ashli
Bayan Üye
Doğruluğu belli bir frekansı ifade eden herhangi bir anlaşmaya indirgemek bilimin yapılabilirliği açısından önemli ve olumlu sonuçlara yol açacaktır. Doğruluğu şu ya da bu ölçüde bir frekansı ifade eden anlaşmaya indirgemek, doğruluğu bir entersübjektivite olarak tanımlamak anlamına gelmektedir. Doğruluğun ölçütü, buna, göre herhangi bir test edilebilirliğin ötesinde, şu ya da bu sayıda insanın bir önermeyi “doğru” kabul etmesi olacaktır. Böylece, doğruluk ile gerçekliğin temsili gereksinmesi arasında, dilden kaynaklanan gerilimin aşılabilmesi söz konusu olabilecektir.
Doğruluğu, bir entersübjektiviteye indirgemek, değinildiği gibi bazı olumlu sonuçları gündeme getirecektir. Bunların başında, bilimin fetişleşmesinin önlenmesi gelecektir. Her anlamlı önermenin şu ya da bu ölçüde bilgi verdiği ve bu önermelerin doğruluğunun sonuç olarak bir entersübjektivite düşüncesine dayandırılması bilginin fetişleştirilmesine son verecek, bilgi bir baskı aracı olma özelliğini ciddi ölçüde yitirecektir. Aynı zamanda bu yaklaşım ile bilim adamlarının ayrıcalıklı konumlarının da marjinalleşeceği akla gelmektedir ve bu da olumlu bir gelişme olarak nitelenebilecektir. Bilginin ve bilimin tabusal olmaktan çıkması gerçekten önemli bir gelişme olarak değerlendirilmelidir. Bilginin doğruluğunun bir entersübjektivite olarak nitelenmesi, bilginin ortadan kalkması anlamına gelmeyecektir. Doğruluk bir entersübjektivite olsa bile, bilgi doğru kabul edildiği sürece o doğruluğun gereği yapılmak durumundadır.
Burada asıl üzerinde durulmak istenen sorun dilsel doğruluk ve entersübjektivitedir. Bununla beraber, entersübjektivite kavramı yeni değildir ve klasik felsefe içinde ele alınmış olduğundan, çok kısa da olsa Hegel’in ve Husserl’in bu kavramla ilgili çözümlemelerine göz atmak yararlı olacaktır.
Hegel, insanın bilinç özelliklerini tartışırken tanınma arzusunun çok belirleyici bir konumda olduğunu ileri sürmektedir. Bilincin bu özelliği, diyalektik gelişmeyi sağlayan dinamik süreç olarak ele alınmakta ve tanınma arzusu ( selfconsciousness) bilincin kendi kendinin farkına varmasını sağlamaktadır. Yani, Hegel’e göre bilinç ancak başkalarının bilinci tarafından tanımlanınca kendi kendinin farkına varacaktır. Buna göre, bilincin kendi farkına varması bir entersübjektivitedir –öz saygınlık, gurur, onur ve benzeri bilinç öğeleri başkaları tarafından tanınmanın çıktıları olarak değerlendirilebilmektedirHegel, bilincin kendisinin farkına varmasının tarihsel bir süreç (toplumsal, ekonomik ve politik koşulların zaman içindeki konumları anlamında) içinde oluşacağını düşünmektedir; böylece, entersübjektivite toplumsal ve politik bir yapılanmanın türevi olmaktadır. Bu çözümlemesini Hegel, ünlü “esir ve sahibi arasındaki ilişkiler” örneği ile açıklamaktadır. Bu tür bir ilişki, Hegel’e göre iki taraf için de son derece olumsuz bir ilişki türüdür; örneğin ayrıcalıklı gibi gözüken “esir sahibi” kişinin, bu ilişki içinde kendi bilincinin farkına varması mümkün olmayacaktır. Daha somut bir ifade ile, esir sahibi kişi, sahip olduğu esir açısından ne saygın, ne gururlu ne de onurlu bir kişi değildir; çünkü kendi bilincinin farkına ancak karşısındaki kölesinin bilinci ile ulaşabilmektedir.
Fenomonolojik felsefenin kurucusu Husserl de entersübjektivite kavramı üzerinde önemle durmaktadır. Husserl tıpkı Descartes gibi, metodolojik olarak kesinlikle bilemediği herşeyden kuşku duymaktadır ve bu kuşkuculuk, onu kaçınılmaz olarak, kendi düşüncesinin dışında bir gerçek dünya olup olmadığını sorgulamaya götürmüştür. Husserl’in kesinlikle emin olduğu tek bilgi, düşünebilmesidir.
Bu durumda düşünür için temel sorunlardan biri, insanın bilincinde ifadesini bulan objelerin nasıl bir “bilinçsel fenomen” haline geldiğini ortaya koymak olmuştur. Husserl, bilincin deneyleri dışında kalan gerçek bir dünyanın kuşku götürür olduğunu kabul etmektedir ama bunun sonunda da solipsizme düşme tehlikesi içinde olduğunun farkındadır. Solipsizm, düşünsel açıdan bir çıkmaz olduğu kadar etik açıdan da son derece olumsuz sonuçlara yol açan bir “tuzak” sayılmaktadır. Eğer solipsizmde öngörüldüğü gibi, bir insan sadece benim bilinç içeriklerim var başka bir şey yok deme noktasına gelmişse, burada artık başkalarına karşı da hiçbir sorumluluğu ya da mecburiyeti yoktur değerlendirmesi söz konusu olacaktır. Bu da her şeyden önce, ciddi bir etik sorunu olarak değerlendirilebilecektir.
Husserl, solipsizme düşmemek için diğer bilinçler ya da egolar üzerinde durmuş ve böylece entersübjektivite kavramına ulaşmıştır. Husserl’e göre, insanın kendi dışındaki diğer kişilerin bilinçlerini ya da bir başka deyişle sübjektiviteleri tanıması etik bir ilişki kurmanın önkoşuludur. Başka süjeler, insanın bilincine indirgenip objeleştirilemezler; bu tür bir ele alış etik dışı olacaktır. Böylece Husserl, süjelerin bilinçlerinden oluşan bir perspektivite öngörmektedir; nesnelliği de sağlayan bu farklı sübjektivitelerin, birarada ve ilişki içinde olmalarıdır. Böylece Husserl, nesnelliği bir entersübjektivite üzerine oturtmuş olmaktadır. Nesnellik ve nesnelliğin özelliği olan rasyonalite, bilinçlerin ara kesitinde yer almakta; bireylerarası ikna ve karar verme ile ortaya çıkmaktadır.
Acaba dildeki anlam, bu çözümleme uyarınca kesin olarak bireysel bilince indirgenebilir mi? bu soruya “evet” yanıtı vermek mümkün gözükmemektedir. Eğer anlamlandırma salt bireysel bilince indirgenebiliyorsa bireysel dillerden, sadece bir bireye özgü bir dilden söz etmek mümkün olacaktır. Ama bireye özgü bir dil yoktur, olamaz. Dil, hem bireyin bilincini yansıtan ama aynı zamanda bireyler arasında iletişime olanak sağlayan bir süreçtir. Öyleyse dildeki anlamlandırmalar toplumsal ilişkilerden kaynaklanmakta ve bir entersübjektiviteyi yansıtmaktadır. Anlamlandırma, insanlar tarafından paylaşılan bir şeydir ve buna göre insanlar arasındaki bir anlaşmayı (konvansiyon) yansıtmaktadır. Bir başka değişle bilincin ve dilin kaynağı benliğin dışındadır –toplumdur, toplumsal ilişkilerdir, ortamdır ya da bilinen ifadesi ile tarihseldir. İnsanın konuşurken yaptığı anlamlandırmalar, salt onun bilincine bağlı değildir; onun içinde yer aldığı etkileşimlerden kaynaklanan bir entersübjektiviteye dayanmaktadır. Örneğin dil felsefecisi Martin Buber’in ifade ettiği gibi, entersübjektivite iki y ada daha çok sayıda süje arasında ortaya çıkan etkileşimdir ve bu etkileşim süreci süjelerden herhangi birinin bilincine indirgenemez. Süjeler arası bir arakesit ya da ara dünya söz konusu olmaktadır.
Nick Crosley, yukarıda değinilen İntersubjektivity adlı çalışmasında “insanın sübjektivitesinin dış dünyadan (yani materyal dünyadan) bağımsız olmadığına “işaret etmekte ve iç dünyanın dünyasal praksislerden (bir sanatın, bilimin ya da becerinin uygulama kalıbı anlamında) ve duyulardan oluşan bir entersübjektivite olduğunun altını çizmektedir. Ayrıca, psikolojinin bulguları doğrultusunda her bireyin ya da bir başka deyişle insanın sübjektivitesinin değişime açık olduğu ve bu değişimin bireyin içinde yer aldığı etkileşim ağının belirlediği söylenebilmektedir. Bu çerçeve içinde, her türlü insan eyleminin, özellikle dili kullanmasının bir toplumsal kurumlaşma içinde oluşacağı ileri sürülebilecektir. Dilin kullanılması yani anlamlandırma ve anlamlandırma ile yansıyan insan düşüncesi, konuşma, sözcük, işaret vb. şeyler ile ortaya konmaktadır.
Merleau-Ponty, Wittgenstein ve Mead gibi düşünürler için dil entersübjektiviteyi belirleyen temel öğedir. Örneğin Merleau –Ponty, düşünme ile dili özdeş saymakta ve dilde ifadesini bulmayan bir objenin o insan için belirsiz olduğunu öne sürmektedir. Wittgenstein da, özellikle olgunluk dönemi çalışmalarında, anlam sorununun çetinliğinin altını çizdikten sonra anlamı, sözcüğün kendisi ve kullanım biçiminin belirlediğini söylemektedir. Wittgenstein, bu oluşumu dil oyunu kavramı ile ifade etmektedir. Düşünüre göre anlamın belirlenmesi için mutlaka dil oyununun oynanması gerekmektedir. Yani anlamlandırma, bireyler arasında oynanan ve süreklilik gösteren bir oyun olarak nitelenmektedir. Özel dilin, yani tek bir kişinin konuşup, izlediği dilin olanaklılığı üzerinde duran Wittgenstein, toplumdan izole olmuş bir birey tarafından belirlenmiş ve hiçbir zaman değişmeyecek ve paylaşılmayacak bir anlamın söz konusu olamayacağını düşünmektedir. Bu, toplumdan kopuk bireye özgü bir dilin olmayacağı demektir ve buna göre de dilde anlam ya da anlamlandırma bir entersübjektiviteden başka bir şey olamayacaktır. Kuşkusuz burada, dilde metafor gibi salt bireyin özgürlüğünü yansıtan bir oluşumun da bir entersübjektivite olup olmadığını tartışmak gerekmektedir. Wittgenstein, metaforların da dil oyunları içinde kaldığını öngörmektedir.
Metafor yapmada kullanılan, sözcüklerin içeriği, sözlendirilmesi ve kullanılma amacı metaforu yani dil oyununu belirlemekte ve bu oyun, her oyun gibi başkaları ile oynanmaktadır. Yani, herşeyden önce metaforun yapılabilmesi için bir paylaşma durumunun söz konusu olması gerekmektedir. Kısaca özetlemek gerekirse, Wittgenstein’a göre dilde anlam bir entersübjektiviteden başka bir şey değildir.
Dildeki anlam ve anlamlandırmayı entersübjektiviteye indirgemek, bilim felsefesi ya da epistemoloji alanında önemli sayılabilecek sonuçlara yol açmaktadır. Kuramsal önermelerin doğruluğunun bir olasılık frekansını yansıtacak bir biçimde ele alınması ile anlamlandırmanın entersübjektivite üzerine oturtulması birbirlerini tamamlamaktadır. Bilimsel önermelerin doğruluğunun bir entersübjektivite olarak kabulü, yukarıda da değinildiği gibi bilgiye gereksinimi ve bilginin işlevini ortadan kaldırmamaktadır. İnsanın, yadsınamayacak, en göze çarpan temel özelliklerinden biri düşünme ve sorgulama yeteneğidir. İnsan, buna göre doğası gereği, sürekli sorgulamakta; kendisine doğrunun temsili olarak verilen ve dilde ifadesini bulan önermeleri kritik etmekte; sürekli olarak yeni bilgilere ulaşıp, yeni kuramsal önermeleri ortaya atmaktadır. Bir başka deyişle, insanoğlu ebedi ve değişmez gerçekleri dile getirmek yerine (bu metafiziğin işlevidir) bilimi açık uçlu bir süreç olarak gerçekleştirmektedir. Olasılık ilkesi, doğruluğun bir entersübjektivite olarak kabulü ve çok değerli mantık ile bilim, yapılabilir açık uçlu bir süreç haline dönüşmektedir. Zaten yukarıda da değinildiği üzere, en gelişmiş bilim dalı olan fiziğin özellikle küçükler alanı ve Quantum ile ilgili bulguları bilimi böyle bir temele oturtmaktadır. Soruna böyle yaklaşılması ile postmodern söylemin bilimin yapılamazlığını önesüren kritiği büyük ölçüde geçersiz kalmaktadır. Aslında bu özellik, yani kuramın bir entersübjektiviteyi yansıtacak biçimde değişebilirliği bilim ile ideolojiyi, kurgusal olarak birbirinden ayıran temel ölçüt olarak ele alınabilmektedir. Bir başka deyişle, bilim ya da kuram kurgusal bir söylem öğesi olarak ele alınabilecektir. Bu kurgu içinde önermelerin anlam ve doğruluğu bir olasılığı yansıtan entersübjektivite üzerinde oturtulabilecektir.
Doğruluk ve Entersübjektivite
Gencay Şaylan –Postmodernizm
Doğruluğu, bir entersübjektiviteye indirgemek, değinildiği gibi bazı olumlu sonuçları gündeme getirecektir. Bunların başında, bilimin fetişleşmesinin önlenmesi gelecektir. Her anlamlı önermenin şu ya da bu ölçüde bilgi verdiği ve bu önermelerin doğruluğunun sonuç olarak bir entersübjektivite düşüncesine dayandırılması bilginin fetişleştirilmesine son verecek, bilgi bir baskı aracı olma özelliğini ciddi ölçüde yitirecektir. Aynı zamanda bu yaklaşım ile bilim adamlarının ayrıcalıklı konumlarının da marjinalleşeceği akla gelmektedir ve bu da olumlu bir gelişme olarak nitelenebilecektir. Bilginin ve bilimin tabusal olmaktan çıkması gerçekten önemli bir gelişme olarak değerlendirilmelidir. Bilginin doğruluğunun bir entersübjektivite olarak nitelenmesi, bilginin ortadan kalkması anlamına gelmeyecektir. Doğruluk bir entersübjektivite olsa bile, bilgi doğru kabul edildiği sürece o doğruluğun gereği yapılmak durumundadır.
Burada asıl üzerinde durulmak istenen sorun dilsel doğruluk ve entersübjektivitedir. Bununla beraber, entersübjektivite kavramı yeni değildir ve klasik felsefe içinde ele alınmış olduğundan, çok kısa da olsa Hegel’in ve Husserl’in bu kavramla ilgili çözümlemelerine göz atmak yararlı olacaktır.
Hegel, insanın bilinç özelliklerini tartışırken tanınma arzusunun çok belirleyici bir konumda olduğunu ileri sürmektedir. Bilincin bu özelliği, diyalektik gelişmeyi sağlayan dinamik süreç olarak ele alınmakta ve tanınma arzusu ( selfconsciousness) bilincin kendi kendinin farkına varmasını sağlamaktadır. Yani, Hegel’e göre bilinç ancak başkalarının bilinci tarafından tanımlanınca kendi kendinin farkına varacaktır. Buna göre, bilincin kendi farkına varması bir entersübjektivitedir –öz saygınlık, gurur, onur ve benzeri bilinç öğeleri başkaları tarafından tanınmanın çıktıları olarak değerlendirilebilmektedirHegel, bilincin kendisinin farkına varmasının tarihsel bir süreç (toplumsal, ekonomik ve politik koşulların zaman içindeki konumları anlamında) içinde oluşacağını düşünmektedir; böylece, entersübjektivite toplumsal ve politik bir yapılanmanın türevi olmaktadır. Bu çözümlemesini Hegel, ünlü “esir ve sahibi arasındaki ilişkiler” örneği ile açıklamaktadır. Bu tür bir ilişki, Hegel’e göre iki taraf için de son derece olumsuz bir ilişki türüdür; örneğin ayrıcalıklı gibi gözüken “esir sahibi” kişinin, bu ilişki içinde kendi bilincinin farkına varması mümkün olmayacaktır. Daha somut bir ifade ile, esir sahibi kişi, sahip olduğu esir açısından ne saygın, ne gururlu ne de onurlu bir kişi değildir; çünkü kendi bilincinin farkına ancak karşısındaki kölesinin bilinci ile ulaşabilmektedir.
Fenomonolojik felsefenin kurucusu Husserl de entersübjektivite kavramı üzerinde önemle durmaktadır. Husserl tıpkı Descartes gibi, metodolojik olarak kesinlikle bilemediği herşeyden kuşku duymaktadır ve bu kuşkuculuk, onu kaçınılmaz olarak, kendi düşüncesinin dışında bir gerçek dünya olup olmadığını sorgulamaya götürmüştür. Husserl’in kesinlikle emin olduğu tek bilgi, düşünebilmesidir.
Bu durumda düşünür için temel sorunlardan biri, insanın bilincinde ifadesini bulan objelerin nasıl bir “bilinçsel fenomen” haline geldiğini ortaya koymak olmuştur. Husserl, bilincin deneyleri dışında kalan gerçek bir dünyanın kuşku götürür olduğunu kabul etmektedir ama bunun sonunda da solipsizme düşme tehlikesi içinde olduğunun farkındadır. Solipsizm, düşünsel açıdan bir çıkmaz olduğu kadar etik açıdan da son derece olumsuz sonuçlara yol açan bir “tuzak” sayılmaktadır. Eğer solipsizmde öngörüldüğü gibi, bir insan sadece benim bilinç içeriklerim var başka bir şey yok deme noktasına gelmişse, burada artık başkalarına karşı da hiçbir sorumluluğu ya da mecburiyeti yoktur değerlendirmesi söz konusu olacaktır. Bu da her şeyden önce, ciddi bir etik sorunu olarak değerlendirilebilecektir.
Husserl, solipsizme düşmemek için diğer bilinçler ya da egolar üzerinde durmuş ve böylece entersübjektivite kavramına ulaşmıştır. Husserl’e göre, insanın kendi dışındaki diğer kişilerin bilinçlerini ya da bir başka deyişle sübjektiviteleri tanıması etik bir ilişki kurmanın önkoşuludur. Başka süjeler, insanın bilincine indirgenip objeleştirilemezler; bu tür bir ele alış etik dışı olacaktır. Böylece Husserl, süjelerin bilinçlerinden oluşan bir perspektivite öngörmektedir; nesnelliği de sağlayan bu farklı sübjektivitelerin, birarada ve ilişki içinde olmalarıdır. Böylece Husserl, nesnelliği bir entersübjektivite üzerine oturtmuş olmaktadır. Nesnellik ve nesnelliğin özelliği olan rasyonalite, bilinçlerin ara kesitinde yer almakta; bireylerarası ikna ve karar verme ile ortaya çıkmaktadır.
Acaba dildeki anlam, bu çözümleme uyarınca kesin olarak bireysel bilince indirgenebilir mi? bu soruya “evet” yanıtı vermek mümkün gözükmemektedir. Eğer anlamlandırma salt bireysel bilince indirgenebiliyorsa bireysel dillerden, sadece bir bireye özgü bir dilden söz etmek mümkün olacaktır. Ama bireye özgü bir dil yoktur, olamaz. Dil, hem bireyin bilincini yansıtan ama aynı zamanda bireyler arasında iletişime olanak sağlayan bir süreçtir. Öyleyse dildeki anlamlandırmalar toplumsal ilişkilerden kaynaklanmakta ve bir entersübjektiviteyi yansıtmaktadır. Anlamlandırma, insanlar tarafından paylaşılan bir şeydir ve buna göre insanlar arasındaki bir anlaşmayı (konvansiyon) yansıtmaktadır. Bir başka değişle bilincin ve dilin kaynağı benliğin dışındadır –toplumdur, toplumsal ilişkilerdir, ortamdır ya da bilinen ifadesi ile tarihseldir. İnsanın konuşurken yaptığı anlamlandırmalar, salt onun bilincine bağlı değildir; onun içinde yer aldığı etkileşimlerden kaynaklanan bir entersübjektiviteye dayanmaktadır. Örneğin dil felsefecisi Martin Buber’in ifade ettiği gibi, entersübjektivite iki y ada daha çok sayıda süje arasında ortaya çıkan etkileşimdir ve bu etkileşim süreci süjelerden herhangi birinin bilincine indirgenemez. Süjeler arası bir arakesit ya da ara dünya söz konusu olmaktadır.
Nick Crosley, yukarıda değinilen İntersubjektivity adlı çalışmasında “insanın sübjektivitesinin dış dünyadan (yani materyal dünyadan) bağımsız olmadığına “işaret etmekte ve iç dünyanın dünyasal praksislerden (bir sanatın, bilimin ya da becerinin uygulama kalıbı anlamında) ve duyulardan oluşan bir entersübjektivite olduğunun altını çizmektedir. Ayrıca, psikolojinin bulguları doğrultusunda her bireyin ya da bir başka deyişle insanın sübjektivitesinin değişime açık olduğu ve bu değişimin bireyin içinde yer aldığı etkileşim ağının belirlediği söylenebilmektedir. Bu çerçeve içinde, her türlü insan eyleminin, özellikle dili kullanmasının bir toplumsal kurumlaşma içinde oluşacağı ileri sürülebilecektir. Dilin kullanılması yani anlamlandırma ve anlamlandırma ile yansıyan insan düşüncesi, konuşma, sözcük, işaret vb. şeyler ile ortaya konmaktadır.
Merleau-Ponty, Wittgenstein ve Mead gibi düşünürler için dil entersübjektiviteyi belirleyen temel öğedir. Örneğin Merleau –Ponty, düşünme ile dili özdeş saymakta ve dilde ifadesini bulmayan bir objenin o insan için belirsiz olduğunu öne sürmektedir. Wittgenstein da, özellikle olgunluk dönemi çalışmalarında, anlam sorununun çetinliğinin altını çizdikten sonra anlamı, sözcüğün kendisi ve kullanım biçiminin belirlediğini söylemektedir. Wittgenstein, bu oluşumu dil oyunu kavramı ile ifade etmektedir. Düşünüre göre anlamın belirlenmesi için mutlaka dil oyununun oynanması gerekmektedir. Yani anlamlandırma, bireyler arasında oynanan ve süreklilik gösteren bir oyun olarak nitelenmektedir. Özel dilin, yani tek bir kişinin konuşup, izlediği dilin olanaklılığı üzerinde duran Wittgenstein, toplumdan izole olmuş bir birey tarafından belirlenmiş ve hiçbir zaman değişmeyecek ve paylaşılmayacak bir anlamın söz konusu olamayacağını düşünmektedir. Bu, toplumdan kopuk bireye özgü bir dilin olmayacağı demektir ve buna göre de dilde anlam ya da anlamlandırma bir entersübjektiviteden başka bir şey olamayacaktır. Kuşkusuz burada, dilde metafor gibi salt bireyin özgürlüğünü yansıtan bir oluşumun da bir entersübjektivite olup olmadığını tartışmak gerekmektedir. Wittgenstein, metaforların da dil oyunları içinde kaldığını öngörmektedir.
Metafor yapmada kullanılan, sözcüklerin içeriği, sözlendirilmesi ve kullanılma amacı metaforu yani dil oyununu belirlemekte ve bu oyun, her oyun gibi başkaları ile oynanmaktadır. Yani, herşeyden önce metaforun yapılabilmesi için bir paylaşma durumunun söz konusu olması gerekmektedir. Kısaca özetlemek gerekirse, Wittgenstein’a göre dilde anlam bir entersübjektiviteden başka bir şey değildir.
Dildeki anlam ve anlamlandırmayı entersübjektiviteye indirgemek, bilim felsefesi ya da epistemoloji alanında önemli sayılabilecek sonuçlara yol açmaktadır. Kuramsal önermelerin doğruluğunun bir olasılık frekansını yansıtacak bir biçimde ele alınması ile anlamlandırmanın entersübjektivite üzerine oturtulması birbirlerini tamamlamaktadır. Bilimsel önermelerin doğruluğunun bir entersübjektivite olarak kabulü, yukarıda da değinildiği gibi bilgiye gereksinimi ve bilginin işlevini ortadan kaldırmamaktadır. İnsanın, yadsınamayacak, en göze çarpan temel özelliklerinden biri düşünme ve sorgulama yeteneğidir. İnsan, buna göre doğası gereği, sürekli sorgulamakta; kendisine doğrunun temsili olarak verilen ve dilde ifadesini bulan önermeleri kritik etmekte; sürekli olarak yeni bilgilere ulaşıp, yeni kuramsal önermeleri ortaya atmaktadır. Bir başka deyişle, insanoğlu ebedi ve değişmez gerçekleri dile getirmek yerine (bu metafiziğin işlevidir) bilimi açık uçlu bir süreç olarak gerçekleştirmektedir. Olasılık ilkesi, doğruluğun bir entersübjektivite olarak kabulü ve çok değerli mantık ile bilim, yapılabilir açık uçlu bir süreç haline dönüşmektedir. Zaten yukarıda da değinildiği üzere, en gelişmiş bilim dalı olan fiziğin özellikle küçükler alanı ve Quantum ile ilgili bulguları bilimi böyle bir temele oturtmaktadır. Soruna böyle yaklaşılması ile postmodern söylemin bilimin yapılamazlığını önesüren kritiği büyük ölçüde geçersiz kalmaktadır. Aslında bu özellik, yani kuramın bir entersübjektiviteyi yansıtacak biçimde değişebilirliği bilim ile ideolojiyi, kurgusal olarak birbirinden ayıran temel ölçüt olarak ele alınabilmektedir. Bir başka deyişle, bilim ya da kuram kurgusal bir söylem öğesi olarak ele alınabilecektir. Bu kurgu içinde önermelerin anlam ve doğruluğu bir olasılığı yansıtan entersübjektivite üzerinde oturtulabilecektir.
Doğruluk ve Entersübjektivite
Gencay Şaylan –Postmodernizm