmaktan ote birsey bulamadilar. Yahut, onlar, "Zifiri karanlik gecede, simseklerin ve yildirimlarin kisa sureli aydinliginda yol bulmaya calisan kimseler" gibi saskin ve tedirgin kaldilar. Islamda, boyle bir akil cabasina "akl-i sakim" adi verilir. Akl-i sakim, dar nefsaniyete bagli bir idrak kostegidir.
Akl-i selim ise, "vahyin sahasinda" at kosturmak yerine, bir "kitab-i ekber" olan alemdeki varliklari ve olaylari, mutlak varlik olan Allah'tan idrakimize ulasan "mesajlar" durumunda
ale alir, "tevhidin isiginda" onlari anlamaya ve yorumlamaya calisir. Dinimiz, asla akli susturmaz, onu Mevlana Celaleddin-i Rumi'nin deyimi ile "parca akil" olmaktan kurtarir, nefsin (ego'nun) karanligindan "tevhidin nuruna" cikarir; dusunmeye ve arastirmaya "bir ibadet" ask ve huzuru getirir. Imam-i Gazali ve Imam-i Rabbani ve daha niceleri, iste bu suretle calisan, dusunen ve dunyanin hayranligini toplayan velilerimiz ve mutefekkirlerimizdir. Turk-Islam Ulkuculerinin "fikir sistemi" Allah ve Resulunun cizgisinde yuruyen "akl-i selim" sahibi, bir yuce veliler ve mutefekkirler kafilesince yogrulmustur.
Kara ve kizil renkli filozoflar, ister materyalist, ister idealist, ister spiritualist... olmak iddiasini tasisinlar, Batili insana ve onlarin yolunda gidenlere birsey veremediler, istiraplarina care bulamadilar. Bugun ya kopkoyu bir materyalizm, ya tedirgin
edici bir supheciligin girdabinda bogulan, yahut bir "felsefesizlik felsefesine" siginarak intihar etmek korkusu ile "varolmak"tan ote bir saadete yol bulamayan ve tam bir "felsefe sefaletine" yuvarlanan kara ve kizil dunyadan ve onlarin filozoflarindan bizlere bir hayir gelmeyecektir. Fikir sistemi etrafinda simdilik bu kadar duralim. Doktrin, program, plan ve
strateji kavramlari ise "fikir sisteminin" isiginda icinde bulundugumuz zamana, mekana ve sartlara gore giderek detaya inen sosyal, kulturel ekonomik ve politik hedefler, calisma sekilleri ve uygulama metodlarini ifade eder. Sistem cok uzun surelidir, hatta esasta hic degismez, fakat doktrin daha esnek program ise cok dinamiktir. Planlar ise her an
degisebilir. Strateji ise sartlara gore bunlar arasinda birlik, butunluk ve uyumu saglamayi ve kurabilmeyi esas alan prensipler manzumesidir.
İnsanların Bir Dünya Görüşüne İhtiyacı Var
Bu ihtiyac, o kadar kokludur ki, Islam dunyasinda "bir tefekkur tarihi" ve butun dunyada ise koskoca "bir felsefe tarihi" dogmus bulunmaktadir. Tarih ve gunumuzdeki gercekler bize gosteriyor ki, insanlar, arastirmak, dusunmek, inanmak zorundadirlar. Bu ihtiyac alem-sumuldur. Hic kimse, uzun muddet suphede, kararsizlikta, boslukta duramaz. Iyi-kotu,
dogru-yanlis herkes birseylere inanir, genis veya dar herkesin bir "dunya gorusu" vardir.
Ilmi felsefeden ayri olarak varlik, bilgi ve irade problemleri uzerinde calisan, insan ve "insanotesi" uzerinde, toptan bir tefekkure ulasmak isteyen "butuncu" bir zihin cabasina "genel felsefe" diyoruz. Bugune kadar gelen "felsefe tarihi" ve Islam'da, felsefi akimlar karsisinda goruslerini ortaya koyan "ilm-i kelam", daha cok bu turden zihni calismalari
yansitmaktadir.
Genel felsefe, yanliz bilgi dallarindaki gelismelerin isiginda, bir dehanin zekasi ile cagin sevisyesine uygun genel bir senteze ve sisteme ulasmaya calismaz, bir bakima "insan bilgisinin ilmini" yapmaya calisir.
Gunumuzde, ilimlerin cok fazla cesitlenmesi, ihtisas alanlarinin daralmasi bu sentezi basarmak hususunda insan zekasina buyuk guclukler getirmekle beraber, zor olsun, kolay olsun, bu isin basarilmasi konusundaki calismalar devam edecektir ve etmektedir. Cunku, bu durum, boyle bir senteze ulasma ihtiyacini azaltmak yerine daha da cogaltmis bulunmaktadir.
Insan fert ve gruplari, icten baglanacaklari ve kendilerini mutlu kilacak "bir inanc ve dunya gorusu" istemektedirler.
Butun zaman ve mekanlarin insani bu ihtiyacla kivranmaktadir. Bugunun insanini dusunmekten alakoymak icin kurulan tuzaklar, ( cilginca danslar, delice muzikler, arenaya dondurulen stadlar, kumar, fuhus ve uyusturucu madde evleri... ) herseye ragmen "dusunen ve inanan insani" henuz tamamen yikamadi, yok edemedi. "Ilmi felsefe" ile, olaylara ve varliklara, bizzat olaylarin ve varliklarin "objektif verileri" ve iliskileri ile yaklasmak, yorum yapmak ve objelerin dili ile dusunmek esas alindigi halde, "genel felsefe" ile bilgi ve varligin, insan idrakinde ve varliginda "senteze" ulasmasi ve butun varlik tezahurlerinin, belli bir sistem icinde "insanda seyredilmesi" esastir. Boyle bir tefekkur, insanin kendi varligini, butun varlik tezahurlerine "ayna yapmasi" ile dogar.
Varlik aleminde, buyuk kucuk, canli cansiz her varlik, bir radyo vericisi gibi "kendi dili ile" yayin yapar, kendi verileri ile adeta kendini anlatir. Insanoglu ise, idrakini ve zekasini bir
"anten" gibi kainata germis olup bu varlik tezahurlerinden gelen verileri toplamakta, bunlari kendi diline tercume ederek yorumlamaktadir. Bu idrak ve yorumlarin sayisi da "idrak
edicinin" idrak ve zekasina gore cesitlenmekte ve cogalmakta...
Bir tarafta, butun tezahurleri ile varlik, ote tarafta insanin zeka ve idraki bulunmaktadir. Kisacasi, "insan" ve "insanotesi" ikilisinden "butuncu" bir bilgi ve yoruma ulasma cabasina
isterseniz "felsefe", isterseniz "tefekkur" diyebilirsiniz. Insan, kainatin ve butun varlik tezahurlerinin "gozlemcisi", insandan gayri hersey de "insanotesi"dir. Butun bunlardan sonra
bilinmelidir ki "vahyin" ve "tevhid"in nurundan mahrum bir akil, boyle bir sentezi kurmada daima basarisiz kaldi.
Batı Felsefesinde, Varlığın Mahiyeti ve Bilginin Kaynağı
Batı Felsefesinde, Varlığın Mahiyeti ve Bilginin Kaynağı Biz, genc okuyucularimiza, Batili dusuncenin esaslarini kisaca anlatacagiz. "Vahyin aydinligindan" kacarak kendi "idrakini"
gercegin mihengi sanan, Nietzsche' (Nice) nin "trajik adami", yani bir bakima Batili filozof, saclarini ve sakalini yolarak dusunuyor: Acaba bilginin kaynagi objeler (esya) mi, yoksa
"insan zihni" mi? Iste, her rengi ile Bati filozofisinin dimagini eriten, catismalara sebep olan, koskoca "felsefe tarihini" meydana getiren "temel soru" bu olmustur. Evet bilginin kaynagi, "objet" mi, yoksa "sujet" mi? Varligin mahiyeti nedir?
Bilginin kaynagi objelerdir, diyenler de kendi aralarinda anlasamadilar, cesitli ekollere bolunduler. Genellikle "empirisme" (amprizm = tecrubecilik) adini alan bu tur dusunce
sahipleri, sahip oldugumuz her turlu bilginin ve bizzat insan suurunun "dis alemden" gelen tesirlerle kuruldugunu ve yogruldugunu savundular. Hobbes, Epikur, Condillac gibi
filozoflar "sensualist" (ihsasci) bir ekol gelistirerek "bilgimizin ilk unsurlari duyularimizdir, zihnimizde ne varsa disaridan gelmektedir, dimagimiz, bos bir levha gibidir ve gelen ihsaslari (duyulari) kayd eder." Locke, Hume, Stuart Mill, bu dusunceleri cok az degistirerek, disaridan gelen uyaranlarin "pespeseligi" demek olan (association) kavramini kabul ederek aklin bu mekanikligine uyarak kuruldugunu savundular. Bu arada, Bati'da pozitivizmin dogduguna sahit oluyoruz, Auguste Comte, zihin, olaylari, yine olaylarin verileri ile kavrayabilir, o, "Mutlak"i kavrayamaz; Mutlak, ilmimizin disinda kalir, bu sebepten "varlik problemi" (ontoloji) uzerinde arastirma yapmak imkansizdir, pozitif dusunceye ulastiktan sonra, insanin "****fizige" ihtiyaci kalmaz, cagimizda ****fizikcinin
yerini "ilim adami" alacaktir, diye dusunur. Izleyicisi Littre de, Auguste Comte gibi, Mutlak'in kavranamazligini dogru bulmakla beraber, "Mutlak Varligi" kabul eder, ancak
bilgimizin "mutlak alemin" icinde degil kenarinda kaldigini itiraf eder. Hipolite Tain, suurumuz icin var olan bilginin yalniz "fenomenlerden" gelen duyulardan ve bunlarin
birlestirilmesinden ibaret oldugunu, bunun disinda birsey bilemeyecegimizi savunurken, S. Mill ise, insan zihninin ancak tecrube ile bilebilecegini, onun otesine gecemiyecegini
belirtiyordu.
Demokrit ve Epikur ile baslayan "materialisme" ( maddecilik), Cabanis, Buhner, Haeckel, ... gibilerle gunumuze kadar ulasti. Cabanis: "Hazim nasil midenin bir fonksiyonu ise, dusunce de dimagin bir fonksiyonundan baskasi degildir" derken, Haeckel de insanin, bir madde ve enerji yiginindan baska birsey olmadigini, sonsuz bir mekan ve zaman icinde, daimi bir degisim icinde bulunan madde, yogunlasip cozulerek her turlu olus ve yogrulusa kaynak olmaktadir, butun ruhi olaylar, maddi olaylarin bir tezahurunden ibarettir. Modern materyalizm halen bu noktadadir.
Bilginin kaynagi, insanin zihni ve suurudur, diyenlere gelince, onlar da kendi aralarinda anlasamadilar, farkli ekollerde toplandilar. Genellikle "rasionalisme" (akilcilik) adini
verebilecegimiz bu akimin filozoflari, esya ve olaylari, bilginin temeli degil, belki sebebi saydilar ve bilgiyi tayin eden gucun insan zeka ve suuru oldugunu savundular. Sokrates ve
Platon'la baslayan bu gorus, gunumuze kadar cesitli adlar alarak gelmistir. Idealizm, spiritulaizm, hatta rolativizm ve septisizm (suphecilik ) bu gorusun cesitli gorunuslerini ifade
ederler.
Eski Yunanistan'in unlu filozofu Sokrates, insan bilgisinin "tecrube oncesi ( a priori ) ve "deductif" (tumdengelime ait) bir karakteri oldugunu savunuyor, insan aklinin "mutlak hakikati" kavrayacak gucte ve buna hazir bir bicimde yaratildigini belirtirken, talebesi Platon, gercek, "idea" (kulli ve zaruri fikirler"dir. Objeler itibari (relatif) dir, "idea"lar ise tam ve mukemmeldirler. Platon'un talebesi Aristoteles ise, bilginin iki turlu oldugunu, hem tecrubeden, hem de akildan kaynaklandigini - kendinden cok sonra gelecek E. Kant'i
hatirlatacak bir bicimde - ortaya koyar. Descartes, bilgilerimizin hem objektif, hem de "mutlak" bir deger tasidigini iddia eder, duyular kanaliyla aldigimiz verilerin akli prensiplerle
duzenlendigini belirtir. Akli prensiplerin ise Allah vergisi oldugunu savunur.
Idealizmin en taninmis taraftarlari Berkeley, Hume, Kant, Schelling, Hegel, chopenhauer'dir. Idealizmi daha da hassaslastirarak spiritualisme (ruhculuk) biciminde ele alan H. Bergson'dur. Bunlarin dusuncelerini kisaca ozetlersek, Berkeley'e gore: duyularimiz subjektiftir, duyularimiza gelen verilere "madde" adi verilemez; cunku madde adi verilecek
"bir cevher" yoktur. Butun varliklar ruhlar ve fikirlerden ibarettir, idrakimize yon veren Allah'tir. Berkeley'in bu gorusune "subjektif idealizm" yahut (immaterialisme) adi verilir. Hume, Berkeley'in dusuncelerini daha da ileri goturerek, butun varlik ve tezahurleri "suur olaylarina" icra etti, hem maddeyi, hem de "Mutlak Varligi" inkar etti. E. Kont, bilgimizin izafi oldugunu savunurken dis alemden gelen duyularin verilerini, zihnimiz kendi bunyesi icinde degistirir gorusunu savundu.
Zihnin kategorileri sahsi degildir, kullidir. Fenomeni ( gorunusu) anlamak elimizdedir. Numen'i (asil gercegi) anlamak elimizde degildir, diye dusunen Kant, "pratik akil" icin "****fizik imkanini" kabul ederken "teorik akil" icin bu imkani reddediyordu. Schelling ise, "mutlak" ile "akli" ayni degerler olarak kabul ediyor, tabiatin ve insan zihninin, ayni anda hem objet, hemde sujet oldugunu, ancak, ancak tabiatin daha objektif, insan zihninin daha subjektif oldugunu savunuyor. Ona gore mutlak yahut akil, tabiat ve zihnin sentezini degil ayniyetini ifade ederler. Hegel ise, tabiat ve zihni, Mutlak'in eseri kabul eder, ancak bu "Mutlak Fikir"dir. Cunku fikir ile varlik ayni seydir. Fikir, olus halindedir, yokluk yoktur, yanliz olus vardir. Fikir hareket halinde iken tez, antitez ve sentez safhalarindan
gecer. Fikir varlikta vardir ve tez adini alir. Sonra ziddi ile karsilasir tabiat adini alir bu antitezdir. Bu sentez yeni bir tez olur ve antitezi tarafindan yikilir, bu, boyle devam eder.
Hegel, bu dusuncesini tarih olaylarinin yorumlamasina tatbik ederek "Tarihi idealizmin Diyalektigini" ortaya koyar. Sonradan K. Marx, Hegel'in bu dusuncesini ters cevirerek
"Tarihi Materyalizmin Diyalektigini" kurdugunu iddia edecektir.
Idealistlerden Schopenhauer ise, varligin temelini "irade" olarak gorur. Kainat iradeden baskasi degildir. Her varlik bir iradedir ve irade her varliktadir. Madde, iradenin suursuz halidir, butun kipirdanislar "irade" ifade eder. Butun iyiliklerin ve kotuluklerin kaynagi "yasama iradesidir", mutlak olan bu iradedir. Zihin, yasama iradesinin insandaki gorunusudur, zihin kainatin kendini degil, gorunusunu verir. Mutlak iradenin en onemli eseri varligimizdir, kendimizi inceleyerek alemi tanimaya calismaliyiz, diye dusunur.
Yunanli filozof Platon, insandan once var olan ve olumden sonra da devam eden, maddeden ayri bir ruha inanirken, Aristo, ruhun maddeden dogmadigini, ancak madde ile beraber bulunabilecegini savunur. Descartes, ruh ve bedeni bir digerine paralel fakat farkli mahiyette bulur. Leipniz de asagi yukari boyle dusunur, o ancak ruh ile beden arasindaki ahengi ezeli ve ilahi iradeye baglar. Malebranche, zahiren, dusunen karar veren insanmis gibi gorunse de gercekte bu isi yapan Allah'tir. Allah'in iradesi esas, insanin iradesi vesiledir. Spinoza ise, ruh ve bedeni bir tek cevherin tecellileri olarak yorumlar.
Bu tek cevher ise, Allah'tir. Beden ve ruh arasindaki paralellik, ayni kaynaktan gelmis olmalari ile anlasilir. Fichte de ruhu bedenden ayri olarak gorur. Ravaisson'a gore de, kainata hakim olan guc ruhtur, suurumuz ve zihni kaabiliyetlerimiz ruhun mahsuludur, ruh ölmez. H. Bergson'a gore, ruh ve madde birbirine irca edilemez. Ruh keyfiyet, madde kemiyet halindedir, ruh hurriyete, madde zarurete baglidir. Ruh, madde ile temas kurarken bir taraftan onun kaliplarina katlanarak zeka, ilim ve kategorilerin dogmasina sebep olurken, diger taraftan da oradan bir "hayat hamlesinin" fiskirmasina vesile olur.
Hic suphesiz, Bati filozofisi bu kadar basit bir izahin icine sigmaz. Lakin anlatmak istedigimiz sudur, felsefe, akli arastirmaya sevkeder, fakat insana fert ve toplum olarak huzur ve mutluluk veremez. Bunu filozoflardan beklemeyiniz. Bize saadetin sirlarini yüce peygamberler kadrosu (hepsine selâm olsun) vereceklerdir.
"Düşünen insana" saygı duyulur. "Şartlanmış insan" saygıya değer bulunmaz. Düşünen insan araştıran, "hakikata" özlem duyan kimsedir. Şartlanmış insan belli "etkiler" karşısında
önceden proğramlanmış "tepkileri" ve davranışları mekanik olarak yerine getiren bir robotdur da ondan.
"Düşünme" kelimesi, beşer tarihi boyunca, daima her milletin sözlüğünde bulunan çok eski bir kavramdır. Düşünmeyi emretmeyen din, düşünmeyi geliştirmek istemeyen bir eğitim,
bilmem tarihte var mı? Yüce ve mukaddes kitabımız Kur'an-ı Kerim'de belki yüzlerce defa bu emir tekrarlanmıştır. Dinimiz ister ayakta olalım, ister oturalım, ister yatalım, her durumda düşünmemizi, gerçeği aramamızı emreder: " Onlar, ayakta iken, otururken, yanları üstüne yatarken hep Allah'ı hatırlayıp anarlar ve göklerin, yerin yaradılışı hakkında inceden inceye düşünürler" (Kur'an-i Kerim, Al-i İmran Suresi, Ayet:191).
Düşünmek; dinimizce ibadet sayılmıştır. Mütefekkir'ler toplumumuzda saygı ve itibar görmüştür. Bu müşahedemiz, bütün tarihimiz için doğrudur.
"Şartlanma" kelimesi ise, bir terim olarak 20.nci yüzyılın ilk yarısında Rusya'da doğmuş "materyalist ve komunist" sistemin "eğitim ve öğretim" anlayışını şekillendirmiş bir kavramdır.
Lenin ve arkadasları, "komunist devrimini" hazırlarken, Rus ilim adamı Ivan Pavlov da, o tarihlerde, ruh , şuur, düşünme gibi "p***olojik kavramları" red ediyor. Bunların yerine
"refleksoloji"yi koyuyor. "Eğitim ve öğretim, şartlandırmalardan ibarettir" tezini savunuyor, köpekler üzerinde "et" ve "zil" ile çalışmalar yaparak "şartlı tepkiler" kavramlarını geliştirip bunları "insan terbiyesine uygulamak" üzere "devrimcilere" yol gösteriyordu. Görülüyor ki, "şartlandırma", komunist ve materyalist bir eğitim ve öğretim buluşudur ve anlayışıdır. "Bir
köpeğin serüvenleri" adı ile televizyonda seyrettiğimiz seri filmdeki "joe" adlı köpek, "belli şartlarda belli mekanik tepki ve davranışlara şartlandırılmış" ve "tetik kelime" söylenir
söylenmez gerekenleri bir robot sadakati ile yapmaktadır. İşte materyalizmin ve komunizmin savunduğu "öğrenme ve eğitim p***olojisi(!)" bu espri ve anlayış üzerine oturmuş bulunmaktadır. Komunist militanların da, önünde öfkelendikleri böyle "tetik kelimeler" vardır. Bir komunist, Allah, millet, vatan, mülkiyet.. gibi kavramlar karşısında adeta köpürür, "Bozkurt" kavramı karşısında adeta kudurur. Çünkü şartlanmıştır.
Düşünme ise, böyle değildir. Bir problem karşısında insanların çeşitli hipotezler kurması, bunların ışığında bilgi toplaması, topladığı bilgileri objektivizme ve determinizme uygun bir
yoruma tabi tutması ve makul sonuçlara varılması için zihnin soğukkanlı ve sistemli bir çaba icinde bulunmasıdır düşünme.
Bunun için tercih edilir. Bununla beraber, insanın hayatında "şartlanmaların" rolü inkar edilemez. Ancak insanın davranışlarında, düşünmeye, şartlandırmadan daha önemli bir
yer vermek esastır. İnsanın ruhi değerlerini inkar eden bir eğitim, hiç şüphesiz yanlış olacaktır.
Türk-İslam Ülküsü, düşünmeyi emreden araştırmayı ibadet sayan, "taklidi iman" dan "tahkiki imana" çıkmayı isteyen yüce peygamberin (O'na selam olsun) yoludur. Şartlandırma ise komunist ve materyalist doktrinin temelidir.
Bütün Dünyada Hüküm Süren Bir Felsefe Sefaleti Var
Evet, butun dunyayi kaplayan bu felsefe ve inanc sefaletini gormemeye imkan yoktur. Anarsi, herseyden once kafalarda ve gonullerde yerlesmis bulunuyor. Baska insanlarin kanlari ve goz yaslari uzerine kurulu da olsa, refah ve zenginlik icinde yuzen muhtelif renkteki emperyalist ulkelerdeki insanlar, kafa ve gonullerini saran bu "anarsi"nin dogurdugu sanci ve istirabi butun dehseti ile yasiyorlar.
Bugun zengin ve mureffeh bildigimiz bircok ulkede intihar grafikleri yukselmekte, uyusturucu madde duskunleri cogalmakta, ruh hastaliklari ve akil hastaliklari doludizgin
kosmaktadir. Almanya'da, Danimarka'da, Finlandiya'da, Isvec'te intihar oranlari diger ulkelere nazaran daha fazla artmaktadir. Ote yandan Amerika'da beyazlar arasindaki
intihar orani, beyaz olmayanlara nazaran uc kat fazladir.
(Bakiniz, intiharin P***odinamikleri, Dr. Nezahat Arkun, Istanbul - 1963 sayfa 49, tablo-13).
Kara ve kizil dunyada nihilist, inancsiz, melankolik, saldirgan,alkolik nesiller bir cig gibi buyumekte, huzursuz nesiller "bunalimlarini" tatmin icin kan ve baruta yonelmekte, karsisinda "dusman" aramakta, bulamadigi zaman kendine, kendi degerlerine saldirmakta, kendi oz kardesini bogazlamaktadir.
Ustelik, bu "cokuntu ve azginlik nobetleri" yanliz o ulkelerde kalmamakta, "gayretkes veya ozgurlukcu" basin ve yayin organlari kanali ile dunyanin en ucra koselerine kadar
yayilmaktadir. "Gizli yer alti orgutleri" veya "karanlik gucler" ise bunlara silah, cephane, uyusturucu madde, vicdanlari ve kafalari karartan kitaplar temin ederek insanligin bu korkunc yarasini "onulmaz bir dert" halinde tutarak somurmeye calismaktadirlar.
Muzdarip insanlik kendisini huzura kavusturacak inanci, fikir sistemini, nizami ve samimi kadrolari her zamandan daha fazla hasretle beklemekte ve aramaktadir. Insanlar, icin icin bir arastirma gayretiyle dunyanin her tarafina kosmakta, dinleri, felsefeleri, eski kitapliklari kurcalamakta yeni sesleri dinlemektedirler. Kizil ve kara emperyalizmin magduru olan
insanlik, bir sey bulurum umidi ile Budizm bile incelemekte, Filipinlerdeki "sihirbazdan" medet ummaktadir. Bati'li filozof, felsefe problemleri uzerinde beynini zorlarken, ister materyalist, ister spiritualist, ister realist olsun, kendi insaninin vicdanini ve aklini karistirmis, onlari bunalimdan bunalima itmis, onlara suphe, huzursuzluk ve tedirginlikten otesini verememistir. Yuce peygamberleri insanlarin gonullerinden uzaklastirarak, onlarin yerine kendisini oturtmak isteyen "kizil ve kara renkli filozof", buna muvaffak olamadigi gibi, simdi bizzat hazirladigi "bunalim" karsisinda saskindir. Akli "vahyin sahasinda" kosturmak
isteyen, bu suretle bizzat akli tehlikeye maruz birakan bati'li filozof, simdi, akil hastaliklarinin ve akil hastalarinin cizdigi grafik karsisinda apisip kalmistir. P***iatrist Henry Linck'in "The Return to Religion" (Dine Donus) cigligina ragmen, kara ve kizil dunya, artik bu ihtari duyamaz ve anliyamaz duruma getirilmistir.
Çağımız İnsanı, İnsana yabancılaştırılmıştır
Çağimiz derken, ucyuz yillik bir zaman bolumunu kasdetmekteyiz. Bu, 18., 19. ve 20. yuzyillari icine alir.Bundan onceki donemlerde, insanoglunun durumu, ker kit'ada ve
iklimde ayri ayri olmakla birlikte, genel olarak denebilir ki, atalarimiz, dis dunyadan cok, insan problemi etrafinda daha cok dusunuyorlardi. Eski Yunan'da "kendini bilmek" filozofinin temeli idi. Bu dusunce uzun zaman Bati Dunya'sinda onemli bir yer tuttu. Islam Dunya'sinda ise, yuce sahabi kadrosu, "kendini bilen Allah'i bilir" olcusu icinde hareket ediyordu. Dr. Alexis Carrel'e (1873-1944) gore de "modern insan, tipki ormanda
kaybolmus bir cocuk gibi, kendi yarattigi alemde maksatsiz oradan oraya dolasmaktadir." (Bakiniz, insanlar Uyanin, Alexis Carrel (L.Yazicioglu sf:105, Istanbul, 1956)
Yuce ve mukaddes kitabimiz Kur'an-i Kerim'de "insanin en guzel bir surette yaratildigi" ve insanin Allah'in yeryuzundeki "halifesi" olmakla sereflendirildigi bildirilir. Bu sebepten
sairlerimiz insani "alemin ozu" olarak gonullere islerdi. Insan guzel, insan ulvi, insan sevgi ve saygiya degerdi. Ilahi tecelliler, bu "camur dunya" uzerinde piril piril bir "ayna" gibi duran
insanin gonul ve suuruna ulasirdi. Sonra birseyler oldu. Bazi insanlar, her ne hikmetse, "Insan efsanesini yikmaya" karar verdi. Daha 18.yuzyilda J.J. Rousseau, Musavatsizlik uzerine Nutuk adi ile dilimize cevrilmis kitabinda: "tefekkur halinin tabiata aykiri bir hal oldugunu, tekemmul eden insanin soysuzlasmis bir hayvan oldugunu" iddia ederken, Montaigne, denemelerinde, insana "hasta hayvan" sifatini yakistiriyordu.
Ote yandan, S.Freud, insanin, hayvani insiyaklarinin ustunde, ulvi degerlere ve hayat tarzina tirmanisini "sublimation" adini verdigi patolojik (marazi) bir mekanizmaya baglamaya
calisiyordu. 19.yuzyil marksistleri ise "tek deger emek" slogani ile insanin "kol ve kas gucunu" esas alarak "proletaryayi" (kol iscisini) guya yuceltiyorlardi. Zaten materyalizmin unlu p***ologu(!) Ivan Pavlov, insanda ruh, suur, irade gibi kavramlari reddediyor, insani sadece refleksler kompozisyonu tarzinda inceliyordu. Bu gayretler ilim adina da surduruluyordu Insan efsanesini yikmak isteyenler, acaip teoriler gelistirerek insanin Ademogullari olmadigini, hasa peygamberleri tekzip gayreti ile bizzat ilme ve veraset kanunlarina ters dusen teorileri propaganda ediyorlardi. Nerede ise, kavunu kabagin, leylegi sercenin, cinari maydanozun "evrimlesmesi" ile aciklayacak ve savunacak bu adamlar, insani su veya bu hayvana baglamak yoluna giriyorlardi. Artik dunya, nerede ise "en uygar hayvaniz biz" sarkisini koro halinde soylemeye hazirlaniyor. Mahkeme karari ile 1978 Turkiye'sinde "Eurovision yarismasina" hak kazanan bu "beste" juri tarafindan ikinci degilde birinci ilan edilse idi, belki dunya, bu imkani daha cabuk elde edecekti.
Evet, evet, materyalist dunyada, insan, kendini kaybetmek uzeredir. Dr.A.Carrel'in "insanlar uyanin" cigligi uyusturulmus, ve sartlandirilmis beyinlere artik ulasmiyor. Cilgin bir muzigin refakatinde insanlar, bir yerlere dogru suruklenip goturuluyor.
Hür İnsan
Sayilarda anlasmak kolaydir da, kelimelerde ve kavramlarda anlasmak zordur. Bu sebepten ilim adamlari, matematigi yanliz bir ilim olarak degil, "metodoloji" olarak da ele almislardir.
Gunumuzde "hur insan" (ozgur insan), "tutsak insan" sozunun cok ve *** kullanildigina sahit oluyoruz. Egitim insani "ozgurlustermeli, tutsak etmemelidir" kabilinden beyanlara ve
yazilara *** *** rastlar olduk.
Gercekten nedir hurriyet? Hangi insan "hur" hangi insan "tutsak"tir? Egitim, insani nasil "hur" yine nasil "tutsak kafali" edebilir?
Hurriyetin gercekte bircok tarifi ve yorumu vardir. Felsefede "hurriyet, etkisiz tepki yapabilmektedir". Yani insanin, hicbir dis etkiye maruz kalmadan, hicbir zorlama olmadan, kendi iradesi ile davranabilmesidir. Oysa bu mumkun degildir. Cunku her yaratik gibi, insan da cok faktorlu bir determinizme baglidir. Insani da faaliyetine zorlayan biyolojik "p***olojik, tabii, ekonomik, sosyal, kulturel ve politik sebepler vardir ve insan davranisi bunlardan bagimsiz degildir.
Bugun, ister politika meydaninda, ister politika disinda konusan, yazan ve beyanat veren hicbir kimse yoktur ki, boyle bir determinizmin disinda bulunsun. A ve B adindaki iki sahis,
bir konuda inandiklari dusuncelerini ortaya koyarken, birbirine zit dusebilirler. Soyler misiniz, bunlardan hangisi "ozgur", hangisi "tutsak" insandir? Her ikisi de, bu cemiyetin
cocuklaridir, her ikisi de asagi yukari ayni egitimden gecmisler, her ikisi de icinde dogup buyudukleri sosyal, kulturel, ekonomik ve politik ortamdan etkilenmistir, fakat farkli
kadrolarda yerlerini bulmuslar, simdi karsilikli gecmisler "sen tutsak insansin", "ben ozgur insanim" mi demektedirler?
Yadirgadigimiz nokta suradadir: Egitilmis her insan, etkilenmis ve bu etkileri sahsiyetinde yeni bir terkibe ulastirmis kimsedir; dolayisi ile kendinden cok cemiyetin mahsuludur. Insanin, kendi sahsiyetinde cok az payi vardir. Hurriyet, yoksa bu payin adi mi?
18. yuzyil Avrupasi'ndan dunyaya yayilan bir "liberte" (hurriyet) cigligi vardi. Bu ciglik, o tarihlerde ve bir yuzyil sonra bile, "ferdin toplumdan kopardigi ve koparmak istedigi alternatifleri" ifade ediyordu. Kisi, toplumun koydugu politik, dini, ahlaki, hukuki, fikri, ... normalarin sertliginden ***ayet ediyor, "sosyal kontrolun" askisini hafifletmek istiyordu. Liberal adam (ozgur insan), "toplumun sansurunden" rahatsiz olan, "ozel hayatina"
deger veren ve kendini yasamak isteyen bir tipti. Alman fikir adami Nietzsche (Nice)'de, "suru'den kurtulmak", "topluma tapinmaktan" kacmak, "ego"yu tanrilastirmak biciminde ortaya cikan, once "individualizme" (ferdiyetcilige), sonra da anarsizme varan bu hurriyet (ozgurluk) anlayisi, sert toplumcu reaksiyonlara ve direnislere vesile olmustur. Su halde hur insan (ozgur adam) "cemiyete kafa tutan, onun din, ahlak, hukuk ve toresine" ters dusen adam da olamaz.
Su halde kimdir hur insan (ozgur insan)? Hep dusunen, arastiran, kritik eden, karar vermekte acele etmeyen, karar verdikten sonra azim ve sebat gostererek yolunda yuruyen
kimse midir? Buna, belki diyebiliriz. Ama bir sartla, dusunme, arastirma, kritik etme, karar verme, inanma ve sebatla yurume vetiresine yon ve bicim veren hareket noktasini bilmek kaydi ile. Cunku felsefe tarihini tarihini dolduran fikir adamlari, politika sahnesini kaplayan kisi ve kadrolar dusunme, arastirma, kritik etme, karar verme, inanma ve sebatla yurume
gibi zihni ve akli fonksiyonlara mutlaka yer veriyorlardir, fakat cikis noktalari ve bunlara yon veren prensipleri farklidir.
Bununla beraber, her biri bir digerini "tutsak kafali" olmakla itham edebilir. O halde onemli olan hareket noktasini secmekte midir? Yani hur insan (ozgur insan) ilk adimini saglam atan
insan midir? Ferdi, ahlak anlayisinin temeline olan Nice mi, yoksa ahlak anlayisinin temeline toplumu oturtarak bir vazife suuru ile hareket etmemizi isterken E.Durkheim mi saglam
adim atmisti? Bunlardan hangisi hangisi "ozgur kafali" hangisi "tutsak kafali" idi? Goruluyor ki, bu da cikis kapisi vermiyor.
Turk-Islam Ulkusu acisindan durum daha farkli bir bicimde ele alinmalidir. Islam dunyasinin yetistirdigi unlu ilim ve din adamlarindan Imam-I Kuseyri (miladi: 986-1074), (esas adI Ebul KasIm Abdulkerim Bin Havazin'dir), Risale-i Kuseyriyye adlI kitabinda hurriyeti, "Allah'tan gayrisina kul olmak" biciminde tarif eder. Bu anlayis, Islamin hurriyet tarifini ozetler.
Gercekten de musluman, Allah'tan gayrisina kul olmaz ve hareketlerine Allah'in rizasindan baska bir cikis noktasi aramaz. O "egosunu" da, toplumu da putlastirmaz. Bu sebepten
objektif ve subjektif butun sahte mabutlari kafasinda ve gonlunde kirar, mutlak varlik olan Allah'tan gayri ilah tanimaz. Islam'in "Allah'tan baska ilah yoktur" parolasi, insana hur
olmanin da sirlarini verir.
Butun bunlardan sonra denebilir ki Turk-Islam Ulkusunde hurriyet, "Allah'tan baska ilah yoktur" olcusu ile hareket edebilmektedir. Bize, bu muhtesem cumleyi ogreten yuce ve
sanli peygambere selâm olsun.
Fikir Sistemi
Ulkemizde, nasil meydana geldigi ayri bir tartisma konusu olan "kavram kargasaligi" belasi yuzunden, gercekten anlasmak zorlasmistir. Sistem, doktrin, program, plan, strateji.. gibi
kavramlar icice girmis, cok defa birbirlerinin yerine kullanilir duruma getirilerek zihinler karistirilmistir. Oysa, bunlar farkli seylerdir.
Herseyden once fikir sistemi, belli bir cikis noktasindan hareketle, aklin kanunlarina ve aklin metodlarina gore sistemli bir zihni arastirma yoluyla "bilgi problemine" (bilgini mensei,
bilginin degeri, hakikat problemi gibi konularda), "varlik problemine" (varligin mahiyeti, esasi nedir? Madde, hayat, ruh, Allah nedir? Varlik tek midir, cok mudur, zaman, mekan ne demektir? gibi sorulara), "fiil (action) problemine" (hurriyet, kader, determinizm, irade ve sorumluluk gibi konularda) kendi arasinda tutarli bir genel bakis ve yorum getirmeyi ifade eder.
Felsefe, sira ile "bilgi teorisi" (Epistemologie), "varlik teorisi" (Ontologie) "fiil (action) teorisi" adini verdikleri konularda, kendi icinde tutarli bir yorumlama bicimidir. Peygamberler, bu konularda "vahyin rehberligindeki bir akil ile" filozoflar ise, kendi kendini kurtarmayi iddia eden bir "trajik" akilla cozum ve yorum getirmeye calismislardir. Peygamberler ve veliler, akil ve dusunmeyi degerli bulduklari halde, yukarida saydigimiz
konularda, bu kaabileyetlerimizin, insanlari tatmine ve huzura kavusturacak bir gucte olmadiklarini belirtiyorlar. Filozoflarin, butun felsefe tarihinin incelenmesinden de gorulecegi uzere, birbirleri ile bogusup durduklarini, "akil ve akli yikarak" bugune geldiklerini, insanlara "iman ve huzur" yerine, suphe ve tedirginlik getirdiklerini hakli olarak ortaya koyuyorlar. Dinimiz, insanlarin, bu konuda da, Allah'in "yardim ve merhametine muhtac olduklarini", peygamberlerin bu sebeple gonderildigini, bu problemlere "vahyin" yardimi ile ama yine akilla ve dusunerek ulasilabilecegini israrla belirtir. Gercekten de
"vahyin aydinligini yitiren" bugunun, cesitli renkteki felsefi akimlari icinde "bunalmis insanini" gordukce bu hakikat daha iyi anlasilmaktadir.
Islam'a gore, "tam akil", Allah'tan gayrisini baglayan "sunnetullah"tir, "adetullah"tir. Buna "akl-i kull" de denir. Akl-i kull, butun yaratiklari icten ve distan kusatan ve dizginleyen
"alemsumul" nizamdir. Bu nizamin sirlari ve incelikleri, cok ustun ve seckin yaradilisa sahip peygamberlere vahiy ile verilmistir. Bu sebepten, en yuce insan olan Peygamberimiz
(O'na selam olsun), "akl-i kull" sahibi idi. Butun varligi, butun kipirdanislari "tevhid" nuru ile cozuyordu. Peygambere inanmayan ve beser tarihi icinde bir gercek olan "peygamberlik
gorevine" inanmayan bir "akla", bu soylediklerimizi kabul ettiremezsiniz. Tevhid nurunu kaybeden bu "akil kirintilari", kendilerini bunaltmaya mahkumdurlar.
Tevhid nurundan habersiz kalan "akl-i cuzz" sahipleri, ciliz idraklerinin kandillerinde, suurlarini daraltmaktan ote birsey bulamadilar. Yahut, onlar, "Zifiri karanlik gecede, simseklerin ve yildirimlarin kisa sureli aydinliginda yol bulmaya calisan kimseler" gibi saskin ve tedirgin kaldilar. Islamda, boyle bir akil cabasina "akl-i sakim" adi verilir. Akl-i sakim, dar nefsaniyete bagli bir idrak kostegidir.
Akl-i selim ise, "vahyin sahasinda" at kosturmak yerine, bir "kitab-i ekber" olan alemdeki varliklari ve olaylari, mutlak varlik olan Allah'tan idrakimize ulasan "mesajlar" durumunda
ale alir, "tevhidin isiginda" onlari anlamaya ve yorumlamaya calisir. Dinimiz, asla akli susturmaz, onu Mevlana Celaleddin-i Rumi'nin deyimi ile "parca akil" olmaktan kurtarir, nefsin (ego'nun) karanligindan "tevhidin nuruna" cikarir; dusunmeye ve arastirmaya "bir ibadet" ask ve huzuru getirir. Imam-i Gazali ve Imam-i Rabbani ve daha niceleri, iste bu suretle calisan, dusunen ve dunyanin hayranligini toplayan velilerimiz ve mutefekkirlerimizdir. Turk-Islam Ulkuculerinin "fikir sistemi" Allah ve Resulunun cizgisinde yuruyen "akl-i selim" sahibi, bir yuce veliler ve mutefekkirler kafilesince yogrulmustur.
Kara ve kizil renkli filozoflar, ister materyalist, ister idealist, ister spiritualist... olmak iddiasini tasisinlar, Batili insana ve onlarin yolunda gidenlere birsey veremediler, istiraplarina care bulamadilar. Bugun ya kopkoyu bir materyalizm, ya tedirgin
edici bir supheciligin girdabinda bogulan, yahut bir "felsefesizlik felsefesine" siginarak intihar etmek korkusu ile "varolmak"tan ote bir saadete yol bulamayan ve tam bir "felsefe sefaletine" yuvarlanan kara ve kizil dunyadan ve onlarin filozoflarindan bizlere bir hayir gelmeyecektir. Fikir sistemi etrafinda simdilik bu kadar duralim. Doktrin, program, plan ve
strateji kavramlari ise "fikir sisteminin" isiginda icinde bulundugumuz zamana, mekana ve sartlara gore giderek detaya inen sosyal, kulturel ekonomik ve politik hedefler, calisma sekilleri ve uygulama metodlarini ifade eder. Sistem cok uzun surelidir, hatta esasta hic degismez, fakat doktrin daha esnek program ise cok dinamiktir. Planlar ise her an
degisebilir. Strateji ise sartlara gore bunlar arasinda birlik, butunluk ve uyumu saglamayi ve kurabilmeyi esas alan prensipler manzumesidir.
İnsanların Bir Dünya Görüşüne İhtiyacı Var
Bu ihtiyac, o kadar kokludur ki, Islam dunyasinda "bir tefekkur tarihi" ve butun dunyada ise koskoca "bir felsefe tarihi" dogmus bulunmaktadir. Tarih ve gunumuzdeki gercekler bize gosteriyor ki, insanlar, arastirmak, dusunmek, inanmak zorundadirlar. Bu ihtiyac alem-sumuldur. Hic kimse, uzun muddet suphede, kararsizlikta, boslukta duramaz. Iyi-kotu,
dogru-yanlis herkes birseylere inanir, genis veya dar herkesin bir "dunya gorusu" vardir.
Ilmi felsefeden ayri olarak varlik, bilgi ve irade problemleri uzerinde calisan, insan ve "insanotesi" uzerinde, toptan bir tefekkure ulasmak isteyen "butuncu" bir zihin cabasina "genel felsefe" diyoruz. Bugune kadar gelen "felsefe tarihi" ve Islam'da, felsefi akimlar karsisinda goruslerini ortaya koyan "ilm-i kelam", daha cok bu turden zihni calismalari
yansitmaktadir.
Genel felsefe, yanliz bilgi dallarindaki gelismelerin isiginda, bir dehanin zekasi ile cagin sevisyesine uygun genel bir senteze ve sisteme ulasmaya calismaz, bir bakima "insan bilgisinin ilmini" yapmaya calisir.
Gunumuzde, ilimlerin cok fazla cesitlenmesi, ihtisas alanlarinin daralmasi bu sentezi basarmak hususunda insan zekasina buyuk guclukler getirmekle beraber, zor olsun, kolay olsun, bu isin basarilmasi konusundaki calismalar devam edecektir ve etmektedir. Cunku, bu durum, boyle bir senteze ulasma ihtiyacini azaltmak yerine daha da cogaltmis bulunmaktadir.
Insan fert ve gruplari, icten baglanacaklari ve kendilerini mutlu kilacak "bir inanc ve dunya gorusu" istemektedirler.
Butun zaman ve mekanlarin insani bu ihtiyacla kivranmaktadir. Bugunun insanini dusunmekten alakoymak icin kurulan tuzaklar, ( cilginca danslar, delice muzikler, arenaya dondurulen stadlar, kumar, fuhus ve uyusturucu madde evleri... ) herseye ragmen "dusunen ve inanan insani" henuz tamamen yikamadi, yok edemedi. "Ilmi felsefe" ile, olaylara ve varliklara, bizzat olaylarin ve varliklarin "objektif verileri" ve iliskileri ile yaklasmak, yorum yapmak ve objelerin dili ile dusunmek esas alindigi halde, "genel felsefe" ile bilgi ve varligin, insan idrakinde ve varliginda "senteze" ulasmasi ve butun varlik tezahurlerinin, belli bir sistem icinde "insanda seyredilmesi" esastir. Boyle bir tefekkur, insanin kendi varligini, butun varlik tezahurlerine "ayna yapmasi" ile dogar.
Varlik aleminde, buyuk kucuk, canli cansiz her varlik, bir radyo vericisi gibi "kendi dili ile" yayin yapar, kendi verileri ile adeta kendini anlatir. Insanoglu ise, idrakini ve zekasini bir
"anten" gibi kainata germis olup bu varlik tezahurlerinden gelen verileri toplamakta, bunlari kendi diline tercume ederek yorumlamaktadir. Bu idrak ve yorumlarin sayisi da "idrak
edicinin" idrak ve zekasina gore cesitlenmekte ve cogalmakta...
Bir tarafta, butun tezahurleri ile varlik, ote tarafta insanin zeka ve idraki bulunmaktadir. Kisacasi, "insan" ve "insanotesi" ikilisinden "butuncu" bir bilgi ve yoruma ulasma cabasina
isterseniz "felsefe", isterseniz "tefekkur" diyebilirsiniz. Insan, kainatin ve butun varlik tezahurlerinin "gozlemcisi", insandan gayri hersey de "insanotesi"dir. Butun bunlardan sonra
bilinmelidir ki "vahyin" ve "tevhid"in nurundan mahrum bir akil, boyle bir sentezi kurmada daima basarisiz kaldi.
Batı Felsefesinde, Varlığın Mahiyeti ve Bilginin Kaynağı
Batı Felsefesinde, Varlığın Mahiyeti ve Bilginin Kaynağı Biz, genc okuyucularimiza, Batili dusuncenin esaslarini kisaca anlatacagiz. "Vahyin aydinligindan" kacarak kendi "idrakini"
gercegin mihengi sanan, Nietzsche' (Nice) nin "trajik adami", yani bir bakima Batili filozof, saclarini ve sakalini yolarak dusunuyor: Acaba bilginin kaynagi objeler (esya) mi, yoksa
"insan zihni" mi? Iste, her rengi ile Bati filozofisinin dimagini eriten, catismalara sebep olan, koskoca "felsefe tarihini" meydana getiren "temel soru" bu olmustur. Evet bilginin kaynagi, "objet" mi, yoksa "sujet" mi? Varligin mahiyeti nedir?
Bilginin kaynagi objelerdir, diyenler de kendi aralarinda anlasamadilar, cesitli ekollere bolunduler. Genellikle "empirisme" (amprizm = tecrubecilik) adini alan bu tur dusunce
sahipleri, sahip oldugumuz her turlu bilginin ve bizzat insan suurunun "dis alemden" gelen tesirlerle kuruldugunu ve yogruldugunu savundular. Hobbes, Epikur, Condillac gibi
filozoflar "sensualist" (ihsasci) bir ekol gelistirerek "bilgimizin ilk unsurlari duyularimizdir, zihnimizde ne varsa disaridan gelmektedir, dimagimiz, bos bir levha gibidir ve gelen ihsaslari (duyulari) kayd eder." Locke, Hume, Stuart Mill, bu dusunceleri cok az degistirerek, disaridan gelen uyaranlarin "pespeseligi" demek olan (association) kavramini kabul ederek aklin bu mekanikligine uyarak kuruldugunu savundular. Bu arada, Bati'da pozitivizmin dogduguna sahit oluyoruz, Auguste Comte, zihin, olaylari, yine olaylarin verileri ile kavrayabilir, o, "Mutlak"i kavrayamaz; Mutlak, ilmimizin disinda kalir, bu sebepten "varlik problemi" (ontoloji) uzerinde arastirma yapmak imkansizdir, pozitif dusunceye ulastiktan sonra, insanin "****fizige" ihtiyaci kalmaz, cagimizda ****fizikcinin
yerini "ilim adami" alacaktir, diye dusunur. Izleyicisi Littre de, Auguste Comte gibi, Mutlak'in kavranamazligini dogru bulmakla beraber, "Mutlak Varligi" kabul eder, ancak
bilgimizin "mutlak alemin" icinde degil kenarinda kaldigini itiraf eder. Hipolite Tain, suurumuz icin var olan bilginin yalniz "fenomenlerden" gelen duyulardan ve bunlarin
birlestirilmesinden ibaret oldugunu, bunun disinda birsey bilemeyecegimizi savunurken, S. Mill ise, insan zihninin ancak tecrube ile bilebilecegini, onun otesine gecemiyecegini
belirtiyordu.
Demokrit ve Epikur ile baslayan "materialisme" ( maddecilik), Cabanis, Buhner, Haeckel, ... gibilerle gunumuze kadar ulasti. Cabanis: "Hazim nasil midenin bir fonksiyonu ise, dusunce de dimagin bir fonksiyonundan baskasi degildir" derken, Haeckel de insanin, bir madde ve enerji yiginindan baska birsey olmadigini, sonsuz bir mekan ve zaman icinde, daimi bir degisim icinde bulunan madde, yogunlasip cozulerek her turlu olus ve yogrulusa kaynak olmaktadir, butun ruhi olaylar, maddi olaylarin bir tezahurunden ibarettir. Modern materyalizm halen bu noktadadir.
Bilginin kaynagi, insanin zihni ve suurudur, diyenlere gelince, onlar da kendi aralarinda anlasamadilar, farkli ekollerde toplandilar. Genellikle "rasionalisme" (akilcilik) adini
verebilecegimiz bu akimin filozoflari, esya ve olaylari, bilginin temeli degil, belki sebebi saydilar ve bilgiyi tayin eden gucun insan zeka ve suuru oldugunu savundular. Sokrates ve
Platon'la baslayan bu gorus, gunumuze kadar cesitli adlar alarak gelmistir. Idealizm, spiritulaizm, hatta rolativizm ve septisizm (suphecilik ) bu gorusun cesitli gorunuslerini ifade
ederler.
Eski Yunanistan'in unlu filozofu Sokrates, insan bilgisinin "tecrube oncesi ( a priori ) ve "deductif" (tumdengelime ait) bir karakteri oldugunu savunuyor, insan aklinin "mutlak hakikati" kavrayacak gucte ve buna hazir bir bicimde yaratildigini belirtirken, talebesi Platon, gercek, "idea" (kulli ve zaruri fikirler"dir. Objeler itibari (relatif) dir, "idea"lar ise tam ve mukemmeldirler. Platon'un talebesi Aristoteles ise, bilginin iki turlu oldugunu, hem tecrubeden, hem de akildan kaynaklandigini - kendinden cok sonra gelecek E. Kant'i
hatirlatacak bir bicimde - ortaya koyar. Descartes, bilgilerimizin hem objektif, hem de "mutlak" bir deger tasidigini iddia eder, duyular kanaliyla aldigimiz verilerin akli prensiplerle
duzenlendigini belirtir. Akli prensiplerin ise Allah vergisi oldugunu savunur.
Idealizmin en taninmis taraftarlari Berkeley, Hume, Kant, Schelling, Hegel, chopenhauer'dir. Idealizmi daha da hassaslastirarak spiritualisme (ruhculuk) biciminde ele alan H. Bergson'dur. Bunlarin dusuncelerini kisaca ozetlersek, Berkeley'e gore: duyularimiz subjektiftir, duyularimiza gelen verilere "madde" adi verilemez; cunku madde adi verilecek
"bir cevher" yoktur. Butun varliklar ruhlar ve fikirlerden ibarettir, idrakimize yon veren Allah'tir. Berkeley'in bu gorusune "subjektif idealizm" yahut (immaterialisme) adi verilir. Hume, Berkeley'in dusuncelerini daha da ileri goturerek, butun varlik ve tezahurleri "suur olaylarina" icra etti, hem maddeyi, hem de "Mutlak Varligi" inkar etti. E. Kont, bilgimizin izafi oldugunu savunurken dis alemden gelen duyularin verilerini, zihnimiz kendi bunyesi icinde degistirir gorusunu savundu.
Zihnin kategorileri sahsi degildir, kullidir. Fenomeni ( gorunusu) anlamak elimizdedir. Numen'i (asil gercegi) anlamak elimizde degildir, diye dusunen Kant, "pratik akil" icin "****fizik imkanini" kabul ederken "teorik akil" icin bu imkani reddediyordu. Schelling ise, "mutlak" ile "akli" ayni degerler olarak kabul ediyor, tabiatin ve insan zihninin, ayni anda hem objet, hemde sujet oldugunu, ancak, ancak tabiatin daha objektif, insan zihninin daha subjektif oldugunu savunuyor. Ona gore mutlak yahut akil, tabiat ve zihnin sentezini degil ayniyetini ifade ederler. Hegel ise, tabiat ve zihni, Mutlak'in eseri kabul eder, ancak bu "Mutlak Fikir"dir. Cunku fikir ile varlik ayni seydir. Fikir, olus halindedir, yokluk yoktur, yanliz olus vardir. Fikir hareket halinde iken tez, antitez ve sentez safhalarindan
gecer. Fikir varlikta vardir ve tez adini alir. Sonra ziddi ile karsilasir tabiat adini alir bu antitezdir. Bu sentez yeni bir tez olur ve antitezi tarafindan yikilir, bu, boyle devam eder.
Hegel, bu dusuncesini tarih olaylarinin yorumlamasina tatbik ederek "Tarihi idealizmin Diyalektigini" ortaya koyar. Sonradan K. Marx, Hegel'in bu dusuncesini ters cevirerek
"Tarihi Materyalizmin Diyalektigini" kurdugunu iddia edecektir.
Idealistlerden Schopenhauer ise, varligin temelini "irade" olarak gorur. Kainat iradeden baskasi degildir. Her varlik bir iradedir ve irade her varliktadir. Madde, iradenin suursuz halidir, butun kipirdanislar "irade" ifade eder. Butun iyiliklerin ve kotuluklerin kaynagi "yasama iradesidir", mutlak olan bu iradedir. Zihin, yasama iradesinin insandaki gorunusudur, zihin kainatin kendini degil, gorunusunu verir. Mutlak iradenin en onemli eseri varligimizdir, kendimizi inceleyerek alemi tanimaya calismaliyiz, diye dusunur.
Yunanli filozof Platon, insandan once var olan ve olumden sonra da devam eden, maddeden ayri bir ruha inanirken, Aristo, ruhun maddeden dogmadigini, ancak madde ile beraber bulunabilecegini savunur. Descartes, ruh ve bedeni bir digerine paralel fakat farkli mahiyette bulur. Leipniz de asagi yukari boyle dusunur, o ancak ruh ile beden arasindaki ahengi ezeli ve ilahi iradeye baglar. Malebranche, zahiren, dusunen karar veren insanmis gibi gorunse de gercekte bu isi yapan Allah'tir. Allah'in iradesi esas, insanin iradesi vesiledir. Spinoza ise, ruh ve bedeni bir tek cevherin tecellileri olarak yorumlar.
Bu tek cevher ise, Allah'tir. Beden ve ruh arasindaki paralellik, ayni kaynaktan gelmis olmalari ile anlasilir. Fichte de ruhu bedenden ayri olarak gorur. Ravaisson'a gore de, kainata hakim olan guc ruhtur, suurumuz ve zihni kaabiliyetlerimiz ruhun mahsuludur, ruh ölmez. H. Bergson'a gore, ruh ve madde birbirine irca edilemez. Ruh keyfiyet, madde kemiyet halindedir, ruh hurriyete, madde zarurete baglidir. Ruh, madde ile temas kurarken bir taraftan onun kaliplarina katlanarak zeka, ilim ve kategorilerin dogmasina sebep olurken, diger taraftan da oradan bir "hayat hamlesinin" fiskirmasina vesile olur.
Hic suphesiz, Bati filozofisi bu kadar basit bir izahin icine sigmaz. Lakin anlatmak istedigimiz sudur, felsefe, akli arastirmaya sevkeder, fakat insana fert ve toplum olarak huzur ve mutluluk veremez. Bunu filozoflardan beklemeyiniz. Bize saadetin sirlarini yüce peygamberler kadrosu (hepsine selâm olsun) vereceklerdir.