Gözde'
Bayan Üye
Düşünce nedir sorusuna; diyalektik ve tarihsel materyalist açıdan bir açılım..
Maddeye an vermek, onu an-lamak;
Düşünceyi, toplumsal üretimin gerçekleştirilmesi sürecinde; nesnel doğadan yansıyan tüm nesnel gerçekliğin, insan beynindeki tüm faaliyetleri olarak tanımlayabiliriz.
İnsanın düşüncesi; toplumsal emeğin yaratımı sürecinde, herhangi bir nesneye 'an' verilmesiyle başlar ve o nesnenin, başka nesnelere verilecek olan an-larla bağıntısı kurularak, yani an-lanmasıyla gelişir.
Bu noktada diyebiliriz ki; nesne ve düşünce bir an-da var olur. Ancak, bu bir an-da var oluş, nesne ve düşünceyi Parmenides’in dediği gibi, bir ve aynı şey yapmaz ve nesnenin düşünceden önce var olduğunu ötelemez.
An verilecek nesne olmazsa, an verme eylemi gerçekleşemez. Kaldı ki, an veren yetenek, kendisi de bir nesne olan beynin bir yeteneğidir. Marx’ın “beyinsiz düşünce olmaz” diyerek ortaya koyduğu temel gerçeklik tam bu noktaya dikkat çeker.
Duyu uyarımlarının alıcısı olan beyin, sinir sisteminin merkezidir. İnsanın düşünsel ve bedensel faaliyetlerinin tümünün yönetimini beyin gerçekleştirir. Doğanın bir ürünü olan omurgalı hayvan, beyninin gelişimi sonucunda insanlaşmıştır. Beynin gelişmesi, el, dil diyalektiğiyle gerçekleşmiştir. Hayvansal doğanın, değişik yaşam koşullarına uyum sağlama zorunluluğundan oluşan beyin; işlevsel yeteneklerin çoğalması ve ilerlemesiyle insanlaşmıştır.
Düşünme eylemi ve düşüncenin kendisi, insanın organsal yapısı içinde gelişen beynin fonksiyonudur. Doğa tarihinin belli bir aşamasında meydana gelen ve yine belli bir aşamasında gelişip düşünebilen beyin; doğaya göre ikincil bir durumdadır ve doğadan önce düşünebilen bir beynin varlığından söz etmek hayalcilikten öte saçmacılıktır.
Düşünme ve düşünce sadece insana özgü bir şeydir. Çünkü insanın yarattığı aletler doğada bulunmaz. Bununla birlikte, insandan başka, alet üreterek doğayı değiştirebilen başka bir canlı da yoktur. İnsan organizmasında ise beyinden başka bir düşünme organı yoktur. Burada bir ayrıntı olarak dokunulması gereken nokta şudur ki, beyin bir düşünme organı olmasına karşın, tek başına en küçük bir düşünceyi oluşturamaz.
Düşünceyi oluşturan, beyinde toplanan, sinirler aracılığıyla dış dünyadan gelen ve beyinde yansıyan işlemlerdir. Düşünce, doğanın; eş deyişle nesnel gerçeğin bir yansısıdır.
Antikçağ atomcuları, Demokritos ve Epikuros, düşüncenin, nesnelerden yayılan atomların yarattığı duyumlardan oluşan imgeler olduğunu düşünmüşlerdi. 'Eidola'lar (imge-suret) cisimlerden sürekli kopuyor ve duyular içine akıyor ve bu kopmalardan dolayı yiten atomlar geri dönmedikleri için nesneler eskiyordu..
Atomların oluşturduğu varsayılan bu imgelere yaklaşık bir anlayışla Platon idea adını verdi. Platon’un idea kavramına yüklediği anlam, insanların yüzyıllar boyu boş inançlar peşinden koşmasına neden oldu.
Platon’a göre idea, yani düşünce, tüm nesnelerin özü ve ilk örnekleridir. Nesnelerin zaman içinde yok olup gitmeleri, gerçek olmadıklarının kanıtıdır. Düşünce asıl gerçekliktir ve asla kaybolmaz. Güzel olarak değerlendirilen herhangi bir nesne zaman içinde yok olup gider, ama güzel düşüncesi her zaman varlığını sürdürür. Platon’un nesneyi gelip geçici, düşünceyi nesnenin belirleyicisi saydığı bu anlayışı, elbette ki içinde yaşamış bulunduğu köleci toplum biçiminin, topluma egemen güçlerinin Platon’dan yansımasıydı. Ustasının idea anlayışını eleştiren Aristoteles, idea kavramının yerine biçim kavramını koyarak, gerçekte platon idealizmini geliştirdi.
Düşünce, hiçbir zaman düşünen varlıktan başka bir şey olamayacağı için ve toplumsal üretim süreçlerinin bir yansıması olması bakımından, toplumsal üretim düzeninden ayrı değerlendirilemez.
Toplumsal üretimin gerçekleşmediği bir doğada düşünce var olamaz. Düşünceyi yaratan şey, insanın toplumsal eylemidir. İnsanın nesnel yanının ortaya koyduğu eylemlilik, onda öznel bir yansıma yaratır ki; düşünce bu nesnel eylemin bir sonucu olarak belirir. Düşünce eylemden gelir ve yine eyleme dönerek eylemde somutlanır. Somutlandığı oranda da eylemi etkiler ve geliştirir.
Bir köle, (ya da ezilen) köle gibi düşündüğü için köle olmaz, köle olduğu düşüncesini, kölece sürdürdüğü yaşam koşullarından öğrenir. Kendisine dayatılan kölece yaşam koşullarını an-lamak, (ki, an- lamak eyleme geçmektir) onu özgürlük mücadelesine yönlendirir. Bu karşılıklı düşünce-eylem diyalektik hareketidir.
İnsan doğanın bir ürünüdür, düşünce ve bilinç de, insan beyninin ürünleridir. Düşünce nesnel gerçekliğin bir yansımasıdır, ancak bu yansıma, yalnızca kendisiyle sınırlı pasif bir yansımayı değil, nesnel gerçekliği yeniden üreten aktif bir yansımayı dile getirir.
Düşünce, nesnel gerçeklikten yansıyan gereçlerle, sözcükler, kavramlar, yargılar, teoriler oluşturur. Bunların aracılığıyla, duyu organlarıyla algılayamayacağı olgu ve olayların analizlerini ve sentezlerini gerçekleştirir. Gerçekleşen bu sözcük, kavram, yargı ve teoriler izlenebilir olgu ve olaylarla doğrudan bağlı olmayabilirler. Örneğin adam düşüncesi, doğadaki insanlardan yansımış olmasına rağmen belli bir insana denk düşmez. Bu nedenle, sözcük, kavram. yargı ve teorilerin, yani düşünce ürünlerinin göreli bir bağımsızlıkları vardır. Bu göreli bağımsızlık, pratikle denetlenmediği zaman düşünceyi gerçeklerden koparabilir. Düşünce maddi bir doğanın yansıması olmasına rağmen, yalnızca maddeye indirgenemez. Nasıl ki çocuk anneye indirgenemezse, düşünce de maddeye indirgenemez.
İnsanın maddi yaşamının yeniden üretimi sürecinde, nesnelerle kurduğu ilişkilerin bir yansıması olan düşünce, bu ilişkilerin bağıntılarının kavranmaya başlanması noktasında bilgi ve bilince dönüşür.
Bilginin ne olduğu, nasıl kazanıldığı düşünce tarihinin en temel sorunlarından biridir.
Bilginin oluşumu, biçimi ve sınırları üzerinde yapılan çalışmalar, çok çeşitli varsayımlar ve öğretiler ortaya çıkarmıştır. Antik yunan düşüncesinde şüpheciler ve bilgiciler, bilginin olanaksızlığı, eş deyişle bilinemezcilik anlayışında birleşmişlerdi. Bilinemezcilik genel olarak idealizmin en temel çıkış noktasıdır. Sokrates, “bildiğim tek şey, bir şey bilmediğimdir” diyerek bilginin olanaksızlığını ileri sürüyor ve bilinemezci bir anlayışı sergiliyordu. Sokrates’in bu bilinemezcilik anlayışı Kant, Comte, Sartre, Camus eliyle günümüze kadar taşınmıştır.
Bilinemezci sürecin karşısında oluşan ve bilginin olanaklı oluşunu savunan öğretiler, bilginin nasıl elde edileceği konusunda ikili bir anlayış sergiliyorlardı. Usçular genel başlığı altında toplanan düşünürler, bilginin, insanın doğumundan itibaren insanda var bulunduğunu, duyumcular genel başlığı altında toplanan düşünürler ise, bilginin ancak duyumlarımızla elde edilebileceğini savunuyorlardı.
Bilinemezcilik ve bilginin tanrısallığını savunan boş düşünceleri bir yana bırakıp, bilginin nesnelliği izlemeye devam edecek olursak, bilimselliğe çok yaklaşmış olan duyumcu felsefenin bile, bilinemezciliğin ve bilginin tanrısallığının yerine bireyciliği koyduğunu görürüz.
Bilginin, birey insanın deneylerinden elde edildiği görüşü üzerine kurulan duyumcu felsefe anlayışı, bireysel çıkarcı felsefe anlayışının da çıkış noktasını oluşturur. Oysa ki insanı insan eden bireysel çıkarlar değil, toplumsal çıkarlardır. Toplum bireylerin aritmetik dizilişiyle değil, toplumsal üretim ilişkileriyle oluşur. Toplumsallığın olmadığı yerde ise, ne insan, ne insan düşüncesi, ne de insanın bilgisi gerçekleşmez. İnsanın toplumsal pratiği gözardı edilerek, hiçbir bilgi, gerçek bilgi niteliğine ulaşamaz.
“İnsanın toplumsal çalışmasıyla elde ettiği bilgi, doğanın bilinçte yansıtılmasıdır. Bu yansıtma aynanın doğayı yansıtması gibi basit bir fiziksel yansıtma değil, birtakım karmaşık işlevleri gerektiren bilinçsel bir yansıtmadır. Bilgi nesnenin kendisinde başlar. Duyularla algılanır. İnsan bilincinde çeşitli soyutlamalara ve sentezlere uğrar. Kavramlaşır, yasalaşır. Sonra yeniden doğaya, nesneye döner ve kendini pratikle denetler, doğrular. İnsan bilincinde kavramlaşan, yasalaşan yansı yeniden doğaya dönerek pratikle doğrulanmadıkça bilgi olmaz. Bilgi, somuttan gelir,soyuttan geçer ve yeniden somutta gerçekleşir”.
Bilgi, her zaman tamlığın doğrultusunda ilerleyen eksik ve tamamlanmamış bir süreçtir, her zaman da öyle kalacaktır. Ama bu da, hiçbir zaman tam bilgiye ulaşılamayacağı anlamını içermez. Çünkü her bilgi eksikliği, diyalektik olarak tamlığını içermek zorundadır.
Kısaca özetleyecek olursak, düşünce ve bilgi; ne idealist usçuların sandıkları gibi tek başına usla, ne de materyalist duyumcuların sandıkları gibi tek başına duyumla elde edilebilir.
Öncelikle o insanın pratik yaşam mücadelesiyle üretilir. Bu üretimin oluşumu iki aşamada gerçekleşir. Birinci aşama, nesnel doğanın algılanıldığı duyum aşaması, ikinci aşama, algılanılmış bulunan nesnel doğa verilerinin işleme tabi tutulduğu mantık aşamasıdır. Üretilmiş bulunan düşünce ve bilginin denetimi yine toplumsal pratikle sınanır. Bilgi süreci böylelikle tamamlanır. “Canlı algılamadan soyut düşünceye ve buradan da pratiğe: işte gerçeği tanımanın, bilgi edinmenin diyalektik yolu budur”
alıntı
Maddeye an vermek, onu an-lamak;
Düşünceyi, toplumsal üretimin gerçekleştirilmesi sürecinde; nesnel doğadan yansıyan tüm nesnel gerçekliğin, insan beynindeki tüm faaliyetleri olarak tanımlayabiliriz.
İnsanın düşüncesi; toplumsal emeğin yaratımı sürecinde, herhangi bir nesneye 'an' verilmesiyle başlar ve o nesnenin, başka nesnelere verilecek olan an-larla bağıntısı kurularak, yani an-lanmasıyla gelişir.
Bu noktada diyebiliriz ki; nesne ve düşünce bir an-da var olur. Ancak, bu bir an-da var oluş, nesne ve düşünceyi Parmenides’in dediği gibi, bir ve aynı şey yapmaz ve nesnenin düşünceden önce var olduğunu ötelemez.
An verilecek nesne olmazsa, an verme eylemi gerçekleşemez. Kaldı ki, an veren yetenek, kendisi de bir nesne olan beynin bir yeteneğidir. Marx’ın “beyinsiz düşünce olmaz” diyerek ortaya koyduğu temel gerçeklik tam bu noktaya dikkat çeker.
Duyu uyarımlarının alıcısı olan beyin, sinir sisteminin merkezidir. İnsanın düşünsel ve bedensel faaliyetlerinin tümünün yönetimini beyin gerçekleştirir. Doğanın bir ürünü olan omurgalı hayvan, beyninin gelişimi sonucunda insanlaşmıştır. Beynin gelişmesi, el, dil diyalektiğiyle gerçekleşmiştir. Hayvansal doğanın, değişik yaşam koşullarına uyum sağlama zorunluluğundan oluşan beyin; işlevsel yeteneklerin çoğalması ve ilerlemesiyle insanlaşmıştır.
Düşünme eylemi ve düşüncenin kendisi, insanın organsal yapısı içinde gelişen beynin fonksiyonudur. Doğa tarihinin belli bir aşamasında meydana gelen ve yine belli bir aşamasında gelişip düşünebilen beyin; doğaya göre ikincil bir durumdadır ve doğadan önce düşünebilen bir beynin varlığından söz etmek hayalcilikten öte saçmacılıktır.
Düşünme ve düşünce sadece insana özgü bir şeydir. Çünkü insanın yarattığı aletler doğada bulunmaz. Bununla birlikte, insandan başka, alet üreterek doğayı değiştirebilen başka bir canlı da yoktur. İnsan organizmasında ise beyinden başka bir düşünme organı yoktur. Burada bir ayrıntı olarak dokunulması gereken nokta şudur ki, beyin bir düşünme organı olmasına karşın, tek başına en küçük bir düşünceyi oluşturamaz.
Düşünceyi oluşturan, beyinde toplanan, sinirler aracılığıyla dış dünyadan gelen ve beyinde yansıyan işlemlerdir. Düşünce, doğanın; eş deyişle nesnel gerçeğin bir yansısıdır.
Antikçağ atomcuları, Demokritos ve Epikuros, düşüncenin, nesnelerden yayılan atomların yarattığı duyumlardan oluşan imgeler olduğunu düşünmüşlerdi. 'Eidola'lar (imge-suret) cisimlerden sürekli kopuyor ve duyular içine akıyor ve bu kopmalardan dolayı yiten atomlar geri dönmedikleri için nesneler eskiyordu..
Atomların oluşturduğu varsayılan bu imgelere yaklaşık bir anlayışla Platon idea adını verdi. Platon’un idea kavramına yüklediği anlam, insanların yüzyıllar boyu boş inançlar peşinden koşmasına neden oldu.
Platon’a göre idea, yani düşünce, tüm nesnelerin özü ve ilk örnekleridir. Nesnelerin zaman içinde yok olup gitmeleri, gerçek olmadıklarının kanıtıdır. Düşünce asıl gerçekliktir ve asla kaybolmaz. Güzel olarak değerlendirilen herhangi bir nesne zaman içinde yok olup gider, ama güzel düşüncesi her zaman varlığını sürdürür. Platon’un nesneyi gelip geçici, düşünceyi nesnenin belirleyicisi saydığı bu anlayışı, elbette ki içinde yaşamış bulunduğu köleci toplum biçiminin, topluma egemen güçlerinin Platon’dan yansımasıydı. Ustasının idea anlayışını eleştiren Aristoteles, idea kavramının yerine biçim kavramını koyarak, gerçekte platon idealizmini geliştirdi.
Düşünce, hiçbir zaman düşünen varlıktan başka bir şey olamayacağı için ve toplumsal üretim süreçlerinin bir yansıması olması bakımından, toplumsal üretim düzeninden ayrı değerlendirilemez.
Toplumsal üretimin gerçekleşmediği bir doğada düşünce var olamaz. Düşünceyi yaratan şey, insanın toplumsal eylemidir. İnsanın nesnel yanının ortaya koyduğu eylemlilik, onda öznel bir yansıma yaratır ki; düşünce bu nesnel eylemin bir sonucu olarak belirir. Düşünce eylemden gelir ve yine eyleme dönerek eylemde somutlanır. Somutlandığı oranda da eylemi etkiler ve geliştirir.
Bir köle, (ya da ezilen) köle gibi düşündüğü için köle olmaz, köle olduğu düşüncesini, kölece sürdürdüğü yaşam koşullarından öğrenir. Kendisine dayatılan kölece yaşam koşullarını an-lamak, (ki, an- lamak eyleme geçmektir) onu özgürlük mücadelesine yönlendirir. Bu karşılıklı düşünce-eylem diyalektik hareketidir.
İnsan doğanın bir ürünüdür, düşünce ve bilinç de, insan beyninin ürünleridir. Düşünce nesnel gerçekliğin bir yansımasıdır, ancak bu yansıma, yalnızca kendisiyle sınırlı pasif bir yansımayı değil, nesnel gerçekliği yeniden üreten aktif bir yansımayı dile getirir.
Düşünce, nesnel gerçeklikten yansıyan gereçlerle, sözcükler, kavramlar, yargılar, teoriler oluşturur. Bunların aracılığıyla, duyu organlarıyla algılayamayacağı olgu ve olayların analizlerini ve sentezlerini gerçekleştirir. Gerçekleşen bu sözcük, kavram, yargı ve teoriler izlenebilir olgu ve olaylarla doğrudan bağlı olmayabilirler. Örneğin adam düşüncesi, doğadaki insanlardan yansımış olmasına rağmen belli bir insana denk düşmez. Bu nedenle, sözcük, kavram. yargı ve teorilerin, yani düşünce ürünlerinin göreli bir bağımsızlıkları vardır. Bu göreli bağımsızlık, pratikle denetlenmediği zaman düşünceyi gerçeklerden koparabilir. Düşünce maddi bir doğanın yansıması olmasına rağmen, yalnızca maddeye indirgenemez. Nasıl ki çocuk anneye indirgenemezse, düşünce de maddeye indirgenemez.
İnsanın maddi yaşamının yeniden üretimi sürecinde, nesnelerle kurduğu ilişkilerin bir yansıması olan düşünce, bu ilişkilerin bağıntılarının kavranmaya başlanması noktasında bilgi ve bilince dönüşür.
Bilginin ne olduğu, nasıl kazanıldığı düşünce tarihinin en temel sorunlarından biridir.
Bilginin oluşumu, biçimi ve sınırları üzerinde yapılan çalışmalar, çok çeşitli varsayımlar ve öğretiler ortaya çıkarmıştır. Antik yunan düşüncesinde şüpheciler ve bilgiciler, bilginin olanaksızlığı, eş deyişle bilinemezcilik anlayışında birleşmişlerdi. Bilinemezcilik genel olarak idealizmin en temel çıkış noktasıdır. Sokrates, “bildiğim tek şey, bir şey bilmediğimdir” diyerek bilginin olanaksızlığını ileri sürüyor ve bilinemezci bir anlayışı sergiliyordu. Sokrates’in bu bilinemezcilik anlayışı Kant, Comte, Sartre, Camus eliyle günümüze kadar taşınmıştır.
Bilinemezci sürecin karşısında oluşan ve bilginin olanaklı oluşunu savunan öğretiler, bilginin nasıl elde edileceği konusunda ikili bir anlayış sergiliyorlardı. Usçular genel başlığı altında toplanan düşünürler, bilginin, insanın doğumundan itibaren insanda var bulunduğunu, duyumcular genel başlığı altında toplanan düşünürler ise, bilginin ancak duyumlarımızla elde edilebileceğini savunuyorlardı.
Bilinemezcilik ve bilginin tanrısallığını savunan boş düşünceleri bir yana bırakıp, bilginin nesnelliği izlemeye devam edecek olursak, bilimselliğe çok yaklaşmış olan duyumcu felsefenin bile, bilinemezciliğin ve bilginin tanrısallığının yerine bireyciliği koyduğunu görürüz.
Bilginin, birey insanın deneylerinden elde edildiği görüşü üzerine kurulan duyumcu felsefe anlayışı, bireysel çıkarcı felsefe anlayışının da çıkış noktasını oluşturur. Oysa ki insanı insan eden bireysel çıkarlar değil, toplumsal çıkarlardır. Toplum bireylerin aritmetik dizilişiyle değil, toplumsal üretim ilişkileriyle oluşur. Toplumsallığın olmadığı yerde ise, ne insan, ne insan düşüncesi, ne de insanın bilgisi gerçekleşmez. İnsanın toplumsal pratiği gözardı edilerek, hiçbir bilgi, gerçek bilgi niteliğine ulaşamaz.
“İnsanın toplumsal çalışmasıyla elde ettiği bilgi, doğanın bilinçte yansıtılmasıdır. Bu yansıtma aynanın doğayı yansıtması gibi basit bir fiziksel yansıtma değil, birtakım karmaşık işlevleri gerektiren bilinçsel bir yansıtmadır. Bilgi nesnenin kendisinde başlar. Duyularla algılanır. İnsan bilincinde çeşitli soyutlamalara ve sentezlere uğrar. Kavramlaşır, yasalaşır. Sonra yeniden doğaya, nesneye döner ve kendini pratikle denetler, doğrular. İnsan bilincinde kavramlaşan, yasalaşan yansı yeniden doğaya dönerek pratikle doğrulanmadıkça bilgi olmaz. Bilgi, somuttan gelir,soyuttan geçer ve yeniden somutta gerçekleşir”.
Bilgi, her zaman tamlığın doğrultusunda ilerleyen eksik ve tamamlanmamış bir süreçtir, her zaman da öyle kalacaktır. Ama bu da, hiçbir zaman tam bilgiye ulaşılamayacağı anlamını içermez. Çünkü her bilgi eksikliği, diyalektik olarak tamlığını içermek zorundadır.
Kısaca özetleyecek olursak, düşünce ve bilgi; ne idealist usçuların sandıkları gibi tek başına usla, ne de materyalist duyumcuların sandıkları gibi tek başına duyumla elde edilebilir.
Öncelikle o insanın pratik yaşam mücadelesiyle üretilir. Bu üretimin oluşumu iki aşamada gerçekleşir. Birinci aşama, nesnel doğanın algılanıldığı duyum aşaması, ikinci aşama, algılanılmış bulunan nesnel doğa verilerinin işleme tabi tutulduğu mantık aşamasıdır. Üretilmiş bulunan düşünce ve bilginin denetimi yine toplumsal pratikle sınanır. Bilgi süreci böylelikle tamamlanır. “Canlı algılamadan soyut düşünceye ve buradan da pratiğe: işte gerçeği tanımanın, bilgi edinmenin diyalektik yolu budur”
alıntı