Dini Sözlük

---> Dini Sözlük

İ - 1

İBÂDET:Kulluk, kulluk vazîfelerini İslâmiyetin bildirdiği şekilde yerine getirmek. Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uymak.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Cinleri ve insanları, beni tanımaları, bana ibâdet etmeleri için yarattım. (Zâriyât sûresi: 56)
Allahü teâlâyı, görür gibi ibâdet et! Sen O'nu görmüyorsan da, O seni görüyor." (Hadîs-i şerîf-Buhârî ve Müslim)
Âlimin uykusu câhilin ibâdetinden hayırlıdır. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Eğer ibâdet bir kuş olsaydı, şüphesiz onun kanatları oruç ile namaz olurdu. (Yahyâ bin Muâz)
İnsanlar ibâdet yapmak için yaratıldı. İbâdetin özü de; kalbin her zaman Allahü teâlâdan gâfil olmamasıdır, unutmamasıdır. (Ubeydullah-ı Ahrâr)
İbâdet etmek bakımından dünyânın bir sâati, kıyâmetin bin senesinden daha iyidir. Zîrâ bu bir sâatte; sâlih, faydalı amel işlenebilir. Hâlbuki kıyâmetin o bin senesinde bir şey yapılamaz. O hâlde, ey mü'min kardeşim! Vaktini boş şeylerle geçirme! Zam ânının kıymetini bil ve en iyi şeyler için kullan! Namazlarını vaktinde kıl ki, kıyâmet günü pişman olmayasın!Çok büyük sevâba kavuşasın! (Cüneyd-i Bağdâdî)

İbâdet-i Bedeniyye:Beden ile yapılan ibâdetler.
Namaz, ibâdet-i bedeniyye olduğundan başkası yerine kılınamaz. Herkesin kendisi kılması lâzımdır. Ağır hasta ve çok ihtiyâr kimse, namaz yerine fakire fidye (bedel, belli miktarda mal veya para) veremez. Hâlbuki, oruc yerine fidye vermesi lâzımdır. (İbn-i Âbidîn)

İbâdet-i Mâliyye:Zekat, sadaka-i fıtr gibi mal ile yapılan ibâdetler.
Bir kimse birkaç yemini bozarsa, hepsi için ayrı ayrı keffâret yapması lâzımdır. Keffâretler, zekat gibi ibâdet-i mâliyyedir. Malını fakirlere bir vekil vâsıtası ile vermesi câiz olur. Fakat kendisinin malı ayırırken veya fakire verilinceye kadar niy et etmesi lâzımdır. (İbn-i Âbidîn)

İbâdethâne:İbâdet yapmak için toplanılan yer. (Bkz. Ma'bed)

İbâdette Bid'at:Peygamber efendimiz ve Eshâbı zamânında bulunmayıp da dîne sonradan katılan reformlar, değişiklikler. (Bkz. Bid'at)

İBÂDİYYE:Bozuk fırkalardan olan Hâriciyyenin kollarından biri. (Bkz. Hâricîlik)
Hâricîler yedi fırkadır. Bunlardan İbâdiyye fırkası, Abdullah bin İbâd adındaki kimseye tâbi olanlardır. Bu şahıs, hazret-i Ali, hazret-i Muâviye ile hakem yapmak sûretiyle uyuştuğu için hazret-i Ali'den ayrıldı. Trablusgarb'a gitti. Orada İbâdiyye f ırkasını kurdu. Bundan sonra adamları hicrî 153 yılında halîfeye isyân edip, Trablusgarb'ı ele geçirdiler. Kendilerinden başka müslümanlara kâfir deyip, harb zamanlarında mallarını almak câizdir, büyük günâh işleyen mü'min değildir dediler. Hazret-i Ali'yi ve Eshâb-ı kirâmdan çoğunu kâfir bildiler. (Seyyid Şerîf Cürcânî-Şehristânî)
Kur'ân-ı kerîmin lafzına (zâhirî mânâsına) bağlanan İbâdîlere göre; îmân ve İslâm bir bütündür. Amel îmândan bir parçadır. Bu sebeple günah işleyen kimse, îmândan çıkar, Kur'ân-ı kerîm mahlûktur, yaratılmıştır. İbâdîler peygamberlere îmân ederler fak at şefâati inkâr ederler. Allahü teâlânın âhirette görülmeyeceğini söylerler. (Abdülkâdir Bağdâdî)

İBÂHA:
1. Bir şeyin kullanılıp kullanılmaması, serbest olma hâli.
Bir kimseyi yemeğe çağırınca, önüne konan şey ibâha olur. Ancak yediği mülk olur. Başkalarına veremez. (İbn-i Âbidîn)
2. Yedirme, doyurma.
Devamlı hasta veya çok yaşlı olan kimse, altmış gün keffâret orucunu tutamaz ise, altmış fakire bir gün taam (yemek) ibâha eder. (İbn-i Âbidîn)

İBÂHÎ:Haramları mübah (serbest) sayan sapık İbâhiyye fırkasına mensûb olan kimse. (Bkz. İbâhiyye)

İBÂHİYYE:İslâmiyet'in haram ve yasak kıldığı şeyleri helâl ve mübâh sayan bozuk bir fırka. Bâtiniyye, İsmâiliyye. Karâmita da denir.
İbâhiyye, haramlara helâl deyip, yetmiş-seksen sene hacıları soydular. Müslümanları öldürdüler. Hükûmet kurdular. Hükûmetleri 983 (H. 372) senesinde yıkılınca dağıldıkları yerlerde gizlendiler. Bunlardan Hasan Sabbâh'ın kurduğu İsmâiliyye devleti de 1256 (H. 654)'de yıkıldı. (M. Sıddîk bin Saîd)
Eshâb-ı kirâmın hepsini severiz deyip de onların yolunda bulunmayan, kendi bozuk düşüncelerine Eshâbın yoludur diyen, Ehl-i sünnet âlimlerini ve tasavvuf büyüklerini beğenmeyip kötüleyen kimseler kendileri gibi olmıyanlara müşrik (şirk koşan) diyorla r. Bunların malı, canı kendilerine helâldir diyorlar. Böylece İbâhiyyeden oluyorlar. Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden kendi görüşleriyle çıkardıkları bozuk mânâları müslümanlık sanıyorlar. Edille-i şer'iyyeyi (dînî delilleri) ve hadîs-i şerîf lerin çoğunu inkâr ediyorlar. (Dâvûd bin Süleymân)

İBÂRET-İNASS:Mânâya delâleti bakımından lafzın dört kısmından biri. Nassın (âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfin) yalnız ibâresinden anlaşılan mânâya delâlet etmesi.
Nûr sûresi yüz yirmi dördüncü âyet-i kerîmesinde meâlen; "Namaz kılın, zekât verin" buyrulmaktadır. Burada ibâret-i nass, yalnız namaz ve zekâtın farz olduğunu ifâde etmekte, başka bir mânâ bildirmemektedir. (Serahsî, Senâullah Dehlevî)

İBDÂD:Ezân-ı Muhammedî okunduğu zaman, her işi terk edip, cemâatle namaz kılmağa gitmek.
Namazın kemâl mertebesinde (en güzel ve tam şekliyle) kabûl olmasının şartları; haramlardan sakınmak, huşû (Allahü teâlâdan korkmak), takvâ (Allahü teâlâdan korkup haramlardan sakınmak), mâlâyânîyi (dünyâ ve âhirete faydası olmayan şeyleri) terk etme k ve namazı usûlüne, şartlarına uygun olarak kılmak husûsunda, üşenmekliği, gevşekliği terketmek ve bir de ibdâddır. (Kutbüddîn İznikî)

İBLÎS:Şeytanın isimlerinden biri veya şeytanların reisi.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Onu hâtırla ki meleklere, Âdem'e secde edin demiştik de, iblîsten başka bütün melekler hemen secde etmişlerdi. Ancak iblîs yüz çevirip, kibirlendi ve kâfirlerden oldu. (Bekara sûresi: 34)
Allahü teâlâ, iblîse; "Ben sana secde ile emr etmiş iken, seni secde etmekten alıkoyan neydi?" buyurdu. İblîs şöyle dedi: "Ben Âdem'den hayırlıyım, çünkü beni ateşten, onu çamurdan yarattın." (A'râf sûresi: 12)
Üç kimse iblîs ve iblîsin tâifesinin şerrinden korunurlar. Allahü teâlâyı gece gündüz zikr eden (hatırlayan), seherde istigfâr eden (günahlarının bağışlanmasını isteyen) , Allah korkusundan dolayı ağlayan kimse. (Hadîs-i şerîf-Telbîs-ül-İblîs)
İblîs ve yardımcıları insanlara hep kötülükleri yaptırmağa çalışırlar. Bâzan iyi şeyleri yapmağı da hatırlatırlar. Fakat bunları yaparken nefiste ucb (kendini ve işlerini beğenme), riyâ (gösteriş) yaptırarak veya farzın kaçırılmasına sebeb olarak ins anın günâha girmesine sebeb olur. (Abdülgafûr-i Lârî)
Tekebbür yâni kendini büyük görmek kötü huylardandır. Vaktiyle iblîs de öyle tekebbür etti. Meleklere Âdem aleyhisselâma karşı secde etmeleri emrolununca, toprağa karşı niçin secde edeyim? Ben ondan daha üstünüm. Beni ateşten, onu çamurdan yarattın d iyerek Rabbine karşı geldi. İblîs ateşin alevini, latîfliğini ve ışık yaydığını görünce onu sudan ve topraktan üstün sandı. Halbuki üstünlük, kendini üstün görmekte değil tevâzû göstermektedir. (M. Hâdimî)
İblisin rahat, sevinçli oturduğunu, kimseyi aldatmakla uğraşmadığını gören bir zât; "Niçin insanları aldatmıyorsun, boş oturuyorsun?" dedikte, İblis; "Bu zamânın kötü din adamları, benim işimi çok güzel yapıyorlar, insanları aldatmak için bana iş bır akmıyorlar" demiştir. (İmâm-ı Rabbânî)

İBN-ÜL-VAKT:Kalbi halden hâle değişen velî. Tasavvuf yolunda ilerlerken halleri değişen, her zaman başka türlü olan, bâzan şuurlu, bâzan şuursuz (kendilerinden geçen, kendilerini unutan) kimseler. Bunlara erbâb-ı kulûb da denir. (Bkz. Erbâb-ı Kulûb)

İBN-ÜS-SEBÎL:Kendi memleketinde zengin ise de, bulunduğu yerde yanında malı, parası kalmamış olan ve çok alacağı varsa da, alamayıp, muhtâç kalan.
Sadakalar (zekâtlar) Allah'tan bir farz olarak; fakîrlere, miskinlere (bir günlük nafakası olmayanlara), zekât me'murlarına, müellefet-ül-kulûba (kalbleri İslâm'a ısındırılmak istenenlere) , mükâteb (efendisinden kendisini satın alıp, borcunu ödeyince , âzâd, serbest olacak) kölelere, borçlulara, Allah yolunda olanlara ve ibn-üs-sebîle verilir. Allahü teâlâ bilendir, hikmet sâhibidir. (Tevbe sûresi: 60)
Ganîmetlerin beşte biri yetimlere, miskinlere ve ibn-üs-sebîl'e verilir. Bunlardan herbirine ayrı ayrı verilebildiği gibi tek bir sınıfa da verilebilir. (İbn-i Hümâm)

İBRÂ:Alacağından vaz geçmek.
Bir kimse alacağını borçluya hibe etse veya borçluyu ibrâ etse borçlu borçtan kurtulur. (Ali Haydar Efendi)

İBRÂNÎ:Eski yahûdî sülâlesi veya o soydan olan. Yahûdî topluluklarından birine mensûb kimse.

İBRET:İnsanın karşılaştığı, gördüğü veya işittiği hâdiselerden ders alması, kendi hâlini düşünmesi.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmelerde meâlen buyuruyor ki:
Gerçekten onların (peygamberlerin) kıssalarında, akıl sâhibleri için birer ibret vardır. (Bu Kur'ân) uydurulacak bir söz değildir, ancak kendinden evvel (inen kitabların) tastîki ve (dîne âit) her şeyin tafsîlidir (beyânıdır). O, îmân edecek bir kavim için, bir hidâyet ve bir rahmettir. (Yûsuf sûresi: 111)
Davarlarda (deve, sığır, koyun, keçide) da sizin için elbette bir ibret vardır. Karınlarında bulunan sütten size içiririz. Sizin için onlarda daha birçok faydalar vardır. Hem onları (etlerini) da yersiniz. (Mü'minûn sûresi: 21)
Allahü teâlâ, gece ile gündüzü değiştiriyor (biri gidiyor, yerine öbürü geliyor; birini uzatıyor, öbürünü kısaltıyor; hâllerinde karanlık, aydınlık, sıcaklık, soğukluk gibi değişiklikler yaratıyor). Bütün bunlarda, basîret sâhibleri (görür gözlere mâlik olanlar) için elbette birer ibret vardır. (Nûr sûresi: 44)
Cenâb-ı Hak, kullarını küfürden (îmânsızlıktan), suçtan korumak için, herkesin anlayamayacağı fen bilgilerini, kitaplarında açıklayıp, bunlara işâret buyurmuş; yer küresini, güneşi, gökleri göründükleri gibi anlatarak bunlardan ibret alınmasını; varl ığının, büyüklüğünün anlaşılmasını emir buyurmuştur. (Abdülhakîm Arvâsî)
Allahü teâlânın adı bulunmayan söz, kıymetsizdir. Allahü teâlâyı hatırlamadan susmak, boşuna vakit geçirmektir. İbret almadan bakmak, faydasızdır. (Ebü'l-Hüseyin bin Sem'ûn)
İbret almak istersen, hatâ sâhiblerinin ve günahkârların âkıbetlerine (sonlarının nasıl olduklarına) bak da kalbini topla. (İmâm-ı Şâfiî)
Her kim gördüğünden ibret almazsa, onun görmemezliği görmesinden üstündür. (Cüneyd-i Bağdâdî)

İBTİLÂ:
1. İmtihan. Allahü teâlânın, kulunu, çeşitli sıkıntılar vermek sûretiyle imtihan etmesi, denemesi.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
İşte orada îmân sâhibleri ibtilâdan geçirilmiş ve şiddetli bir sarsıntıya uğratılmışlardır. (Ahzâb sûresi: 11)
2. Bir şeye düşkünlük. Mübtelâ olmak.
Amerika'da yapılan açıklamada, alkollü içkilerin, bu memlekette, senede iki yüz beş bin kişinin ölümüne sebeb olduğu tesbit edilmiştir. Bunların çoğu karaciğer sirozundan ve içkili araba kullanmaktan ölmüşlerdir. On dört ve on yedi yaşları arasında a lkol ibtilâsının arttığı, bu sebepten mekteplerde vurucu, kırıcı saldırıların çoğaldığı da bildirilmiştir. (M. Sıddîk Gümüş)

ÎCÂB:
1. İhtiyaç.
İslâmiyet; kıyâmete kadar bütün îcâbları, karşılayacak en mükemmel ve en üstün bir dindir. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
2. Teklif, bir sözleşme için alıcı veya satıcı tarafından ilk söylenen söz.
Îcâb ve kabûl, söz ile olduğu gibi, bir taraftan veya iki taraftan mektublaşma ile veya adam göndermekle de olur. (Kâşânî)
Îcâb, karşıdakinin anlayacağı bir lisan ile, sattım, hediye ettim gibi; kabûl ise, aynen kabûl ettim, râzı oldum gibi geçmiş zamân bildiren sözlerle olur. (Kâşânî)

İCÂBET ETMEK:
1. Kabûl etmek.
Müslümanın müslüman üzerinde beş hakkı vardır: Selâmına cevap vermek, hastasını yoklamak, cenâzesinde bulunmak, dâvetine icâbet etmek, aksırıp elhamdülillah deyince, yerhamükellah diyerek cevâb vermek. (Hadîs-i şerîf-Buhârî, Müslim)
2. Allahü teâlânın duâları kabûl buyurması.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Bana duâ ediniz size icâbet edeyim. (Mü'minûn sûresi: 60)
(Ey Resûlüm!) Kullarım sana benden sorarlarsa, ben (ilim ve icâbetle) yakınım. Bana duâ ettikleri zaman duâlarına icâbet ederim... (Bekara sûresi: 186)
Çok kimse vardır ki, yedikleri ve giydikleri haramdır. Sonra ellerini kaldırıp duâ ederler. Böyle duâya nasıl icâbet olunur. (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet)
Arkadan yapılan duâ icâbete makrûndur (kabûle yakındır). (İbn-i Cezerî)

ÎCÂD:Yoktan var etme, vücûda getirme, yaratma.
İnsanlar, mahlûk olduğu gibi, bütün işleri, hareketleri de Allahü teâlânın mahlûkudur. Çünkü O'ndan başka, kimse bir şey yaratamaz. Kendi mahlûk, yaratılmış olan, başkasını nasıl yaratabilir? Yaratılmak damgası, kudretinin az olduğuna alâmettir ve il min noksan olduğuna işârettir. Bilgisi kuvveti az olan, yaratamaz. Îcâd edemez. İnsanın işinde, kendine düşen pay, kendi kesbidir. Yâni o iş, kendi cüz'î, sınırlı kudreti ve irâdesi ve istemesi ile olmuştur. Fakat o işi yaratan, yapan Allahü teâlâdır. Kesb eden kuldur. Görülüyor ki, insanların ihtiyârî işleri, istiyerek yaptıkları şeyler, insanın kesbi, istemesi, seçmesi ile Allahü teâlânın yaratmasından meydana gelmektedir. İnsanın yaptığı işte, kendi kesbi, ihtiyârı yâni beğenmesi olmasa, o iş titreme şeklini alır, mîdenin, kalbin hareketleri gibi olur. (İmâm-ı Rabbânî)
Ey Âdemoğlu! Ey noksanlık ve taşkınlık içinde yüzen insan! Siz ne hepsiniz, ne de hiçsiniz; herhâlde ikisi arası bir şeysiniz. Evet siz îcâd etmekten, her şeye hâkim ve gâlib olmaktan şüphesiz uzaksınız. Fakat, inkâr olunamayan, bir hürriyet ve ihtiy ârınız, serbest hareketiniz sizi hâkim kılan, bir arzû ve seçim hakkınız vardır. Siz, eşi ortağı bulunmayan bir hâkim ve mutlak, başlı başına bir mâlik olan Hak teâlânın emri altında, ayrı ayrı ve müşterek vazîfeler alan birer me'mursunuz!.. (Abdülhakîm Arvâsî)

ÎCÂR:Kirâya verme, kirâya verilme, kirâ parası. (Bkz. İcâre)

İCÂRE:Belli bir menfaati belli bir bedel karşılığında satmak, kirâlamak.
Bir mal dînen ve aklen nerede kullanılabilirse, o maksatla icâreye verilir. İcârenin sahîh (uygun, geçerli) olması için ücretin (kirâ olarak ödenecek bedelin) ve menfâatin bildirilmesi şarttır. (İbn-i Âbidîn)
İcâre olarak verilen mal kirâcıya teslim edilince, emânet olup kirâcının elinde kastsız (istemeyerek, elinde olmadan) telef olunca ödemez. Âdet hâricinde kullanmak kast sayılır. Tarla icâreye verilirken ne ekileceği bildirilmeli veya her şey ekilebil ir demelidir. (Fetâvâ-i Hindiyye)
İcâredeki binânın ve eşyânın tâmiri ve zamanla tıkanmış boruların tâmiri ev sâhibine âittir. Kirâcı, ev sâhibinin izni ile kendi yaparsa parasını kesebilir, ev sâhibinin izni olmadan kendiliğinden yaparsa kesemez. (Tahtâvî)
İcâre müddeti bitince, mal sâhibi uzatmaz ise kirâcı çıkar. Malı, olduğu gibi teslim etmesi gerekir. Teslim etmezse gasb etmiş olur. Fakat kullanma sebebi ile herkes için hâsıl olması âdet olan harâblık, yıkılma ve dökülmeler kabahat sayılmaz. (İbn-i Âbidîn)

ÎCÂZ:Az söz ile pürüzsüz ve kusursuz olarak çok mânâ ifâde etme.
Muhammed aleyhisselâm; "Bu Kur'ân, Allah kelâmıdır, inanmıyorsanız bir âyeti kadar siz de söyleyiniz. Söyleyemezsiniz" buyurdu. O kadar düşman oldukları, el ele verip uğraştıkları hâlde söyleyemediler. Kimisi Kur'ân-ı kerîmin belâgat ve îcâzını görür görmez îmân etti. Kimisi insan bunu söyleyemez diyerek ister istemez tastîk etti. (Sırrı Paşa)
Arapçayı iyi bilen kimse Kur'ân-ı kerîmin îcâzını açıkça anlar. Kâdı Bâkıllânî dedi ki: "Îcâz, hem belâgatinin yüksek olmasından hem de nazmının (lafızlarının dizilişinin) garîb olmasındandır. Yâni hiç görülmemiş bir nazm olduğu içindir. Bâzıları Kur 'ân-ı kerîmin îcâzı gaybden (gelecekten) haber vermesidir dediler. Bâzı âlimlere göre Kur'ân-ı kerîmin îcâzı, çok uzun ve tekrarlı olduğu hâlde hiçbir yerinde ihtilâf yâni uygunsuzluk bulunmamasıdır dediler. (İmâm-ı Rabbânî)
Muhammed aleyhisselâmın mûcizelerinin en büyüğü Kur'ân-ı kerîmdir. Bugüne kadar gelen bütün şâirler, edebiyâtçılar, Kur'ân-ı kerîmin nazmına ve mânâsına hayran kalmışlar, bir âyetin benzerini söyleyememişlerdir. Îcâzı ve belâgati insan sözüne benzemi yor. Yâni bir kelimesi çıkarılsa veya bir kelime eklense; lafzındaki, mânâsındaki güzellik bozuluyor. (Nişâncızâde Muhammed Efendi)

İ'CÂZ:Âciz bırakma, benzerini ortaya koymada herkesi acze düşürme.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmin i'câzıyla ilgili olarak meâlen buyurdu ki: (Ey Resûlüm!) De ki: Yemîn ederim bu Kur'ân'ın benzerini meydana getirmek için insanlar ve cinler bir araya gelseler, birbirine destek olsalar da yine benzerini getiremezler. (İsrâ sûresi: 88) (Muhammed bin Hamza)

İCÂZET:İzin, diploma, şehâdetnâme. Çeşitli ilimlerde üstâdın (hocanın) talebesine, yetiştiğine dâir verdiği belge, diploma.
İcâzet verilecek tal****** bâtınının (kalbinin) iyi hâllere kavuşmuş olması, kötü huylardan temizlenmiş, iyi huylarla süslenmiş olması, sabr, tevekkül (sebeplere yapıştıktan sonra, işini Allahü teâlânın taktirine bırakma), kanâat, rızâ, teslîmiyet sâ hibi olması ve dünyâya düşkün olmaması lâzımdır. (Abdullah-ı Dehlevî)

İcâzet-i Mutlaka:Çeşitli ilimlerde üstâdın (hocanın) talebesine yetiştiğine ve başkalarını da yetiştirebileceğine dâir verdiği izin veya bu izni ifâde eden belge, diploma.
Hâce Bâki-billâh kuddise sirruh, İmâm-ı Rabbânî'yi icâzet-i mutlaka ile Serhend şehrine gönderirken, kendisi makâmından çekilip, bütün talebesinin, hattâ kendi oğullarının terbiyesini ve yetişmesini ona havâle etti ve; "Ahmed, bizim gibi binlerce yıl dızı örten bir güneştir. Bu ümmette onun gibi ancak iki üç tâne vardır. Şimdi ise gök kubbe altında onun gibisi yoktur" buyurdu. (Muhammed Mazhâr)

İCBÂR-I NEFS:İnsanın kendini bir işe zorlaması.
Kur'ân-ı kerîm okurken ağlayın, eğer ağlayamazsanız, ağlar gibi yapın yâni ağlamaya icbâr-ı nefs edin. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Mâce)
İbn-i Abbâs radıyallahü anh buyurdu ki: "Sübhânellezî"nin (İsrâ sûresinin) secde âyetini okuduğunuz zaman ağlamadan secde etmeyin. Eğer gözünüz ağlamıyorsa, buna üzülerek kalbiniz ağlasın, sonra secde edin." Ağlamaya nefsini icbâr etmenin yolu, içind en hüzün duymaktır. İnsan bu sâyede kolayca ağlar. Güzel ahlâka yönelmek isteyen meselâ cömerd olmak isteyen kimse için çâre infâka (sadaka vermeye) icbâr-ı nefs etmesidir. Zorlaya zorlaya bu hâl kendisinde tabiî hâle gelir ve nihâyet cömerd bir insa n olur. (İmâm-ı Gazâlî)

İCMÂ':
1. Edille-i şer'iyyenin (din bilgilerinin elde edildiği delîllerin, kaynakların) üçüncüsü. Bir asırda yaşayan müctehid denilen derin âlimlerin bir mes'elenin hükmünde birleşmeleri, ictihadlarının birbirine uygun olması.
Hicrî dördüncü asırdan sonra mutlak müctehîd yetişmediği için icmâ' da kalmamıştır. Bu sebeble icmâ' denilince Eshâb-ı kirâmın (Peygamber efendimizin arkadaşlarının), Tâbiîn'in (Eshâb-ı kirâmı gören büyüklerin) ve Tebe-i tâbiînin (Tâbiîn'i görenlerin ) icmâ'ı anlaşılır. (İbn-i Âbidîn)
Bir şeyi Eshâb-ı kirâm icmâ' ile bildirmedi ise, Tâbiîn'in sözbirliği bu şey için icmâ' olur. Tâbiîn de bu şeyi icmâ' ile bildirmedi ise, Tebe-i tâbiînin sözbirliği bu şey için icmâ' olur. Çünkü bu üç asrın âlimleri yâni müctehidleri hadîs-i şerîf il e övülmüştür. Bunlara selef-i sâlihîn denilir. (İbn-i Âbidîn)
Dinde zarûrî olan yâni câhillerin de bildikleri icmâ' bilgilerine inanmayan kimsenin îmânı gider. (İbn-i Âbidîn)
2. Beş vakit namazın farz oluşu, zinânın haram oluşu gibi ictihâd lâzım olmayan ve dinde açıkça bildirilen şeyleri âlim olan, olmayan her müslümanın bilmesi, böyle olduklarında sözbirliği yapmaları.
Zarûriyyât-ı dîniyyeden yâni dînin temel bilgilerinden olup, her müslümanın mutlak bilmesi lâzım olan bilgilerde müctehid olmayanların icmâ'ı da mûteberdir. Ancak bu, onların icmâ'ı olmazsa, bu hükümler sâbit olmaz demek değildir. Bu kısım icmâ', üze rinde icmâ' yapılan husûsun her müslüman tarafından bilindiğini, bu sebeple her müslümanın bunları bilip öğrenmesinin lâzım olduğunu, bilmiyerek de olsa bunları yerine getirmemenin câiz olmadığını ifâde içindir. (Molla Hüsrev, Serahsî, Hâdimî)

İCMÂLÎ ÎMÂN:Kısaca inanmak. Peygamber efendimiz Muhammed aleyhisselâm ne bildirmiş ise hepsine inandım demek. (Bkz. Îmân)

İCTİBÂ:Seçmek, seçilmek. Evliyâlıkta, vâsıtanın, aracının şart olmadığı cezbe (çekilme) ile ilerleme.

İctibâ Yolu:Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için peygamberlerin aleyhimüsselâm ve seçilmiş evliyâların yolu. Mürid değil, murâdlar ve mahbûblar yolu. Sevilenleri, çabuk ilerletme yolu.
İctibâ yolunda riyâzetler çekmek (nefsin isteklerini yapmamak), kavuşmak nîmetine şükretmek içindir. (İmâm-ı Rabbânî)
İctibâ yolunda kavuşmak, kavuşturulmak yolu ile hâsıl olduğu için sıkıntı ve meşakkat (eziyet) çok azdır. O'nun riyâzeti ahkâm-ı şer'iyyeye (dînimizin emir ve yasaklarına) ve sünnet-i seniyyeye uymak ve bid'atlerden (Peygamber efendimiz ve arkadaşlar ı zamânında olmayıp dînimize ibâdet olarak sonradan sokulan şeylerden) sakınmaktır. (Ubeydullah-ı Ahrâr)

İCTİHÂD:İnsan gücünün yettiği kadar zahmet çekerek, çalışma. Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmemiş olan işlerin hükümlerini açıkça bildirilenlere benzeterek meydana çıkarma. (Bkz. Müctehid)
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, hazret-i Muâz bin Cebel'i, Yemen'e hâkim olarak gönderirken; "Orada nasıl hüküm edeceksin?" buyurunca; "Allahü teâlânın kitâbı ile" dedi. " Allah'ın kitâbında bulamazsan?" buyurdu. "Allah'ın Resûlünün sünneti ile" dedi. "Resûlullah'ın sünnetinde de bulamazsan?" buyurunca; "İctihâd ederek, anladığımla" dedi. Resûlullah efendimiz, mübârek elini Muâz'ın göğsüne koyup; "Elhamdülillah! Allahü teâlâ, Resûlünün resûlünü (elçisini), Resûlullah'ın rızâsına uygun eyledi" buyurdu. (Tirmizî, Ebû Dâvûd, Dârimî)
İsâbet etmiyen, yâni doğruyu bulamamış olan müctehide (Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerden hüküm çıkaran kimseye) bir sevâb, doğruyu bulana iki veya on sevâb vardır. İki sevâbdan birincisi, ictihâd etmek sevâbıdır. İkincisi, doğruyu bulmak sevâbıdır. (Hadîs-i şerîf-Hadîka)
Âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilen şeylerde, ictihâd edilemez. Nass (Kur'ân-ı kerîm ve sahih hadîs-i şerîf) bulunan yerde ictihâda izin yoktur. (İbn-i Nüceym, Hâdimî)
İslâm âlimlerinin söz birliği ile ve zarûrî olarak bildirilmiş olan, inanılacak ve yapılacak din bilgilerinde ictihâd yapmak câiz değildir. (Abdülganî Nablüsî)
Mezheb imâmlarının hepsi bir mes'ele ile karşılaştıklarında cevâbını, önce Kur'ân-ı kerîmde ararlardı. Kur'ân-ı kerîmde açıkça bulamazlarsa, hadîs-i şerîflerde ararlardı. Burada da bulamazlarsa, icmâ-ı ümmette ararlardı. İcmâda da bulamayınca, bu mes 'eleye benziyen başka mes'elelerin, Kitâb (Kur'ân-ı kerîm), sünnet (hadîs-i şerîfler) ve icmâ'da bulunan cevâblarını esas alıp mukâyese ederek, ictihâd edip benzeri cevâbı bulurlardı. (İmâm-ı Şa'rânî)
Îsâ aleyhisselâm, kıyâmete yakın bir zamanda, gökten inerek, Muhammed aleyhisselâmın dînine göre hareket edecek ve Kur'ân-ı kerîmden hüküm çıkaracaktır. Îsâ aleyhisselâm gibi büyük bir peygamberin ictihâd ile çıkaracağı bütün hükümler, Hanefî mezhebi ndeki hükümlere benzeyecek yâni İmâm-ı a'zam'ın ictihâdına uygun olacaktır. (İmâm-ı Muhammed Pârisâ)
Her müctehidin (Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerden hüküm çıkaran âlimin), kendi ictihâdıyla bulduğu bilgiye uygun iş yapması farzdır. (Mevlâna Hâlid-i Bağdâdî)
Sahâbe-i kirâmın (Resûlullah efendimizin sohbetinde yetişmiş arkadaşlarının) hepsi müctehîd olup, kendi ictihâdlarına uymaları farz idi. (Abdülvehhâb-ı Şa'rânî)
İctihâd, bir ibâdet yâni ehli olana Allahü teâlânın emri olduğundan, hiçbir müctehid başka bir müctehidin ictihâdına yanlış diyemez. Çünkü, her müctehide kendi ictihâdı haktır ve doğrudur. Meselâ İmâm-ı Şâfiî hazretleri, Hanefî mezhebinde olmadığı hâ lde; "İmâm-ı a'zâm Ebû Hanîfe'nin ictihâdını beğenmeyene, Allahü teâlâ lânet etsin, yâni merhamet etmesin" buyurmuştur. (İbn-i Âbidîn)
İctihâd ve kıyâs bid'at değildir. Çünkü kıyâs ve ictihâd, nassların mânâsını ortaya çıkarır. Başka bir şeyi ortaya koymaz. (İmâm-ı Rabbânî)

İDDET:Kocasının ölümüyle dul kalan veya talak (boşama) ve fesh (nikâhın bozulması) sebebiyle evlilik bağı çözülen kadının yeniden evlenebilmesi için beklemesi gereken zaman.
İddet bekleyen kadınlar beş çeşittir:
1) Hâmile olup, kocası vefât eden kadının iddeti, çocuğu olunca biter.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
... Hâmile kadınların iddetleri ise çocuklarını doğurmaları ile son bulur. (Talâk sûresi: 4)
2) Hâmile olmayıp kocası ölen kadının iddeti dört ay on gündür.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Sizden vefât edenlerin geride bıraktıkları zevceler (hanımlar) kendi kendilerine dört ay on gün beklerler (beklesinler) . (Bekara sûresi: 234)
3) Hâmile olup, boşanan kadının iddeti, hamlini vad etmekle yâni çocuğu olunca tamam olur. Kocası ölen, hâmile kadının durumu gibidir.
4) Kadın hayz (âdet) gören kadınlardan olup, hâmile olmadığı hâlde kocasının boşadığı kadının iddeti, üç ay başı hâli veya üç temizlik müddetidir.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Boşanmış kadınlar, kendi kendilerine üç âdet müddeti beklerler ve Allah'ın rahimlerinde yarattığı çocuğu saklamaları kendilerine helâl olmaz. (Bekara sûresi: 228)
5) Hayzdan kesilen (âdet görmeyen) ve boşanmış kadının iddet zamânı boşanma târihinden îtibâren üç aydır.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
(Yaşlılık dolayısı ile) hayzdan kesilmiş kadınlarınız (hakkındaki iddet, bekleme hükmünden) şüphelendinizse (bunu bilmediğinize göre) onların iddeti de üç aydır. Henüz hayz görmeyenler de öyle (boşandıkları zaman üç ay iddet beklerler) ... (Talâk sûresi: 4) (İbn-i Âbidîn, Kâşânî, Hacı Zihni Efendi, Abdurrahmân Cezîri)
Talak (boşama) iddeti zamânında kadına nafaka verilir. İddet zamânı bitince nafakası kesilir. (Ubeydullah bin Mes'ûd)
İddet; Hanefî ve Hanbelî mezheblerinde, ilk temizlik başından, üçüncü hayzın sonuna kadar olan zamandır. Şâfiî ve Mâlikî mezheplerinde üç temizlik geçinceye kadardır. Hayz görmüyorsa, talak için üç ay, ölüm için dört ay on gündür. (İbn-i Âbidîn)
Haccın edâ şartlarından birisi de kadın iddet hâlinde olmamaktır. (İbn-i Âbidîn)
İddet bekleyen kadınla iddeti bitinceye kadar evlenilmez. (İbn-i Âbidîn)

İDRÂK:Bir şeyin aslını, mâhiyetini, hakîkatini bilmek, anlamak.
Kur'ân-ı kerîmde, meâlen buyruldu ki:
O'nu (Allahü teâlâyı) gözler (dünyâda) idrâk edemez. O ise, gözleri bilir anlar. O, ihsân sâhibi bilicidir. (En'âm sûresi: 103)
İnsanı hayvandan ayıran, ilim ve idrâktir (Hâdimî)
İnsanların hâlet-i rûhiyeleri (rûhî durumları) farklı oduklarından, idrâk ve fehmleri (anlamaları) da farklı olmaktadır. (İmâm-ı Gazâlî)
Şükür, şükürden âciz kalındığını idrâk etmektir. (Ebû Osman Mağribî)
Allahü teâlânın zâtı idrâk edilemez. Dünyâ yurdunda gözle görülmez. Kalb, O'nun varlığını tastîk eder. Âhirette gözler O'nu görecektir. İnsanlar, Allahü teâlâyı âyet ve delîllerle bilmektedir. Kalbler O'nu tanır, fakat akıllar O'nu idrâk edemez. (Sehl bin Abdullah)

İdrâk-i Basît:Tasavvuf yolcusunun kendini müşâhedede (görmede) fâni (yok) olması.

ÎFÂ:Yerine getirme.
Hanımının ve çocuklarının haklarını îfâ etmiyenin namazları, oruçları kabûl olmaz (Borçları ödenirse de sevâb alamazlar). (Hadîs-i şerîf-Mürşîd-ün-Nisâ)
Her sabah bir kere, "Allahümme mâ esbaha bî min ni'metin ev bi-ehadin min halkıke, fe minke vahdeke, lâ şerîke leke, fe lekel hamdü ve lekeş-şükr" demeli ve her akşam "mâ esbaha" yerine "mâ emsâ" diyerek hepsini aynen okumalıdır. Peygamberimiz sallal lahü aleyhi ve sellem buyurdu ki: "Bu duâyı gündüz okuyan, o günün şükrünü, gece okuyan, o gecenin şükrünü îfâ etmiş olur." Abdestli okumak şart değildir. Her gün ve her gece okumalıdır. (İmâm-ı Rabbânî)

İFFET:İnsan rûhundaki yapıcı kuvvetin, yâni şehvetin iyiye kullanılmasından ortaya çıkan huy. Nefsi kötü isteklerinden men etmek. Âr, nâmus, hayâ duygusu.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruluyor ki:
Sizin sadakalarınız, fî-sebîlillah (Allah yolunda) cihâd eden, ilim tahsîl eden ve ibâdet gibi hayırlı bir işle meşgûl olan ve yeryüzünde ticâret ve san'at gibi bir işle meşgûl olmaya müsâit (elverişli) vakitleri olmayan fakirler içindir. Onlar dilenmekten çekindikleri için, cahiller onları zengin zannederler. Ey Resûlüm! Sen onları sîmâlarından tanırsın. Onlar, iffetlerinden dolayı insanları râhatsız edip sadaka istemezler. Malınızdan, bunlara infak (sarf) ederseniz, muhakkak Allahü teâlâ verdiğinizi ve niçin verdiğinizi bilir... (Bekara sûresi: 273-274)
Allahü teâlâ hayâ, hilm ve iffet sâhiblerini sever. Fuhş (çirkin) söyleyenleri ve sarkıntılık yaparak dilenenleri sevmez. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
İffet sâhibi olunuz. Çirkin şeyler yapmayınız. Kadınlarınızı da, afîf (iffetli) yapınız. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
İffet sâhibi olursanız kadınlarınız da afîf (iffetli) olur. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
İffet; kişiyi her türlü rezillikten koruyan bir haslettir. El, ayak ve diğer âzâyı her türlü zarardan korur. Bu haslet güzel ahlâkın en üstünüdür. Âzânın iffetli olması demek; meselâ gözün harama bakmaması ve kendisine yasak olan şeyleri terk etmesid ir. (Abdurrahmân bin Abdullah bin Nasr)

İFRÂT:Bir işte, sözde veya davranışta haddi aşma, pek ileri gitme, aşırı olma.
Riyâ yâni gösteriş yapanlara karşı tekebbür etmek (kibirlenmek, büyüklenmek) câizdir. Kendinden aşağı olanlara karşı tevâzû göstermek (kendini onlarla bir görmek) iyi ise de, bunun ifrâta kaçmaması lâzımdır. (Muhammed Hâdimî)
İfrat ve tefrît'in ikisi de kötüdür. Doğru ve en iyisi ortada olandır. (İmâm-ı Rabbânî)
Şecâatın (kahramanlığın) ifrâtı, tehevvürdür (aşırı öfkedir). (Muhammed Hâdimî)
Kazâ-i hâcetin yâni abdest bozmanın edeplerinden biri de; necâset husûsunda vesveseye kapılıp bunu ifrât derecesine götürmemektir. (İmâm-ı Gazâlî)

İFRÎT:Cinlerin azgın, en zararlı, şerli, korkunç ve kuvvetli cinsi.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Cinden bir ifrit (Süleymân aleyhisselâma); " Sen makâmından kalkmadan ben onu (Belkıs'ın tahtını) sana getiririm. Ben buna karşı her hâlde güvenilecek bir kuvvete mâlikim" dedi. (Neml sûresi: 39)
Hasen-i Basrî buyurdu ki: Bir gün Cebrâil aleyhisselâm, Resûl-i ekreme (sallallahü aleyhi ve sellem) gelerek; "Cinlerden bir ifrit sana hîle yapmak istiyor. Yatağına girdiğin vakit Âyet-el-kürsî'yi oku!" dedi. (Senâullah Dehlevî)

İFSÂD:Bozmak, fitne, karışıklık çıkarmak, bozgunculuk yapmak.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Allahü teâlâ ifsâd edenleri sevmez. (Mâide sûresi: 64)
Sarı sabır maddesi balı ifsâd ettiği gibi, kızgınlık da îmânı bozar. (Hadîs-i şerîf-Taberânî)
Şâyet sen, insanların kusûrlarını ve gizli hâllerini araştırırsan, onları ifsâd etmiş ve ifsâdlarına sebep olmuş olursun. (Hadîs-i şerîf-Ebû Dâvûd)
Sıcak su buzu erittiği gibi, iyi huy da hatâları eritir. Sirke balı ifsâd ettiği gibi, kötü huy, hayrâtı, hasenâtı (iyilikleri) yok eder. (Hadîs-i şerîf-Ahlâk-ı Alâî)
Zamm-ı sûreleri rükûda tamamlamak, dört mezhebde de mekrûhtur. Fâtihayı tamamlamak ise, hanefîde mekrûhtur. Diğer üç mezhebde namazı ifsâd eder. (Abdurrahmân Cezîrî)

İFTÂ:Fetvâ vermek, dînî bir mes'elenin hükmünü sözlü veya yazılı olarak bildirmek. (Bkz. Fetvâ)

İFTÂR:
1. Oruçlunun, akşam namazı vakti girdikten, yâni güneşin battığı iyice anlaşıldıktan sonra, yiyerek veya içerek orucunu açması.
...İftâr zamânında, oruçlunun ağız kokusu, Allahü teâlâya, her kokudan daha güzel gelir. (Hadîs-i şerîf-Sünen-i Beyhekî)
... Bir kimse, bu ayda (Ramazân-ı şerîfte) bir oruçluya iftâr verirse, günâhları affolur. Hak teâlâ onu Cehennem ateşinden âzâd eder, kurtarır. O oruçlunun sevâbı kadar, ona sevâb verilir. (Hadîs-i şerîf-Buhârî)
İftârda acele etmek demek, yıldızlar görünmeden önce iftâr etmek demektir (İbn-i Hibbân)
İftar edince, (Zehebazzama' vebtellet-il urûk ve sebet-el-ecr inşâallahü teâlâ: Susuzluk gitti. Damarlar ıslandı sevâb hâsıl oldu inşâallah) duâsını okumak, terâvih kılmak ve hatm okumak mühim sünnettir. (İmâm-ı Rabbânî)
2. Oruç tutmama, yime.
Ayı görünce oruç tutunuz! Tekrâr görünce iftâr ediniz (Hadîs-i şerîf-Merâkıl felâh)
Ey Ebü'd-Derdâ! Muhakkak senin üzerinde bedeninin hakkı vardır. Ehlinin (âilenin) hakkı, Rabbi'nin hakkı vardır. Her hak sâhibine hakkını ver! İftâr et, oruç tut, namaz kıl, uyu ve ehline yakın ol. (Hadîs-i şerîf-Kenz-ül-Ummâl)

İFTİKÂR:Fakîr olmak, muhtâc olmak.
Hâlık (yaratıcı) ve râzık (rızıklandırıcı) Allahü teâlâdır. İnsana hâlık ve râzık demek küfrdür. İnsanın sıfat-ı asliyesi (her zaman bulunan özelliği) acz (elinden birşey gelmeme) ve iftikârdır (İmâm-ı Birgivî)

İFTİRÂ:Yapmadığı hâlde kötü bir işi birisine yükleme, yalan yere birisine suç isnat etme gösterme. Birine suç atma, bühtân.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Bak, Allah'a karşı nasıl olmadık yalan ve iftirâ ederler. Apaçık olan bu günâhları onlara kâfidir. (Nisa sûresi: 50)
Bir kimse için söylenen kusur onda varsa, bu söz gîbet olur. Yoksa iftirâ olur. (Hadîs-i şerîf-Müslim)
İftirâ etmek ve nemmâmlık yapmak yâni söz taşımak gîbet etmekten daha fenâdır. (Muhammed Ma'sûm)
Birisine iftirâ etmek, gıybet etmekten (belli bir mü'minin aybını, kusurunu, onu kötülemek için arkasından söylemekten) daha fenâdır. (Muhammed Hâdimî)
İftirâ büyük günâhtır ve çok fenâdır. Bunda yalan söylemek de vardır ki, yalan, her dinde haram idi. İftirâda bir mü'mini incitmek de vardır, bu da ayrıca haramdır. Bunlardan başka, iftirâ etmek, yeryüzünde fesâd çıkarmaya, ortalığı karıştırmaya sebe b olur ki, bu da haramdır. Çok fenâ ve tehlikelidir. (İmâm-ı Rabbânî)
Beni, hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Ömer'den üstün tutan; iftirâ etmiş olur. İftirâ edenleri dövdükleri gibi onu döverim. (Hazret-i Ali)

İFTİTÂH TEKBÎRİ:Başlama tekbîri. Namazın evvelinde "Allahü ekber" demek. Buna Tahrîme tekbîri de denir.
Bir gün Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem namaz kılarken bir kimse sabah namazında iftitâh tekbîrine yetişemedi. Bir köle âzâd etti (serbest bıraktı). Daha sonra Peygamber efendimize gelerek; "Yâ Resûlallah! Ben bugün iftitâh tekbîrine yetişemed im. Bir köle âzâd ettim. Acabâ iftitâh tekbîrinin sevâbına kavuşabildim mi?" diye sordu. Peygamber efendimiz, hazret-i Ebû Bekr, hazret-i Ömer, hazret-i Osman ve hazret-i Ali'ye iftitâh tekbîrinin fazîletiyle ilgili soru sorup, değişik cevaplar aldıktan sonra; "Ey benim ümmetim ve Eshâbım! Yedi kat yerler ve yedi kat gökler kâğıt olsa ve deryâlar (bütün denizler) mürekkeb olsa ve bütün ağaçlar kalem olsa, bütün melekler kâtib olsalar ve kıyâmete kadar yazsalar yine imâm ile alınan iftitâh tekbîrinin sevâbını yazamazlar" buyurdu. (Hadîs-i şerîf-Cennet Yolu İlmihâli)
Bir kimse iftitâh tekbîrini imâm ile berâber alırsa; sonbahar günlerinde, ağaçların yaprakları, rüzgâr estikçe nasıl dökülürse, o kişinin günâhları da öyle dökülür. (Muhammed bin Kudbüddîn İznikî)
İftitâh tekbiri söylerken niyet edilir. Daha önce niyet etmek de câizdir. İftitâh tekbîrinden sonra edilen niyet sahih (geçerli) olmaz ve o namaz olmaz. (Abdullah Mûsulî)

İĞFÂL:Aldatma, doğru yoldan saptırma. Hakkı unutturma.
İslâm nîmetinin elden çıkmasına sebeb olan bir kısım kâfirler, kendilerine müslüman ismi ve süsü verip, din adamı tanıttırıp, müslümanlığı kendi akılları ile, keyiflerine ve şehvetlerine uygun bir şekle çevirmeğe uğraşıyor, müslümanlık ismi altında y eni, uydurma bir din kurmak istiyorlar. Hîle ve yalanlarla, sözlerini isbât etmeğe, yaldızlı, yaltakçı yazılar ile, müslümanları kandırmaya, iğfâle çalışıyorlar. (Abdülhakîm Arvâsî)
Bir kalb, iyi arkadaşların nasîhatlerine ve akla tâbî olup, İslâm dînine uyarsa, nûrlanır, temiz olur. Dünyâ ve âhirette rahat ve huzûra kavuşur. Kötü kimselerin iğfâl edici sözlerine, yazılarına ve nefse, şeytana uyup, İslâmiyet'e uymayan kalb; kara rır, bozulur... (Abdülhakîm Arvâsî)

İĞTİSÂL:Gusl (boy) abdesti almak. Ağız ve burun dâhil bütün vücûdu hiç kuru yer kalmayacak şekilde baştan ayağa yıkamak. (Bkz. Gusl)
Abdestte ve iğtisâlde lüzûmundan fazla su kullanmak, isrâf olup, haramdır. (Tahtâvî)

İHÂNET:
1. Hâinlik etmek, güveni kötüye kullanmak, sadâkat göstermemek.
Siz emniyet içinde meclislerde oturursunuz. İhâneti yalnız altın ve gümüşte aramayın. En büyük ihânet, kendisine güvenilerek yanında konuşulan sözleri ilgili kimselere götürmektir. (Hasen-i Basrî)
2. İsyân etmek, karşı gelmek.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Ey îmân edenler! Allahü teâlâya ve Peygamberine ihânet etmeyin. Sonra bile bile kendi emânetlerinize ihânet etmiş olursunuz. (Enfâl sûresi: 27)
Hükümete ihânet edene, Allahü teâlâ ihânet eder. (Hadîs-i şerîf-Nebras)
3. Küçük düşürmek, tahkîr etmek, hafife almak.
Bid'at sâhibine ihânet edeni Allahü teâlâ kıyâmet gününün korkusundan korur. (Hadîs-i şerîf-Fetâvâl-Haremeyn)
Fâsık (günâhkâr) kimse, âlim olsa da imâm yapılması mekrûh olur. Çünkü, İslâmiyete uymakta gevşek davranır. Buna ihânet vâcip olur. (Tahtâvî)

İHÂTA:Kuşatma, çevirme.
Allahü teâlâ her şeyi ihâta etmiştir. Her şeye yakındır ve her şeyle berâberdir. Fakat, bizim alıştığımız, bildiğimiz ve anladığımız ihâta, yakınlık ve berâberlik gibi değildir. Bunlar, O'na lâyık değildir. Mahlûkların (yaratılmışların) hiçbiri O'nu ve sıfatlarını ve fiillerini (işlerini) anlıyamaz, bilemez. Bunlara anlamadan inanmak lâzımdır. (İmâm-ı Rabbânî)

İHFÂ:Örtmek, gizlemek; tecvidde bir terim. On beş ihfâ harflerinden önce gelen tenvin veya sâkin nunu, izhâr (birbirinden ayırmak) ile idgâm (birbirine katmak) arasında, şeddeden uzak olarak gunne ile genizden çıkarmak.

İHLÂS:Hâlis, temiz etmek, niyyeti düzeltmek, temizlemek, dünyâ menfaatini düşünmeden bütün işlerini, ibâdetlerini yalnız Allah için yapmak.
İbâdetlerinizi ihlâs ile yapınız! Allahü teâlâ, ihlâs ile yapılan işleri kabûl eder. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Rabbânî)
Resûlullah efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem, Mu'âz bin Cebel'i (r.anh) Yemen'e vâli olarak gönderirken:
"İbâdetlerini ihlâs ile yap. İhlâs ile yapılan az amel, kıyâmet günü sana yetişir" buyurdu. (Hilyet-ül-Evliyâ)
İhlâs ile yapılan bir iş, senelerle yapılan ibâdetlerin kazancını hâsıl eder. (İmâm-ı Rabbânî)
İhlâssız amel, sahte para gibidir. Kabûl edilmez. (Seyyid Emîr Külâl)
Sehl-i Tüsterî'ye insanın nefsine en çok ağır gelen nedir? diye sorduklarında, ihlâstır cevâbını verdi. Zîrâ ihlâsta nefsin nasîbi, payı yoktur.
İhlâs elde etmeye çalışanlara muhlis denir. İhlâsı tabiat hâline gelenlere muhlas denir. (İmâm-ı Rabbânî) Bir de ihlâstır, her işte dâimâ, Şöyle ki hiç olmaya ucb-u riyâ, Hem bu ihlâs olmasa makbûl değil, Tasavuftur ihlâsın kaynağı bil.
(İmâm-ı Rabbânî)

İHRÂM:Mîkât denilen mahalde (yerde) hacca veya umreye niyet ederek, peştemal gibi dikişsiz iki parça örtüyü giymek ve telbiye getirmek sûretiyle, daha önce mubah (serbest) olan bâzı şeyleri kendine haram kılmak yâni bunları yapmaktan sakınmak. İhrâmlı kims eye muhrim denir. İhrâm elbisesinin belden aşağı sarılan kısmına îzâr, omuzlara atılan kısmına da ridâ denir. Kadınlar ihrâm elbisesi giymeyip, mestûre (örtülü) olarak hac ve umre ibâdetini yapar.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Hac ayları bilinen, Şevval, Zilka'de ayları ile Zilhicce'den on gündür. İşte kim o aylarda haccı, ihrâma girerek kendine farz yaparsa artık hacda kadına yaklaşmak, günah işlemek ve kavga etmek yoktur. Siz ne hayır yaparsanız Allah onu bilir. Bir de (hac yâhut âhiret için) azık edinin, muhakkak ki azığın hayırlısı takvâdır ve ey aklı tam olanlar, benden korkun! (Bekara sûresi: 197)
İhrâma girerken temizlenmek ve gusül (boy abdesti) almak ve iki rek'at namaz kılmak sünnettir. (M. Zihni Efendi)
Hac için, ömre için, ticâret için veya herhangi bir şey için uzaktan gelenlerin, mîkât denilen yerleri, ihrâmsız geçerek, Hareme yâni Mekke-i mükerremeye girmeleri, haramdır (günahtır). Geçenin tekrar mîkâta gelip ihrâma girmesi lâzımdır. İhrâma girm ezse kurban kesmek lâzım olur. (İbn-i Âbidîn)
İhrâm giyen kimseye bâzı şeyler yasak olur. Meselâ karadaki av hayvanlarını öldürmesi, dikişli elbise giymesi, bir yerini traş etmesi, cimâ etmesi, kavga ve münâkaşa etmesi, koku sürünmesi, tırnak kesmesi, erkeğin mest ayakkabı giymesi, başını örtmes i, hıtmî çiçeği ile başını yıkaması, eldiven çorap giymesi, kendiliğinden çıkan ot ve ağaçları koparması v.s. Bunları bilerek veya bilmeyerek, unutarak yapanlara kurban ve sadaka cezâları lâzım olur. (İbn-i Âbidîn)

İHSÂN:
1. İyilik etmek.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
İhsân edenlere elbette rahmetim çok yakındır. (A'râf sûresi: 55)
İnsanlara, analarına - babalarına ihsân etmelerini söyledik. (Ahkâf sûresi: 15)
İhsânın karşılığı ancak ihsândır. (Rahmân sûresi: 60)
Ananıza-babanıza ihsân ederseniz, çocuklarınız da size ihsân eder. Din kardeşinin özrünü kabûl etmeyen, Kevser havzından içmeyecektir. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Resûl-i ekremin o kadar iyilikleri, o kadar ihsânları vardır ki, Rum imparatorları, İran şahları, o kadar ihsân yapamazlardı. Fakat kendisi sıkıntı ile yaşamağı severdi. (İmâm-ı Rabbânî)
İhsân her yerde övülmeye değer. Bilhassa akrabâya ve komşulara olunca daha iyidir. (İmâm-ı Rabbânî) Hamd olsun, nîmetleri bol Allah'a, Önce, varlık nîmeti verdi bana! İhsânlarını saymaya güç yetmez, Güç de, her üstünlük de lâyık O'na!
(M. Sıddîk bin Saîd)
2. Allahü teâlâyı görür gibi ibâdet etmek.
İhsân, Allahü teâlâya O'nu görür gibi ibâdet etmendir. Sen O'nu görmüyor isen de, O seni hep görmektedir. (Hadîs-i şerîf-Buhârî, Müslim)

İHTİDÂ:Doğru yola girme, müslüman olma, din olarak İslâmiyet'i seçme; hidâyete erme. (Bkz. Hidâyet)

İHTİKÂN:Lavman yapmak.
İhtikan yapmak, kulağına yağ damlatmak orucu bozar ise de keffâret lâzım olmaz. (Abdullah Mûsulî)

İHTİKÂR:İnsan ve hayvan için lüzumlu gıdâ maddelerini şehre girmeden yâhut girince halka satılmadan toplayıp, stok edip, pahalandığı zaman satmak.
Bir kimse gıdâ maddelerini kırk gün ihtikâr ederse, Allahü teâlâ ona darılır. O, Allahü teâlâyı saymamış olur. (Hadîs-i şerîf-Zevâcir)
Çalışıp kazanan rızıklanmıştır. İhtikâr yapan ise lânetlenmiştir. (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet)
İhtikâr haram olup, yapan mel'ûndûr. İhtikârın haramlığı müslümanlara zararlı olduğu içindir. Çünkü gıdâ maddeleri, insanların ve hayvanların yaşayabilmesi için lâzımdır. (İmâm-ı Gazâlî)
Köylü, tarlasından aldığı gıdâ maddesini istediği zaman satabilir. Acele satması vâcib değildir. Fakat acele etmesi sevâbdır. Pahalı olunca satmayı düşünmesi çirkindir. İlâçlarda ve gıdâ maddesi dışında herkese lâzım olmayan şeylerde ihtikâr haram de ğildir. (İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe)

İHTİLÂF:Farklılık, ayrılık. Aynı gâyeye ayrı ayrı yollardan gitme. Müctehid denilen âlimlerin amelî (işle ilgili) mes'elelerdeki ictihad ayrılıkları.
Ümmetimin ihtilâfı rahmettir. (Hadîs-i şerîf-Beyhekî)
Halîfe Hârûn Reşîd, İmâm-ı Mâlik hazretlerine; "Senin kitaplarını çoğaltıp her yere göndereceğim ve herkesin bunlara uymasını emredeceğim" deyince; "Yâ Halîfe! Böyle yapma, âlimlerin ihtilâfı, Allahü teâlânın rahmetidir. Hepsi hidâyet üzeredir. Her m üslüman dilediği âlime uyar" buyurdu. ( Tahtâvî)
Bir kişi bir kişiye bedduâ ederek, Allahü teâlâ senin canını küfürle alsın dese, âlimler böyle söyleyen kimsenin kâfir olmasında ihtilâf ettiler. (Muhammed bin Kutbüddîn İznikî)
Ehl-i sünnet ve cemâat âlimleri, usûl-i dinde (inanılacak bilgilerde) ittifâk, ahkâm-ı ictihâdiyyede (iş ve ibâdetle ilgili hükümlerde) ihtilâf ettiler. (Şehristânî)

İHTİLÂM:Uykuda cünüb olma. Çocuğun bülûğa, ergenlik çağına ulaştığının alâmeti, işâreti.
Bir kimse gece uykuda ihtilâm olup sabahlasa veya gündüz uyuyup ihtilâm olsa orucu bozulmaz. (İbrâhim Halebî)

İHTİRÂ':Evvelce olmayan bir şeyi ortaya çıkarma, îcâd etme, yaratma, yoktan var etme.
Allahü teâlâ her şeyi yaratırken kudret-i ilâhiyyesi, kendinden başka hiçbir şeye bağlı olmadığından, O'nun işlerine ihtirâ' denir. İnsan ise, böyle olmayıp, kudret ve irâdesi kendi elinde olmayan başka sebeplere bağlı olduğundan ve işleri Allahü teâ lânın işlerine benzemediğinden insanın işlerine yaratma ve ihtirâ' denmez. (İmâm-ı Gazâlî)

İHTİRÂS:Şiddetli arzu, aşırı heves, istek, gözün ve gönlün doymaması. (Bkz. Hırs)
Âdemoğlu yaşlanır. Fakat onda iki haslet gençleşir: Mala ve ömre (yaşamaya) ihtirâs. (Hadîs-i şerîf-Sünen-i İbn-i Mâce)
Bu zamanda kendisinde şu beş sıfat bulunmayan kimsede mal toplanmaz. Tûl-i emel (sonu gelmeyen istek), ihtirâs, şiddetli cimrilik, korku azlığı, âhireti unutmak. (Süfyân-ı Sevrî)
Para, mal ve mülk, kişinin zâhid olmasına (dünyâya düşkün olmamasına) mâni değildir. Dünyâlığı bulunmayan da zâhid sayılmaz. Dünyânın faydasız şeylerine ihtirâsı olup olmadığı araştırılıp, ona göre hüküm verilir. Bir kimsenin elinde dünyâlığı vardır. Fakat zâhiddir. Bir kimsenin de dünyâlığı yoktur. Lâkin zâhid değildir. Mal, insanın silâhı gibidir. İnsan canını, sıhhatini, dînini ve şerefini mal ile korur. (Süfyân-ı Sevrî)
Âhirete îmânı olanın, dünyâya ihtirâsı olmaz. Âhirette cezâ göreceğini kesin olarak bilen kimse, dünyâyı âhirete tercîh etmez. (İmâm-ı Mâverdî)

İHTİSÂB:Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uyulmasının, ilim ve ehliyet sâhibi bir devlet me'muru olan muhtesib tarafından sağlanması, emr-i ma'rûf nehy-i münkerin yâni iyiliği emretmek kötülükten sakındırmak vazîfesinin el ile yapılması vazîfesi. (Bkz. Hisbet)

İHTİYÂÇ:Ruh ve nafaka (yeme, içme, barınma) için ve bedeni sıkıntıdan korumak için lâzım olan şey.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Yerde olan her şeyi sizin ihtiyâcınızı karşılamak için yarattım. (Bekara sûresi: 28)
Ümmetimden bir kardeşinin ihtiyâcını giderip, onu sevindiren kimse, beni sevindirmiş olur. Kim beni sevindirirse, Allahü teâlâyı sevindirmiş olur. Kim Allahü teâlâyı sevindirirse, Allahü teâlâ onu Cennet'e koyar. (Hadîs-i şerîf-Firdevs-ül-Ahyâr)
Bir hastanın ihtiyâcını giderinceye kadar gayret sarfeden kimsenin günâhlarını Allahü teâlâ affeder. Anasından doğduğu gibi temiz olur. (Hadîs-i şerîf-Firdevs-ül-Ahyâr)
Allahü teâlânın emir ve yasaklarının faydaları insanlar içindir. Allahü teâlâya hiç faydaları yoktur. Allahü teâlânın bunlara ihtiyâcı da yoktur. (İmâm-ı Rabbânî)
Din kardeşinin ihtiyâcını gidermek, hac sevâbından daha hayırlıdır. (Hazret-i Hasen)

İhtiyâç Eşyâsı:Yiyecek, giyecek ve barınmada asgarî lâzım olan miktar.

İHTİYÂR:
1. İstediğini seçme. (Bkz. İrâde)
Kulun ihtiyârı zayıftır, demeleri, Allahü teâlânın ihtiyârına göre zayıftır mânâsında ise doğrudur. Yok, eğer emr ve yasak olunan işleri yapmaya kâfi değildir demek istiyorlarsa bu doğru değildir. Zîrâ kula, gücü yetmeyecek şey ve iş teklif edilmedi. (İmâm-ı Rabbânî)
2. Yaşlı.
İhtiyarlara saygı gösteren ve yardım edene, ihtiyarlayınca, Allahü teâlâ ona da yardımcılar nasib eder. (Hadîs-i şerîf)

İhtiyârî Fiiller:İstek ile yapılan işler. (Bkz. İrâde)
Ehl-i sünnet âlimleri, insanın yaptığı işte kendi kuvveti de te'sir (etki) ediyor dediler ve bu te'sire kesb ismini verdiler. Çünkü elin titremesi ile istekle kaldırılması arasında fark vardır. Titremelere insan kudreti ve kesbi karışmıyor. İhtiyârî fiillere ise karışıyor. (İmâm-ı Rabbânî)
Söylemek, yürümek gibi ihtiyârî fiilleri incelemek güçtür. Bu fiilleri insan isterse yapıyor, istemezse yapmıyor. Fakat insanın istemesi için o işi aklın beğenmesi, iyi demesi lâzımdır. Hattâ yapıp yapmamağı bir zaman düşünüp iyi olduğunu bildikten s onra irâde, istek hâsıl oluyor ve uzuvlar (organlar) hareket ediyor. Kul irâde edince Allahü teâlâ o fiili yaratıyor. Böylece ihtiyârî fiiller meydana geliyor. (İmâm-ı Gazâlî)

İHTİYÂT:Dîne uygun olmayan bir işi yapma şüphesinden kurtulmak için, tedbirli hareket etme.
Hanefî mezhebi âlimlerinin çoğuna göre (sabahleyin) ufkun bir yerinde beyazlık başlayınca, (imsak vakti) olup, oruca başlanır. Bundan (6-10 dakika) sonra beyazlık ufk üzerine ip gibi yayılınca, sabah namazı vakti başlar. Ancak oruca imsâk vaktinde ba şlamak ihtiyatlı olur. Bu taktirde, namaz da oruc da bütün âlimlere göre sahîh, doğru olur. Fakat oruca birinci vakitten yâni imsâk vaktinden sonra başlanırsa, oruc şüpheli olur. Astronomik hesaplar ile birinci vakit bulunmakta ve takvimlere birinci vakit yazılmaktadır. İkinci vakitte, hattâ bundan sonra başlayan kızıllığın yayıldığı zaman oruca başlayanların orucları şüpheli olmaktadır. Yemeyi-içmeyi bırakmayı, şüpheli zamâna tehir etmek, geciktirmek ise, mekruhtur. Hele ikinci vakitten sonra başlayan kızıllığın sonunda başlanılan oruclar, sahîh olmaz. (M. Sıddîk Gümüş)
Bulutlu gecelerde orucun bozulmasından korunmak için ihtiyatlı davranmalı, iftârı biraz geciktirmelidir. Yıldızlar görünmeden önce iftâr eden de iftârda acele etmiş olur. (Şernblâlî)
Zevcin (kocanın), zevcesi (hanımı) için kendi mülkünden onun izni olmadan fıtrasını vermesi câizdir, verebilir. Yine zevcesinin ve evinde olanların fıtralarını, izinleri olmadan karıştırıp verebileceği gibi, toplamı kadar buğdayı ve değeri olan altın ı bir defâda ölçüp bir veya birkaç fakire verebilir. Fakat ayrı ayrı hazırlayıp, sonra karıştırması veya ayrı ayrı vermesi, ihtiyatlı olur. (İbn-i Âbidîn)

İHTİZÂR HÂLİ:Ölüm sırasında can çekişme hâli.
 
---> Dini Sözlük

İ - 2

İHVÂN-ÜS-SAFÂ:On birinci asrın ikinci yarısında Basra'da ortaya çıkan; "İslâmiyete birçok vehimler karışmış, onu bu vehimlerden temizlemek ancak felsefe ile mümkündür. İslâm dînini felsefe vâsıtasıyla saf hâle getirmelidir" diyen sapık ve gizli bir cemiyet, ekol. Bâtıniyye (İsmâiliyye)ye âit fikirlerin te'sirinde kalan ve zamanlarındaki bütün ilimleri içine alan 52 risâleden (küçük kitabdan) bir ansiklopedi meydana getiren bu ekolün mensûbları birbirlerine "saf kardeşler" mânâsına "İhvân-üs-Safâ" dedikleri iç in bu ad ile meşhûr oldular. (Corci Zeydân) İhvân-üs-Safâ cemiyeti metafizik (gözle görülmeyen ve akıl ötesi) konularda Eflâtun'un, ahlâkta Sokrat'ın, matematikte Pisagor'un, mantıkta Aristo'nun, felsefî konularda Fârâbî'nin fikirlerinden etkilenmişlerdir. Bütün ilimlerin yegâne gâyesinin kend i felsefî görüşlerini gerçekleştirmek olduğunu söyleyen İhvân-üs-Safâ cemiyetinin önde gelen isimleri; Makdîsî lakabıyla bilinen Ebû Süleymân Muhammed bin Ma'şer el Bustî, Ebü'l-Hasen Ali bin Hârûn ez-Zencânî, Muhammed bin Ahmed en-Nehrecûrî, el-Avfî gibi felsefecilerdir. (Corci Zeydân) İHYÂ: 1. Vaktini ibâdet ve iyi işler yaparak geçirmek, kıymetlendirmek. Receb'in ilk Cumâ (Regâib) gecesini ihyâ edene, Allahü teâlâ kabir azâbı yapmaz. Duâlarını kabûl eder. Yalnız yedi kimseyi affetmez ve duâlarını kabûl etmez. (Hadîs-i şerîf-Riyâdun-Nâsihîn) Cebrâil aleyhisselâm bana geldi: "Kalk, namaz kıl ve duâ et! Bu gece, Şâban'ın on beşinci (Berât) gecesidir" dedi. Bu geceyi ihyâ edenleri Allahü teâlâ affeder. Yalnız müşrikleri, büyücüleri, falcıları, hasîsleri (cimrileri) , alkollü içki içenleri, fâiz yiyenleri ve zinâ yapanları affetmez. (Hadîs-i şerîf-Riyâdun-Nâsihîn) Mübârek geceler İslâm dîninin kıymet verdiği gecelerdir. Allahü teâlâ kullarına çok acıdığı için, bâzı gecelere kıymet vermiş, bu gecelerdeki, duâ ve tövbeleri kabûl edeceğini bildirmiştir. Kullarının çok ibâdet yapması, duâ ve tövbe etmeleri için bu geceleri sebeb kılmıştır... Bu geceleri ihyâ etmeli, kazâ namazları kılmalı, Kur'ân-ı kerîm okumalı, duâ, tövbe etmeli, sadaka vermeli, müslümanları sevindirmeli, bunların sevâblarını ölülere de göndermelidir. Bu gecelere saygı göstermek, günâh işlememekle olur. (Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî) Gecenin on iki kısmından bir kısmını (bir saat kadar) ihyâ etmek, bütün geceyi ihyâ etmek olur. Yaz ve kış geceleri için hep böyledir. (İmâm-ı Nevevî) 2. Ölüleri diriltmek. Allahü teâlânın izniyle, ölüleri ihyâ bana zor gelmedi. Fakat ahmağa doğru sözü anlatamadım. (Hazret-i Îsâ) İhyâ-ı Mevât:Faydalanılmayan ölü toprakları işlemek, faydalanılır hâle getirmek. (Bkz. Mevât Arâzî) İKÂB:Cezâ, azâb. Günâhın cezâsını vermek. Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki: Biliniz ki, muhakkak Allahü teâlânın (haram işleyenler için) ikâbı pek çetindir. Allahü teâlânın, (haramları terk edenlere) mağfireti (bağışlaması bol) ve merhâmeti çoktur. (Mâide sûresi: 98) Mü'min ve kâfir herkes kıyâmette, dünyâda yapmış olduklarının karşılığını görür. Ehl-i sünnet (Resûlullah efendimiz ve Eshâbının, arkadaşlarının yolunda) olan mü'minin, dünyâda iken tövbe etmiş olduğu günâhları affolunup, hayırlarına (iyiliklerine) s evâb verilir. Kâfirlerin ve bid'at sâhibi olanların yâni îtikâdı (inancı) bozuk olan mü'minlerin hayırları (iyilikleri) red olunup (geri çevrilip), kötülükleri, günahları için de cezâ görürler. En büyük ve ebedî ikâb küfürden (kâfirlikten, inanmamaktan) dolayı olur. (Kâdızâde, İmâm-ı Birgivî) Melek-ül-mevt, ma'sûm olanların canını aldıktan sonra, o can alınıp, gökler seyrettirilir. Cennet'e götürülürler. Orada yeşil zebercedden bir sahrâ vardır. Ma'sûm oraya geldikte; "Beni buraya neden getirdiniz?" der. Melekler; "Yâ ma'sûm! Kıyâmet yeri vardır. Çok sıcaktır. İşbu sahrâda, yetmiş bin rahmet pınarı vardır. Hazret-i Resûl-i ekremin havzının başında durup, nûrdan bardakları görünüz! Atanız ve ananız kıyâmet yerine geldiklerinde, bu bardakları su ile doldurup, onlara verirsiniz ve onları tutup salıvermeyesiniz ki, Cehennem yoluna gitmeyeler azâb ve ikâb görmeyeler" derler. (Kutbuddîn İznikî) Farzı (Allahü teâlânın yapınız diye buyurduğu kesin emirleri) terk eden veyâ haram (Allahü teâlânın kesin olarak yasakladığı şeyleri) işleyen, tövbesiz ölür ve şefâate (Allahü teâlânın sevdiklerinin yardımına), affa kavuşmazsa, ikâb olunur. (Muhammed Es'ad) İKÂLE:Bozma, yürürlükten kaldırma, feshetme; iki kişinin, aralarında yaptıkları herhangi bir akdi, anlaşmayı bozmaları. Ticârette ihsânın (iyiliğin) bir şekli de alışveriş ettiği kimse pişman olursa, ikâle etmek, alış-verişi geri çevirmektir. (İmâm-ı Gazâlî) İKÂMET: 1. Kâmet. Erkeklerin farz namaza başlamadan önce okuması sünnet olan ezâna benzer sözlerin ismi. Ezândan farkı fazla olarak "Hayyealelfelâh"dan sonra iki defâ "Namaz başladı" mânâsına olan "kad kâmet-issalâtü denir. İmâm olmak, müezzinlik yapmaktan ve ikâmet okumak, ezân okumaktan efdaldir (üstündür, kıymetlidir). (İbn-i Âbidîn) Kadınların ezân ve ikâmet okuması mekruhtur. Vakit girmeden önce okunan ezân ve ikâmet, vakit girince tekrar okunur. (İbn-i Âbidîn) 2. Oturmak, bir yerde kalmak. (Bkz. Vatan-ı İkâmet) ÎKÂZ:Uyarma. Tenbih etme. Bir kimse bir müslümanı İslâmiyet'e muhâlif (uymayan) işten, doğru yola teşvîk ederek îkâz ederse, kıyâmet gününde Hak teâlâ hazretleri, o kimseyi peygamberlerle berâber haşreder (toplar) . (Hadîs-i şerîf-Ey Oğul İlmihâli) Ehl-i sünnet denilen hakîkî müslümanların birbirlerini sevmeleri, zarar vermemeleri, yardımlaşmaları, tatlı dil ve yazılar ile birbirlerini îkâz etmeleri lâzımdır. (S. Abdülhakîm Arvâsî) İKBÂL: 1. Yönelme. Tasavvuf bilgilerinden maksad, kendini zorlamadan, uğraşmadan, her an Allahü teâlâya ikbâldir. Her an O'nu hatırlamaktır. (Ubeydullah-ı Ahrâr) 2. Kıymet verme, iyi karşılama, hürmet gösterme. Evlâdım! Orhan'ım! Allahü teâlânın emirlerine uymayan bir iş işlemeyesin! Bilmediğini din âlimlerinden sorup anlayasın! İyice bilmeyince bir işe başlamayasın! Sana itâat edenleri hoş tutasın! Askerine in'âmı, ihsânı (iyiliği), eksik etmeyesin ki, ins an ihsânın kulcağızıdır. Zâlim olma! Âlemi adâletle şenlendir. Ve Allah için cihâdı terk etmeyerek beni şâd (mutlu) et! Âlimlere riâyet eyle (danışıp sözlerini dinleyerek saygı göster, haklarını gözet) ki, din işleri nizâm bulsun! Nerede bir ilim ehli duyarsan, ona rağbet, ikbâl ve hilm (yumuşaklık) göster! Askerine ve malına gurûr getirip (böbürlenip), İslâm âlimlerinden uzaklaşma! Bizim mesleğimiz Allah yoludur ve maksâdımız Allah'ın dînini yaymaktır. Yoksa, kuru kavga ve cihângirlik dâvâsı değildir. Sana da bunlar yaraşır. Dâimâ herkese ihsânda bulun! Memleket işlerini noksansız gör! Hepinizi Allahü teâlâya emânet ediyorum. (Osman Gâzî) 3. Baht açıklığı. Gerçek bana oldu hayâl Korkutuyor beni bu hâl Kararmakta her gün ikbâl Nefs elinden kurtar Rabbim (M. Sıddîk bin Saîd) İKİNDİ NAMAZI:İslâm'ın şartlarından biri olan beş vakit namazın üçüncüsü, öğle vakti ile akşam vakti arasında kılınan namaz. (Bkz. Asr) Gökten yere iner kamû (bütün) melekler, Meleklere müştâk olur (can atar) felekler, Kabûl olur anda bütün dilekler, İkindi namâzın kıldığın zaman. (Yûnus Emre) İKRÂH:Bir insanı istemediği bir şeyi yapması için, haksız olarak zorlamak. Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki: Cizye (vergi) vermeyi kabûl eden kitap ehlini (kitaplı kâfirleri) İslâm dînine girmek için ikrâh etmek ve cebretmek yoktur... ( Bekara sûresi: 256) Mü'mini ve zımmîyi (İslâm idâresi altında yaşayan müslüman olmayan vatandaşı) ikrâh etmek, korkutmak büyük günâhtır. (İbn-i Âbidîn) Çocuğun ehl-i sünnet îtikâdını (doğru îmânı) Kur'ân-ı kerîmi, edebleri ve farzları, haramları, öğrenmesi için babası ikrâh eder. (S. Alizâde) İkrâh-ı Mülcî:Mülcî ikrâh. Bir kimseyi ölümle veya bir uzvunu (organını) yok etmekle, şiddetli dövmekle veya bütün malını telef etmekle (zarar vermekle) korkutarak rızâsı dışında bir işi zorla yaptırmak. Mülcî İkrâh ile, şarap, kan içmek, leş, domuz yimek halâl olur. Yimeyip ölmesi günâh olur. Çünkü ikrâh-ı mülcî ile bunları yimek, zarûret (çâresizlik, başka çıkar yol bulamamak) olur. (İbn-i Âbidîn) İkrâh-ı mülcî ile başkasının malı telef edilince, ikrâh eden öder. (Ali Haydar Efendi) İkrâh-ı Gayr-i Mülcî:Mülcî olmayan ikrâh. Bir kimseyi istemediği bir sözü veya işi yapmaya zorlarken tam şiddet kullanmama. İkrâh-ı gayr-i mülcî ile kan, domuz yinmez, şarap içilmez ve müslümanın malı telef edilmez (zarar verilmez). (Ali Haydar Efendi) İkrâh-ı gayrî mülcî ile yapılan nikâh, talâk (boşama), nezr (adak), yemîn, ric'at yâni boşadığı kadını tekrar alması sahîh olur. (Ali Haydar Efendi) İKRÂM:Hürmet ve saygı gösterme veya yiyecek, içecek, hediye yâhut başka bir şey sunma. Kim mü'min kardeşine ikrâm ederse, Allahü teâlâ da ona ikrâm eder. (Hadîs-i şerîf-Firdevs-ül-Ahyâr) Kim Allah'a ve âhiret gününe îmân ediyorsa, komşusuna ezâ (eziyet) etmesin; kim Allah'a ve âhiret gününe inanıyorsa, misâfirine ikrâm etsin; kim Allah'a ve âhiret gününe inanıyorsa, ya hayır (faydası bulunan şeyi) söylesin yâhut sussun. (Hadîs-i şerîf-Riyâzü's-Sâlihîn) Misâfire ikrâm sevâbdır. Hayvan, yalnız Allah için kesilir. Bir kimse gelince, kesilen hayvan etinden, ona da ikrâm edilince, hayvanı Allah rızâsı için kesmiş, faydası misâfire olmuş olur. (Ahmed Fârûkî) Tanıdığın bir müslüman sana gelince, elinden geldiği kadar iyi ve tatlı karşıla, yemek ikrâm eyle. Kapıya çık kendisini karşıla. Selâm verince selâmını al. Sohbetten sonra giderken, onu uğurla ve duâ eyle. (Süleymân bin Cezâ) Kim saçı sakalı ağarmış müslüman bir kimseye ikrâm ederse, Allah da ona ihtiyarladığında hürmet ve ikrâmda bulunacak kimseleri vazîfelendirir, ona da ikrâm ederler. (Ahmed Rıfâî) İKRÂR: 1. Îmânını açıkça, dil ile söylemek. Îmân etmek için kelime-i şehâdeti dil ile ikrar edip, mânâsına kalb ile inanmak lâzımdır. Kelime-i şehâdet ve mânâsı şöyledir: (Eşhedü enlâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve Resûlüh= Yerde ve gökte, Allahü teâlâdan başka ibâdet edilm eye hakkı olan ve tapılmaya lâyık olan hiçbir şey ve hiçbir kimse yoktur. Hakîki mâbûd ancak Allahü teâlâdır. Muhammed aleyhisselâm adındaki yüce zât, Allahü teâlânın kulu ve Resûlüdür, yâni peygamberidir). (İmâm-ı Gazâlî) Ey oğul! Akşam, sabah Âmentüyü okuyarak îmânını tâzele!Âmentü, îmânın altı şartını bildirmektedir. Âmentü'nün manâsını da ezberle ve çoluk-çocuğuna da ezberlet! Çünkü, ne zaman öleceğiniz belli değildir. Dâimâ kelime-i tevhîd (lâ ilâhe illallâh sözün ü) oku ve inanılması lâzım olan altı şeyi iyi öğren, tasdîk (kalb ile inan) ve ikrâr eyle ve onlara da öğret! Bunları bilmeyenlerin îmânı olmaz. (Süleymân bin Cezâ) 2. Bir kimsenin kendisiyle alâkalı olup, başkasına âit bulunan bir şeyi haber vermesi, îtirâf etmesi. Süt emmek, mal ikrâr etmek gibi, evlenecek veya evli erkeğin söylemesi ve sözünde ısrar etmesi ile veya âdil iki erkeğin ve bir erkekle iki kadının şâhid olması ile belli olur. ( İbn-i Nüceym) İKRÂZ:Borç verme, ödünç verme. Bir kimsenin nakid para, hacim ölçüsü ile alınıp satılan malını, daha sonra mislini (benzerini) almak üzere bir şahsa vermesi. (Bkz. Borç ve Karz-ı Hasen) İKTİDÂ:Tâbi olmak, uymak. Taklid etmek. Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki: İşte o peygamberler Allahü teâlânın hidâyet ettiği kimselerdir. Sen de onlara iktidâ et. De ki: "Ben buna (peygamberlik vazîfemin îfâsına) karşılık sizden bir ücret istemiyorum. O Kur'ân-ı kerîm âlemler için öğütten başka bir şey değildir. (En'âm sûresi: 90) Benden sonra, Ebû Bekr'e ve Ömer'e iktidâ ediniz. (Hadîs-i şerîf-Tirmizî, Hâkim) Benden önce Allahü teâlânın bir ümmete gönderdiği bir peygamber yoktur ki, o peygamberin ümmetinden Havârîleri ve sünnetine tâbi olan, emrine iktidâ eden eshâbı, arkadaşları olmasın. (Hadîs-i şerîf-Müslim) Bizim büyüklerimizin yolunun esâsı ikidir: Birincisi; Resûl-i ekremin sallallahü aleyhi ve sellem sünnetine yâni bildirdiği İslâm dîninin îmân ve amel ile ilgili hükümlerine iktidâ, ikincisi tâbi olduğu âlim ve velîyi çok sevmek. (İmâm-ı Rabbânî) Kendisinde imâmlık şartları bulunmadığı hâlde imâmlık yapan kimseye iktidâ etmemelidir. (İbn-i Âbidîn) İKTİSÂD: 1. Orta yol, orta hâl. Tutumlu olma, gereği kadar ölçülü harcama. Dağlar gibi dalgalar onları kuşattığı zaman, dîni tamâmen Allahü teâlâya hâs kılarak (ihlâsla) O'na yalvarırlar. Allahü teâlâ onları karaya çıkararak kurtardığı vakit içlerinden bir kısmı iktisâd yolunu tutar. (Lokman sûresi: 32) İktisâd eden kimse, fakir ve muhtâç olmaz. (Hadîs-i şerîf-Mir'ât-ül-Mürüvvet) İktisâd geçimin, güzel ahlâk da dînin yarısıdır. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs) Lokman Hakîm, oğluna şöyle nasîhat etti: Oğlum! Masrafları gelirine göre ayarla! Îktisâd et! Aşırı gitme. Her şeyde îtidâl sâhibi ol, yâni orta yolu tut! Cömertliği âdet edin! 2. Üretim ve tüketim faâliyetlerinin nasıl düzenlendiğini inceleyen ilim dalı. İslâmiyet, ferdin iktisâdî hürriyetine saygı gösterir. Husûsî (özel) teşebbüslere ve sermâyeye izin verir. Kısaca İslâmiyet, ferdî hürriyete elverişli bir iktisâd sistemini emr etmektedir. (Seâdet-i Ebediyye) İKTİZÂ-İ NASS:Âyet ve hadîslerin gerektirdiği şey; nassın (âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfin) hükmünün anlaşılabilmesi ve istenilen mânânın ortaya çıkması için sözün tamâmına bakılarak gerekli hükmün taktir edilmesi. "Ümmetimden hatâ (yanılma), nisyân (unutma) ve zor karşısında yaptıkları şeyler kaldırıldı." hadîs-i şerîfinin lafzında yalnız hatâ ve nisyânın kaldırıldığı bildirilmektedir. Hâlbuki bu haller insandan ayrılmaz. İnsanda her zaman görülebilmektedir. B u sebeble iktizâ-i nass, insandan kaldırılanın hatâ, nisyân olmayıp, hatâ ve nisyân ile yapılan işten doğan günâh ve mes'ûliyet, sorumluluk olduğunu ifâde etmektedir. Yâni hadîs-i şerîfte mes'ûliyet gibi bir kelimenin taktir edilmesini gerektirmektedir. (Serahsî) ÎLÂ:Kocanın karısına dört ay veya daha çok zaman veya zaman söylemeyerek "Sana yaklaşmayacağım" diye yemîn etmesi. Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki: Kadınlarına yaklaşmamaya îlâ edenler için dört ay beklemek vardır. Eğer erkekler (o müddet içinde keffâret yaparak zevcelerine) dönerlerse şüphe yok ki, Allahü teâlâ hakîkaten bağışlayıcı ve çok merhametlidir. (Bekara sûresi: 226) Yemîn eden kimse dört ay içinde hanımına yaklaşmazsa bir talâk-ı bâîn (tam boşanma) ile boşanırlar. Dört aydan az zaman için yemîn ederse îlâ olmaz. Dört ay içinde îlâyı bozarsa zevcesi (hanımı) boş olmaz. Yemîn keffâreti verir. (İbn-i Âbidîn) Îlâda söz, açık ve açık olmayan olabildiği gibi, müddet de belirtilmemiş olabilir. Helâli kendisine haram etmek yemîn olup, hanımına; "Sen bana haramsın" yâhut; "Sen bana haram ol!" diyen kimse kendisine haram kılmayı kasd etmişse, îlâ etmiş olur. Îl â etmek istememiş ise hanımını bâîn (tam boşama) ile boşamış olur. (Mehmed Zihni Efendi) Eğer kocası, karısına; "Ben sana yakınlıkta bulunursam hac etmek yâhut oruç tutmak, sadaka vermek üzerime lâzım olsun" dese îlâ olur. Dört ay içinde karısına yakınlıkta bulunursa yemîni bozulur; ne üzerine yemîn etmiş ise o şey lâzım olur ve îlâ düşe r. (Mevkûfâtî) İLÂH:Mâbud, tanrı. Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki: Onlar, (kâfirler, müşrikler) o kimselerdir ki, Allah ile berâber başka bir ilâh tanırlar. Onlar, yakında (başlarına gelecek âkıbeti) bileceklerdir. (Hicr sûresi: 96) Onlar, âlimlerini ve râhiplerini Allah'tan başka ilâhlar edindiler. Meryem'in oğlu Mesîh'i de (ilâh edindiler). Hâlbuki onlar da ancak bir olan Allah'a ibâdet etmekle emrolunmuşlardı. Allahü teâlâdan başka hiçbir ilâh yoktur. O, müşriklerin ortak koştuğu şeylerden tamâmen münezzehtir. (Tevbe sûresi: 31) Kim Allahü teâlâdan başka ilâh olmadığına, Muhammed aleyhisselâmın Allahü teâlânın Resûlü olduğuna (gözüyle görmüş gibi) şehâdet ederse, Allahü teâlâ ona Cehennem'i haram kılar. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbânî) Îmânın altı şartından birincisi, Allahü teâlânın vâcib-ül-vücûd ve hakîkî ilâh ve bütün varlıkların yaratıcısı olduğuna inanmaktır. (Kemahlı Feyzullah) İLÂHÎ: 1. "Ey Allah'ım" mânâsına hitâb. İlâhî! Dostlarını şöyle kıldın ki onları bilen seni buldu. Seni bulmayan onları bilmedi. (Abdullah-ı Ensârî) İlâhî! Herkesi sıkıntıdan kurtaran yalnız sensin. Bizi dünyâda ve âhirette sıkıntıda bırakma. Muhtâçlara her şeyi gönderen yalnız sensin. Dünyâda ve âhirette hayırlı, faydalı olan şeyleri bize gönder. Dünyâda ve âhirette kimseye muhtâc bırakma. Âmîn. (Muhammed Rebhâmî) Yüzüm dergâhına döndüm ilâhî, Kapından etme red bu pür günâhı (günâhı çok olanı). Ümîdim kesmem hiç senden ilâhî, Ki sensin cümle mahlûkun penâhı (sığınağı). Yüzüm karasına bakma ilâhî Cehennem nârında (ateşinde) yakma ilâhî. (Beykozlu Muhammed bin Receb) 2. Allahü teâlâ ile alâkalı, O'na âit, O'ndan gelen, O'nun gönderdiği, indirdiği. Tasavvuf, insanlık sıfatlarından çıkarak, melek sıfatları ile bezenmek ve ilâhî ahlâkı huy edinmektir. (S. Abdülhakîm Arvâsî) Allahü teâlânın son ilâhî kitabı Kur'ân-ı kerîmdir. Kur'ân-ı kerîmden Allahü teâlânın murâd ettiği mânâyı ve hadîs-i şerîflerden Peygamber efendimizin maksâdını en iyi anlayabilenler, müctehîd denilen büyük İslâm âlimleridir. (Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî İlâhî Dinler:Asılları Allahü teâlâ tarafından bildirilmiş olan dinler. Hak dinler ve semâvî dinler de denir. Bugün yeryüzünde mensûbu bulunan üç tâne ilâhî din vardır. Bunlardan yahûdîlik ve hıristiyanlık aslı bozulmuş, din adamları tarafından değiştirilmiştir. Aslı bozulmamış, kıyâmete kadar da bozulmayacak olan tek ilâhî din İslâmiyet'tir. (M. Sıddîk Gümüş) Allahü teâlânın var ve bir olduğunu bildiren ilâhî dinlerin hepsi, insanlar tarafından bozulmadan önce, inanılacak şeyler bakımından birbirinin aynı idi. (S. Abdülhakîm Arvâsî) İLÂHİYYÂT:İnanılacak şeylerden bahseden kelâm ilminin; Allahü teâlânın varlığı, zâtı, sıfatları ve fiillerinden (işlerinden) bahseden bölümü. Kelâm kitaplarının ilâhiyyât bahislerinde Allahü teâlânın varlığını isbat için bildirilen delillerden birisi şöyledir: Şu âleme gözünü çevirip, üstünde, direksiz duran yıldızları, bilhassa belli bir yörüngede ışık saçan, ziyâsıyla yıldızlarda gece ve gündüzün meydana gelmesine sebeb olan güneşe, gökteki bulutlara ve yağan yağmurlara, altındaki yere ve üzerindeki nehi rlere, denizlere, karalardaki ağaçlara ve meyvalara, çeşitli özelliklere sâhip memleketlere ve şehirlere, mâdenlere, bitkilere ve hayvanlara bilhassa âlem-i sagîr (küçük âlem) denilen insana ve kâinattaki eşyânın eşsiz bir sûrette yaratılışına bakan bunlardaki çok ince olan nizam (düzen) ve intizamı, âhengi (uyumu) gören, bunlardaki fâide ve hikmetleri iyi düşünen bir kimse, âlemi yoktan var eden, hep var olan bir yaratıcının var olduğuna inanmak zorunda kalır. (Abdüllatîf Harpûtî) Bütün nutuklarımda, atomdaki enerjiden nasıl istifâde edileceğini anlattım. Şimdi aklımıza, haklı olarak şu soru gelmektedir: "Bu muazzam kudreti, küçücük yere kim ve nasıl koydu?" Buna ancak İslâm ilâhiyyâtı cevap verecektir. (W. Heisenberg) İ'LÂ-YIKELİMETULLAH:Allahü teâlânın ismini yüceltmek, İslâm dînini yaymak. Kim i'lâ-yı kelimetullah için harbederse, o, Allah yolunda savaşmış olur. (Hadîs-i şerîf-Müslim) Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellemin vefâtında, Eshâb-ı kirâmın hepsi, sonra da evlâdları, cihâd için, i'lâ-yı kelimetullah için Arabistan'dan çıktı. İslâm ordusu, Asya'nın ötelerine, Afrika'ya, Kıbrıs'a, İstanbul'a hâsılı her yere dağıldı. Al lah'ın dînini, O'nun kullarına tanıtmak için savaştılar ve canlarını fedâ ettiler. Ecdâdımız keyf için, tama' için cihâd yapmadı. İ'lâ-yı kelimetullah için yaptı. (A bdülhakîm bin Mustafâ) Muhârebeye gitmekten maksad, i'lâ-yı kelimetullah ve din düşmanlarını zayıflatmak ve bozguna uğratmak olmalıdır. (İmâm-ı Rabbânî) İLHÂD:Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmiş olan, müctehid âlimlerin söz birliği ile bildirdikleri ve müslümanlar arasında yayılan îmân bilgilerine uymamak, doğru yoldan ayrılmak küfre (îmânsızlığa) sebeb olan inanış. Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki: Kim Mescid-i Harâm'da zulm ile ilhâda yeltenirse, biz ona pek acıklı bir azâb tattırırız. (Hac sûresi: 25) Amellerin, ibâdetlerin, kabûl edilmesi için, yâni sevâb verilmesi için hem şartlarına uygun olması, hem de ihlâs ile niyet edilmesi lâzımdır. "İbâdet, sahîh olursa kabûl edilir. Niyete bakılmaz" demek, ilhâd olur. (Muhammed Hâdimî) Din bilgilerinin doğrusu, Ehl-i sünnet vel cemâat âlimlerinin bildirdikleri bilgilerdir. Bunlara uymamak, zındıklık ve ilhâddır. (İmâm-ı Rabbânî) İLHÂM: 1. Peygamberlerin kalblerine, uyanık iken, melek görünmeden ilâhî vahyin bırakılması. İlhâm, peygamberlerin aleyhimüsselâm ve sâlih (iyi) müslümanların kalblerine gelir. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemin mübârek kalbine gelen ilhâm, her müslüman için seneddir. Herkesin bunlara uyması lâzımdır. (Abdülganî Nablüsî) 2. Sâlihlerin, iyi kimselerin kalbine gelen İslâmiyet'e uygun mânâlar. Melekten gelen ilhâm, İslâmiyet'e uygundur. Şeytandan gelen vesvese İslâmiyet'ten ayrılmaya sebeb olur. (Hadîs-i şerîf-Berîka) İslâmiyet'in hükümleri ilhâm ile anlaşılmaz. Evliyânın ilhâmı, başkalarına huccet, sened olamaz. Evet, Ehlullahın (velîlerin) ilhâmları doğruluğu, İslâmiyet bilgilerine uygun olmalarından anlaşılır. Fakat, Ehlullah, yâni velî olmak için, İslâmiyet bi lgilerini öğrenmek ve bunlara uymak şarttır. "Takvâ sâhiblerine (haramdan kaçınanlara) Allahü teâlâ ilim ihsân eder" meâlindeki âyet-i kerîme bu husûsu bildirmektedir. Sünnete yâni İslâmiyet'e sarılmayan, bid'atten sakınmayan kimsenin kalbine ilhâm gelmez. Böyle kimselerin söyledikleri nefsten ve şeytandan gelen bozuk şeylerdir. (Abdülganî Nablüsî) Mânevî bilgiler, keşif ve ilhâm ile hâsıl olur. Hocadan öğrenilmez. İbâdetlerin yapılması ve bütün İslâm bilgileri ise, üstâddan öğrenmekle elde edilir. İslâm bilgileri, ilhâm ile hâsıl olsaydı, Allahü teâlânın peygamberler ve kitaplar göndermesine l üzûm olmazdı. (Abdülganî Nablüsî) İnsan, ilhâm olunan şeyleri yapmalı, vesveseyi yapmamak için gayret etmelidir. Nefse uyan kimse vesveselere uyar. Nefsin hevâsına uymayanın, ilhâma uyması kolay olur. ( Muhammed Hâdimî) 3. Allahü teâlânın bildirmesi. Sevk-i tabîî. Bugün buna içgüdü denilmektedir. Her sınıf hayvanın şahsının ve türünün korunması sağlanmıştır. Yaşamaları için, insan aklını şaşırtan şeyler onlara ilhâm olunmuştur. Bal arısı mühendis gibi, altı köşe petek yapar. Silindir yapsaydı aralarında boşluk kalırdı. Altıgen prizmalar arası nda yer kaybı olmuyor. Dörtgen olsaydı, hacimleri daha az olurdu. Bunu insanlar okumakla, öğrenmekle anlar. Öğrenmeyen anlamaz. Arıya bunu bildiren kimdir? Allahü teâlâ ilhâm etmektedir. (Ali bin Emrullah) İLKA':Atma, bırakma. 1. Öğretme. Abdullah bin Zeyd radıyallahü anh şöyle anlattı: "Bir sabah Resûlullah'a geldim. O gece gördüğüm ezânla ilgili rüyâyı O'na haber verdim. Buyurdu ki: "Gerçekten bu bir hak (doğru) rüyâdır. Bilâl-i Habeşî ile kalk; çünkü o, senden daha yüksek ve uzun seslidir. Sonra söyleneni ona ilka' et! Bilâl bununla (müslümanları namaza) çağırsın." (Hadîs-i şerîf-Sünen-i Tirmizî) 2. Bırakma, yerleştirme. Vahyin (Kur'ân-ı kerîmin) geliş (indiriliş) şekillerinden biri de; Peygamber efendimiz uyanık iken, Cebrâil aleyhisselâm, görünmeksizin, Peygamberimizin kalbine ilâhî vahyi ilka' ederdi. (İmâm-ı Süyûtî) İLLET:Bir şeyin veya hükmün meydana gelmesine doğrudan te'sir eden iş, sebeb. İlletin bulunduğu yerde; te'sir ettiği, meydana getirdiği şey veya hüküm de bulunur. İllet bulunmayınca bunlar da bulunmaz. Satış akdi, mülkiyet için illettir. Akd yapılınca, satıcı sattığı eşyânın bedeli olan şeye, alıcı da mala sâhib olur. Satış ak di olmayınca, alıcı da, satıcı da hiçbir şeye mâlik olamazlar. Yâni mülkiyet denen şey meydana gelmez. Aynı şekilde, nikah da evliliğin meydana gelmesinin illetidir. Nikâh varsa, evlilik vardır. Nikâh yoksa, evlilik de yoktur, yâni evlilik hâli yaşansa bile meşrû (dîne uygun) değildir. (Serahsî) İLLİYYÎN: 1. Yedinci kat gökte, arşın altında bulunan bir yer veya Cennet. Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki: Hayır (o kâfirler gibi olmayın). Çünkü itâatkâr olan iyilerin kitâbları (amelleri), hiç şüphesiz İlliyyîn'dedir. (Mutaffifîn sûresi: 18) Hafaza (koruyucu melekler) yâni Kirâmen kâtibîn, bir kişinin amel defterini Allahü teâlâya arz ettiklerinde; "Siz kullarımın üzerine hafazasınız. Kalbini bilen benim. Amelini hâlis ettiğinden (yâni amellerini ihlâsla, Allah rızâsı için yaptığından), onun defterini İlliyyîn'e koyun. Çünkü onu af ve mağfiret ettim" diye Allahü teâlâ vahyeder (bildirir). (Zemahşerî) 2. Mü'minlerin, öldükten sonra rûhlarının, nîmetler ve lezzetler içinde bulunduğu yer. Mü'min ölüm döşeğine yattığı vakit, melekler çeşitli misk kokulu ipek mendil ile gelip, yağdan kıl çeker gibi, rûhunu bedeninden ayırırlarken; "Ey mutmainne (Hakîkate ermiş, bu sebeble kendisinde hiçbir şüphe ve tereddüt kalmamış) nefs, sen Rabbinden, Rabbin de senden râzı olduğu hâlde, Allah'ın rahmet ve keremine dön!" derler. Rûh çıktığı vakit, o kokular arasına konur, ipek mendil üzerine bağlanır ve İlliyyîn'e götürülür... (Hadîs-i şerîf-İhyâ-ül-Ulûm) Mü'min ölenlerin, İlliyyîn'deki rûhları, arasıra yâni Allahü teâlâ dileyince, mezarlardaki cesedlerine red olunurlar (gönderilirler). En çok Cumâ geceleri böyle olur. Birbirleri ile buluşur, konuşurlar. Rûhlar İlliyyîn'de iken, cesed olmaksızın da, n îmetlenir, lezzetlenir. (İmâm-ı Yâfiî) İnsanı, şehvetler, Allahü teâlânın düşmanı olan nefsin arzû ve istekleri kaplamıştır. O, bunlarla mücâdele etmekle vazîfelidir. Şehvetlerin düşkünü oldukça, esfel-i sâfilîne (aşağıların aşağısına, hayvanların ve şeytanların seviyesine) iner. Şehvetle rini yendikçe, İlliyyîn'e ve meleklerin derecesine yükselir. (İmâm-ı Gazâlî) İLM (İlim):Bir şeyi hakkıyla bilmek, anlamak. Cehlin zıddı. 1. Allahü teâlânın subûtî sıfatlarından. Her şeyi bilmesi. Allahü teâlânın sıfatları, işleri, kendi gibi akılla anlaşılmaz ve anlatılamaz. İnsanların sıfatlarına, işlerine hiç benzemez ve uymaz. On sekiz sıfatı vardır. Bunlara sıfat-ı sübûtiyye denir. Bunlardan biri İlim sıfatıdır.Bu sıfatı da kendi gibi kad îmdir, yâni sonradan olma değildir. (İmâm-ı Rabbânî) 2. Bir şeyin sûretinin, görünüşünün zihinde şekillenmesi, bilme, bilgi. Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki: Kendilerine ilim ve hidâyet verdiğimiz kimseler, ilimlerini insanlardan saklarlarsa, Allah'ın ve lânet edenlerin lânetleri bunların üzerine olsun. (Nisâ sûresi: 30) Bir saat ilim öğrenmek veya öğretmek, sabaha kadar ibâdet etmekten daha sevâbdır. (Hadîs-i şerîf-Dürr-ül-Muhtâr) İlim, Çin'de de olsa onu alınız. Zîrâ ilim öğrenmek, kadın-erkek her müslümana farzdır. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Mâce) İlmi ile amel edene, Allahü teâlâ bilmediklerini öğretir. (Hadîs-i şerîf-Berîka) İlim maldan hayırlıdır. Çünkü malı sen koruyacaksın, ilim ise seni korur. Mal sarf etmekle azalır, ilim sarf etmekle çoğalır. (Hazret-i Ali) Hiçbir şey ilimden üstün değildir. Çünkü sultanlar, insanlara hükmederler. Âlimler ise, sultanlara hükmeder. (Ebü'l-Esved) Ey oğlum! Dünyânın sevinç ve neş'elerini tecrübe ettim. İlimden lezzetli bir şey bulamadım. (Lokman Hakîm) İlimsiz bir şey olmaz, ilim her şeye baştır. Karanlık yollarda o, en aziz arkadaştır. İlim, uçsuz bucaksız bir ummanı andırır. İlimden başka her şey insanı usandırır. (M. Sıddîk bin Saîd) İlm-i Ahlâk:İyi huylar edinme ve kötü huylardan sakınma yollarını öğreten ilim. (Bkz. Ahlâk) İlm-i Âlet:Ulûm-i âliyye denilen sekiz yüksek din bilgisini öğrenebilmek için lâzım olan yardımcı ilimlerdir. Bunlara ulûm-i ibtidâiyye, başlangıç ilimleri de denir. Ulûm-i âliyye şunlardır:Tefsîr, usûl-i kelâm, kelâm, usûl-i hadîs, ilm-i hadîs, usûl-i fıkh, fı kh, ilm-i tasavvuf. Böylece din bilgileri yirmi olmaktadır. İlm-i Bâtın:Kalb ilmi, mânâ ilmi, tasavvuf ilmi. İlm-i bâtın evliyânın yükseklerinin ilmidir. Bu ilim, kötü huylardan arınıldığında kalbe doğan bir nurdan ibârettir. Bu sâyede çok şeyler görülür, derin ve ince mânâlara vâkıf olunur. Geniş ufuklar açılır. (İmâm-ı Gazâlî) İlm-i Bedî':Lafz (söz) ve mânâ ile ilgili bâzı san'atlar yaparak sözün süslenmesini öğreten ilim. İlm-i Belâgât:Düzgün ve yerinde söz söyleme yolunu öğreten ilim. İlm-i Beyân:Belâgât ilminin hakîkat, mecaz, kinâye, teşbîh (benzetme) ve istiâre gibi konularından bahseden ilim. İlm-i Ezelî:Allahü teâlânın başlangıcı olmayan ilmi. Allahü teâlânın kazâsı, taktîri ve levh-i mahfûza yazması ilm-i ezelîsine uygundur. Her şeyi ilerde ne zamanda ve nasıl olacak ise veya olmıyacak ise, ezelde (başlangıcı olmayan öncelerde) öylece bilmiştir. Bu şeyler zamanı gelince ilm-i ezelisine uy gun olarak meydana gelmektedir. (Muhammed Akkermânî) İlm-i Ferâiz:Vefât eden kimsenin bıraktığı malın kimlere verileceğini ve nasıl taksim edileceğini öğreten ilim (Bkz. Ferâiz). İlm-i Fıkıh:Dînimizin emir ve yasaklarını bildiren ilim. (Bkz. Fıkıh) İlm-i Hadîs:Peygamber efendimizin mübârek sözlerini, işlerini ve görüp de mâni olmadığı şeylerden bahseden ilim. (Bkz. Hadîs) İlm-i Hâl (İlmihâl):Her müslümanın îmân, ibâdet ve ahlâk ile ilgili bilmesi gereken şeyler veya bu bilgileri anlatan kitap. Dînini bilen, seven ve kayıran mübârek insanların ilmihâl kitaplarını alıp, çoluk-çocuğuna öğretmesi, her müslümanın birinci vazîfesidir. Kendilerine din adamı ismini ve süsünü veren, câhil ve sapık bir kimsenin sözlerinden ve yazılarından din öğrenm eye kalkışmak, kendini Cehennem'e atmaktır. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî) Önce ilm-i hâli öğren, çocuğuna da öğret Din bilgisi öğrenmezsen, olursun sonra pişman (M. Sıddîk Gümüş) İlm-i Hey'et:Astronomi ilmi. İlm-i Hudûrî (İlm-i Huzûrî):Bir şeyi, zihinde onun sûreti (görüntüsü) meydana gelmeksizin bilmek. Bir kimsenin kendi dışında bulunan bir şeyi bilmesi için o şeyin sûretinin, şeklinin görüntüsünün zihinde meydana gelmesi lâzımdır. Fakat ilm-i huzûrîde durum böyle değildir. İnsan kendisini ilm-i hudûrî ile bilir. Çünkü kendisi zâten zihninde vardır . (İmâm-ı Rabbânî) İlm-i Husûlî:Bir şeyi onun sûreti, görüntüsü zihinde bulunduğu müddetçe bilmek. O şeyin zihindeki sûreti yok olunca, o şey unutulur. Bundan dolayı ilm-i husûlî devamlı değildir. İlm-i İlâhî:Allahü teâlânın ezelî ilmi. İlm-i Kelâm:Kelime-i şehâdeti ve buna bağlı olan îmânın altı temel bilgisini öğreten ilim. İlm-i kelâm, inanılacak bilgileri, Ehl-i sünnet îtikâdına göre geniş olarak ve delilleriyle anlattığı gibi, îtikâdı bozuk olanlara karşı Ehl-i sünnet îtikâdını da müdâfaa eder. (İmâm-ı Gazâlî) İlm-i Kesbî:Çalışarak elde edilen ilim. İlm-i Kırâat:Kur'ân-ı kerîmin kelimelerinin doğru olarak okunuşundan bâzı kelimelerin ise, farklı okunmasından bahseden ilim. İlm-i kırâat, Allahü teâlânın kelâmını bozulmak ve değişmekten korur. (Taşköprüzâde Ahmed Efendi) İlm-i Ledünn:Allahü teâlânın ihsânı olup, çalışmadan kavuşulan ilim. İlm-i Ledünn verilmesinde Hızır aleyhisselâmın rûhâniyeti vâsıta olmaktadır. (Muhammed Pârisâ) İlm-i Lügat:Bir dilin kelimelerinin tamâmını inceleyen ilim. İlm-i Meânî:Sözün hâle uygunluğundan bahseden edebî ilim dallarından biri. İlm-i Nâfi':İnsana aczini, kusurunu, Rabbinin büyüklüğünü bildiren, kalbde Allah korkusunu ve mahluklara karşı tevâzû, alçak gönüllülüğü artıran, kul haklarına ehemmiyet vermeyi temin eden sonsuz seâdeti (mutluluğu) ve Allahü teâlânın rızâsını kazanmaya vesîle o lan ilim. İlm-i Nahv:Arabî cümle bilgisi. Kelimelerin cümle içindeki yerlerini ve buna göre sonlarının aldığı durumlardan (harekelerden) bahseden ilim. İlimlerden bir kısmı diğer ilimlere bir mukaddime (başlangıç) olup, o ilimleri elde etmeğe birer âlet, vâsıta durumundadırlar. Lugat ve nahv ilimleri de böyledir. Bunlar aslında dînî ilimlerden değildir. Ancak Kur'ân-ı kerîm ve hadîs gibi dînî ilimle rin anlaşılmalarında lüzumludurlar. Çünkü kitab (Kur'ân-ı kerîm) ve hadîs-i şerîfler, Arabça olduğundan, dînimizi anlayabilmek için bu ilimlere ihtiyâc vardır. (İmâm-ı Gazâlî) İlim öğrenirken, en mühim olanını öne almalıdır. İlmin en önemlisi sâhibine doğru yolu gösterendir. Bu sebeple akâid, fıkıh, tefsîr, hadîs ilimleri en önemli ilimlerdir. Arabî ilimlerden önemlileri de nahv ve meâni (edebiyât) ilimleridir. (Seyyid Alizâde) İlm-i Sarf:Kelime bilgisi. Arabîde kelimenin aldığı şekillerden bahseden ilim. Morfoloji. İlm-i Sarfın konusu isim ve fiil çekimleridir. Bunların çekimlerinde alışkanlık kazandırarak hatâya düşmekten korur. (Taşköprüzâde Ahmed Efendi) İlm-i Tefsîr:Kur'ân-ı kerîmdeki murâd-ı ilâhîyi, Allahü teâlânın kastettiği mânâyı açıklayan ilim. İlm-i Usûl-i Fıkıh:Fıkıh bilgilerinin âyet-i kerîmelerden ve hadîs-i şerîflerden nasıl çıkarıldığını öğreten ilim. İlm-i Usûl-i Hadîs:Hadîs-i şerîflerin çeşitlerini anlatan ilim. İlm-i usûl-i hadîsin ortaya koyduğu metodlar ile hadîs-i şerîflerin nev'ileri, çeşidleri ayırd edilir. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî) İlm-i Usûl-i Kelâm:Kelâm ilminin, îmân bilgilerinin âyet-i kerîmelerden ve hadîs-i şerîflerden nasıl çıkarıldığını öğreten ilim. İlm-i Usûl-i Tefsîr:Tefsîr ilminin metodlarından, kâidelerinden, müfessirde bulunması gereken şartlarından, âyet-i kerîmelerin; nâsih ve mensûhundan, hâss ve âmmından bahseden ilim. İlm-i Vehbî:Çalışmadan öğrenilen, Allahü teâlâ tarafından ihsân edilen ilim. (Bkz. İlm-i Ledünnî) İlm-ül-Yakîn:Eserden müessire yol bulmak. İşi görüp yapanı tanımak, bilmek. Dumanı görüp, orada ateşin olduğunu anlamak böyledir. İLTİCÂ:Sığınma. Teheccüd (gece namazı) ve sabah namazlarına uyanmak isteyen, yatsı namazını kılınca hemen yatmalı, gece, boş şeylerle uykusuz kalmamalıdır. Teheccüd zamânında tövbe istiğfâr etmek, Allahü teâlâya ilticâ etmek, yalvarmak, günâhlarını düşünmek, ayıplar ını, kusurlarını hatırlamak, kıyâmetteki azâbları düşünüp korkmak, Cehennem'in sonsuz acılarından titremek lâzımdır. Afv ve mağfiret için çok yalvarmalıdır. (İmâm-ı Rabbânî) Ey âsîlerin, günâhkârların sığınağı! Sana sığındım; sayısız hatâlar işledim. Şimdi sana ilticâ eyledim. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî) Bu dünyâ bir köprüdür gelen bir bir geçer durmaz Hani âba u ecdâdın ne oldu kimseler sormaz Hani annen baban nerde bu dünyâ kimseye kalmaz Gelenler hep sefer eyler muhakkak dâr-ı Bekâya Yüzün dön ilticâ eyle Cenâb-ı zât-ı Mevlâya (Tâceddîn-i Velî)
 
---> Dini Sözlük

İ - 3

ÎMÂ:İşâret etme. Bir özür sebebiyle başını yere koyamayan kimsenin rükû' için biraz, secde için rükû'dan daha çok eğilmesi.
Namazda rükû ve secdeleri yapamayan îmâ ile kılar. (Halebî)
Alnında yara olan, yalnız burnu ile, burnunda yara olan da yalnız alnı ile secde eder. Alnında ve burnunda birlikte yara olup, başını yere veya böyle sert bir şey üzerine koyamıyan, ayakta durabilse bile, yere oturarak îmâ ile kılar. (İbn-i Âbidîn)
Yatarak başı ile îmâ edemeyecek kadar ağır hastalığı yirmi dört saatten çok devâm eden kimseden, aklı başında olsa bile, namaz sâkıt olur (düşer, kılması lâzım gelmez). (Halebî)
Îmâ ile dahî kılması mümkün iken kılmadan ölüm hâline gelen kimsenin, namazlarının keffâreti için vasiyet etmesi lâzımdır. (İbn-i Âbidîn, İmâm-ı Birgivî)


İMÂM:
1. Câmi, mescid veya başka yerlerde cemâate namaz kıldıran kimse.
Cemâate, Kur'ân-ı kerîmi iyi okuyanınız imâm olsun. Bunda eşit olunca sünneti en iyi bileniniz, bunda da eşit olunca, en yaşlı olanınız imâm olsun! (Hadîs-i şerîf-Müslim, Sünen-i Tirmizî)
İmâm kalkan gibidir. Namazı tam kıldırırsa; hem onun, hem sizin lehinize olur. Noksan kıldırırsa, sizin namazınız yine tamdır. Noksanlık ondan sorulur. (Hadîs-i şerîf-Taberânî)
İmâmın namaza dururken ve rüknden rükne geçerken ve selâm verirken, cemâat işitecek kadar sesini yükseltmesi sünnettir. Daha fazla yükseltmesi mekruhtur. Kırâeti güzel olan yâni Kur'an-ı kerîmin harflerini tanıyan, tecvid ile okumasını bilen imâm olu r. Sesi güzel ve tegannî ile okuyan değil. (İbn-i Âbidîn)
2. Hadîs, fıkıh, kelâm ve tefsîr ilminde ve tasavvuf gibi İslâmî ilimlerden birinde en yüksek mertebeye ulaşan âlim.
Dört büyük mezheb imâmına uymak, Kur'ân-ı kerîme ve sünnete (Peygamber efendimizin emirlerine) uymanın tâ kendisidir. (Abdurrahmân Silhetî)
3. Müslümanların devlet reîsi. (Bkz. Halîfe)
Huzeyfe; "Yâ Resûlallah! Fitne devrine ulaşırsam ne yapmamı emredersiniz" deyince; " Müslümanların cemâatına ve imâmına tâbi ol!" buyurdu. (Hadîs-i şerîf-Buhârî ve Müslim)
İmâm-ı Müslimîn: Müslümanların imâmı, devlet reîsi, halîfe. (Bkz. Halîfe)

İMÂME:
1. Eskiden müslümanların başlarına sardığı, bugün ise, sadece din görevlilerinin namaz kıldırırken ve dînî vazîfeleri yerine getirirken giydikleri başlık üzerine sarılan sarık.
İmâme ile kılınan iki rek'at namaz, imâmesiz kılınan yetmiş rek'at namazdan efdâldir, üstündür. (Hadîs-i şerif-Râmûz-ül-Ehâdîs)
Mescidlere imâmesiz olarak da imâmeli olarak da geliniz. Ancak imâmeli olmak mü'minlerin alâmetlerindendir. (Hadîs-i şerif-Râmûz-ül-Ehâdîs)
Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem imâmeyi sarar ve ucunu arkadan iki kürek arasına sarkıtırdı. (Râmûz-ül-Ehâdîs)
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem hicretin sekizinci senesi Ramazan-ı şerîfin onuncu Pazartesi günü, on iki bin kahraman ile birlikte Medîne'den çıkarak, Ramazânın yirminci Perşembe günü Mekke-i mükerremeyi feth etti. Ertesi Cumâ günü hutbe okur ken mübârek başında siyâh imâme sarılı idi. (İmâm-ı Kastalânî)
2. Tesbîhin ucundaki uzun tâne.

İMÂMET:İmâmlık, reislik, başkanlık, rehberlik.

İmâmet-i Kübrâ:Resûlullah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) vekâleten bütün müslümanlara imamlık ederek İslâmiyet'in emirlerinin tatbik edilmesine nezâret edip, İslâmiyet'e ve müslümanlara karşı yapılan her türlü müdâhaleye (saldırı ve sataşmaya) cevap vermek vazîfes i, hilâfet. (Bkz. Hilâfet)

İmâmet-i Suğra:Namaz kıldırmak için imâm olmak. (Bkz. İmâm)

İMÂMEYN:İki imâm. İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe hazretlerinin ders ve sohbetlerinde yetişmiş olan İmâm-ı Ebû Yûsuf ile İmâm-ı Muhammed'e verilen lakab. İkisi de mezhebde müctehiddirler.
Müftî ve hâkim, İmâm-ı a'zâm Ebû Hanîfe'nin sözüne uygun olarak fetvâ verir. Aradığını onun sözlerinde açıkça bulamazsa, İmâm-ı Ebû Yûsuf'un sözünü alır. Onun sözlerinde de bulamazsa, İmâm-ı Muhammed Şeybânî'nin sözünü alır. İmâmeyn'in sözü bir taraf ta, İmâm-ı a'zam'ın sözü karşı tarafta ise, müftî her iki tarafa göre fetvâ verebilir. (İbn-i Âbidîn)

İMÂM-I AHMED BİN HANBEL:Ehl-i sünnetin (Peygamber efendimiz ve arkadaşlarının yolunda olanların) amelde dört hak mezhebinden biri olan Hanbelî mezhebinin reîsi.
Künyesi, Ebû Abdullah'tır. 780 (H. 164)'de Bağdâd'da doğdu. 855 (H. 241) senesinde bir Cumâ günü Bağdâd'da vefât etti. İlim öğrenmek için birçok İslâm beldesini dolaştı. Çok sayıda talebe yetiştirdi.
Ahmed bin Hanbel hiçbir zaman, insanların daldığı dünyâ işlerine dalmazdı. Ancak ilimden bahis açılınca konuşurdu. (Ebû Dâvûd Sicistânî)
Ahmed bin Hanbel, her hayrı kendisinde toplamıştı. Çok âlim gördüm, fakat ilimde, verâda (şüphelilerden kaçmada) ve zühdde (dünyâya rağbet etmemede) Ahmed bin Hanbel pek yüksek idi. (Menha bin Yahyâ)
Ahmed bin Hanbel'in işi, hep âhiretle ilgili idi. Dünyâ menfaatleri ona yöneldi, fakat o kabûl etmeyip geri çevirirdi. (Nadr bin Ali)

İMÂM-IA'ZAM EBÛ HANÎFE:Ehl-i sünnet ve'l-cemâatın ameldeki dört mezhebinden biri. Hanefî mezhebinin kurucusu.
İsmi Nûmân bin Sâbit bin Zütâ'dır. Ebû Hanîfe künyesiyle ve İmâm-ı a'zam lakabıyla meşhûr olmuştur. 699 (H. 80) senesinde Kûfe'de doğdu. 767 (H. 150) senesinde Bağdâd'da şehîd edildi. Ehl-i sünnet îtikâdını ve fıkıh bilgilerini topladı. Yüzlerce tale besine öğretip, kitaplara geçirilmesine sebeb oldu.
Fıkıh ilminde İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe gibi mütehassıs görmedim. (Abdullah bin Mübârek)
İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe bir yıldızdır. Karanlıkta kalanlar onunla yol bulur, hidâyete kavuşur. (Dâvûd-i Tâî)

İMÂM-I MÂLİK:Ehl-i sünnetin ameldeki dört mezhebinden biri olan Mâlikî mezhebinin reîsi.
İmâm-ı Mâlik hazretleri Tebe-i tâbiîndendir. İsmi, Mâlik bin Enes, künyesi, Abdullah'tır. 711 (H.93 veya 95) senesinde Medîne'de doğdu. 795 (H. 179)'da yetmiş altı yaşında Medîne'de vefât etti. Soyu, Yemenli Arap kabîlelerinden Benî Eshâb'a ve Himyer îlerden bir hükümdâr âilesine ulaşır. İmâm-ı Mâlik, elli sene müddetle ders ve fetvâ vererek insanların mes'elelerini çözmüş ve kıymetli talebeler yetiştirmiştir.
İmâm-ı Mâlik uzun bir ömür, yüksek bir mertebe, parlak bir zihin, çok geniş bir ilim, keskin anlayış, doğru rivâyet, dindarlık, adâlet, sünnet-i seniyyeye tâbi bir zât idi. Fetvâ vermede aceleciliği sevmez, çok kere "Bilmiyorum" der ve, "İlmin kalkan ı, bilmiyorum demektir" buyururdu. (Zehebî)
İmâm-ı Mâlik hazretleri bir hadîs-i şerîf okumak için abdest alır, edeble diz çökerdi. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemin bulunduğu bir toprağa hayvanların ayakları ile basıp geçmekten hayâ etdiğini, utandığını söyleyerek, Medîne-i münevverede hayvana binmezdi. Haksız bir fetvâyı vermediği için yetmiş kırbaç vuruldu. Muvattâ adındaki hadîs kitabı pek kıymetlidir. (Taşköprüzâde)

İMÂM-I ŞÂFİÎ:Ehl-i sünnetin ameldeki dört mezhebinden biri olan Şâfiî mezhebinin reîsi.
İsmi, Muhammed bin İdrîs bin Abbâs bin Osman bin Şâfiî bin Saîb'dir. Soyca Kureyş kabîlesine dayanıp, anne ve baba tarafından Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellemin mübârek soyu ile birleşmektedir. Künyesi Ebû Abdullah'tır. Eshâb-ı kirâmda n ve dördüncü göbekten dedesi olan Şâfiî'nin ismine izâfeten kendisine de Şâfiî denildi ve bu isimle meşhûr oldu. 767 (H. 150)'de Gazze'de doğdu. 820 (H. 204)'de Mısır'da vefât etti. Ömrünü ilim öğrenmek ve öğretmekle geçirdi. Çok talebe yetiştirdi.
İmâm-ı Şâfiî, İmâm-ı a'zam'ın kabrini ziyâret ettiği zaman ona hürmeten sabah namazında kunut okumayı terk ederdi. (İbn-i Hacer-i Mekkî)
İmâm-ı Şâfiî'nin insanlar arasındaki yeri, gökteki güneş gibidir. O, rûhların şifâsıdır. (Ahmed bin Hanbel)
Nice âlim ve fazîletli kimselerle görüştüm, İmâm-ı Şâfiî hazretleri gibi âlim ve fâdıl bir kimse görmedim. (Ebû Ubeyd Kâsım bin Selâm)

İMÂMİYYE:Şiîliğin kollarından biri.
Hazret-i Ali'nin halîfe olması açıkça emr olunmuştu, Eshâb bu emri yerine getirmediği için, kafir oldu diyen, Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) vefâtından sonra hazret-i Ali ve sırasıyla onun iki oğlu ile torunlarını meşrû' imâm kab ûl eden ve on iki imâma inanmayı îmânın şartlarından sayan kimselerin mensûb olduğu bozuk fırka, topluluk. Bu fırkaya, İsnâ aşeriyye de denir. (Bkz. İsnâ Aşeriyye)
İmâm-ı Ali'nin sözlerini, Ehl-i sünnet, İmâmiyye ve Zeydiyye fırkaları incelemiştir. Her biri başka türlü anlamıştır. Zeydiyye ve İmâmiyye, evliyâlığı inkâr ettiler. (İmâm-ı Rabbânî)

ÎMÂN:İnanmak. "Allahü teâlâdan başka mâbud, ilâh olmadığına, Muhammed aleyhisselâmın O'nun kulu ve Resûlü olduğuna" ve O'nun Allahü teâlâdan getirdiklerine kalb ile inanıp dil ile söylemek.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
...Fakat Allah size îmânı sevdirdi. Onu kalblerinizde süsledi. Küfrü (îmânsızlığı), fâsıklığı (günâhkârlığı), isyânı size çirkin gösterdi. (Hucurât sûresi: 7)
Hakîkat şudur ki, îmân edenler ve Rablerine güvenip dayananlar üzerinde onun (şeytanın) hiçbir hâkimiyeti yoktur. (Nahl sûresi: 99)
Cebrâil aleyhisselâm Peygamber efendimize insan sûretinde gelerek; "İmânın ne olduğunu bana bildir" dedi. Peygamber efendimiz de; "Allahü teâlâya inanmak, meleklerine inanmak, indirdiği kitaplara inanmak, peygamberlere inanmak, âhiret gününe (öldükten sonraki hayâta) inanmak, kadere, hayrın ve şerrin Allahü teâlâdan olduğuna inanmaktır" buyurarak, îmânın altı şeye inanmak olduğunu bildirdi. (Hadîs-i Cibrîl-Müslim)
Sizin îmân yönünden en üstün olanınız, ahlâk yönünden güzel olup, insanlara iyilik yapanlarınızdır. (Hadîs-i şerîf-Edeb-ül-Müfred)
Îmânın temeli ve en kuvvetli alâmeti, müslümanları sevmek ve müslümanlara düşmanlık edenleri sevmemektir. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Ma'sûmiyye)
Îmân etmek, bütün insanlara lâzımdır. Îmân edenlerin farzları yapıp, haramlardan kaçınması lâzımdır. Îmân etmek için kelime-i şehâdet söylemek ve bunların mânâsını Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiği şekilde öğrenip, inanmak lâzımdır. (İmâm-ı Gazâlî)
Îmân muma benzer, Ahkâm-ı İslâmiyye yâni emirleri yapıp yasaklardan kaçmak fener gibidir. Mum ile birlikte fener de İslâmiyet'tir. Fenersiz mum çabuk söner. Îmânsız İslâm olmaz. İslâm olmayınca, îmân da yoktur. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Îmânın alâmeti; küfürden (îmânı gideren şeylerden) uzak olmaktır. Sadece kelime-i şehâdeti söylemek, îmân etmiş olmak için yetmez. Îmânlı veya îmânsız ölmek son nefese bağlıdır. (İmâm-ı Rabbânî)

Îmân-ı Gaybî:Allahü teâlânın zâtı, sıfatları, âhiret, melekler, Cennet, Cehennem, Mîzân, Sırat gibi gözle görülmeyen şeylere görmeden inanmak.
Îmân-ı gaybî, îmân-ı şühûdîden (görerek inanmak) daha üstündür. Çünkü peygamberlerin îmânı, îmân-ı gaybîdir. (İmâm-ı Rabbânî)
Biz gaybe îmân eyledik. Bizim îmânımız, îmân-ı gaybîdir. Zîrâ biz, Allahü teâlâyı gözümüzle görmedik. Lâkin görmüş gibi inandık, îmân ettik. Bunda aslâ şüphemiz yoktur. (Kudbüddîn-i İznîkî)

Îmân-ı Hakîkî:Kalbe yerleşen, şüphe ve tereddüd karşısında hiç sarsılmayan îmân. Îmân-ı hakîkînin alâmeti, gevşeklik ve tembellik olmadan İslâmiyet'in emirlerini kolayca yapma ve yasaklarından kaçınma hâlinin hâsıl olmasıdır.
Îmân-ı hakîkiye sâhib olan kimse, bütün âlem yâni dünyâdaki insanlar bir araya gelse, Allahü teâlâyı inkâr etseler, o, inkâr etmez ve kalbine aslâ şek ve şüphe gelmez. Onun îmânı, enbiyâ (peygamberler) îmânı gibidir. Böyle îmân, îmân-ı taklîdî ve îmâ n-ı istidlâlîden üstün ve kıymetlidir. (Kutbüddîn-i İznîkî)
Tasavvuf yolunda ilerlemekten, nefsi ve kalbi kötülüklerden ve kötü düşüncelerden temizlemekten maksat; mânevî âfetleri (tehlikeleri) gidermek, kalbi mânevî hastalıklardan kurtarmaktır. Bekara sûresindeki; " Kalblerinde hastalık vardır" meâlindeki dokuzuncu âyet-i kerîmede bildirilen hastalık tedâvî edilmedikçe îmân-ı hakîkî ele geçmez. Bu âfetler var iken elde edilen îmân, îmânın sûretidir. (İmâm-ı Rabbânî)

Îmân-ı Hılkî:Allahü teâlâ bütün rûhları yarattığı zaman, onlara: "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diye sorduğunda, bütün ruhların "Belâ" yâni evet diyerek Allahü teâlânın Rab olduğunu kabûl edip inanmaları.
Kâbe yakınındaki Hacer-i Esved'i istilâm (selâmlama) esnâsında okunan "Allah'ım sana inanır, kitâbını tasdîk eder ve ahdimizde, verdiğimiz sözde dururuz" duâsının mânâsı, îmân-ı hılkîyi tâzelemektir. (İmâm-ı Gazâlî)

Îmân-ı İcmâlî:Kısaca inanmak, Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem Allahü teâlâdan ne bildirmiş ise, hepsine inandım, demek.
Mü'min olmak için, inanılacak şeyleri ayrı ayrı bilmek lâzım değildir. Bunlara, îmân-ı icmâlî ile îmân etmek, inanmak yeterlidir. Bir kimse böyle inanmakla müslüman olur. Bu sebeble mukallidin yâni anasından babasından gördüğü, duyduğu gibi, inanıp b una göre ibâdetini yapanların îmânı sahîhtir, doğrudur. Fakat, sağlam değildir, bunların îmânlarının sarsılmasından korkulur. (Bkz. Îmân-ı İstidlâlî) (Kudbüddîn-i İznikî)

Îmân-ı İstidlâlî:İslâm dîninin îmân ve ibâdet bilgilerini, emir ve yasakları bir âlimden veya kitaptan okuyup, öğrenerek, bilerek inanmak.
Îmân-ı istidlâliye sâhib kişi, farzı, vâcibi, sünneti, müstehabı hem bilir ve hem amel eder, yâni yerine getirir. İnanılacak şeyleri hem bilir, hem başkalarına bildirir. Bu gibilerin îmânı kuvvetlidir. (Kutbüddîn-i İznîkî)
Peygamberleri aleyhimüsselâm taklid ederek hâsıl olan îmân, îmân-ı istidlâlîdir. Çünkü o büyükleri taklid eden kimse, peygamberlerin bildirdiği her şeyin doğru olduğunu, delilleri görerek aklı ve düşüncesi ile anlamıştır. Çünkü bir kimsenin gösterdiğ i yolun doğru olduğu Allahü teâlânın ona mûcizeler vermesinden anlaşılır... Mantığa dayanarak akıl ile düşünce ile hâsıl olan îmâna gelince; bu yoldan îmân elde edilebilir. Fakat peygamberleri aleyhimüsselâm taklid etmeye dayanmadan yalnız istidlâl (akıl yürütme) ile elde edilen îmân kıymetli değildir. Çünkü o kimse, peygamberlerin bildirdiklerine değil, akla inanmış olmaktadır. (Ahmed Fârûkî)

Îmân-ı Kâmil:Olgun îmân. Mü'minlerin ibâdet ederek Allahü teâlânın emirlerini yapıp, haramlardan kaçınmak sûretiyle, parlayan, kuvvetli ve olgun îmânı. En üstün derecedeki îmân.
Bir kimse kendi istediğini din kardeşi için de istemedikçe, îmânı kâmil olmaz. (Hadîs-i şerîf-Ey Oğul İlmihâli)
Îmânın kâmil (olgun) veya noksan olması, ibâdetlerin çok ve az olması demektir. İbâdet çok olunca, îmân-ı kâmile kavuşuldu denir. (Ebû Hanîfe)
İbâdetleri, Allahü teâlânın beğendiği şeyleri yapmakla îmân cilâlanır, nûrlanır, parlar, yâni îmân-ı kâmil olur. Haram işleyince bulanır. O hâlde çoğalmak ve azalmak, amellerden, işlerden dolayı îmânın cilâsındadır. Kendisinde değildir. Bâzıları cilâ lı, parlak îmâna çok dedi ve parlak olmayan îmândan daha çoktur dedi. Bir hadîs-i şerîfte; "Ebû Bekr-i Sıddîk'in îmânı bu ümmetin hepsinin topl******* daha ağırdır" buyruldu. Bu da îmânın nûru parlaklığı bakımındandır. Fazlalık aslda, özde değil, sıfatlardadır. (İmâm-ı Rabbânî)
Îmân-ı kâmil sâhibi; güzel ahlâklı ve ev halkına lütfu, ihsânı, şefkati çok olan kimsedir. (İmâm-ı Rabbânî)

Îmân-ı Kesbî:Bir kimsenin âkıl (akıllı) ve bâliğ olduktan (ergen, gusül, boy abdesti alacak yaşa geldikten) sonra ettiği îmân.

Îmân-ı Makbûl:Mü'minlerin (Peygamber efendimizin söylediklerinin hepsini beğenip kalben kabûl edenlerin) îmânı.

Îmân-ı Ma'sûm:Peygamberlerin aleyhimüsselâm îmânı.
Îmân-ı Ma'sûm tafsîlîdir. Bunlar inanılacak husûslara ayrı ayrı îmân ederler. Dinlerinin ilimlerini tafsîlen (geniş olarak) bilirler. Bâzı hükümlerde ictihâd ederler. Peygamberlere Allahü teâlâdan doğrusu bildirildiğinden hatâ üzere kalmazlar. (İmâm-ı Birgivî)

Îmân-ı Merdûd:Münâfıkların (dilleri ile inandıklarını söyleyip kalben inanmayanların) yalnız dil ile söyledikleri îmân. (Bkz. Münâfık)

Îmân-ı Metbû:Meleklerin îmânı. (Bkz. Melek)

Îmân-ı Mevkûf:Ehl-i bid'atin (yanlış, bozuk inançta olanların)îmânı.

Îmân-ı Şühûdî:Basîret (kalb gözü) ile müşâhede ederek, görerek olan îmân.
Dünyâ durdukça ve dünyâ hayâtı ile yaşadıkça gayba inanmaktan başka çâre yoktur. Çünkü bu dünyâda hakîkî îmân-ı şühûdîye kavuşmak mümkün değildir. Âhiret hayâtı başlayıp, vehm ve hayâlin kuvveti kalmayınca, görerek hâsıl olan îmân-ı şühûdî kıymetli o lur. Muhammed aleyhisselâm dünyâda iken yâni mîrâc gecesinde âhiret âlemine götürülerek baş gözü ile Allahü teâlâyı görmekle şereflendiği için O'nun îmânı şühûdîdir demek güzel olur. Çünkü başka mü'minlere Cennet'te ihsân edilecek olan nîmet, O yüce Peygambere bu dünyâda nasîb oldu. (İmâm-ı Rabbânî)

Îmân-ı Tafsîlî:Îmân edilecek şeyleri ayrı ayrı öğrenerek, bilerek îmân.
Mü'min (inanan) olabilmek için, îmân-ı icmâlî yeterlidir. Îmânın altı şartına yâni Allahü teâlâya, meleklerine, gönderdiği kitablarına, peygamberlerine, âhiret gününe, kadere, hayır ve şerrin Allahü teâlâdan olduğuna, öldükten sonra dirilmeğe, namaz, oruç, hac ve diğer dînî emirlerin her birine ayrı ayrı inanmakla ise, îmân-ı tafsîlî ile îmân edilmiş inanılmış olur. (Kutbüddîn-i İznikî, Abdülhâk-ı Dehlevî)

Îmân-ı Taklîdî:Bir hocadan veya kitaptan okuyup öğrenmeden ana, babasından ve etrâfından görüp işittiği gibi inanmak.
Îmân üç kısımdır: İmân-ı taklîdî, îmân-ı istidlâlî, îmân-ı hakîkî. Îmân-ı taklîdî sâhibi, farzı, vâcibi, sünneti, müstehâbı bilmez. Ana-babasından gördüğü gibi inanır ve yalnız gördüğü gibi ibâdetlerini yapar. Bu gibilerin îmânından korkulur. (Kutbüddîn-i İznîkî)
Îmân-ı taklîdînin kıymetsiz olması, peygamberlerin aleyhimüsselâm doğru söylediklerini, bildirdikleri her şeyin doğru olduğunu düşünmeden yalnız anadan babadan ve etraftan görerek hâsıl olduğu içindir. (İmâm-ı Rabbânî)

Îmân-ı Yakînî:Sağlam, sarsılmayan, şüphe ve tereddüt bulunmayan îmân, îtikâd.

İMSÂK VAKTİ:Oruca başlama zamânı. Ufkun bir yerinde beyazlığın başladığı vakit. Bundan (6-10) dakika sonra beyazlık ufk üzerinde ip gibi yayılınca sabah namazının vakti başlar.
Orucun farzı üçtür.
1- Niyet etmek.
2- Niyetin ilk ve son vaktini bilmek,
3- İmsâk vaktinden, güneşin batmasına kadar orucu bozan şeylerden sakınmaktır. (Kutbüddîn-i İznikî)

İNÂBE (İnâbet):Bir büyüğe, evliyâ bir zâta intisab etmek, bağlanmak sûretiyle yapılan tövbe.
İnâbetin haklarını ve şartlarını elden geldiği kadar gözetmelidir. Bu işin aslı Ehl-i sünnet vel-cemâate (Peygamber efendimiz ve arkadaşlarına) uymaktır. (İmâm-ı Rabbânî) Yüzüm dergâhına döndüm ilâhî, Kapından etme red, bu pûr günâhı. İnâbet eyleyip geldim kapına, Yüzüm yere sürüp durup bâbına (huzûruna).
(Muhammed bin Receb Efendi)

İnâbe Yolu:Müridlik. Sâlikin (tasavvuf yolunda) nefsin isteklerini yapmamak ve istemediklerini yapmak sûretiyle ve çeşitli sıkıntılara katlanarak Allahü teâlâya kavuşma yolu.
Allahü teâlâya yakınlık derecelerine ulaşmak için riyâzetler (nefsin isteklerini yapmamak) ve mücâhedeler (nefsinin istemediklerini yapmak) çekmek, uğraşmak inâbe yolunda olur. Bu yol müridler (talebeler) yoludur. (Abdullah-ı Ensârî)
İnâbe yolunda kavuşmak az fakat ictibâ yolunda (Allahü teâlânın çekip götürmesi) pek çoktur. (Abdülhakîm Arvâsî)

İNÂD:Direnmek, muhâlefette (karşı çıkmakta) ısrar etmek. Kendini büyük görüp, hakkı, doğruyu kabul etmeme.
Allahü teâlânın en sevmediği kimse, hakkı kabûl etmemekte inâd edendir. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
İnâd, riyâdan (gösterişten), kin tutmaktan, hased etmekten (çekememekten) veya hırstan doğar. (Hâdimî)
Ebû Cehl ve Ebû Leheb inâdlarından dolayı Muhammed aleyhisselâmın peygamber olduğuna inanmadılar. (Şeyhzâde)

İNÂN ŞİRKETİ:Ortakların birbirine vekil olup, kefil olmadıkları şirket.
İnân şirketinde ortakların birbirine kefîl olmaları da ayrıca şart edilebilir. Sermâye hisselerinin eşit olması şart değildir. Kârın nasıl taksim edileceği bildirilmezse, şirket fâsid olur. İnân şirketi bir veya çeşitli ticâret işleri yapabilir. Kâr nisbeti (oranı) hisseye göre değil, şartnâmeye göredir. (İbn-i Âbidîn)

İNÂYET:Lütuf, ihsân, iyilik, yardım.
Bu fakirde bu yola girmek arzusu belirince, Allahü teâlâ inâyetiyle onu Hâcegân yolunun büyüklerinden birine ulaştırdı. Bu azîzin (Muhammed Bâkî-billâh'ın) sohbetiyle şereflendirip, büyüklerin yolunu nasîb etti. (İmâm-ı Rabbânî)
Yine Allahü teâlânın inâyeti bu fakîrin hâllerini kapladı. Bundan sonra bu fakir daha yüksek makâmlara yöneldi. Fenâ ve bekâ makamları nasîb oldu. (İmâm-ı Rabbânî)

İNBİSÂT:Açılmak, yayılmak, açık yüzlü olmak, mütebessim çehreli, sevinçli olmak. Gönül açıklığı, kalb ferahlığı hâli. (Bkz. Bast)

İNCÎL:Allahü teâlânın, Îsâ aleyhisselâma gönderdiği ve sonradan tahrif edilen, aslı değiştirilmiş olan mukaddes kitab.
Bolüs isminde bir yahûdî Îsevî görünüp, yâni Îsâ aleyhisselâma inanmış gibi görünüp, havârîler arasına karıştı. Îsâ aleyhisselâmdan sonra ilk işi, Allahü teâlâ tarafından gelen hakîkî İncîl'i yok etmek oldu. Havârîlerden Barnabas, Îsâ aleyhisselâmdan gördüklerini ve işittiklerini doğru olarak yazdı ise de, Bolüs bunun yayılmasına mâni oldu. İncîl diyerek uydurup yazdığı yanlış ve bozuk kitabları her yere yaydı. Şimdiki İncîller birbirine benzemiyor. Katoliklerin, ortodoksların ve protestanların başka başka incîlleri vardır. Hepsi insanlar tarafından sonradan yazılmıştır. Hakîkî Încîl'de Allahü teâlânın bir olduğu, Îsâ aleyhisselâmın Allah'ın kulu ve peygamberi olduğu, âhir zamanda Ahmed isminde bir peygamberin yâni Muhammed aleyhisselâmın geleceği yazılı idi. ( Harputlu İshâk Efendi)

İNFÂK:Malı, Allahü teâlânın yolunda harcama. Nafaka zekat gibi verilmesi lâzım olan malı hak sâhibine verme.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmelerde meâlen buyurdu ki:
(Ey Resûlüm!) Onlar, hangi şeyi nafaka olarak vereceklerini sana soruyorlar. De ki: "Maldan infâk edeceğiniz şey, (öncelikle) ananın, babanın, akrabânın, yetimlerin, yoksulların, yolcunundur. Her ne hayır işlerseniz, şüphesiz Allah onu çok iyi bilen (mükâfâtını veren) dir. (Bekara sûresi: 215)
Onlar ki, (sırf) Rablerinin rızâsını isteyerek (her zorluğa) katlanırlar, namazı dosdoğru kılarlar, kendilerine verdiğimiz rızıktan gizli ve âşikâr (hayır yoluna) infâk ederler, kötülüğü de iyilikle savarlar. İşte bunlar (adı geçenler var ya), âhiret seâdeti onlar içindir. (Ra'd sûresi: 22)
Onlar ki, infâk ettikleri zaman isrâf etmezler, sıkılık (cimrilik) da yapmazlar. (Harcamalarında) bu ikisi arası orta bir yol üzerinde bulunurlar. (Furkân sûresi: 67)
Yâ Ebâ Hüreyre! Mü'minlerin büyüğü, benden sonra o kimsedir ki, Allahü teâlâ ona mal verir, o da gizli ve âşikâre Hak yoluna infâk eder ve yaptığı iyilikleri kimsenin başına kakmaz. (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet)

İN'İKAS:Tasavvufta bir büyüğün kalbindeki feyz denilen mânevî ilimlerin tal****** kalbine yansıması.

İNKÂR ETMEK:İnanmamak, kabûl etmemek.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Bu bizim indirdiğimiz Kur'ân-ı kerîm insanlar için çok hayırlı ve faydalı bir kelâmdır (sözdür) . (Ey Mekkeliler!) Şimdi onu inkâr mı ediyorsunuz. (Enbiyâ sûresi: 50)
Kötülüklerin en kötüsü, Allahü teâlâyı inkâr etmek, dinsiz olmaktır. İnanılması lâzım olan bir şeyi inkâr etmek, dinden çıkmaya sebeb olur. (Hâdimî)
Bir kimse, İslâm'ın beş şartından birini inkâr ederse, yâhut alay eder, saygı göstermezse, neûzü billâh (Allahü teâlâya sığınırız) îmânı gider. (M. Hâlid-i Bağdâdî)

İNKIYÂD:Boyun eğme, itâat etme.
İnkıyâd, nefsin nehyedildiğinde (dînimizin yasak olarak bildirdiği şeyleri yapmaması emredildiğinde) nefsânî arzûları bırakıp öğütleri kabûl etmesi ile mümkündür. (İmâm-ı Mâverdî) Fermân-ı aşka cân ile var inkıyâdımız Hükm-i kazâya zerre kadar yok inadımız
(Bâkî)

İNKİSÂR:Kırıklık, kırılma. Allahü teâlânın huzûrunda kalbin kırık olması.
Ben, kalbleri benim için inkisârda olanların yanındayım. (Hadîs-i kudsî-Keşf-ül-Hafâ)
Ehl-i sünnet âlimleri buyuruyorlar ki, Allahü teâlâ ilim ve kudret gibi bütün sıfatlarından kullarına biraz ihsân buyurmuştur. Fakat, yalnız üç sıfatı kendine mahsûstur. Bu üç sıfatı hiçbir mahlûkuna vermemiştir. Bunlar; kibriyâ, ganî olmak ve yaratm ak sıfatlarıdır. Kibriyâ, büyüklük, üstünlük demektir. Ganî olmak, başkalarına muhtâç olmamak, her şey O'na muhtaç olmak demektir. Buna karşılık kullarına üç aşağı sıfat vermiştir. Bunlar da, zül (aşağılık) ve inkisâr ile ihtiyâç ve fâni olmak, yok olmaktır. Bunun için kula kibirlenmek yakışmaz. En büyük günâhtır. Hadîs-i kudsîde; "Azamet ve kibriyâ bana mahsustur. Bu iki sıfatta, bana ortak olmak isteyenlere, çok acı azâb ederim" buyruldu. (Osman bin Nâsır)

İNNÂ LİLLAH VE İNNÂ İLEYHİ RÂCİ'ÛN:Belâ ve musîbet gelince veya kötü bir haber duyunca okunan, Bekara sûresinin; "Biz Allahü teâlânın kullarıyız (vefât ettikten sonra diriltilip yine) O'na döneceğiz" meâlindeki yüz elli altıncı âyet-i kerîmesi. (Bkz. İstirca')
Bir belâ gelince; "İnnâ lillah ve innâ ileyhi râci'ûn" demek yalnız bu ümmete mahsûs bir ihsândır. Geçmiş ümmetlerden hiç birisine verilmemiştir. Yoksa Yâkûb aleyhisselâm, Yûsuf aleyhisselâmın ayrılığı musîbeti başına gelince; "Ey Yûsuf'un firâkıyla (ayrılığı ile) beni kaplayan hüzün ve hasretim" demez; "İnnâ lillâh ve innâ ileyhi râci'ûn" derdi. (Hadîs-i şerîf-Taberânî)
Abdullah bin Abbâs'ın kızı öldüğünde "İnnâ lillah ve innâ ileyhi râci'ûn" dedikten sonra; "Bu mahrem idi, Allahü teâlâ bunu örttü, yardıma muhtâc idi, himâyesine aldı; bizim için de bir mükâfât idi onu bizden önce gönderdi" dedi. İki rek'at namaz kıl dıktan sonra, Allahü teâlânın; " Sabır ve namaz ile yardım isteyin " (Bekara sûresi 45) meâlindeki emrini yerine getirdik" dedi. (İmâm-ı Gazâlî)
Namazda kötü habere "İnnâ lillâh ve innâ ileyhi râci'ûn" demek namazı bozar. Bunu, namaz dışında söylemek, sünnettir. (Alâüddîn Haskefî)

İNNÎN:İhtiyârlık, tenâsül hastalığı veya sihir sebebi ile cimâ yapamayan. İktidârsız erkek.
Kendinde bir mâni, kusur bulunmayan kadın, kocanının innîn olduğunu anlarsa, nikâhın feshi (bozulması) için, çok zaman sonra bile dâvâ açabilir. (İbn-i Âbidîn)

İNSÂF:Adâlet, doğruluk. Hakkı gözetip adâletten ayrılmama.
İnsâf, dînin yarısıdır. (Hadîs-i şerîf-İhyâ)
Allah korkusu kalbine yerleşmiş olan kimse, insanlar hakkında insâflı muâmelede bulunur. İnsanlar ise, kendilerine insâf ile iyi muâmelede bulunan kimseyi severler. İşte bunun için, insanların sevgisi, kişinin kalbinde Allah korkusunun mevcûd olduğun a ve o kişinin iyiliğine; insanların buğzu (kini) ise, o kimsenin kötülüğüne ve kalbinde Allah korkusunun az olduğuna delîl gösterilmiştir. (Mâverdî)

İNSAN:Rûh ve bedenden meydana gelen akıl sâhibi varlık.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmelerde meâlen buyurdu ki:
Biz insanı muhakkak ki çamurun özünden yarattık. Sonra Âdem'in neslini sağlam bir yerde (rahimde) döllenmiş yumurta yaptık. Sonra o nutfeyi kan pıhtısı hâline getirdik. Ondan sonra kan pıhtısını bir parça et yaptık; o et parçasını da kemikler hâline çevirdik. Sonra ona başka bir yaratılış (rûh) verdik. Bak ki, şekil verenlerin en güzeli olan Allahü teâlânın şânı ne kadar yücedir. (Mü'minûn sûresi: 12-14)
Cinleri ve insanları yalnız beni tanımaları, bana ibâdet etmeleri için yarattım. (Zâriyât sûresi: 56)
İnsanın hayırlısı haramlardan sakınan, akrabâyı ziyâret eden ve emr-i ma'rûf ve nehy-i münker edendir. (Allahü teâlânın emir ve yasaklarını yayandır.) (Hadîs-i şerif-Mektûbât-ı Ma'sûmiyye)
İnsanın sevmesi ve buğz etmesi, vermesi ve vermemesi Allah için olursa, îmânı kâmil (tam, olgun) olmuştur. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Ma'sûmiyye)
İnsanın yaratılmasından maksat, yağlı ve lezzetli yiyecekler, güzel ve nefis elbiseler, mal ve mülk toplamak, nîmetlenmek, oyun ve eğlence değildir. Onun yaratılmasından maksât, Allahü teâlâya kulluk etmek, O'na karşı gönlü kırık, boynu bükük olmak v e yalvarmak içindir. (İmâm-ı Rabbânî) Şu insan dedikleri el ayakla baş değil İnsan rûha denilir, surat ile kaş değil.
(M. Sıddîk bin Saîd)

İnsan-ı Kâmil:Kemâle ermiş, olgun insan. İslâmiyet'in emrettiği bütün emirleri yapan, yasaklardan sakınan, Peygamber efendimizin güzel ahlâkıyla ahlâklanan, hareketleri ve sözleri hep Allahü teâlânın ilhâmı ile olan üstün insan.
Doğruyu tanı, doğru ol! İnsan-ı kâmilin her işi, düşünceleri, sözleri, ahlâkı, Resûlullah'a tam uygun olur. Çünkü bütün seâdetlere, iyiliklere O'na uymakla kavuşulur. O'na uymak, İslâmiyet'e yapışmak demektir. (Muhammed bin Muhammed Endülüsî)

İNŞÂALLAH:Her zaman Allahü teâlânın adını anmağa alışmak ve Allahü teâlâ dilerse olur mânâsına bütün işlerini Allahü teâlânın dilemesine havâle etmek için söylenen söz.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Bir şeyi yarın yapmağa azmettiğin, karar verdiğin zaman, onu yarın yaparım deme. İnşâallah yarın yaparım de! (Kehf sûresi: 23, 24)
Ey mü'minler! Elbette gelecek yıl, inşâallah, Mescid-i Harâm'a girersiniz. ( Feth sûresi: 27)
Allahü teâlâ onların Mescid-i Harâm'a gireceklerini dilemiş ve bunu biliyordu. Fakat kullarına öğretmek için inşâallah buyurmuştur. Nitekim Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem de kabirdekilere kavuşacağını kesin olarak bildiği hâlde, meza rlığa uğradığında; "Esselâmü aleyküm yâ ehle dâr-il-kavmil-mü'minîn ve innâ inşâallahü an karîbin biküm lâhıkûn: Ey mü'minler diyârı! Size selam olsun. İnşâallah biz de size yakında kavuşacağız" buyurarak ilâhî emre uyarak inşâallah demiştir. (İmâm-ı Gazâlî)


İNTİHÂR:Kendini öldürme.
Bir kimse bir demirle intihâr etse, Cehennem'de ebedî olarak demiri elinde karnını dürter durur. Bir kimse zehir içerek intihâr etse, Cehennem'de ebedî olarak onu içer durur. Bir kimse de kendisini uçurumdan atarak intihâr etse, Cehennem'de ebedî kendini atar durur. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
İntihâr eden kimse hemen ölse bile, yıkanır ve namazı kılınır. (İbn-i Âbidîn)
Malını, mevkiini kaybettiği için veya düşman eline esir düştüğü için intihâr eden ahmaklarda şecâat (yiğitlik) değil korkaklık vardır. (Muhammed Hâdimî)

İNTİKAM:
1. Öc alma.
İntikâm almağa gücü yeten kimseye yakışan; kızmamak, kin tutmamak ve bağışlamaktır. (Ebû Ziyâd)
2. Allahü teâlânın; zâlim, inadcı ve kibirli (büyüklenen) kimseleri şiddetli bir azâb ile cezâlandırması.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmelerde meâlen buyurdu ki:
(Yâ Muhammed!) Biz senden önce, kendi kavimlerine (nice) peygamberler gönderdik de, (o peygamberler) onlara (helâl ve harâmı bildiren, hak peygamber olduklarını isbât eden apaçık) delillerle geldiklerinde, kavimleri onları yalanladılar. Fakat (îmân etmedikleri için) biz o günâh işleyenlerden intikâm aldık... (Rûm sûresi: 47)
Vaktâ ki (Fir'avn ve kavmi inâd ve isyân ederek) bizi gazablandırdılar (kızdırdılar). Biz de kendilerinden intikâm alıp, hepsini birden (denizde) boğarak helâk ettik. (Zührûf sûresi: 55)
Haramları (Allahü teâlânın yasaklarını), büyük ve küçük günah diye ikiye ayırmışlar ise de, küçük günahlardan da, büyük günah gibi kaçınmak, hiçbir günâhı küçümsememek gerekir. Çünkü, Allahü teâlâ intikâm alıcıdır. Gadabını, düşmanlığını günâhlar içi nde gizlemiştir. Küçük sayılan bir günâh, intikâmına, gadabına sebeb olabilir. (Muhammed Rebhâmî)

İNTİSÂB:Mensûb olma, bağlanma. Bir işe, bir mesleğe girme. Bir mürşîd-i kâmile (rehbere) bağlanma, talebe olma.
Hocam Şems-i Tebrîzi'ye intisâb edince, aklımı tamâmen bırakıp ona tâbi oldum. (Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî)

İNTİSÂR:Hakkını alandan, yalnız hakkını geri almak, fazlasını almamak.
Resûlullah efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem bir kimsenin zâlime (zulmedene) bedduâ ettiğini görünce; "İntisâr eyledin" buyurdu. (Muhammed Hâdimî-Berîka)
İNZÂL:
1. İndirmek.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
İşte bu (Kur'ân-ı kerîm) bizim inzâl ettiğimiz mübârek bir kitabdır. O'na uyun, O'na muhâlefet etmekten sakınınız ki merhamet olunasınız. (En'âm sûresi: 155)
2. Kur'ân-ı kerîmin, Ramazân-ı şerîf ayında Kadir gecesinde Levh-i mahfûzdan, dünyâ semâsındaki Beyt-ül-izze denilen makâma bir defâda, topluca indirilmesi. (Bkz. Tenzîl)
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Ramazân ayı, Kur'ân-ı kerîmin inzâl edildiği aydır. (Bekara sûresi: 185)
Müfessirlerin (tefsîr âlimlerinin) çoğuna göre Kur'ân-ı kerîm, Ramazân ayının Kadir gecesinde dünyâ semâsındaki Beyt-ül-izze denilen makâma inzâl olunmuş, sonra, buradan hâdiselere ve ihtiyâca göre azar azar yirmi üç senede Peygamber efendimize indir ilmiştir. (Fahreddîn-i Râzî, Abdülhak-ı Dehlevî)

İNZİVÂ:Bir köşeye çekilmek. Haramlardan ve günâhlardan korunmak, nefsini terbiye etmek ve sâdece Allahü teâlâyı anmak ve âhireti düşünmek için bir yerde yalnız kalma.
İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe, Peygamber efendimizin Kabr-i şerîflerini ziyâret edip selâm verdiğinde, Kabr-i şeriften: "Allahü teâlânın selâmı da senin üzerine olsun ey müslümanların imâmı (büyüğü) diye cevap verildi. İmâm-ı a'zâm Ebû Hanîfe ziyâret dönüş ü ilk fırsatta inzivâya çekildi. (Ferîdüddîn-i Attâr)
İmâm-ı Gazâlî on sene kadar Şam'da Mescid-i Emevî'nin minâresinde inzivâ eyledi. (Tâcüddîn Sübkî)
 
---> Dini Sözlük

İ - 4

İRÂDE (İrâdet):
1. Allahü teâlânın sübûtî sıfatlarından. Allahü teâlânın dilemesi.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerimde meâlen buyurdu ki:
(Muhakkak ki senin Rabbin) her neyi irâde ederse irâde ettiği gibi yapar. (O'nun irâdesi hiç şaşmaz. Helâk etmek irâde ettiklerini muhakkak helâk eder, kurtuluşa erdirmeyi irâde ettiklerini kurtuluşa erdirir.) (Burûc sûresi: 16)
Allahü teâlânın irâde ettiği olur. O, irâde etmezse hiçbir şey olmaz. Varlıkları irâde etmiş yaratmıştır. (Muhammed bin Kutbüddîn İznikî)
Kâinâttaki her hâdise Allahü teâlânın irâdesi ile olmaktadır. Allahü teâlâ irâde etmeyince, hiçbir şey hareket etmez. (İmâm-ı Gazâlî)
Allahü teâlâ her şeyin hâlıkı (yaratıcısı) ve sâhibidir. Mülkünde irâde ettiğini yapar. O'nun irâdesi sonsuzdur. O'na niçin böyle irâde ettin ve böyle yaptın demeye kimsenin hakkı yoktur. (Muhammed Hâdimî)
2. İstemek, seçmek, dilemek tercih etmek.
Allahü teâlâ kulların ihtiyârî yâni istekli hareketlerini, işlerini yaratması için kullarında ihtiyâr (seçme, isteme özelliği) ve irâde yaratmış, bu irâde ve ihtiyârlarını işleri yaratmasına sebeb kılmıştır. Bu yüzden yaptıkları işlerden mes'ûl tutul muşlardır. Cansızların hareketlerinde irâde yoktur. Ateş değdiği zaman, yakması, ateşin yakmağı irâde etmesi ve istemesi ile değildir. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
3.Tasavvuf yoluna yeni girenlerin başlangıç halleri. Allahü teâlânın rızâsına kavuşmaya azmedenler, karar verenler için ilk konak.

İrâde-i Cüz'iyye:Allahü teâlânın, bir işi yapmak ve yapmamak husûsunda insanlara ihsân ettiği dileme ve seçme kuvveti.
İrâde-i cüz'iyye kullarda bir hâldir. Kullar irâde-i cüz'iyyellerini kullanmakta serbesttir. Mecbûr değildir. Allahü teâlânın kul irâde etmeden de yaratması câiz ise de ihtiyârî (istekli) işleri yaratmaya, kulların kalblerinin ihtiyâr ve irâde etmesi ni sebeb kılmıştır. İrâde-i cüz'iyyemizin sebeb olması da Allahü teâlânın irâdesi iledir. Kul bir işi yapmağı irâde-i cüz'iyyesiyle dileyip tercih edince, Allahü teâlâ da o işi irâde ederse, onu yaratır . (İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe)
İnsanların işleri yalnız irâde-i cüz'iyye ile meydana gelmez. İnsan işlerin olmasını irâde eder, meselâ elinin hareket etmesini ister, kudretini kullanır, hareket meydana gelir. Fakat insan bunu yarattı denilemez. İrâde-i cüz'iyye insanın kalbinde hâ sıl olmaktadır. İnsanın işleri ezeldeki (başlangıcı olmayan öncelerde) takdîr ile meydana geliyor ise de, meydana gelmeleri için önce kul îrâde-i cüz'iyyesini kullanmaktadır. İşin yapılmasını veya yapılmamasını istemektedir. Allahü teâlâ da o işi kulun irâdesine göre yaratmaktadır. Bu sebeple insan, meydana gelen bu işten mes'ûl olmaktadır. (Muhammed Hâdimî) İnsanlar kendilerine ihsân edilmiş olan irâde-i cüz'iyyelerini kullanarak iyilik yaratılmasını ister ve sevâb kazanırlar. Kötülük yaratılmasını isteyen günâh kazanır. Bunun için hep iyilik yapmayı düşünmeli, hep iyilik istemeliyiz. (İmâm-ı Gazâlî)

İrâde-i Külliyye:Allahü teâlânın irâdesi. İrâde-i ilahiyye de denir.
Ehl-i sünnete göre bütün fiiller ve davranışlar irâde-i külliyyeye bağlı olarak meydana gelir. İrâde-i külliyye ezelîdir, başlangıcı yoktur, yaratılmamıştır. Güneş, ay, yıldızlar, bulut, yağmur, rüzgâr ve tabiattaki bütün kuvvetler Allahü teâlânın İr âde-i külliyyesinin emrindedir. Allahü teâlâ irâde etmeyince hiçbir şey hareket etmez. (İmâm-ı Gazâlî)
Allahü teâlâ insanın ihtiyârî (istekli) hareketlerini yaratmak için insanın irâdesini şart, sebeb kılmıştır. Bu şart olmasa da yaratır. Fakat bu şart ile, bu sebeb ile yaratması âdetidir. Peygamberlerinde (aleyhimüsselâm) ve evliyâsında (rahmetullahi aleyhim) bu âdetini bozarak sebepsiz yarattığı çok görülmüştür. (Muhammed Hâdimî)
Allahü teâlânın kul irâde etmeden de yaratması câiz ise de, ihtiyârî (istekli) olan işleri yaratmağa kulların kalblerinin ihtiyâr ve irâde etmesini sebep kılmıştır. İrâde-i cüz'iyyenin sebeb olması da Allahü teâlânın irâde-i külliyyesi iledir. Kul bi r işi yapmağı ihtiyar ve irâde edince, yâni tercih edip dileyince Allahü teâlâ da o işi irâde ederse o işi yaratır. (Muhammed Akkermânî)

İRFÂN:Bilme, anlama. Mârifet. Kalble bilip tanıma. Allahü teâlânın ihsânı olan mânevî, vehbî ilim. Buna ma'rifet de denir.
Çalışarak elde edilen ilimler ile anlaşılan, bilinen şeylerden başka bilgiler de vardır, bunlar irfân ile anlaşılır. Âlimlerin sâhib oldukları ilme mukâbil (karşılık) ârif denen Allahü teâlânın sevdiği kullarında da irfân denen bir hâssa (özellik) va rdır. İrfân, tasavvufta fenâ mertebesiyle şereflenenlerde bulunur. (İmâm-ı Rabbânî)
Akıllı ve irfân sâhibi kimse, meyveli ağaç gibi mütevâzî olur. (Sa'dî Şîrâzî)

İRHÂS:Bir peygamberden, peygamberliği bildirilmeden önce meydana gelen hârikulâde (olağanüstü) haller.
Îsâ aleyhisselâmın beşikte konuşması, kuru ağaçtan tâze hurma isteyince, eline hurma gelmesi, Muhammed aleyhisselâmın, çocuk iken, göğsünün yarılarak, kalbinin yıkanıp temizlenmesi, başının üstünde bulut bulunması, ağaçların, taşların kendisine selâm vermeleri gibi hâlleri hep irhâs idi. (Ahmed Fârûkî)

İRS:Mîrâs. Vefât eden bir kimsenin geriye bıraktığı terekesinden (malından) evlât ve akrabâsından sağ kalanlara düşen hisse, pay. (Bkz. Mîrâs)
İrs, karâbete (soy ile veya nikâh ile olan akrabâlığa, hısımlığa) dayanır. Böyle bir yakını, akrabâsı bulunmazsa, vefât edenin vasiyetinden artan malı Beyt-ül-mâle (devlet hazînesine) kalır. (İbn-i Âbidîn)

İRŞÂD:Yol gösterme, rehberlik etme. İnsanları, Allahü teâlânın emir ve yasaklarına ve Resûlullah efendimizin sünnet-i seniyyesine uymaya, her zaman Allahü teâlâyı anmaya, O'nu unutmamaya, kalbde O'ndan başkasının sevgisine yer vermemeye çağırmak, Allahü te âlânın râzı olduğu yolu göstermek.
Din âlimleri, herkesi kitablarda yazılı olan emirleri yapmağa çağırıyor. Allahü teâlânın sevdiği kulları olan evliyâ da, önce dînin emirlerini yapmaya çağırıyor, sonra Allahü teâlânın ismini zikretmeği gösteriyor. Her zaman aralıksız olarak zikr-i il âhî ile (Allahü teâlâyı anmak hâli üzere) olmağı istiyorlar. Böylece vücûdu zikr kaplayıp, kalbde Allahü teâlâdan başka birşey bulundurulmaz. Her şey öyle unutulur ki, insan kendini ne kadar zorlasa Allahü teâlâdan başka bir şey hatırlayamaz. İşte irşâd etmek bu iki dâveti yapmaktır. (İmâm-ı Rabbânî)
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî irşâda başladığı günlerde, Bağdâd vâlisi Saîd Paşa ziyârete geldi ve nasîhat istedi. Buyurdular ki: "Kıyâmette herkes kendi nefsinden suâl olunur. Sen ise kendinden ve emrin altında olanların hepsinden suâl olunursun. Hak teâl âdan kork!.. Allahü teâlânın azâbı çok şiddetlidir." (Haydarîzâde İbrâhim Fasih)
Kendisine ilk önce sofî denilen zât Ebû Hâşim-i Sûfî'dir. Kûfe şehrinden olup, Şam'da insanları irşâd etmekle meşgul olurdu (rahimehullahü teâlâ). "Dağları iğne ile oyarak toz etmek, kalblerden kibri çıkarmaktan kolaydır" sözü onundur. "Fâidesiz ilim den Allah'a sığınırım" sözünü çok söylerdi. (Ebû Nuaym İsfehânî)
Ders verirken, yâni ilim öğretirken, sabırlı olup, gazâbını, kızgınlığını yenmeli, hemen kızmamalıdır. Öğretirken, şaka ve lüzûmsuz şeyler söylememeli, ciddiyetten ayrılmamalıdır. İlim öğretme sırasında bu tür hareketler kalbin kararmasına ve Allahü teâlâyı unutmasına sebeb olur. Her zaman hilm (yumuşaklık), vakar (ağırbaşlılık), sabır, iyi huy ve güzel hareket etmeyi âdet ve prensip hâline getirmelidir. Bâzı durumlarda sözü makbûl olmasa yâni kabûl görmese bile, önem vermemeli, benim vazîfem bildirmek, irşâd etmektir, hidâyet ve tevfik Allahü teâlâdandır, demelidir. (Taşköprüzâde)

İRTİCÂ:Geriye dönme, geri dönücülük, gericilik.
Müslümanların, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri hakîki doğru müslümanlıktan bahsetmesine ve Muhammed aleyhisselâmın yolunu göstermesine irticâ ve taassub (tutuculuk) gibi isimler takarak bölücülük şeklini vermeğe ve bu mâsûmları lekelemeye kalk ışmak, irticâ ve yobazlık değil midir? (M. Sıddîk bin Saîd)

Bir cemiyetin, dînine, diline, târihine, kültür ve medeniyetine sâhib çıkması, yabancılaşmadan muâsırlaşmak istemesi irticâ mıdır? Fuhşa, edepsizliğe, soysuzlaşmaya karşı tepki duymak irticâ değil, bilakis iffet ve ilericiliktir. (S. Ahmed Arvâsî)

İRTİDÂD:Dinden çıkma. Müslüman iken, İslâm dînini terk etme.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
İçinizden kim irtidâd eder de kâfir olarak ölürse, yaptığı (iyi) işler dünyâda da âhirette de boşa gitmiştir. Onlar o ateşin (Cehennem'in) arkadaşlarıdır. Onlar orada (bir daha çıkmamak üzere) ebedî (sonsuz) kalıcıdırlar. (Bekara sûresi: 217)
Doğru yol gösterildikten sonra Peygambere (aleyhisselâm) uymayan ve îmânda ve amelde mü'minlerden ayrılan kimseyi küfr ve irtidâdda bırakır ve Cehennem'e atarız. O Cehennem çok kötü bir yerdir. (Nisâ sûresi: 104)
Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) vefâtından hemen sonra bütün Arabistan Yarımadası'nı saran irtidâd hareketleri, Allahü teâlânın izniyle, hazret-i Ebû Bekr'in üstün azmi, sarsılmaz irâdesi ve orduda yaptığı isâbetli düzenlemelerle bir sene gibi kısa bir zaman içinde bastırıldı. Böylece İslâm birliğini bozmaya yönelik büyük bir fitne ateşi söndürülmüş oldu. (İbn-ül-Esîr)
Müslüman kâfir olursa, yâni irtidâd ederek İslâmiyet'ten çıkarsa, önceki ibâdetleri ve sevâbları yok olur. Tekrâr îmâna gelirse, yeniden hac etmesi lâzım olur. Namazlarını, oruçlarını zekâtlarını kazâ etmesi lâzım olmaz. Önceden kazâya bırakmış olduk larını kazâ etmesi lâzımdır. Çünkü irtidâd edince, önceki günahlar yok olmaz. İrtidâd edenin nikâhı fesh olur, gider. (Muhammed Hâdimî)


İSÂBET-İ AYN:Nazar, göz değmesi. (Bkz. Nazar)

ÎSÂR:Başkasının ihtiyâcını kendi ihtiyâcından önce düşünmek. Muhtac olduğu hâlde, elindeki malı muhtâc din kardeşine verip, yokluğa katlanmak.
İnsana lâzım olan şeylerde îsâr yapılır. Kurbet ve ibâdetlerde îsâr yapılmaz. Meselâ tahâretlenecek kadar suyu, setr-i avret edecek kadar örtüsü olan, bunları kendi kullanır. Muhtâc olana vermez. (İbn-i Nüceym Mısrî)
Resûlullah'ın Eshâbının hâli cömerdlikten öte, îsâr idi. (İmâm-ı Rabbânî)
Kerem ve ihsân sâhiblerinin âdeti, îsâr etmektir. (İmâm-ı Rabbânî)
Îsârın en güzel örneği, Peygamber efendimizin mübârek sohbetinde yetişen Eshâb-ı kirâmda görülmüştür. Eshâb-ı kirâmdan Huzeyfe hazretleri şöyle anlatmıştır: "Yermük savaşında yaralılar arasında amcamın oğlunu arıyordum. Yanımda biraz su vardı. Onu bu ldum, su ister misin deyince, isterim dedi. Tam suyu vereceğim sırada biraz ilerden bir yaralı "Su!" diye inledi. Amcamın oğlu îsâr edip suyu ona götürmem için işâret etti. Gittim baktım ki, Hişâm bin Âs. Suyu tam ona vereceğim zaman biraz ilerden bi r başka yaralı; "Su!" diye feryâd etti. Hişâm bin Âs da îsâr edip suyu ona götürmem için işâret etti. Bu sefer suyu ona vermek için yanına gittim. Yanına varıncaya kadar vefât etti. Hişâm'ın yanına geri döndüm. O da vefât etmiş! Amcamın oğlunun yanına koştum, onu da vefât etmiş buldum. Su elimde kaldı. Allahü teâlâ hepsine rahmet etsin. (İmâm-ı Gazâlî)

İSBÂT:
1. Sağlamlaştırma, dayanıklı hâle getirme. Delil ve şâhit göstererek bir sözün ve fikrin doğruluğunu ortaya koyma.
Bütün varlıklar Allahü teâlânın varlığına alâmet olduğu, O'nun varlığını isbat ettiği için mahlûkların (yaratılmışların) hepsine âlem denilmiştir. (Teftâzânî)
Müslümanlar, maddelerin ve sıfatlarının hâdis (sonradan yaratılmış) olduğunu çeşitli yollarla isbât etmektedirler. Bunlardan birisi şöyledir: Maddeler ve bütün zerreler hep değişmektedir. Değişmekte olan şey kadîm (başlangıçsız) olamaz, hâdis (sonrad an yaratılmış) olması lâzımdır. Çünkü her maddenin kendinden öncekinden meydana gelmesi, sonsuz öncelere kadar gidemez. Bu değişmelerin bir başlangıcı olması, yâni ilk maddelerin yoktan var edilmiş olmaları lâzımdır... (Seyyid Şerîf Cürcânî)
Allahü teâlânın var ve bir olduğu, hattâ Muhammed aleyhisselâmın, O'nun resûlü olduğu ve O'nun getirdiği her emrin ve haberin doğru olduğu güneş gibi meydandadır. Düşünmeye ve isbât etmeye hiç lüzum yoktur. Fakat, bunu görmek, anlamak için, kalbin bo zuk olmaması, mânevî hastalığı bulunmaması lâzımdır. (İmâm-ı Rabbânî)
2. Tasavvuf yolunda ilerlerken Lâ ilâhe dedikten sonra illallah demek.
Tasavvuf ehli Nefy ve isbât zikri denilen "Lâ ilâhe illallah" kelimesini söylemekle yükselir. Lâ ilâhe "Nefy zikri" makâmında bulundukça yolcu mertebesindedir. "La ilâhe"yi tamamlayıp Allahü teâlâdan başka hiçbir şey görmeyince, yolu tamamlamış ve fe na makâmına yetişmiş olur. Nefyden sonra isbât makâmına gelir ve Bekâ hâsıl olur. (Ahmed Fârûkî)
Allahü teâlâya teveccüh, nefy ve isbât ve murâkabe, Resûlullah efendimizin zamânında da vardı. (M. Ma'sûm Fârûkî)

ÎSEVÎ:Îsâ aleyhisselâmın getirdiği hak dîne inanan kimse.
Hıristiyanlık çıkmadan ve putperestlik karışmadan önce, îsevîler müşrik değildi (Allah'a eş, ortak koşmazlardı). Bolüs adındaki bir yahûdî, îsevî görünüp, havârîler (Îsâ aleyhisselâma inananlar) arasına karıştı. Îsâ aleyhisselâmdan sonra ilk işi, hak îkî İncîl'i yok etmek oldu. (Harputlu İshâk Efendi, Mevlânâ Hâlid-iBağdâdî)

ÎSEVÎLİK:Îsâ aleyhisselâmın bildirdiği hak din, nasrânîlik.
Mûsâ aleyhisselâmın dîni, Îsâ aleyhisselâm zamânına kadar devâm etti. Fakat, Îsâ aleyhisselâm gelince, bunun dîni, Mûsâ aleyhisselâmın dînini nesh etti, yâni Tevrât'ın hükmünü kaldırdı. Bundan sonra, Mûsâ aleyhisselâmın dînine uymak câiz olmayıp, tâ Muhammed aleyhisselâmın dîni gelinceye kadar, Îsâ aleyhisselâmın dînine uymak lâzım oldu. Fakat, İsrâiloğullarının çoğu, Îsâ aleyhisselâma îmân etmeyip, Tevrât'a uymakta ısrar ettiler. İşte yahûdîlik ile Îsevîlik böylece ayrıldı. (İshakEfendi-Ahmed Cevdet Paşa)
Yahûdîlerin ileri gelenlerinden ve Îsevîlerin en büyük düşmanlarından olan Paul, Îsevîliği kabûl ettiğini, Îsâ aleyhisselâmın kendisini, yahûdî olmayan milletleri Îsevîliğe dâvet için şâkirt (talebe) tâyin ettiği yalanını uydurdu. İsmini Pavlos (Bolü s) olarak değiştirdi. Çok iyi bir Îsevî görünerek, Îsâ aleyhisselâmın dînini bozdu. Tevhîdi (tek Allah inancını), teslîse (üç tanrı inancına= Baba-oğul-kutsal rûh); Îsevîliği hıristiyanlığa çevirdi. İncîl'i değiştirdi. Îsâ, Allah'ın oğludur dedi... (Harputlu İshâk Efendi)

İSFÂR:Sabah namazını ortalık aydınlanıncaya kadar geciktirmek.
Sabah namazını isfâr ediniz. Bunun ecri, sevâbı çoktur. (Hadîs-i şerîf-Nasb-ur-Râye)
Sabah namazını her mevsimde isfâr etmek, müstehabdır. Bu geciktirmeler, hep cemâat ile kılanlar içindir. Evinde yalnız kılan, her namazı vakti girer girmez kılmalıdır. (Mergînânî-Halebî)

İSFİRÂR-I ŞEMS VAKTİ:Güneşin sararması vakti. Tozsuz, dumansız, berrak bir havada güneş ışığının geldiği yerlerin veya kendisinin bakacak kadar sararmaya başlamasından (güneşin alt kenarının görünen ufuktan bir mızrak boyu yükseklikte olduğu vakitten) güneş batıncaya kad ar geçen zaman. İslâm astronomi âlimleri, bir mızrak boyunu, güneş merkezinin hakîki ufka 5 derece yaklaşması olarak tesbit etmişlerdir.
İkindi namazının vakti, öğle vakti bitince başlayarak, güneşin üst kenarının ufk-i mer'i (görünen ufuk) den kaybolduğu görülünceye kadardır. İsfirâr-ı şems vaktinden sonra her namazı kılmak ve ikindiyi bu vakte geciktirmek haramdır. Fakat o günün iki ndi namazı gecikmiş ise yine bu vakitte de kılınır. Kazâya bırakılmaz. Önceden hazırlanmış cenâzenin namazı, secde-i tilâvet de bu vakitte câiz değildir. Hazırlanması bu vakitlerde biten cenâzenin namazını, bu vakitlerde kılmak câiz olur. (İbn-i Âbidîn)

İSKÂT VE DEVR:Müslüman bir kimsenin ölünce, namaz, oruç ve diğer bâzı borçlarından kurtulması için yapılan muâmele. (Bkz. Devr)
Tutulmamış oruçların ve ölüm hastalığına yakalanmış bir kimsenin kazâ edemediği namazları için iskât ve devr yapmanın lâzım olduğunda bütün âlimlerin söz birliği vardır. Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem; "Ümmetim dalâlet üzerinde birleşmez" ve " Mü'minlerin güzel gördüğü şey, Allah indinde de güzeldir" buyurdu. (Tahtâvî, İbn-i Âbidîn, Ebû Bekr Ali, Muhammed Hâdimî, Halebî, Alâüddîn Haskefî, İmâm-ı Birgivî)
Bugün, hemen her yerde, iskât ve devr işleri, dînimizin bildirdiği şekilde yapılmamaktadır. İslâmiyet'te iskât yoktur diyenler, böyle söylemeyip de, bugün yapılmakta olan iskât ve devrler dînimize uygun değildir deselerdi, çok iyi olurdu. (M. Sıddık Gümüş)

İSLÂM:Boyun bükerek teslim olmak. Allahü teâlânın Muhammed aleyhisselâm vâsıtasıyla bildirdiği emirler ve yasakları. (Bkz. İslâmiyet)

İslâm Ahlâkı:İslâm dîninin bildirdiği ahlâk. (Bkz. Ahlâk)
Müslümanlar birbirine hürmet eder, yardımlaşırlar. Din ve dünyâ işlerinde birbirlerinin sıkıntılarını giderirler. Kul ve hayvan haklarını gözetirler. Kânunlara karşı gelmezler. İslâm ahlâkı üzere yaşayarak herkesin sevgi ve saygısını toplarlar. (Ali bin Emrullah)

İslâm Âlimi:Dînî ilimleri bütün incelikleri ile zamânın fen bilgilerini de lüzûmu kadar bilen âlim. (Bkz. Âlim)
Emr-i ma'rûfu (iyiliği emr) ve nehy-i münkeri (kötülükten menetmeyi) el ile yapmak hükûmet adamlarına, dil ile yapmak İslâm âlimlerine, kalb ile yapmak da her müslümana farzdır. (Taşköprüzâde)

İslâm-ı Hakîkî:Nefsin itminâna (Allahü teâlânın emirlerine itâate) kavuşmasından sonraki müslümanlık.
Bir müslüman Allahü teâlânın ihsânı ile şerîatin (İslâmiyet'in) hakîkatine kavuşur, İslâm-ı hakîkî ile şereflenirse, peygamberlere tam uyar ve o büyüklere vâris olur. (İmâm-ı Rabbânî)
Cümle âlem bir yere gelse ve Rabbini inkâr etse, İslâm-ı hakîkî sâhibi olan inkâr etmez ve kalbine aslâ şek ve şüphe gelmez. (İmâm-ı Rabbânî)

İslâm-ı Mecâzî:Nefsin, itminâna gelmeden yâni Allahü teâlânın rızâsına uygun hareket etmeye başlamadan önce, kişide bulunan ve Cennet'e girmek için yeterli olan İslâmiyet.
Vilâyet-i hâssa (evliyâlığın en yüksek makâmı) ile şereflenmedikçe, İslâm-ı mecâzîden kurtulup, İslâm-ı hakîkiye kavuşulmaz. (İmâm-ı Rabbânî)

İSLÂMİYYET (İslâmiyet):Allahü teâlânın Cebrâil ismindeki melek vâsıtası ile, sevgili Peygamberi Muhammed aleyhisselâma gönderdiği, insanların dünyâda ve âhirette râhat ve mes'ûd olmalarını sağlayan usûl ve kâideler, emirler ve yasaklar.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyuruyor ki:
Allahü teâlâ Peygamberini hidâyet ve hak din İslâmiyet ile gönderdi. İslâm dînini diğer dinler üzerine üstün kıldı. (Muhammed aleyhisselâmın hak) peygamber olduğuna şâhid olarak Allahü teâlâ yeter. (Feth sûresi: 28)
Bir zaman gelir ki, İslâmiyet'e yapışmak, elinde ateş tutmak gibi güç olur. (Hadîs-i şerîf-Sünen-i Beyhekî)
Dünyâ lezzetlerine kavuşmak için, İslâmiyet'in dışına çıkan kimse, âhiret lezzetlerine kavuşamaz. (Hadîs-i şerîf-İzâlet-ül-Hafâ)
İzzet (şeref, îtibâr, üstünlük) İslâm'dadır. İslâmiyet'in ahkâmına (hükümlerine) uyan azîz olur. Bu ahkâmı beğenmeyip, izzeti, huzûru, saâdeti, başka şeylerde arayan zelîl olur. (Hazret-i Ömer)
Bütün üstünlükler, faydalı şeyler, İslâmiyet'in içindedir. Eski dinlerin görünür görünmez bütün iyiliklerini, İslâmiyet kendisinde toplamıştır. Bütün seâdetler, muvaffakiyetler ondadır. ( Abdülhakîm Arvâsî)
Îmân muma benzer, dînimizin emir ve yasakları mum etrâfındaki fener gibidir. Mum ile birlikte fener de İslâmiyet'tir ve din-i İslâm'dır. Îmânsız mum çabuk söner, îmânsız İslâm olmaz. İslâm olmayınca, îmân da yoktur. (Abdülhakîm Arvâsî)

İSM (İsim):Varlıklara ad olan kelime.
Sizler kıyâmet günü kendinizin ve babalarınızın adları ile çağırılırsınız. Öyle ise çocuklarınıza güzel isimler veriniz. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Mâce)
Ana-babanızı isimleri ile çağırmayınız. Onları yalanlamayınız. Onlarla yumuşak konuşunuz. Onlara boş söz söylemeyiniz. ( İmâm-ı Mücâhid)
Doğduğu zaman çocuğa güzel bir isim koymak, aklı erdiği zaman Kur'ân-ı kerîmi öğretmek ve evlenecek yaşa gelince evlendirmek çocuğun babası üzerindeki üç hakkıdır. (Muhammed Rebhâmî)
Çocuk dünyâya gelince, yedinci günü isim koymak ve başını kazıyıp, saçının ağırlığı kadar, erkek için altın veya gümüş, kız için gümüş sadaka vermek ve erkek için iki, kız için bir akîka hayvanı kesmek, Hanefî mezhebinde müstehabdır. Akîka, her zaman kesilebilir. (Muhammed Rabhâmî)

İsm-i A'zam:En büyük isim. Allahü teâlânın bütün sıfatlarını kendinde toplayan ism-i şerîfi. Hadîs-i şerîfte İsm-i A'zamın Bekara ve Âl-i İmrân sûrelerinde olduğu bildirilmiştir. Bâzı âlimler, İsm-i A'zamın "Allahu lâ ilâhe illâ huvel hayy-ul-kayyûm" bâzıları "L â ilâhe illâ ente sübhâneke innî küntü minezzâlimîn", bâzıları "Yâ ze'l-Celâli ve'l-ikrâm", bâzıları, sâdece "Allah" ism-i şerîfi olduğunu bildirmişlerdir.
Mûsâ aleyhisselâm zamânında Bel'âm-ı Baûrâ, ism-i a'zamı biliyordu. Her duâsı kabûl olurdu. İlmi ve ibâdeti o derecede idi ki, sözlerini yazıp istifâde etmek için, iki bin kişi hokka, kalem ile yanında bulunurdu. Bu Bel'**, Allahü teâlânın az bir har ***** meyl ettiği için îmânsız gitti. (Senâullah Dehlevî)

İsm-i Celâl:Allah ism-i şerîfi. (Bkz. Allah Celle Celâlühü)

İSMÂİLİYYE:Sapık fırkalardan biri. Bâtıniyye de denir. Peygamber efendimizin torunlarından büyük âlim İmâm-ı Câfer-i Sâdık'ın vefâtından sonra, büyük oğlu İsmâil müslümanların imâmıdır ve ondan sonra çocuklarıdır dedikleri için İsmâiliyye denilmiştir.
İsmâiliyye fırkası mensubları, Cennet, ibâdetlerden kurtulmak ve lezzetli şeyleri yapmaktır; Cehennem ise, ibâdetlerin yüklerine katlanmak ve haramlardan sakınmaktır derler. (Seyyid Şerîf)
Selçuklu veziri Nizâmülmülk ile şâir Ömer Hayyâm'ın talebelik arkadaşı olan Hasan Sabbâh, Selçuklulara isyân ederek İran'da İsmâiliyye Devletini kurdu. Alamut kalesini alıp merkez yaptı. Kurduğu Fedâyîn adlı terör örgütüyle pekçok müslüman devlet ada mını ve âlimi şehîd ettirdi. Ehl-i sünnet (Peygamber efendimiz ve arkadaşlarının yolunda olan) âlimlerinin kitablarını okumayı ve onlarla görüşmeyi şiddetle yasakladı. (Şehristânî)
Bugün Hindistan'da Bohra veya Bohara adıyla tanınan İsmâiliyye mensûbları, Dâvûdî ve Süleymânî olmak üzere iki kısımdırlar. Zamânımızda İslâm âlimi olarak tanıtılan, fakat yetmiş iki bozuk fırkanın en zararlısı olan İsmâiliyye yolunda olanlar, görülm ektedir. Bunlar Peygamber efendimizin aleyhisselâm annelerinin ve babalarının kâfir olduğunu ve Peygamber efendimizin peygamberlik bildirilmeden önce putlara kurban kestiğini söyleyerek temiz gençleri aldatmaya çalışmaktadırlar. (M. Sıddîk bin Saîd)

İSMET:
1. Peygamberlerin sıfatlarından biri. Peygamberlerin, peygamber oldukları bildirilmeden önce ve sonra; küçük olsun, büyük olsun bilerek veya bilmeyerek günah işlemekten korunmuş olmaları.
Peygamberler aleyhimüsselâm hakkında bizlere bilmesi vâcib olan sıfatlar beştir. Sıdk, Emânet, Tebliğ, İsmet ve Fetânet. (Kutbüddîn İznikî)
2. Günahlardan sakınma, kötü ve çirkin şeylerden uzak durma.

İSNÂ AŞERİYYE:Şiîliğin kollarından biri. Hazret-i Ali'nin halîfe olması açıkça emr olunmuştu, Eshâb (Peygamber efendimizin arkadaşları) bu emri yerine getirmediği için kâfir oldu diyen, Peygamber efendimizin vefâtından sonra hazret-i Ali ve sırasıyla onun iki oğlu ile torunlarını meşrû (geçerli) imâm kabûl eden ve on iki imâma inanmayı îmânın şartlarından sayan bozuk fırka. On iki imâmı kabûl ettikleri için Onikiciler mânâsına gelen İsnâ aşeriyye adı verilmiştir. İsnâ aşeriyye fırkası, imâmlığın sâdece on iki imâma âit olduğuna, son imâmın İmâm-ı Mehdî olduğuna ve bunun hâlen sağ olduğuna, kıyâmetten önce ortaya çıkarak zulümle dolmuş olan dünyâyı adâletle düzelteceğine inanırlar. Bunu bir inanç esâsı olarak kabûl ederler. (Şâh Abdülazîz Dehlevî)
İmâmiyye adı da verilen İsnâ aşeriyye fırkasına göre; mutlak olarak temiz toprağa secde etmek vâciptir. Halıya, kilime, yünden ve pamuktan örülmüş yaygılara secde etmek câiz değildir. Kerbela toprağından yapılmış türbet veya mühür denilen bir parça ü zerine secde etmek daha fazîletlidir. Abdestte çıplak ayak üzerine mesh etmek vacibdir. Bu sebeble ayaklar yıkanmaz ve mest üzerine kesinlikle mesh edilmez. (Şâh Abdülazîz Dehlevî)

İSNÂD:Dayandırma, sened gösterme.
1. Söylediği sözü bir başkasına dayandırmak, bir şeyi, birisi için yaptı demek.
Benden işittiğiniz şeyleri rivâyet ediniz. Ancak hakkı söyleyiniz. Kim benim söylemediğimi bana isnâd ederse, onun için Cehennem'de bir ev binâ edilir ve o kimse, o evin içine tıkılır. (Hadîs-i şerîf-Müsned-i Ahmed bin Hanbel)
Bir kimseye küfür isnâd edildiğinde eğer o kimse kâfir değilse, küfür isnâd edenin kendisi kâfir olur. (İbn-i Âbidîn)
2. Hadîs ilminde hadîs-i şerîf metninin sırasıyla kimler tarafından nakledile geldiğini bildirme.

İSRÂF:Malı, İslâmiyet'in ve mürüvvetin uygun görmediği yâni lüzumsuz, fâidesiz yerlere dağıtmak.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Ekini hasat ettiğiniz zaman fakirlerin hakkını verin ve isrâf etmeyin. Allahü teâlâ isrâf edenleri elbette sevmez. (En'âm sûresi: 141)
İstediğini ye, istediğini giyin! İnsanı yanlış yola götüren, isrâf ve tekebbürdür (büyüklenmedir) . (Hadîs-i şerîf-Buhârî)
İsrâf, malı telef etmek, faydasız hâle getirmek, dîne ve dünyânın mübâh olan işlerine faydalı olmayacak şekilde sarf etmektir. Malı denize, kuyuya, ateşe ve elden çıkmasına sebeb olan yerlere atmak onu helâk etmektir ve isrâftır. (İmâm-ı Birgivî)
Başkasının malını telef etmek zulüm olur. Ödemek lâzım olur. Kendi malını helâk etmek, isrâf olur. Günâh işlemek için ve günâh işlenilmesi için verilen mal ve paralar da isrâf olur. (Abdülganî Nablüsî)

İSRÂFİL ALEYHİSSELÂM:Dört büyük melekten biri. Kıyâmet kopacağı vakit sûr denilen boruya üfürmekle vazîfeli olan melek.
İsrâfil aleyhisselâm Sûr'a iki defâ üfürecektir. Birincisinde Allahü teâlâdan başka her diri ölecektir. İkincisinde hepsi tekrar dirilecektir. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
İsrâfil aleyhisselâm Sûr'a üfürünce Sûr'dan büyük bir ses çıkacak ve yedi kat göklere ve yerin her tarafına ulaşacaktır. İşitenlerin hepsi yerde olsun göklerde olsun ölecektir. Vasiyetlerini bile edemezler. Çarşıda olanlar evlerine dönemezler. (İmâm-ı Birgivî)

İSRÂİL:İshâk aleyhisselâmın oğullarından Yâkûb aleyhisselâmın diğer adı. (Bkz. Benî İsrâil)
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Tevrât indirilmeden önce, İsrâil'in kendisine haram kıldığı şeylerden başka yiyeceğin her türlüsü İsrâiloğulları için helâl idi. De ki, eğer doğru sözlü iseniz, o zaman Tevrât'ı getirip onu okuyun. (Âl-i İmrân sûresi: 93)
İbrâhim aleyhisselâmın vefâtından sonra, oğlu İshâk aleyhisselâm, ondan sonra oğlu Yâkûb aleyhisselâm peygamber oldular. Yâkûb aleyhisselâmın bir ismi de İsrâil olduğundan. On iki oğlundan gelenlere İsrâiloğulları denilmiştir. (Taberî)

İsrâîloğulları:Bir ismi de İsrâil olan Yâkûb aleyhisselâmın on iki oğlunun soyundan gelenler. (Bkz. Benî İsrâil)
Âyet-i kerîmede meâlen buyruldu ki:
Ey İsrâiloğulları! Size ihsân ettiğim bunca nîmetlerimi hatırlayın! (Peygambere îman husûsundaki tavsiyemi yerine getirin.) Ben de size karşı olan ahdimi (size söz verdiklerimi) yapayım. (Bekara sûresi: 40)
Mûsâ aleyhisselâm, kendinden önce gönderilen Âdem, Nûh, İdrîs, İbrâhim, İshâk ve Yâkûb (aleyhimüsselâm) gibi peygamberlerin, kendi zamanlarında, kendi kavimlerine öğrettikleri, Allahü teâlânın varlığı ve birliği akîdesini ve îmân edilecek diğer şeyle ri İsrâîloğullarına öğretti. Farz olan ibâdetleri ve muâmelâta âit hükümleri de her yere yayarak İsrâîloğullarını şirkten sakındırmaya çalıştı.

İSRÂİLİYYÂT:İsrâiloğullarına âit haberler. İsrâiliyyât denilen haberler üç kısımdır.
1) Hurâfe ve uydurma özelliğinde olan ve nakl edilmesi yasaklanan haberler.
2) Ehl-i kitâbın (yahûdî ve hıristiyanların) anlattıklarından, müslümanlar tarafından tasdîk veya tekzîb (yalanlama) edilmemesi bildirilenler.
3) İslâmî akîdelere (îmân esaslara) ve dînî hükümlere ters düşmeyen ve nakl edilmesine izin verilen haberler. (Zehebî, Süyûtî, İbn-i Allân)

İSTAVROZ:Hıristiyanlığın alâmeti, işâreti sayılan şekil ve bu şekilde yapılmış put, haç. (Bkz. Haç)
İSTİÂZE: Sığınmak, Kur'ân-ı kerîmi başından veya herhangi bir yerinden okumaya başlarken, şeytanın vesvesesinden (insanın kalbine attığı şüphe ve tereddütten) Allahü teâlâya sığınırım mânâsına olan ve daha çok "E'ûzü billâhimineşşeytânirracîm" şeklin de okunan söz. Buna E'ûzü de denir. İstiâze, kısaca Esteîzü billâh diye de söylenebilir. (Bkz. Eûzü)
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Kur'ân-ı kerîm okumak istediğinde, koğulmuş şeytanın vesvesesinden Allahü teâlâya istiâze et (yâni E'ûzü billâhimineşşeytânirracîm de) ! (Nahl sûresi: 37)
Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) kırâetten önce E'ûzü billâhimineşşeytânirracîm diye istiâze eylerdi. (Nafî bin Cübeyr)
İstiâzenin, E'ûzü billâhimineşşeytânirracîm şeklinde okunması, Kitab (Kur'ân-ı kerîm) ve Sünnete uygunluğu sebebiyle tercih edilmiş, onda müslümanların sözbirliği meydana gelmiştir. (Fahreddîn Râzî, Ebû Şâme)
Diğer istiâze şekilleri arasında E'ûzü billâhissemîil alîmimineşşeytânirracîm'in bir husûsiyeti vardır. Hadîs-i şerîfte buyruldu ki: "Kim sabahleyin üç defâ E'ûzü billâhissemîil alîmimineşşeytânirracîm dedikten sonra Haşr sûresinin sonundaki üç âyeti okursa, Allahü teâlâ onun için akşama kadar istiğfâr edecek yetmiş bin melek tevkîl eder (vazîfelendirir). O kimse, o gün ölürse, şehîd olarak ölür. Akşama çıktığı zaman okursa, yine böyledir. (Feth-ur-Rabbânî, Müsned-i Ahmed bin Hanbel)

İSTİBDÂL:Değiştirmek. Hâkimin harâb olmuş vakıf binâsını satıp, semeni (bedeli) ile başkasını alarak mütevellîye (vakfın idârecisine) teslim etmesi.
Vakıf binâlarının tâmirleri, içinde parasız oturmaya hakkı olanların malları ile yapılır.Yapmazlarsa, hâkim istibdâl eder. (İbn-i Âbidîn)

İSTİBRÂ:Temizlenme.
1. Erkeklerin küçük abdesti yaptıktan sonra yürüyerek, öksürerek veya sol tarafa yatarak, idrar yolunda damlalar bırakmaması. Kadınlar istibrâ yapmaz.
Erkeklerin istibrâ yapması yâni idrâr yollarında idrâr bırakmaması vâcibdir. (Molla Hüsrev)
İstibrâda güçlük çekenler, arpa kadar pamuk fitili idrâr deliğine koymalıdır. Sızan idrarı pamuk emer. Hem abdest bozulmaz, hem don kirlenmez. Yalnız pamuğun ucu dışarda kalmamalıdır. Ucu dışarıda kalır ve idrâr ile ıslanırsa, abdest bozulur. (İbn-i Âbidîn)
Prostat (idrar yolu bezi şişmesi), istibrâ yapmayanlarda daha fazla görülür. (M. Sıddîk bin Saîd)
2. Nikâhla alınacak dul bir câriyenin hâmile olup olmadığını bilmek ve şüpheye yer vermemek için bir temizlik müddeti geçip tekrar hayız görünceye kadar yaklaşmaktan çekinmek.

İSTİ'DÂD:Bir şeyin alınmasına, elde edilmesine ve kazanılmasına olan yatkınlık, doğuştan gelen kâbiliyet, kavrayış, anlayış.
İsti'dâd Allahü teâlânın ihsânıdır. Hazret-i Ebû Bekr isti'dâdı sebebi ile Peygamberimize sallallahü aleyhi ve sellem bir şey sormadan inanıverdi. Ebû Cehl'de isti'dâd kuvveti bulunmadığından, o kadar alâmet ve mûcizeler (peygamberlere mahsus âdet dı şı hâdiseler) gördüğü hâlde, Peygamberliğe inanmak seâdeti (mutluluğu) ile şereflenemedi. (İmâm-ı Rabbânî)
Kur'ân-ı kerîmi anlamak için yetmiş iki yardımcı ilmi ve sekiz temel ilmi öğrenmek lâzımdır. Ancak bundan sonra Kur'ân-ı kerîmi anlamağa isti'dâd hâsıl olup cenâb-ı Hak ihsân ederse anlaşılabilir. Herkes anlamalıdır demek dinde müdâhene yâni gevşekli k olur. Kur'ân-ı kerîmi anlamak için isti'dâdı çok olan on sene, orta olan elli sene çalışmak lâzımdır. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

İSTİDLÂL:Delîl getirme. Akıl ile, düşünerek, inceleyerek eseri (yapılan işi) görerek yapanı; yaratılmışları görerek yaratanı anlamak.
Fen bilgilerini iyi öğrenen, aklı başında bir kimse, yalnız düşünmekle, Allahü teâlânın var olduğunu anlar. Îmâna kavuşur. Eseri görerek müessirin, yâni eseri yapanın varlığını anlamamak ahmaklık olur. Her insanın böyle düşünerek îmâna gelmesini dîni miz emretmektedir. Selef-i sâlihîn (ilk iki asrın müslümanları), bu emri sözbirliği ile bildirmişlerdir. Hicretin 400 senesinden sonra çıkan bâzı sapık fırkadakiler, nazar (inceleme) ve istidlâl etmeye lüzum yoktur dediler ise de bunların sözlerinin kıymeti yoktur. (Hâdimî)
İstidlâl ile kazanılan bilgiler kesbîdir yâni çalışmak, sebeblere yapışmak, düşünmek, aklı kullanmak sûretiyle elde edilir. Meselâ; duman görülen yerde ateşin bulunduğunun veya ateşin bulunduğu yerde dumanın da bulunacağının bilinmesi istidlâl yoluyl a bilmektir. (Teftâzânî)

İSTİDRÂC:Kâfir ve fâsıklarda görülen hârikulâde, olağanüstü haller.
Allahü teâlâ, her şeyi bir sebeb altında yaratmaktadır. Allahü teâlâ sevdiği insanlara, iyilik ve ikrâm olmak için ve azılı düşmanlarını aldatmak için bunlara âdetini bozarak sebebsiz şeyler yaratıyor. Bunlar kâfirlerden, fâsıklardan ve günâhı çok ol anlardan zuhûr ederse, istidrâc olur. ( Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Bir kimse peygamberlere tâbi olmadan doğru yolda yürümek isterse, muhakkak eğri yola sapar. Eğer eline birşeyler geçerse, istidrâcdır. Sonu zarar ve ziyândır. ( İmâm-ı Rabbânî)

İSTİFSÂR:Açıklanmasını istemek, sormak.
Melekler, Allahü teâlâdan Âdem aleyhisselâmın niçin yeryüzünde halîfe olduğunu istifsâr ederek anlamak istediler; "Yâ Rabbî! Yeryüzünde fesâd çıkaracak ve kan dökecek olan kulları mı yaratacaksın? Biz seni tesbîh ediyoruz, hamd ediyoruz. Seni her türlü aybdan, kusurdan takdîs ediyoruz, her türlü noksanlıktan uzak tutuyoruz" dediler. (Bekara sûresi: 30) (Kurtubî)

İSTİGÂSE:Şefâat dileme, yardım isteme; Allahü teâlâdan bir isteğin, dileğin yerine gelmesi için, Peygamberleri ve evliyâyı, sevdiği kullarını vesîle ederek (araya koyarak) isteme, yalvarma, duâ etme. (Bkz. Tevessül ve Teşeffü')
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
O vakit Rabbinizden istigâsede bulunuyordunuz da; O size; "Gerçekten ben arka arkaya bin melâike ile imdâd ediyorum" diye duânızı kabûl buyurmuştu. (Enfâl sûresi: 9)
Kıyâmet günü insanlar, önce Âdem ile, sonra Mûsâ ile ve sonra Muhammed (aleyhimüsselâm) ile istigâse ederler. (Hadîs-i şerîf-Sahîh-i Buhârî)
İstigâse olunan, yardım istenilen yalnız Allahü teâlâdır. Ancak peygamberler, velîler, sâlih kullar ve benzerleri vâsıtadır, vesîledir (sebebdir). İstenilen şeyi yaratan, îcâd ederek yardım eden ise yalnız Allahü teâlâdır. (Yûsuf Nebhânî)

İSTİĞRÂK:Tasavvuf yolunda bulunan kimsenin içinde bulunduğu mânevî hallere dalması sebebiyle kendisini ve çevresinde olanları unutması.

İSTİĞFÂR:Mağfiret (bağışlanmak) istemek. Allahü teâlâdan kusurlarının ve günâhlarının affedilmesini bağışlanmasını dilemek. Tövbe etmek.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruluyor ki:
Biri günah işler veya kendine zulm eder, sonra pişman olup, Allahü teâlâya istiğfârda bulunursa, Allahü teâlâyı çok merhametli, afv ve mağfiret edici bulur. (Nisâ sûresi: 109)
Günâh işlemiş kimse, abdest alır, iki rek'at namaz kılar, sonra istiğfâr ederse günâhı affolur. ( Hadîs-i şerîf-Kurret-ül-Ayneyn)
İstiğfâr, belâ ve sıkıntıların giderilmesi için faydalıdır ve denenmiştir. (Muhammed Ma'sûm)
İstiğfâr, insanı her murâda (arzuya), âfiyete kavuşturur. (Hâdimî)
Üç kimse şeytanın ve askerinin şerrinden korunmuştur. Onlar da, gece gündüz çok zikr edenler, Allahü teâlâyı ananlar, seherlerde (sabah namazı vakti girmeden önce) kalkıp istiğfâr edenler ve Allahü teâlânın korkusundan ağlayanlardır. (Dârendeli Hilmi Efendi)
Sıkıntısı olan kimse çok istiğfâr okusun. (Hazret-i Ömer)

İSTİHÂRE:Hayır istemek.
1. Bir işin hakkında hayırlı olup olmadığını anlamak için abdest alıp iki rek'at namaz kıldıktan sonra bu husustaki duâyı okuyarak o işle ilgili rüyâ görmek üzere hiç konuşmadan uykuya yatmak.
İstişâre eden (danışan) pişmân olmaz, istihâre eden zarar etmez. (Hadîs-i şerîf-el-Ikd-ül-Ferîd)
Dört şeyi yapan dört şeyden mahrum kalmaz. Şükreden, nîmetin artmasından; tövbe eden, kabûlden; istihâre eden, hayırdan; istişâre eden, doğruyu bulmaktan, hakîkate ulaşmaktan mahrûm olmaz. (İmâm-ı Gazâlî)
Her mü'minin istihâre yapması sünnettir. İstihâre yedi gece yapılır. Rüyâda beyaz veya yeşil görmek hayra, siyâh veya kırmızı görmek şerre alâmettir. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
2. Her gün evden çıkmadan iki rek'at namaz kılıp Allahü teâlâdan o günün ve işinin din ve dünyâsı için hayırlı olmasını istemek.

İSTİHÂZA:Kadınlarda âdet ve lohusalık dışında gelen ve oruç ile namaza mânî olmayan kan.
Hanefî mezhebinde, üç günden (72 saattan) beş dakika bile az olan ve yeni başlayan için on günden çok sürünce, onuncu günden sonra ve yeni olmayanlarda âdetten çok olup, on günü de aşınca, âdetten sonraki günlerde gelmiş olan ve hâmile ve âyise (ihti yâr) kadından, dokuz yaşından küçük kızlardan gelen kan hayz olmaz. Buna istihâza veya fâsid kan denir. İstihâza günlerinde bulunan bir kadın, idrârını tutamayan ve sık sık burnu kanayan kimse gibi, özür sâhibi olur. Orucunu tutar, namazlarını kılar. (İbn-i Âbidîn)
İstihâza kanı hastalık alâmetidir. Uzun zaman akması tehlikeli olur. Tabîbe mürâcaat etmelidir. Kardeş kanı (sang-dragon) denilen kırmızı sakız toz edilip, sabah-akşam birer gram su ile yutulursa, kanı keser. Günde beş gram alınabilir. (M. Sıddîk Gümüş)

İSTİHFÂF:Küçük ve aşağı görme, ehemmiyet vermeme, küçümseme.
Küfre düşmenin illeti (sebebi) ikidir: Birincisi dînin inanılması zarûrî (mecbûrî) olarak bildirdiği şeylerden birini inkâretmek, ikincisi ise, dînî emirlerden birini istihfâftır. (İbn-i Âbidîn)
Bir kimse diğerine gel İslâm âlimine gidelim veya fıkh, ilmihâl kitabını okuyup öğrenelim dese, o kimse de, ben ilmi ne yapayım dese kâfir olur. Zîrâ bu söz, ilmi istihfâftır. (Sinânüddîn Âmesi ve Dâmâd)

İSTİHSAN:Güzel bulma, güzel görme.
1. Kıyas denilen delîlin iki kısmından birisi olan hafî (gizli, kapalı) kıyas, yâni asl (hakkında açıkça hüküm bulunan şey) ile, fer' (hakkında açıkça hüküm bulunmayan şey) arasında müşterek (ortak) olan ve aslın hükmünün fer'e verilmesine sebeb olan illetin (vasfın, özelliğin), müctehid âlim tarafından kolayca anlaşılamadığı kıyas.
İslâm dîninde din bilgilerinin elde edildiği ana kaynak dörttür: Kitâb (Kur'ân-ı kerîm), sünnet (Peygamber efendimizin mübârek sözleri, işleri ve görüb de bir şey demedikleri hususlar), icmâ' (müctehid âlimlerin bir işteki sözbirliği) ve kıyastır. Kı yas, müctehid âlimin, fer'in (hakkında açıkça nass yâni âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîf bulunmayan bir işin) hükmünü buna benzeyen ve hakkında nass bulunan bir işin (aslın) hükmüne benzeterek anlamasıdır. Aslın hükmünün fer'e verilmesine sebeb olan illet, müctehid âlim tarafından kolayca anlaşılabiliyorsa, böyle kıyâsa, kıyas-ı celî (açık kıyas) denir. Kolayca anlaşılamıyorsa, kıyâs-ı hafîdir (gizli, kapalı kıyâstır). (Serahsî)
2. Müctehid âlimin daha kuvvetli ve dîne daha uygun gördüğü bir husustan dolayı, bir mes'elede benzerlerinin hükmünden husûsî, özel bir hükme dönmesi, küllî (umûmî, genel) kâideye aykırı düşen hükmü alması; başka bir ifâde ile, müctehid âlimin, celî kıyasa aykırı olan delîlin hükmünü alması. Fıkıh ilminde istihsan sözü geçince bu mânâ kastedilir.
İstihsânın dayandığı deliller vardır. Bunlar; âyet-i kerîme, hadîs-i şerîf, icmâ, kıyâs-ı hafî ve zarûrettir. Meselâ, kıyâs-ı celîye ve küllî kâideye göre mevcut olmayan, yok olan bir şey üzerine akd, (anlaşma, sözleşme) yapmak bâtıldır, hükümsüzdür. Bu sebeble istisnâ' yâni bir san'at sâhibine sipâriş vererek, târif ederek bir şey meselâ bir ayakkabı yaptırmak üzere akd (anlaşma, sözleşme) yapılamaz. Çünkü, ayakkabı akd esnâsında henüz mevcut değildir, yoktur. Fakat bu türlü akde göre muâmele, iş yaptırmak her devirde yapılageldiğinden ve bu hususta icmâ' (müctehid âlimlerin sözbirliği) meydana geldiğinden, kıyâs-ı celî terkedilmiş, böyle bir muâmelenin câiz olduğuna, olabileceğine hükmolunmuştur. (Serahsî)
Zevcin (kocanın) zevcesi(hanımı) için de kendi mülkünden onun izni (haberi) olmadan fıtrasını vermesi istihsânen câizdir. (İbn-i Âbidîn)

İSTİHZÂ:Söz, yazı, işâret veya çeşitli davranışlarla bir kişinin ayıp ve eksikliklerini ortaya çıkarmak, onunla eğlenmek, alay etmek.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Münâfıklar (hakka inanmadıkları hâlde inanmış görünenler) mü'minler ile karşılaştıklarında, biz de sizin gibi mü'minleriz derler. Kendilerini saptıran, insan şeytanları olan reisleri (veya dostları) ile yalnız kaldıklarında; "Biz sizin dîniniz üzereyiz. Biz ancak mü'minlerle istihzâ ediyoruz" derler. Allahü teâlâ onların bu istihzâlarının cezâsını verir. (Bekara sûresi: 14-15)
(Dünyâda) insanlarla istihzâ eden birine, âhirette Cennet'ten bir kapı açılır ve; "Buyur gel" denir. O kişi sıkıntılı ve telaşlı olarak gelir. Fakat kapı kapanır. Sonra başka bir kapı açılır. O kişi yine sıkıntılı ve üzgün bir hâlde bu kapıya gelir, o da kapanır. Bu hâl o kadar devâm eder ki, artık o kişiye "gel" diye seslendikleri hâlde gidemez duruma gelir. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Ebiddünyâ)
İstihzâ, insanın vekârını (ağır başlılığını) kaybettirir. Yüzünden hayâyı (utanmayı) kaldırır, karşı tarafta kin ve nefret uyandırır. Dostluğun tadını kaçırır. İnsanı Allahü teâlâdan uzaklaştırır. Hâtıraları öldürür. Kusurları çoğaltır. Günahları açı ğa çıkartır. (İmâm-ı Gazâlî)

İSTİKÂMET:Allahü teâlânın beğendiği, doğru, hak yolda bulunma.
Kim ki hac eder, kötü söz konuşmaz ve istikâmetten ayrılmazsa, annesinden yeni doğmuş gibi, bütün günâhlarından sıyrılır. (Hadîs-i şerîf-İhyâ-u Ulûmiddîn)
Allahü teâlâ kendisine Hûd sûresinde; "Emr olunduğun gibi istikâmet üzere ol!" buyurunca, Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem, istikâmetin zorluğuna işâretle; "Beni Hûd sûresi ihtiyarlattı" buyurdu. Yâsîn sûresinde; "Ey Resûlüm! Sen elbette istikâmet üzeresin" buyurulunca, Resûlullah efendimiz rahatlamışlardır. (Seyyid Tâhâ)
Kıyâmet günü Sırat köprüsünden geçebilmek için istikâmet üzere bulunmak gerekir. (Muhammed Hâdimî)
İstikâmet, kerâmetin üstündedir. (İmâm-ı Rabbânî)
Lâ ilâhe illallah kelimesini söylemekle kalb düzelir ve o kimsenin hâllerinde ve işlerinde istikâmet hâsıl olur. Zâhirin (bedenin) ve bâtının (kalb ile rûhun) istikâmeti ele geçince de, sonsuz seâdete kavuşulmuş olur. Zâhirin istikâmette olması demek , dindeki emir ve yasaklara uymaktır. Bâtının, kalb ve rûhun istikâmeti ise, hakîkî îmâna kavuşmaktır. Yüksek hocamız, hakîki îmânı, kalbi Allahü teâlâdan alıkoyan bütün fayda ve zararlardan temizlemektir, diye açıkladılar. (Ya'kûb-i Çerhî)

İSTİKBÂL-İ KIBLE:Kıbleye yönelme; namazda Mekke-i mükerremedeki Kâbe-i muazzamaya doğru durma.
Namaz kılarken istikbâl-i kıble farzdır. Yâni namaz, Kâbe-i muazzama tarafına dönerek kılınır. Namaz, Allah için kılınır. Secde yalnız Allah için yapılır. Kâbe'ye karşı yapılır. Kâbe için yapılmaz. (İbn-i Âbidîn)

İSTÎLÂM:Selâmlamak. Hac ve umre ibâdetinde Kâbe'yi tavafa (etrâfında dönmeye) başlarken veya tavaf sırasında Hacer-ül-esved (Cennet'ten indirilen taşın) önüne gelindiğinde, elleri namaza durur gibi kaldırıp tekbir, tehlîl getirerek (Allahü ekber, lâilâhe ill allahü vallahü ekber diyerek) onu selâmlamak ve el sürüp öpmek. İzdihâm (kalabalık, sıkışıklık) dolayısıyle el sürülemiyorsa, uzaktan elleri kaldırıp, işâret yapmak, sonra avucunun içlerini öpmek.
İstîlâm, haccın sünnetlerindendir. ( İbn-i Âbidîn)

İSTİMDÂD:Yardım isteme, yardıma çağırma.
Peygamberlerin ve evliyânın, Allahü teâlânın sevgili kullarının ve sâlih (iyi) mü'minlerin rûhlarından, her kim nerede ve ne zamanda ve her ne hâlde istimdâd ederse, Allahü teâlânın izniyle orada bulunur, yardım ederler. Hızır aleyhisselâmın, sıkıntı da olanların imdâdına (yardımına) yetişmesi böyledir. Resûlullah efendimizin, ümmetinin (kendine inananların) her birine, hele ölüm zamânında imdâda (yardıma) yetişmesi de böyledir. (Ahmed Fârûkî)

İSTİMNÂ:El ile menîyi dökme, masturbasyon.
El ile istimnâ, zevk için olursa haramdır. Ta'zîr olunur. Sükûnet bulmak için câiz, zinâ tehlikesi olursa vâcib olur. (İbn-i Âbidîn)
Günâhların hepsi, Allahü teâlânın emrini yapmamak olduğundan büyüktür. Fakat bâzısı, bâzısına göre küçük görünür. Meselâ, yabancı kadına şehvetle bakmak, zinâ yapmaktan daha küçüktür. El ile istimnâ her ikisinden daha küçüktür. Bir küçük günâhı yapma mak, bütün cihânın nâfile (farz ve vâcib olmayan) ibâdetlerini yapmaktan daha sevâbdır. Çünkü nâfile ibâdet farz değildir. Günahlardan kaçınmak ise herkese farzdır. (Muhammed Rebhâmî)

İSTİMRÂR:Kadından âdet hâlinde gelen kanın devâm etmesi.
Bir kadından; on beş gün içinde hiç temiz gün olmadan, kan istimrâr ederse, âdetine göre hesâb olunur. Yâni, âdetinden sonra başlayarak bir evvelki ay içindeki temizlik günü kadar temizlik ve sonra âdeti kadar hayz kabûl edilir. Âdeti beş gün kan, yi rmi beş gün temizlik olan kadında kan istimrâr ederse, ilk görülen beş gün kan hayz, peşinden gelen yirmi beş gün temiz kabûl edilir. Kızda ilk görülen kan istimrâr ederse, ilk on gün hayz, sonra yirmi gün temiz kabûl edilir. (İbn-i Âbidîn)

İSTİNBÂT:Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmemiş hükümleri, bilgileri, açıkça bildirilenlere benzeterek, meydana çıkarmak.
Eshâb-ı kirâmdan radıyallahü anhüm ecmaîn sonra gelen müctehidlerin en büyüğü İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe'dir (r.aleyh). Bu büyük imâm, her hareketinde, her işinde Peygamberimize sallallahü aleyhi ve sellem tam mânâsı ile tâbi idi. İctihâd ve istinbâtta öyle yüksek bir dereceye yükselmişti ki, buraya ondan başka kimse varamadı. (Abdülhakîm Arvâsî)
Bâzısını görürsün, insanlarıKur'ân-ı kerîmden ve Sahîh-i Buhârî'den dînî hükümleri istinbât etmeye çağırır. Bu büyük cehâlete, bilgisizliğe ve açık dalâlete dikkat et! Sakın ey kardeşim çok sakın, bu tür ahmaklarla bir araya gelip görüşmekten kaçın! Mezhebine sarıl; Dört mezheb imâmından birine uy! (Yûsuf Nebhânî)
Allahü teâlânın kitâbını(Kur'ân-ı kerîmi) açıklayan Resûlullah efendimizden başkası olmadığı gibi, Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerden dînî hükümleri istinbât edenler de ancak ümmetin büyük imâmlarıdır. (Yûsuf Nebhânî)

İSTİNCÂ:Önden ve arkadan necâset çıkınca bu yerleri yıkamak, temizlemek.
Başkasının yanında avret yerini açmadan su ile istincâ yapamayan kimse, pislik fazla olsa bile su ile istincâdan vazgeçer. Avret yerini açmaz. Namazı öyle kılar. Açarsa fâsık (günâhkâr) olur. Haram işlemiş olur. Tenhâ bir yer bulunca, su ile istincâ yapar ve namazı iâde eder. (İbn-i Âbidîn)
İstincâ ederken, önünü, arkasını kıbleye dönmek tenzîhen mekrûhdur. ( Alâüddîn Haskefî)
Kemik, gübre, tuğla, saksı ve cam parçaları, muhterem yâni para eden şeyler ve câmiden atılan şeyler, zemzem suyu, yaprak ve kâğıd ile istincâ tahrîmen (harama yakın) mekrûhtur. (Hasan bin Mansur)

İSTİNKÂ:İstincâdan sonra, hiçbir pislik kalmadığına kalbde kuvvetli bir kanâat hâsıl olması.
Erkeklerin, idrârını yaptıktan sonra istinkâ etmedikçe abdeste başlaması câiz olmaz. (Muhammed Zihni Efendi)
 
---> Dini Sözlük

İ - 5

İSTİNŞÂK:Abdest ve boy abdesti (gusül) alırken burna su çekme. On şey sünnettir: Bıyığı kısaltmak, sakalı uzatmak, misvâk kullanmak, mazmaza (abdestte ağıza su almak), istinşâk, tırnak kesmek, ayak parmaklarını yıkamak, koltuk altını temizlemek, kasıkları temizlemek, su ile istincâ. (Hadîs-i şerîf-Sahîh-i Müslim) Guslün (boy abdestinin) sünnetlerinden birisi de; mazmaza (ağıza su vermek) ve istinşâkta mübâlağa etmek. Hanefî mezhebinde ağızda ve burunda iğne ucu kadar kuru yer kalsa, gusül abdesti sahîh olmaz. (Halebî) İSTİRCÂ':Belâ ve musîbet zamânında veya kötü bir haber duyunca "İnnâ lillahi ve innâ ileyhi râci'ûn (Muhakkak ki Allahü teâlânın kullarıyız, vefât ettikten sonra diriltilme ve neşr ile yine O'na döneceğiz) (Bekara sûresi: 156) meâlindeki âyet-i kerîmeyi okuyarak Allahü teâlâya sığınmak. (Bkz. İnnâ Lillâh ve İnnâ İleyhi Râci'ûn) Mükâfâtın büyük olması, belâ ve acının büyüklüğüne göredir. Allahü teâlâ sevdiği kimselere belâ ve musîbet verir. Eğer istircâ' ederler, rızâ gösterirlerse, Allahü teâlâ da onlardan râzı olur. Şâyet uğradıkları belâdan dolayı isyân ederlerse, Allahü teâlâ onlara gazâb eder. (Enes bin Mâlik) İSTİSGÂR:Küçük ve aşağı görmek. Hıkddan (kin tutmaktan) doğan kötülükler on birdir: Hased (kıskanmak), şemâtet (başkasının başına gelen belâ ve musîbete sevinmek), hicr (dargınlık), istisgâr, gıybet (başkasının arkasından, duyunca üzüleceği şeyleri konuşmak), sırrı ifşâ etmek, yaymak, başkası ile alay etmek, onlara eziyet ve sıkıntı vermek, başkasının hakkını ödememek ve affa mâni olmak. (Hâdimî) İSTİSKÂ:Kıtlık, kuraklık vaktinde, sahrâya çıkıp, yağmur yağdırması için Allahü teâlâya yalvarmak, duâ etmek. Yağmur duâsı. (Bkz. İstiskâ Namazı) İstiskâ için hamd ile, günâhlara pişmân olup tövbe ederek duâ yapılır. Resûlullah efendimiz, Eshâb-ı kirâm (Peygamber efendimizi gören ve mübârek sohbetinde bulunan arkadaşları) ve asırlardan beri İslâm âlimleri, yağmur duâsı yaptılar. (Ahmed Tahtâvî) İstiskâ duâsı için; ara vermeden üç gün çıkmak, çıkmadan sadaka vermek, üç gün oruç tutmak, çok tövbe etmek, kul haklarını ödemek, hayvanları da çıkarıp, yavrularından ayrı bulundurmak, ihtiyârları ve çocukları da çıkarmak sünnettir. (Mehmed Zihni Efendi) İstiskâ Namazı:Kıtlık, kuraklık vaktinde, yağmur yağması için sahrâda kılınan namaz. İstiskâ namazı için çıkılan yerde imâm, evvelâ yalnızca veya cemâat ile iki rek'at namaz kılar ve asâya dayanıp bir hutbe okur. Sonra kıbleye dönüp, avuçları semâya karşı açık olarak omuzları hizâsına kaldırıp ayakta duâ eder. Hazır olanlar, arkasında oturarak dinleyip "âmîn" der. (Ahmed Tahtâvî) İSTİSNÂ':Ismarlama. Bir san'at sâhibinden belirli bir işin, belirli özelliklerde yapılmasını istemek. Meselâ bir terzi ile kumaşı ve benzeri malzemeleri ondan olmak üzere bir kat elbise dikmesi için sözleşme yapmak. İstisnâ'da parayı peşin vermek câiz olduğu gibi, belli olmayan zamanlarda taksitlerle ödemek de şart edilebilir. (İbn-i Âbidîn) İki taraftan biri ölürse, istisnâ' bâtıl olur, bozulur. (İbn-i Âbidîn) İstisnâ'da malzeme san'at sâhibine âittir. Malzemeyi müşteri verirse işçilik olur. (İbn-i Âbidîn) İSTİŞÂRE:Danışma, mühim bir iş için güvenilir birisiyle fikir alış-verişinde bulunma. Allahü teâlâ âyet-i kerîmelerde meâlen buyurdu ki: Uhud harbinde sen, Allahü teâlâdan gelen bir merhâmetle onlara yumuşak davrandın. Eğer katı yürekli olsaydın elbette onlar etrâfından dağılıp giderlerdi. Artık onları affet. Onlara Allah'tan mağfiret dile. İş husûsunda onlarla istişâre et. Bir kere de azmettin mi, artıkAllah'a güven! Çünkü Allah tevekkül edenleri (her işte kendisine güvenenleri) sever. (Âl-i İmrân sûresi: 159) Onlar ki, Rableri için dâvete icâbet etmekte, namazı dosdoğru kılmaktadırlar, işleri de aralarında hep istişâre ederler, kendilerine verdiğimiz rızıktan (hak yolunda) sarfederler. (Şûrâ sûresi: 38) Resûlullah efendimize Eshâbının; "Kur'ân-ı kerîm ve sünnette bulamadığımız bir olay ile karşılaştığımızda ne yapalım?" diye sormaları üzerine; "Onu sâlih kimselerden sorun ve onların istişâresine arz edin" buyurmuştur. (Hadîs-i şerîf-İhyâ-u Ulûmiddîn) İstişâre eden pişman olmaz. İstihâre eden zarar etmez. (Hadîs-i şerîf-Ikd-ül Ferîd) İstişâre eden doğruyu bulur, mahrûm olmaz. (İmâm-ı Gazâlî) İSTİŞFÂ':Yardım istemek. (Bkz. Şefâat) İSTİVÂ:Kur'ân-ı kerîmdeki müteşâbih, yâni görülen, ilk anlaşılan mânâların verilmesi akla ve dîne uygun olmayıp günâh olan ve bu sebeble tevîl etmek yâni uygun olan mânâları vermek îcâb eden kapalı sözlerden biri. Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki: Sonra Rabbiniz arş üzerine istiva etti. (A'râf sûresi: 54) Selef-i sâlihîn, müteşâbih âyet-i kerîmelerin mânâlarını Allahü teâlâya havâle etmişlerdir. Nitekim birisi gelip, Mâlik bin Enes'e radıyallahü anh Allahü teâlânın istivâsı hakkında sorunca, başını eğdi bir müddet sonra onda ter görüldü ve: "İstivâ ma'lûmdur, bilinir. Keyfiyyeti (nasıl olduğu) meçhûldür, bilinmez. Ona îmân etmek gerekir. Ondan sormak bid'attir, dalâlettir, sapıklıktır. Zannediyorum sen bid'at ehlisin" dedi ve emrederek o şahsı oradan sürdürdü. Fakat sonra gelen Ehl-i sünnet âlimleri, zamanlarındaki bid'at fırkalarının böyle âyet-i kerîmeleri yanlış açıklamalarına cevab vermek zarûreti ortaya çıkınca böyle âyet-i kerîmeleri te'vîl etme, açıklama ihtiyâcını duydular. Dînin esaslarına uygun olarak açıkladılar. Meselâ, lugat mânâsı el demek olan yed kelimesini Allahü teâlânın kudreti, yüz mânâsına gelen vech lafzını (sözünü) Allahü teâlânın zâtı diye te'vîl ettikleri (açıkladıkları) gibi, istivâyı da Allahü teâlânın hâkimiyeti gibi uygun bir mânâ ile te'vîl ettiler, açıkladılar. Çünkü Allahü teâlâ, bir mekânda bulunmaktan, orada yerleşmekten münezzehdir, yücedir. (İbn-i Halîfe Alîvî) İSYÂN:Karşı gelme, baş kaldırma, âsî olma. Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki: Fakat Allahü teâlâ size îmânı sevdirmiş ve onu kalblerinize zînet yapmıştır. Küfrü, fıskı ve isyânı da size çirkin göstermiştir. İşte doğru yolda olanlar bunlardır. (Hucurât sûresi: 7) Âdemoğlu secde âyetini okuyup secde ederse, şeytan ağlayarak uzaklaşır ve; "Vay hâlime; Âdemoğlu secde etmeye me'mur oldu ve hemen secde etti. Bu sebeple Cennet onundur. Ben de secde ile emrolundum; ama ben isyân ettim. Bu sebeble Cehennem de benimdir" der. (Hadîs-i şerîf-Müslim) Anaya-babaya iyilik ve hizmet edenlerin ömrü bereketli ve uzun olur. Ana ve babasına isyân edenlerin ömrü bereketsiz ve kısa olur. Ana ve babasına isyân eden mel'ûndur. (Hadîs-i şerîf-Miftâh-ul-Cenne) Bir kimse, evliyânın meşhûrlarından İbrâhim Edhem hazretlerinden nasîhat isteyince, buyurdu ki: "Şu altı şeyi kabûl edersen hiçbir işin sana zarar vermez. 1) Günâh yapacağın zaman, Allahü teâlânın verdiği rızkı yeme! Rızkını yiyip de, O'na isyân etmek doğru olur mu? 2) O'na âsî olmak istersen O'nun mülkünden çık! Mülkünde olup da, O'na isyân etmek lâyık olur mu? 3) O'na isyân etmek istersen, gördüğü yerde yapma! Görmediği bir yerde yap!O'nun mülkünde olup, rızkını yiyip, gördüğü yerde günâh yapmak, uygun değildir. 4) Can alıcı melek, rûhunu almağa geldiği zaman, tövbe edinceye kadar izin iste. O meleği kovamazsın. Kudretin var iken, o gelmeden önce tövbe et! O da bu saattir. Zîrâ Melek-ül-mevt (ölüm meleği) ânî gelir. 5) Mezarda Münker ve Nekir ismindeki iki melek geldikleri vakit onları kov, seni imtihan etmesinler! Soran kimse dedi ki; "Buna imkân yoktur." İbrâhim Edhem buyurdu ki: "Öyleyse şimdiden cevap hazırla!" 6) Kıyâmet günü Allahü teâlâ "Günâhkâr olanlar, Cehennem'e gitsin!" diye emredince, ben gitmem de! Soran kimse dedi ki: "Bu sözümü dinlemezler." Bunun üzerine o kimse tövbe etti ve ölünceye kadar tövbesinden vazgeçmedi. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî) İŞÂ:Yatsı vakti. İşâ-i Evvel:Yatsının ilk vakti. Batıdaki mer'î (görünen) ufuk hattı üzerinde, kırmızılığın kaybolması ile başlayan vakit. Güneşin üst kenarının ufk-ı mer'î altında, on yedi derece yüksekliğe indiği vakit. Yatsı namazının vakti, İmâmeyn'e (İmâm-ı Ebû Yûsuf ile İmâm-ı Muhammed'e) göre işâ-i evvelden sonra başlar. Diğer üç mezhebde de böyledir. İmâm-ı a'zam'a göre işâ-i sânîden yâni beyazlık kaybolduktan sonra başlar. Fecrin ağarmasına (imsak vaktine) kadar devâm eder. (İbn-i Nüceym, Ahmed Ziyâ Bey) İşâ-i Rabbânî:Hıristiyanların, dinlerinin temel inançlarından biri gibi kabûl ettikleri akşam yemeğinde güyâ Îsâ aleyhisselâmın etini yiyip, kanını içerek onunla birleşeceklerine ve böylece günâhlarının döküleceğine inanmaları. Îsâ aleyhisselâmın tebliğ ettiği nasrânîlik ile, göğe kaldırılmasından sonra ortaya çıkarılan ve çeşitli kiliselerin inandığı hıristiyanlık, birbirinden çok farklıdır. Îsevî dîni va'z ve nasîhat idi. Îsevîlik'de vaftîz ve İşâ-i Rabbânî gibi âyinler yok idi. (Ülfet Azîz Essamed) İşâ-i Sânî: Batıdaki mer'î ufuk hattı üzerinde beyazlığın kaybolması ile başlayan vakit; güneşin üst kenarının ufk-ı mer'î altında on dokuz derece yüksekliğe indiği ve şafağın kaybolduğu tam karanlık vakit. İŞÂRET-İ NASS:Nassın (âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfin) görünen mânâsından başka, ayrıca maksûd olmayan, kastedilmeyen bir mânâyı da bildirmesi. Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki: Onların (boşanmış kadınların) ma'rûf vechile (örf ve âdete göre) yiyeceği, giyeceği, çocuk kendisinin olana (babaya) âittir. (Bekara sûresi: 233) Âyet-i kerîme, boşanmış emzikli kadınların yiyecek ve giyeceklerinin boşayan erkeklere âit olduğunu bildirmektedir. Ayrıca, âyet-i kerîme, işâret-i nass yoluyla da çocuğun nesebinin (soyunun) babaya âit olduğunu da ifâde etmektedir. (Serahsî) İŞMOİL ALEYHİSSELÂM:İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden. Hârûn aleyhisselâmın neslinden olup, Mûsâ aleyhisselâmın dînini tebliğ etmiştir. İşmoil aleyhisselâm peygamber olarak gönderilmeden önce, Mısır ve Kudüs arasındaki Bahr-i Rûm (Rum denizi) sâhillerinde yaşayan Amâlikalılar, İsrâiloğullarına musallat olmuşlardı. Amâlikalılar, İsrâiloğullarına saldırdılar, pekçok kimseyi öldürüp, on binlerce kimseyi esir ettiler. Mûsâ aleyhisselâmdan beri içerisinde Tevrat'ın bulunduğu ve İsrâiloğulları için birlik ve berâberliğin sembolü olan Tâbût'u da aldılar. Bilhassa Tâbût'un gitmesine çok üzülen İsrâiloğulları dağılıp, perişan bir hâle düştüler. Kendilerini bu durumdan kurtaracak bir peygamber göndermesi için duâ edince, Allahü teâlâ İşmoil aleyhisselâmı peygamber gönderdi. İşmoil aleyhisselâm İsrâiloğullarına Tevrât'ın emir ve yasaklarını tebliğ etti. İsrâiloğulları önce İşmoil aleyhisselâmı yalanladılar, sonra itâat ettiler. İsrâiloğullarına Allahü teâlâ tarafından Tâlût'un hükümdâr tâyin edildiği bildirildi. İsrâiloğulları Tâlût'un hükümdarlığını kabûl etmediler. Nihâyet çeşitli îtirâzlardan sonra Tâlût'un hükümdârlığını kabûl ettiler. İçerisinde Tevrât'ın bulunduğu Tâbût'u Amâlikalılardan alıp, İsrâiloğullarına getiren Tâlût, onlardan büyük bir ordu kurdu. Amâlikalılara karşı harbe hazırladı. İşmoil aleyhisselâm Amâlikalılara karşı harbe giderken bir nehirden su içip içmemekle imtihân edileceklerini bildirdi. Bahs edilen nehre gelince, Tâlût'un emrini dinlemeyip nehirden su içen İsrâiloğulları imtihanı kaybedip perişan ve sefîl hâlde geri döndü. Aralarında henüz peygamberliği bildirilmemiş olan Dâvûd aleyhisselâmın da bulunduğu Tâlût'a itâat eden az sayıda bir topluluk nehri geçip Amâlika kavmine gâlib geldi. Amâlika kavmi hükümdârı Câlût'u, Dâvûd aleyhisselâm öldürdü. Nihâyet İsrâiloğulları düşmanlarına gâlib gelip kuvvetlendiler. İşmoil aleyhisselâm İsrâiloğullarına on bir sene peygamberlik yaptı. Peygamberliğinin on birinci senesinden sonra Tâlût'u İsrâiloğullarına hükümdâr tâyin edip elli iki yaşında vefât etti. (İbn-ül-Esîr, Taberî, Mirhaund) İŞRÂK VAKTİ:Güneşin ufuk hattından beş derece (bir mızrak boyu) yükselmesinden, yâni güneşin çıplak gözle bakılamıyacak kadar parlamasından îtibâren başlayan zaman, bayram namazı vakti. (Bkz. Duhâ-i Sugrâ) Güneşin doğmaya başlamasından işrâk vaktine kadar her türlü namazı kılmak tahrîmen (harama yakın) mekrûhtur. (Dâmâd) Ramazân bayramı ve Kurban bayramının birinci günlerinde, güneş doğduktan ve farz olsun, nâfile olsun namaz kılmak mekruh olan vakit çıktıktan sonra, yâni işrâk vaktinde, iki rek'at bayram namazı kılmak, erkeklere vâcibdir. (İbn-i Âbidîn) İŞRÂK NAMAZI:İşrâk vaktinde, güneş bir mızrak boyu yükseldikten sonra kılınan namaz. Sabah namazını kıldıktan sonra dünyâ kelâmı söylemeden kıbleye karşı durup, güneş bir mızrak yükseldikten sonra iki rek'at işrak namazı kılan kimse, şüphesiz cennetliktir. (Hadîs-i şerîf-Ey Oğul İlmihâli) İŞTİBÂK-ÜN-NÜCÛM:Güneş battıktan sonra, yıldızların çoğunun görünmesi, yâni güneşin arka kenârının, şer'î ufuk altına on derece irtifâ'a (yüksekliğe) inmesi. Akşam namazını, vaktin evvelinde kılmak sünnettir. İştibâk-ün-nücûm vaktinden sonraya bırakmak haramdır. Hastalık ve seferî (yolcu) olmak gibi bir durum olursa, yıldızlar çok görülünceye kadar geciktirilebilir. (İbn-i Âbidîn) Kapalı havalarda, ezân okunsa bile, güneş battığına kanâat getirmedikçe, iftâr etmemeli, orucu açmamalıdır. İştibâk-ün-nücûmdan evvel iftâr edince, müstehab olan ta'cîl (acele etme) yapılmış olur. (İbn-i Âbidîn) İTÂ'AT:Söz dinleme, boyun eğme, emre göre hareket etme. Sözünden çıkmama. Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruluyor ki: Allahü teâlâya ve O'nun peygamberlerine itâat edenler, âhirette Peygamberlere ve sıddıklara ve şehîdlere ve sâlihlere verilen nîmetlere ortak olacaklardır. (Nisâ sûresi: 69) Allahü teâlâya ve O'nun Resûlüne ve siz müslümanlardan olan âmirlere itâ'at ediniz. (Nisâ sûresi 59) Kim bana itâat ederse Allahü teâlâya itâat etmiş ve her kim bana isyân ederse (karşı gelirse) Allahü teâlâya isyân etmiş olur. Bir de kim âmire itâat ederse bana itâat etmiş, kim âmire isyân ederse bana isyân etmiş olur. (Hadîs-i şerîf-Müslim) Ey insanlar! Allahü teâlânın beğendiği şeyleri yapmak kolaydır. Bunun için O'na itâat ediniz. Cehennem ateşine düşmeyiniz. Çünkü dayanamazsınız. (Kâ'b-ül-Ahbâr) Bir insanın itâatkâr kul olmasının aslı dört şeydir: Birincisi, uzun emelli olmamak. İkincisi, cenâb-ı Hakk'ın va'dinden emin olmak. Üçüncüsü, cenâb-ı Hakk'ın taksîmine, verdiğine râzı olmak. Dördüncüsü haram yememek. Kim bu dört şeyi yerine getirirse, bütün mücâhedeleri yerine getirmiş olur. Nefsini itâat altına almış olur. (Ahmed Nâmıkî Câmî) Allahü teâlâya itâat etmek bir hazîneye benzer. Bu hazînenin anahtarı duâ, anahtarın dişleri de helâl lokmadır. (Yahyâ bin Main) İTÂB:Azarlama. Mekrûh (Resûlullah efendimizin beğenmediği ve ibâdetlerin sevâbını gideren şeyleri) işleyen veya müekked sünneti (Resûlullah efendimizin devamlı yaptıkları, pek az terk ettikleri kuuvvetli sünneti) özürsüz terk etmeyi âdet edinen kimse, itâb olunur. (Muhammed Es'ad) Müstehâbı (Peygamber efendimizin, ömründe bir-iki kere işlediği hareketleri) terk edene azâb ve itâb olunmaz. (Kutbüddîn İznikî) İ'TİKÂD (Îtikâd):Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem), Allahü teâlâ tarafından, bildirdikleri şeylerin hepsine inanma veya inanılacak şeyler. (Bkz. Îmân) Allahü teâlânın bildirdiği her din iki kısımdır. Biri, kalb ile inanılması lâzım olan bilgiler, diğeri beden ile veya kalb ile yapılacak ibâdet bilgileridir. Bunlardan îtikâd esasları her dinde aynıdır, dînin aslı ve temelidir. Din ağacının gövdesidir. Amel ise, ağacın dalları yaprakları gibidir. Her müslümanın önce îtikâdını düzeltmesi, Ehl-i sünnet vel-cemâat âlimlerinin bildirdikleri gibi inanması lâzımdır. Cehennem'in ebedî azâbından kurtulanlar ancak bu îtikâd üzere olanlardır. (İmâm-ı Rabbânî) Müslümanların birinci vazîfesi, îtikâdı düzeltip, Ehl-i sünnet vel-cemâat âlimlerinin bildirdiklerine uygun olarak inanmaktır. İkinci olarak, fıkıh (İslâmiyet'in emir ve yasaklarla ilgili) bilgilerini öğrenip, her şeyi bu bilgiye göre yapmaktır. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî) İ'tikâdda Mezheb:Îmân edilecek, inanılacak husûslarda tâbi olunan, uyulan yol. Îtikâdda mezhebler, Ehl-i sünnet ve'l-cemâat ve Ehl-i bid'at mezhebleri olmak üzere iki kısma ayrılır. Her müslümanın, Ehl-i sünnetin iki îmâmından birine yâni Îmâm-ı Mâturîdî ve İmâm-ı Eş'arî mezheblerinden birine uyması lâzımdır. Îmânla ilgili bilgilerde bu iki imâmdan birine uymak insanı bid'at (bozuk) îtikâddan kurtarır. Çünkü Ehl-i sünnet âlimleri aklın ermediği bilgilerde yalnız Kur'ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere uymuşlar, akıllarını yalnız bu ikisini anlamakta kullanmışlardır. (Muhammed Hâdimî, İmâm-ı Rabbânî) Hanefî mezhebindekiler, îtikâdda Ebû Mansûr Mâturîdî hazretlerine tâbi olmuşlardır. Çünkü Ebû Mansûr Mâturîdî hazretleri, îtikâdî ve amelî hususlarda, İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe'nin mezhebindedir. Mâlikî, Şâfiî ve Hanbelî mezheblerinde bulunanlar, îtikâdda Ebü'l-Hasen Eş'arî hazretlerine tâbi olmuşlardır. Ebü'l-Hasen Eş'arî hazretleri, Şâfiî mezhebinde idi. (Taşköprüzâde) Îtikâdda mezhebimiz olan Ehl-i sünnet vel-cemâat mezhebinden başka, yetmiş iki fırkanın inançları yanlıştır, bozuktur, Cehennem'e gideceklerdir. Çünkü îtikâd mezheblerinin yetmiş üçe ayrılacağını, bunlardan yalnız birinin doğru, diğerlerinin bozuk olacağını Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem haber vermiştir. Yanlış oldukları bildirilen yetmiş iki fırkaya bid'at (sapıklık) fırkaları denir. Bunların hiçbiri kâfir değildir. Hepsine müslüman denir. Fakat yetmiş iki mezhebden herhangi birinde bulunduğunu söyleyen bir kimse, Kur'ân-ı kerîmde veya hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmiş ve müslümanlar arasında yayılmış bilgilerden birine inanmazsa, kâfir olur. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî, İmâm-ı Rabbânî, Ahmed Tahtâvî) İ'TİKÂF (Îtikâf):İbâdet niyetiyle câmide bir müddet bulunmak. Îtikâf, nezr (adak) olursa vâcib, Ramazan ayının son on gününde sünnet, bunların dışında herhangi bir zamanda namaz kılmayı beklemek, göz-kulak günâh işlemesin niyetiyle mescidde bulunmak ise müstehâbdır (sevâbdır). Îtikâfa girene mü'tekif denir. Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki: Mescidlerde îtikâfta bulunduğunuz zaman kadınlarınıza yaklaşmayın. (Bekara sûresi: 187) Îtikâfta olan kimseye bütün sevâbları yapıyormuş gibi ecir (sevâb) verilir. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs) Allah için bir gün îtikâf yapmak, insanı Cehennem ateşinden uzaklaştırır. (Hadîs-i şerîf-Hakîm) Peygamber efendimiz orucun farz kılınmasından sonra ömürlerinin sonuna kadar her Ramazanın son on gününde îtikâfta bulunmuşlardır. Bu, îtikâfın sünnet ile sâbit olmasının delîlidir. (M. Zihni Efendi) Kadın, evinin mescidinde yâni namaz kılmak için ayırdığı bir odasında veya köşesinde îtikâf eder. Mescidde îtikâf etmez. (M. Zihni Efendi) İ'TİMÂD-I NEFS:Nefse güvenmek, bir iş için lâzım olan çalışmaları ve sebeplere yapışmayı bırakarak o işi başarırım diye kendine güvenmek. İslâm dîni, çalışmayı ve Allahü teâlâya tevekkül etmeyi (güvenmeyi) emr eder. Îtimâd-ı nefs, İslâmiyet'in emirlerine karşı gelmektir. Mantık ilmine de uygun olmayan îtimâd-ı nefs, egoistliğe (bencilliğe) ve kendini beğenmeye yol açar. "Başkasının yumruğunu yemeyen kendi yumruğunu batman taşı sanır" atasözü, îtimâd-ı nefsin yanlış olduğunu göstermektedir. Hakîkî bir müslüman îtimâd-ı nefs yerine, elden geldiği kadar sebeplere yapıştıktan sonra Allahü teâlâya tevekkül eder, güvenir. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî) İslâm düşmanları, insan îtimâd-ı nefs etmeli diyor. Müslümanlar ise, yalnız Allah'a güvenmelidir diyor. İslâm düşmanları tevekküle (Allahü teâlâya güvenmeye) inanmadıklarından, tevekkülden alınan kuvvet ve cesâretin yerini boş bırakmamak için îtimâd-ı nefs sözüyle bu ihtiyâcı karşılamak zorunda kalmışlardır. (Mustafa Sabri) İTMİ'NÂN:Huzûr, sükûn ve râhata kavuşma. Kur'ân-ı kerîmde buyruldu ki: Biliniz ki, kalbler yalnız Allahü teâlâyı zikretmekle itmi'nân bulur. (Ra'd sûresi: 30) Kalbin itmi'nânının alâmeti, dînin emir ve yasaklarına tam uymaktır. (Hâcı Dost Muhammed) İtmi'nân hâsıl olunca, nefste hiç azgınlık ve taşkınlık bulmuyorum. Şerîate tam uyduğunu görüyorum. Öyle ki, nefs, mâsivâyı (Allahü teâlâdan başkasını) tamâmen unutmuş olan kalb gibi olmakta, Allah'tan başka hiçbir şeyi görmez ve bilmez bir hâle gelmektedir. (İmâm-ı Rabbânî) Kalbin itmi'nânı zikr iledir. (İmâm-ı Rabbânî) İTTİBÂ:Tâbi olma, bağlanma, uyma. Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki: Ey sevgili Peygamberim!Onlara de ki; eğer Allahü teâlâyı seviyorsanız ve Allahü teâlânın da sizi sevmesini istiyorsanız, bana ittibâ ediniz! Allahü teâlâ, bana ittibâ edenleri sever. (Âl-i İmrân sûresi: 31) Yâ Rabbî! Bize hakkı hak olarak göster ve ona ittibâ ile bizi rızıklandır. Bâtılı da bâtıl olarak göster ve ondan kaçınmakla bizi rızıklandır. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Rabbânî) Peygamber efendimize ittibânın ufak bir zerresi, bütün dünyâ lezzetlerinden ve bütün âhiret nîmetlerinden daha üstündür. Hakîkî üstünlük; O'nun sünnet-i seniyyesine ittibâ etmektir. (Ahmed Fârûkî) Mezheb imâmlarına tâbî olmak, onları taklîd etmek demek; onların kendi emirlerini yapmak demek değildir. Onların Kitâb'dan (Kur'ân-ı kerîmden) ve Sünnet'ten (hadîs-i şerîflerden) bildirdiklerine ittibâ etmektir. (Abdülvehhâb-ı Şârânî) Dört hak (doğru) mezhebden birine ittibâ etmeyen kimse, Ehl-i sünnetten (Resûlullah efendimiz ve dört halîfesinin yolundan) ayrılmış olur. (Ahmed Tahtâvî) İTTİHÂD:Birleşme. Allahü teâlâ hiçbir şeyle ittihâd etmez. Hiçbir şey de O'nunla ittihâd etmez. (İmâm-ı Rabbânî) Her şeyden, her mahlûktan, Allahü teâlâya giden bir yol vardır. Çünkü, her mahlûkun (yaratılmışın) kendisi ve sıfatları (özellikleri) Allahü teâlânın kudretinin eseridir. Bu eserlerin sâhibini bulan uyanık bir kimse, o gizli yolu ve mânevî bağı görür, anlar. Eşyânın Allahü teâlâya delâlet etmesi, O'nu göstermesi için O'nunla ittihâd etmesi lâzım gelmez. Duman ateşi haber verir ise de ateşle bir birleşmesi yoktur (o, ateşten tamâmen ayrı bir şeydir. (İmâm-ı Rabbânî) İTTİKÂ:Allahü teâlâdan korkma, haramlardan, günâhlardan sakınma. (Bkz. Takvâ) Allahü teâlâ âyet-i kerîmelerde meâlen buyurdu ki: Küçük hatâlar müstesnâ günâhların büyüklerinden ve fuhşiyattan kaçınanlara gelince; muhakkak Rabbin mağfireti bol olandır. O, sizi daha topraktan yarattığı zaman ve annelerinizin karnında ceninler iken sizi (bütün hâllerinizi) en iyi bilendir. O hâlde kendinizi temize çıkarmayın. O, ittikâ edenleri en iyi bilendir. (Necm sûresi: 32) Ey âdemoğulları! Size aranızdan âyetlerimi anlatacak peygamberler gelir de kim ittikâ eder de hâlini ıslâh ederse, onlara hiçbir korku yoktur. Onlar mahzûn da olmayacaklardır. (A'râf sûresi: 35) Haramlardan ittikâ eden, hayvanlara zulmetmeyen, ücretsiz bir iş yaptırmayan ve herkesin elindekini onun helâl mülkü bilen kimse takvâ sâhibi (haramlardan kaçınmış) olur. (İbn-i Âbidîn) İYÂDET-İ MARİZ:Hasta ziyâreti. İyâdet-i mariz sünnettir. Hastanın kimsesi yoksa bunu yoklamak vâcib olur. (İbn-i Âbidîn) İZ'ÂN:Anlayış, kavrayış. Aklımız ve iz'ânımız, âhiret hayâtının, dünyâ hayâtı ile mukâyese edilemeyecek kadar önemli olduğunu bize göstermektedir. Seâdet (mutluluk) iki türlüdür: Biri âhiret seâdeti, diğeri dünyâ seâdetidir. Bu iki seâdetten hangisi önemlidir? Âhiret seâdetinin pek mühim olduğunu akıl ve iz'ân sâhibi insanlar kolaylıkla anlıyabilir (Abdülhakîm Arvâsî) İz'ân-ı Kalb:Kalbin kabul ve tasdîki. İz'ân-ı kalb olmadıkça, yalnız bilmekle îmâna kavuşulamaz. (Ahmed Fârûkî) İZÂR:Kefenin baştan ayağa kadar olan ve genişliği bir metreyi bulan parçası. Erkeğin kefeninin üç parça olması sünnettir: İzâr, kamîs (entârî gibi uzun gömlek) ve lifâfe (başı ve ayakları geçecek uzunlukta ve baş üstünden ve ayak altından uçları büzülüp bezle bağlanan parça). (İbrâhim Halebî) İZHÂR:Açıklamak, ortaya çıkarmak. İki harfi birbirinden ayırmak mânâsına tecvîd ilminde bir terim. Tenvin veya sâkin nundan sonra hemze, he, ayn, ha, gayn ve hı harflerinden biri gelirse, tenvin veya sâkin nun izhâr olunur. (Karabaş Efendi) İZTİBÂ (İdtıbâ):Hac ve ömre ibâdetlerinde erkeklerin giydikleri dikişsiz iki parçadan meydana gelen ihramın üst parçasının bir ucunu sağ koltuk altına alıp diğer ucunu sol omuz üzerine atmak. İztibâ erkeğe sünnettir. (Mehmed Zihnî Efendi)

İZZET:
1. Üstünlük, yücelik, azîz olma. Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki: Onlar ki, mü'minleri bırakıp kâfirleri dost ediniyorlar. Gücü kuvveti onların yanında mı arıyorlar? Şüphe yok ki, bütün izzet ve kudret Allah'ındır. (Nisâ sûresi: 139) İzzet İslâm'dadır. İslâm'ın ahkâmına (emir ve yasaklarına) uyan, azîz olur. Bu ahkâmı beğenmeyip, izzeti, huzûru, saâdeti başka şeylerde arayan zelîl olur. (Hazret-i Ömer) Dünyâyı kazanmakta nefsler için zillet, âhireti kazanmakta ise nefsler için izzet vardır. Acabâ niçin insanlar, bâkî olan âhireti istemekteki izzetin yerine fânî olan dünyâyı isteyerek zilleti seçerler. (Ebû Ali Rodbârî) 2. Hürmet, saygı. Çünkü bildin mü'minin kalbinde bir Allah var, Niçin izzet etmedin ol beyte kim Allah var. (Lâ Edrî)
 
---> Dini Sözlük

K - 1

KABA KUŞLUK (Dahve-i Kübrâ):Oruç müddetinin yarısı, öğleden bir saat evvelki zaman. (Bkz. Dahve-i Kübrâ)

KABA NECÂSET:İnsandan çıkınca abdesti veya guslü gerektiren her şey, eti yenmeyen hayvanların, (yarasa hâriç) ve yavrularının yüzülmüş, dabağlanmamış derisi, eti, pisliği ve bevli ile süt çocuğunun pisliği, bevli ve ağız dolusu kusmuğu, insanın ve bütün hayvanlar ın kanı ile şarab, leş, domuz eti ve kümes ve yük hayvanlarının, koyun ve keçinin pisliği. (Bkz. Necâset)
Deride, elbisede, namaz kılınan yerde, dirhem miktarı veya daha çok kaba necâset yoksa, namaz sahîh olur ise de dirhem miktarı bulunursa tahrîmen mekruh olur ve bunu yıkamak vâcibdir. Dirhemden çok ise yıkamak farzdır. Az ise sünnettir. Şarabın damla sını da yıkamak farzdır, diyen âlimler de vardır. Necâset (pislik) miktarı bulaştığı zaman değil, namaza dururken olan miktarıdır. Dirhem miktarı kaba necâsette dört gram ve seksen santigram ağırlıktadır. Akıcı necâsetlerde açık el ayasındaki suyun y üzü genişliği kadar yüzeydir. (İbn-i Âbidîn)

KÂBE-İ MUAZZAMA:Yeryüzünde yapılan ilk mâbed. Müslümanların kıblesi. Arabistan'ın Mekke-i mükerreme şehrindeki Mescid-i Harâm'ın ortasında bulunan taştan yapılmış dört köşeli binâ. Beytullah, Beyt-ül-haram, Bekke, Beyt-ül-atîk, Hâtime, Basse, Kadîs, Nâzır, Karye-i K adîme adları ile de anılmıştır.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Allahü teâlâ, Kâbe'yi, o Beyt-i Harâm'ı insanlar için din işlerinde bir düzen ve dünyâda cinâyetten emin bir yer kıldı. (Mâide sûresi: 97)
Kâbe-i muazzamaya bakmak sevâbdır. İlk görüldüğünde yapılan duâlar kabûl olunur. Peygamber efendimiz aleyhisselâm Kâbe-i muazzamayı gördüğü zaman; "Ey Allah'ım! Bu beytin şerefini, saygısını, heybetini arttır. Hac ve umre yapanların da şerefini, din gayretini, azametini (büyüklüğünü) ve keremini (cömertliğini) ziyâde et" diye duâ ederdi. (Ezrâkî)
Kâbe-i muazzamayı, ilk olarak meleklerin yardımıyla Âdem aleyhisselâm inşâ etti. Nûh aleyhisselâm zamânındaki tûfana kadar zaman zaman tâmir edildi. Tûfandan sonra, İbrâhim aleyhisselâmın, zamânına kadar yeri belirsiz olarak kaldı. İbrâhim aleyhissel âm oğlu İsmâil aleyhisselâmla birlikte Allahü teâlânın emriyle Kâbe-i muazzamayı yeniden inşâ etti. İbrâhim aleyhisselâmdan sonra zaman zaman yıkılıp yeniden inşâ edilen Kâbe-i muazzama, Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem otuz beş yaşınd ayken, Mekkeliler tarafından, 683 (H.64)te Eshâb-ı kirâmdan (Peygamber efendimizin arkadaşlarından) Abdullah bin Zübeyr ve Emevî halîfelerinden Abdülmelik bin Mervân'ın Mekke vâliliğine tâyin ettiği Haccâc bin Yûsuf tarafından tekrar inşâ edildi. (Ezrâkî)
Kâbe-i muazzama 17 metre yükseklikte olup, dört köşe ve taştandır. Kuzey duvarı 8,8, güney duvarı 7, doğu duvarı 11,9, batı duvarı 12,8 m. uzunluğundadır. Doğu ve güney duvarları arasındaki köşede Hacer-ül-esved taşı vardır. Kâbe-i muazzamanın doğu d uvarında bir kapı vardır. (Eyyûb Sabri Paşa)

KÂBE KAVSEYN:Peygamber efendimizin Mîrac gecesinde bilmediğimiz bir şekilde Allahü teâlâya yakınlığından kinâye olan bir tâbir.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
O (Muhammed aleyhisselâm) Rabbine Kâbe Kavseyn veya daha yakın oldu. (Necm sûresi: 9)
Ehl-i sünnet âlimleri buyurdu ki: "Mîrâc, ruh ve cesed birlikte olarak Mekke-i mükerremeden Kudüs'e ve oradan yedi kat göke, sonra Sidre denilen yere ve Sidre'den Kâbe Kavseyn makâmına uyanık olarak, gece bir anda götürülmüş ve getirilmiştir. Bunu ya pan, Allahü teâlâdır ve ancak O yapabilir. (Abdülhakîm Arvâsî)
Peygamber efendimiz Kâbe Kavseyn makâmına varınca ne Cebrâil aleyhisselâm ve ne de başka hiçbir vâsıta olmadan doğrudan doğruya Allahü teâlâ O'na vahyetti, bildireceğini bildirdi. Beş vakit namaz bu sırada Farz kılındı. (Fahreddîn Râzî) Kâbe Kavseyn tahtının Sultânı sen, ben bir hiçim, Misafirinim dememi saygısızlık sayarım.
(Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)

KÂBİD (El-Kâbid):Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Ölürken rûhları bedenlerden alan, verdikleri sadakaları zenginlerden kabûl eden.
El-Kâbid ism-i şerîfini söyleyen, elem ve sıkıntılardan kurtulur. (Yûsuf Nebhânî)

KABR (Kabir):Ölen insanın defnedilmesi, gömülmesi için kazılan yer, mezar.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Allahü teâlâ, rüzgârı, rahmeti olan yağmurdan önce müjdeci gönderir. Rüzgârlar, ağır olan bulutları sürükler. Bulutlardan ölü olan toprağa su yağdırırız. O yağmurlu yerden meyvalar çıkarırız. Ölüleri de kabirlerinden böyle çıkaracağız. (A'râf sûresi: 56)
Kabir, Cennet bahçelerinden bir bahçe, yâhut Cehennem çukurlarından bir çukurdur. (Hadîs-i şerîf- Ahvâl-ül-Kubûr)
Meyyit kabre konduğu zaman, amelleri onun etrâfını sararlar. Allahü teâlâ, o amelleri konuşturur. Ameller şöyle der: "Ey bu kabirde yapayalnız kalan kul! Dostların, çoluk-çocuğun senden ayrılıp, gittiler. Bugün senin benden başka bir arkadaşın ve yak ının yok. (Yezîd Rakkâşî)
Kabir hergün beş defâ; "Ben, yalnızlık yeriyim. Bana gelecek kişi Kur'ân-ı kerîm okuyarak kendine arkadaş edinsin. Ben karanlık yeriyim, bana gelecek kişi, namaz kılarak beni aydınlatsın. Ben, altı-üstü toprak olan bir yerim. Bana gelen sâlih amel il e gelip yatağını hazırlasın. Ben, yılanı ve çıyanı içimde barındıran bir yerim. Bana gelen tiryâk ile gelsin. O tiryak da; Besmele-i şerîf ve çok gözyaşı dökmektir. Ben, Münker ve Nekir adındaki suâl meleklerinin suâl soracakları bir yerim. Bana gele n onlara cevap verebilmek için (Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah) sözünü çok söylesin diye seslenir. (Muhammed bin Selâme el-Mısrî)
Kabre yılanlar, dışardan gelir sanma. Sizin kötü amelleriniz, sizin için engerek yılanıdır. Dünyâda iken yediğiniz haramlar da kabre yılan olarak gelir. (Ebû Mansur Abbâdî)

Kabr Azâbı:Îmânsız ölenin ve günahkâr müslümanın kabre konulduktan sonra çektiği, nasıl olduğunu bilemediğimiz azâb, cezâ.
Üzerinize idrâr sıçratmayınız! Çok kimseye kabir azâbı bundan olacaktır. (Hadîs-i şerîf-Tezkire-i Kurtubî)
Gizleyebilseydiniz, bu kabirlerdeki azâbı duymanız için Allahü teâlâya duâ ederdim. (Hadîs-i şerîf-Ahlâk-ul-Ulemâ)
Kabir azâbı, şu üç şeydendir: Gıybet, koğuculuk ve üzerine idrâr sıçratmak. (Hadîs-i-şerîf-Letâif-ül-Meârif)
Ölmek istemeyiniz. Kabir azâbı çok acıdır. Ömrü uzun olup İslâmiyet'e uymak büyük seâdettir. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Kabir azâbı rüyâ gibi değildir. Kabir azâbı, azâbın görüntüsü değildir, azâbın kendisidir, âhiret azâblarındandır. Dünyâ azâbına benzemez. Dünyâ azâbları, âhiret azâbları yanında hiç kalır. (İmâm-ı Rabbânî)
Kabir azâbı vardır. Kabir azâbı hem rûha, hem de bedene olacaktır. (İmâm-ı Muhammed bin Hasen Şeybânî)

Kabr Hayâtı:İnsanın ölüp kabre konmasından, kıyâmet koparak, mahlûkların diriltilmelerine kadar geçen zaman.
Kabir hayâtı, dirilerin hayâtı gibi değildir. Dünyâ hayâtında hayâtın nizâmı için hem his yâni duygu, hem de irâde ile hareket vardır. Kabir hayâtında ise, hareket etmek lâzım değildir. Hattâ, kabir hayâtında hareket olmaması lâzımdır. O hayatta bulu nanların, elem ve azâb duymaları için, yalnız his etmeleri yetişir. (İmâm-ı Rabbânî)
Kabir hayâtı insanlara göre değişir. "Peygamberler, kabirlerinde namaz kılarlar" buyruldu. Peygamber efendimiz Mîrâc gecesinde Mûsâ aleyhisselâmın kabri yanından geçerken, kabirde namaz kılarken gördü. Kabir hayâtı şaşılacak bir şeydir. (İmâm-ı Rabbânî)

Kabr-i Seâdet:Peygamber efendimizin mübârek kabr-i şerîfleri. Hücre-i seâdet de denir.
Kabr-i seâdetin bulunduğu yer hazret-i Âişe vâlidemizin odası idi. Peygamber efendimiz burada vefât etti. "Peygamberler, vefât ettikleri yere defn edilirler" hadîs-i şerîfine uyularak buraya defn edilmiştir. Burada, hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Ömer 'in kabr-i şerîfleri de vardır. (Eyyûb Sabri Paşa)

Kabr Suâli:Ölü defn edildikten sonra kabre gelen Münker ve Nekîr adlı iki meleğin meyyite îmândan ve îtikâddan sordukları suâller. (Bkz. Münker ve Nekîr)
Ölü kabre konulunca, yanına iki melek gelir. Onu tutarlar. "Rabbin kimdir?" diye suâl ederler. Ölü; "Rabbim Allahü teâlâdır" der. (Peygamber efendimizi kast ederek) "Size gönderilen o zât kimdir?" diye suâl ederler. Ölü; "O, Allahü teâlânın Resûlüdür, peygamberidir" der. "Bunu nereden biliyorsun?" derler. Ölü; "Allahü teâlânın kitâbı Kur'ân-ı kerîmde okudum. O'na îmân ettim ve O'nu tasdîk ettim" der. (Hadîs-i şerîf-Letâif-ül-Meârif)
Münker ve Nekir isminde iki melek; "Rabbin kimdir. Dînin nedir? Peygamberin kimdir? Kıblen neresidir?" diye suâl sorarlar. Allahü teâlâ kimi muvaffak eder ve kimin kalbine hak sözü yerleştirirse, der ki: "Sizi vekil ederek bana kim gönderdi ise, Rabb im odur. Benim Rabbim Allah, peygamberim Muhammed aleyhisselâm, dînim dîn-i İslâm'dır." (Muhammed bin Hüseyn el-Acurrî)
Mü'minlerden dokuz kimseye kabir suâli olmaz: Şehîd, düşman karşısında nöbette iken ölen, vebâ, kolera gibi bulaşıcı hastalıktan ölen, böyle hastalıklar yayıldığı zaman kaçmayıp, sabr ederek; başka sebeplerle ölen, sıddîklar, bâliğ (gusül abdesti ala cak yaşa gelmiş) olmayan çocuklar, Cumâ günü veya gecesi ölenler, her gece Tebâreke sûresini, Secde sûresini okuyanlar ve ölüm hastalığında (İhlâs) sûresini okuyanlar. (İbn-i Âbidîn)

Kabr Ziyâreti:Ölümü ve âhireti hatırlayıp ibret almak, mezarlıkta medfûn (gömülü) olanlara duâ etmek ve Kur'ân-ı kerîm okumak ve velî olan ölülerin rûhlarından istifâde etmek maksadıyla bir kabre veya mezarlığa gitmek.
Kabir ziyâretini önce yasaklamıştım. Şimdi ziyâret ediniz! Böylece dünyâya gönül vermekten kurtulur, âhireti hâtırlarsınız. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Mâce)
Kabrimi ziyâret eden, beni diri iken ziyâret etmiş gibi olur. (Hadîs-i şerîf-Taberânî)
Bir kimse mü'min kardeşinin kabrini ziyâret eder ve kabir yanında oturup selâm verirse, meyyit onu tanır ve selâmına cevab verir. (Hadîs-i şerîf-Şevâhid-ül-Hak)
Kabrimi ziyâret edene şefâatim vâcib oldu. (Hadîs-i şerîf-Şifâ-üs-Sekâm)
Ölümü hatırlamak ve ölüden ibret almak için kabir ziyâret etmek ve sâlihlerin, velîlerin kalblerinden bereketlenmek müstehâbdır. (İmâm-ı Gazâlî)
Meyyitin çürüdüğünü, yanaklarının, dudaklarının döküldüğünü, ağzından pis suların aktığını, karnının şişip patladığını, içine kurtların böceklerin dolduğunu düşünerek, ibret almak için, kabir ziyâreti yapılır. (İmâm-ı Gazâlî)
Kabir ziyâretinin çok faydası vardır. Bir velînin kabrini ziyârete giden kimse, yolda hep onu düşünür, ona teveccühü (kalben yönelmesi) her adımda artar, mezarı başına gelip toprağını görünce, hep onunla meşgul olur. Teveccühü arttıkça, ondan istifâd esi artar. Evet, ruhlar için bir mâni, perde yoktur. Onlar hatırlandığı her yerde Allahü teâlânın izniyle hazır olurlar. Fakat dünyâda iken, yıllarca berâber bulunduğu beden o topraktadır. Onun için, rûhun o toprağa uğraması, nazarı ve bağlılığı, başka yerlere olandan daha çoktur. (Alâüddevle Semnânî)

KABRİSTÂN:Mezarlık, ölülerin gömüldüğü yer.
Kabristâna giren kimse, Yâsîn sûresini okursa, o gün meyyitlerin azâbları hafifler. Meyyitlerin sayısı kadar, ona da sevâb verilir. (Hadîs-i şerîf-Habl-ül-Metîn)
Bir kimse, kabristândan geçerken on bir kerre İhlâs sûresini okuyup, sevâbını meyyitlere hediye ederse, kendisine ölüler adedince sevâb verilir. (Hadîs-i şerîf-Habl-ül-Metîn)
Dünyâ g*******, nefsin sıkıştırmasından hafifleyip kurtulmak istiyorsanız, kabristanları sık sık ziyâret ediniz. (Hacı Bayram-ı Velî)

KABÛL:Almak, râzı olmak. Alış-veriş, kirâlama, nikâh gibi sözleşmelerde yapılan teklife rızâ göstermek.
Bir kimse birisine, falan malını bana şu kadar liraya sat diye yazıp, o da, o malı sattım diye cevap yazsa, alış veriş sahîh, geçerli olmaz. Birincisinin kabul ettim diye tekrar yazması lâzımdır. (Kayseri Müftîsi Mes'ûd Efendi)
Bir kimse Zeyd'e ve Amr'e şu malımı size 10 bin liraya sattım dese, yalnız Zeyd kabûl etse alış veriş sahîh geçerli olmaz. (Abdürrahîm Efendi)

KABZ:Teslim almak.
Küçük çocuğa yapılan bağışı, kendisi, anası veya velîsi kabz edebilir. (Abdullah-ı Mûsulî)
Hibe (karşılıksız bağışlanan ve hediyye edilen mal) kabz edilince mülk olur. Satın alınan mal ise söz kesilince, kabz edilmeden evvel mülk olur. (Ali Haydar Efendi)

Kabz ve Bast:Tasavvuf yolunda ilerleyenlerde görülen sıkıntı ve ferahlık.
Kabz (sıkıntı, daralma) ve bast (ferahlık ve genişlik) insanı uçuran iki kanat gibidir. Kabz hâli gelince üzülmeyiniz. Bast sâhibi olunca da sevinmeyiniz. (İmâm-ı Rabbânî)
Hâllerin değişik olması mahlûkların sıfatıdır, özelliğidir. Temkîne yâni hâllerin değişmemesine kavuşanlar da, az da olsa değişiklikten kurtulamaz. İnsan kabz ve bast arasında değişir durur. (İmâm-ı Rabbânî)
Kabz ve bast, erbâb-ı kulûbda (tasavvuf yolunun başlangıcında bulunan evliyâda) hâsıl olur ki, onlar başlangıç ehlidir. Müntehî (yolun nihâyetine varanlar) için kabz ve bast yoktur. (Ahmed Fârûkî)
Bahâeddîn-i Nakşibend kuddise sirruh, kabz hâlinde istiğfârı yâni bağışlanmayı istemeyi, bast hâlinde de şükretmeyi emretmiştir. (Mevlânâ Safî)

KADDESALLÂHÜ TEÂLÂ ESRÂREHÜMÜL'AZÎZ:Daha çok tasavvuf büyüklerinin, evliyâ zâtların isimleri anılınca ve yazılınca söylenen veya yazılan Allahü teâlâ onların kıymetli sırlarını temiz, mübârek eylesin mânâsına duâ ve saygı ifâdesi. Bir kişi için Kaddesallahü sırrehü; iki kişi için Kadde sallahü sırrehümâ denir.
Kıyâmette yâni öldükten sonra diriltilip, dünyâda yapılan işlerin hesâbının verileceği gün; önce Peygamberler aleyhimüssallevâtü vetteslîmât, sonra sâlih kullar, Allahü teâlânın sevdiği ve kendilerinden râzı olduğu evliyâ-yı kirâm kaddesallahü teâlâ esrârehümül'azîz Allahü teâlanın izni ile günahı çok olan mü'minlere şefâat edecek, onları azâbdan kurtaracaktır. (İmâm-ı Rabbânî)
Allahü teâlâ meleklere, cinlere çeşitli şekil alabilmek kuvveti verdiği için, çok sevdiği evliyânın kaddesallahü esrârehümül'azîz rûhlarına da bu kuvveti vermektedir. Onlardan birçoğu bir anda çeşitli yerlerde değişik işler yaparken görülmüşler, sıkı ntı ve tehlikeli durumlarla karşılaşanlar yardım istediklerinde, Allahü teâlânın izni ile onlara yetişmişlerdir. Bu evliyânın kaddesallahü teâlâ esrârehümülazîz yaptıkları yardımdan bâzan haberi olmakta, bâzan da olmamaktadır. (İmâm-ı Rabbânî)
Evliyâ-yı kirâm herkes gibi dört hak mezheb (Hanefî, Şâfiî, Mâlikî, Hanbelî)den birine tâbi olarak, uyarak yükselmişlerdir. Cüneyd-i Bağdâdî, Süfyân-ı Sevrî, Abdülkâdir-i Geylânî, Hanbelî idi. Ebû Bekr-i Şiblî, Mâlikî idi. Cerîrî, Hanefî idi. Hâris-i Muhâsibî, Şâfiî idi. kaddesallahü teâlâ esrârehüm. (Abdülhak-ı Dehlevî)

KA'DE-İ AHÎRE:Namazda son oturuş.
Ka'de-i ahîrede; erkekler sağ ayağını dikip sol ayağı üzerine oturur. Kadınlar, teverrük eder. Yâni kaba etlerini yere koyup ayaklarını sağ tarafından çıkararak oturur. (Halebî)
Ka'de-i ahîrede, tehiyyât duâsı okuyacak kadar oturmak farz, tehiyyat duâsını okumak ise, vâcibdir. (Muhammed bin Kutbüddîn İznikî)

KA'DE-İ ÛLÂ:Üç ve dört rekatli namazların ikinci rek'atındaki oturuş.
Ka'de-i ûlâda, oturmak vâcib, tahiyyat duâsını okumak ise, sünnettir. (Muhammed bin Kutbüddîn İznikî)
Ka'de-i ûlâda Allahümme selli diyenlerin namazı bozulur. Çünkü salli yerine selli denince mânâ bozulmakta dolayısıyle namaz da bozulmaktadır. (Abdülazîz Dehlevî)

KADER:Allahü teâlânın ilm-i ezelîsi (başlangıcı olmayan ilim sıfatı) ile, ilerde olacak hâdiseleri ezelde (başlangıcı olmayan öncelerde) bilip takdîr etmesi; alın yazısı. (Bkz. Kazâ ve Kader)
Kader, Allahü teâlânın bir sırrıdır. (Hadîs-i şerîf-İhyâ-u Ulûmiddîn)
Kader, tedbîr ile sakınmakla değişmez. Fakat kabûl olan duâ, o belâ gelirken korur. (Hadîs-i şerîf-İhyâ-u Ulûmiddîn)
Kader değişmez. Kazâ kadere uygun olarak meydana gelir. Kazâ her gün çok değişip sonunda kadere uygun olunca yaratılır. (Ebüssü'ûd Efendi)

Kadere Rızâ:İnsanın, Allahü teâlânın kendisi hakkında takdîr ettiği şeylere rızâ göstermesi, hoşnud olması başına gelen belâ ve musîbetlere sabredip, boyun eğmesi.
Kendinize, evlâdınıza kötü duâ etmeyiniz. Allah'ın kaderine rızâ gösteriniz. Nîmetlerini arttırması için duâ ediniz. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
İslâm dîni ve bütün semâvî (ilâhî) dinler her işin Allahü teâlânın takdîri ve irâdesi (dilemesi) ile olduğunu bildirdi. Fakat insan bir işin ezelde (başlangıçsız öncelerde) nasıl takdîr edildiğini bilmediği için, Allahü teâlânın emrine uyarak çalışma sı ve kadere rızâ göstermesi lâzımdır. Kazâ ve kadere inanmak, kadere rızâ göstermek insanın çalışmasına mâni olmaz, bilakis çalışmasını kamçılar. (Muhammed Ma'sûm Fârûkî)
İnsan, başına gelen belâ ve musîbetlere sabretmeli, kadere rızâ göstermelidir. Allahü teâlânın dostlarına dünyâ sıkıntılarının ve belâların gelmesi bunların günahlarının affolmasına sebeb olur. Sözün doğrusu şudur ki, sevgiliden gelen her şeyi gülere k sevinerek karşılamak lâzımdır. O'ndan gelenlerin hepsi tatlı gelmelidir. Sevgilinin sert davranması, ikrâm, ihsân ve yükselmek gibi olmalıdır. Böyle olmazsa, sevgisi tam olmaz. (İmâm-ı Rabbânî)
Dünyâda huzûr ve rahat kadere rızâ göstermektedir. (M. Sıddîk bin Saîd)

KADERİYYE:Hicrî ikinci asırda Vâsıl bin Atâ tarafından kurulan ve "Kul kendi fiillerini kendi yaratır" diyerek kaderi yâni işlerin, Allahü teâlânın takdîri ile olduğunu inkâr eden bozuk fırka. Bu fırkaya Mu'tezile adı da verilir.
Kaderiyye (îtikâdında olanlar) bu ümmetin mecûsîleridir (ateşe tapanlarıdır) . (Hadîs-i şerîf-Ebû Ya'lâ)
Kaderiyye fırkasında olanlara selâm vermeyiniz. Hastalarını ziyâret etmeyiniz. Cenâzesinde bulunmayınız, sözlerini dinlemeyiniz ve onlara sert cevab veriniz! Hakâret ediniz. (Hadîs-i şerîf-Şir'at-ül-İslâm)
Kaderiyye fırkasının dediği gibi, insan dilediğini, kendi yaratıyor zannetmek, "Her şeyi yaratan Allahü teâlâdır" âyet-i kerîmesine inanmamak olur. (M. Hâlid-i Bağdâdî)

KÂDI:İslâm hukûkuna göre hüküm veren hâkim.
Kâdılar üç kısımdır: Biri Cennet'te, ikisi Cehennem'dedir. Hakkı bilen ve ona göre hüküm veren kâdı Cennet'tedir. Hakkı bilen fakat ona göre hüküm vermeyen kâdı Cehennem'dedir. Bilmediği hâlde hüküm veren kâdı da Cehennem'dedir. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Mâce, Ebû Dâvûd, Tirmizî)
Kâdı yerine oturunca, onun yanına iki melek iner ve zulmetmedikçe ona yol gösterirler. Onu muvaffak kılmaya çalışırlar. Eğer zulmederse, oradan ayrılıp kendi hâline bırakırlar. (Hadîs-i şerîf-Ebû Dâvûd)
Kâdı da müftî gibi mutlak olarak Ebû Hanîfe'nin kavilleriyle (ictihadlarıyla, fetvâlarıyla) amel etmeli, ondan sonra Ebû Yûsuf'un, ondan sonra İmâm-ı Muhammed'in, daha sonra İmâm-ı Züfer ve Hasan ibni Ziyâd'ın fetvâlarıyla bu tertip üzerine hüküm ver melidir. (Secâvendî)
Kâdının müctehid olması evlâdır, daha iyidir. Eğer müctehid kâdı bulunmazsa âdil, sâlih, dîninde emniyetli, aklında, anlayışında güvenilir olan biri seçilir. Ayrıca fıkhı ve sünneti de iyi bilmesi lâzımdır. (İbn-i Hümâm)

KADÎM:Başlangıcı olmayan.
1. Allahü teâlânın zâtına âit sıfatlarından. Varlığının evveli, başlangıcı olmayan.
Biliniz ki, Allahü teâlâ kadîm olan zâtı ile vardır. O'ndan başka her şey, O'nun var etmesi ile var olmuş, O'nun yaratması ile yokluktan varlığa gelmiştir. O, sonsuz olarak var idi. Kadîmdir, ezelîdir. Yâni hep var idi. Varlığından evvel yokluk olama z. O'ndan başka her şey yok idi. Bunların hepsini, O, sonradan yarattı. Kadîm ve ezeli olan, bâkî ve ebedî (sonsuz) olur. Hâdis ve mahlûk olan (sonradan yaratılan), fânî ve geçici olur, yâni yok olur. Allahü teâlâ birdir. Varlığı lâzım olan, yalnız O'dur. İbâdete hakkı olan da, yalnız O'dur. O'ndan başka her şeyin var olmasına lüzum yoktur. Olsalar da olur, olmasalar da. O'ndan başka hiçbir şey, ibâdet olunmağa lâyık değildir. (İmâm-ı Rabbânî)
Allahü teâlânın kâmil, noksan olmayan sıfatları vardır. Bunlar, hayât (diri olmak), ilim (bilmek), sem' (işitmek), basar (görmek), kudret (gücü yetmek), irâde (istemek), kelâm (söylemek) ve tekvîn (yaratmak)'dir. Bu sekiz sıfata, sıfât-ı sübûtiyye de nir. Bu sıfatları da kadîmdir. Yâni sonradan olma değildir. Kendinden ayrı olarak, ayrıca vardır. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
2. Zaman bakımından eski olan şey.
Kadîm, kıdemi üzre terk olunur yâni; İslâm esaslarına uygun olarak öteden beri mevcûd olan şey, aksine delîl olmadıkça eski şekli üzere bırakılır. Zarar kadîm olmaz, yâni zarar olan şeye kadîm olduğuna dâir karar verilip de bulunduğu hâl üzere bırakı lamaz. (Ali Haydar Efendi)

KÂDİR:Gücü yeten, kudret sâhibi.
1. Allahü teâlânın sıfatlarından biri; gücü her şeye yeten, hakîkî kudret sâhibi.
Âyet-i kerîmede Allahü teâlâ meâlen buyuruyor ki:
Bütün mülk ve saltanat, yed-i kudretinde olan Allahü teâlâ, her türlü noksanlıktan uzaktır. O, her şeye kâdirdir. (Mülk sûresi: 1)
Yâ Rabbî! Bizlere ihsân ettiğin nûrunu, nîmetlerini arttır. Günâhlarımızı, kusurlarımızı ört! Kusurlarımız, kabahatlarımız çok. Fakat sen, her şeye kâdirsin, her şeyi yaparsın! (İmâm-ı Rabbânî)
Allahü teâlâ ölüyü diriltmeye, taşı konuşturmaya ve yürütmeye ve uçurmaya kâdirdir. Gökleri ve Kürsî'yi ve Arş'ı ve yeri ve bütün kâinâtı kısa zamanda yok etmeğe ve tekrar yaratmaya kâdirdir. Zîrâ bunların hepsi mümkündür, sonradan yaratılmıştır. (İmâm-ı Birgivî)
2. Gücü yeten.
Kızdığı zaman istediğini yapmaya kâdir olan (müslüman) bir kimse, kızmazsa, Allahü teâlâ kıyâmet günü onu herkesin arasından çağırır. Cennet'te istediğin yere git der. (Hadîs-i şerîf-Buhârî)
Gazaba gelen bir kimse, dilediğini yapmaya kâdir olduğu hâlde yumuşak davranırsa, Allahü teâlâ, onun kalbini, emniyet ve îmân ile doldurur. (Hadîs-i şerîf-Berîka)

Kâdir-i Muhtâr:Dilediğini yapabilen, bir şeyi yapmaya mecbur olmayan.
Allahü teâlâ Kâdir-i muhtâr'dır, tabîat kuvvetleri gibi elbette işi yapmaya mecbûr değildir. (İmâm-ı Rabbânî)

KÂDİYÂNÎLİK:On dokuzuncu yüzyılda, Hindistan'da Mirzâ Gulâm Ahmed tarafından kurulan bozuk yol. Kurucusunun doğum yeri olan Kâdiyan kasabasına nisbetle bu adla anılmaktadır. İsmine nisbetle, Ahmediyye de denilmektedir.
İngilizlerin Hindistan'ı sömürge hâline getirdikten sonra, bol para vererek avladıkları Mirzâ Gulâm Ahmed, etrafında câhil ve sapık kimseleri toplayarak 1880'de Kâdiyânîlik bozuk yolunu kurdu. Kendisinin Mehdî daha sonra da âhir zamanda gökten ineceğ i bildirilen Îsâ Mesîh olduğunu ve yeni bir din getirdiğini söyledi. Kâdiyân'da bir mescid yaptırıp, buraya Mescid-i Aksâ adını verdi. Îsâ aleyhisselâma iftirâlarda bulunup, Muhammed aleyhisselâmın son peygamber olduğunu inkâr etti. Mirzâ Gulâm Ahmed 1908'de ölünce yerine Hakim Nûreddîn, onun yerine Beşîrüddîn Mahmûd geçti (1914). Kâdiyânilik (Ahmediye) bozuk inançlarını "Gerçek İslâmiyet" adı altında yaymaya çalıştı. Kur'ân tefsîri diyerek çıkardığı iki kitabı Kur'ân-ı kerîme uymayan bozuk yazılarla doldurdu. Pencab ve Bombay'da câhil halk arasında sür'atle yayılan bu bâtıl yol, şimdi Avrupa ve Amerika'da yayılmaya çalışılmaktadır. (Enver Şâh Keşmîrî)
Kâdiyânîlere göre; yahûdîler Îsâ aleyhisselâmı asmak istememişlerdi. Fakat o, kendiliğinden öldü ve toprağa kondu. Sonra kabrinden çıkıp Hindistan'da Keşmir'e gitti. Orada İncîl'i öğretip tekrar öldü. Îsâ ve Muhammed aleyhimesselâmın ruhları insan şe klinde görünecektir. Bu da Mirzâ Ahmed'dir. Başka Mehdî yoktur. (Müftî Mahmûd Efendi, Ebû Zühre)

KÂDİRÎ:Tasavvufta Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin yoluna mensup olan kimse. (Bkz. Kâdiriyye)

KÂDİRİYYE:Evliyânın büyüklerinden Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin v.561 (m.1266) tasavvuftaki yolu.
Tarîkatler (tasavvuftaki yollar) başlıca ikidir. Zikr-i hafî yâni sessiz zikir yapan ve zikr-i cehrî yâni yüksek sesle zikir yapan tarîkatler. Birincisi hazret-i Ebû Bekr'den gelmiş olup, çeşitli isimler almışlardır. Zikr-i cehrî ise, hazret-i Ali'de n on iki imâm vâsıtasıyla gelmiştir. Bunların sekizincisi olan İmâm-ı Ali Rızâ'dan Ma'rûf-i Kerhî almış ve Cüneyd-i Bağdâdî'nin çeşitli halîfelerinin silsilelerinde bulunan meşhûr mürşidlerin adı verilerek kollara ayrılmıştır. Böylece Ebû Bekr-i Şiblî yolundan Kâdiriyye, Şâziliyye, Sa'diyye ve Rifâiyye meydana gelmiştir. (Ahmed Hilmi, Hüseyn Vassâf)
Kâdiriyye yolunda olanlar, Allahü teâlânın ismini sesli zikrederek olgunlaşırlar. Tasavvufta her yolun kendine has edeb ve uyulması gereken usûlleri vardır. (Hacı Reşîd Paşa)
Kâdiriyye yolunun kurucusu olan Abdülkâdir-i Geylânî buyurdu ki: "Şükrün esâsı, nîmetin sâhibini bilmek, buna; kalb ile inanıp dil ile söylemektir.

KADR:Bir alış-verişte karşılıklı olarak değiştirilen iki maldan herbirinin ölçek veya ağırlıkla ölçülen mal olmaları.
Kadr ile satılan bir şey, kendi cinsine meselâ beşibiryerdeyi, altın liralar karşılığı peşin satılırken, verilen ile alınanın ağırlığı müsâvî (eşit) olmazsa fâiz olur. (Ömer Nesefî)

Kadr (Kadir) Gecesi:Daha çok Ramazân-ı şerîf ayı içerisinde bulunduğu bildirilen ve Kur'ân-ı kerîmin indirilmeye başladığı mübârek gece.
Kadir gecesini inanarak ve sevâbını bekleyerek ihyâ edenin (ibâdetle geçirenin) bütün günâhlarını Allahü teâlâ bağışlar. (Hadîs-i şerîf-Gunyet-üt-Tâlibîn)
Kadir gecesi, Muhammed aleyhisselâmın ümmetine mahsustur. Bu gecenin Ramazân ayının yirmi yedinci veya on yedinci veya yirmi ile otuzuncu geceleri arasında olduğuna dâir değişik rivâyetler vardır. (Muhammed Rebhâmî)

KÂFİR:İslâmiyette inanılması lâzım olan şeylerin hepsine veya birine inanmayan, dînin emirlerini beğenmeyen, hafife alan, alay eden.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Kâfirler, Allahü teâlânın emirleri ile Peygamberlerin emirlerini birbirinden ayırmak istiyorlar. Bir kısmına inanırız, bir kısmına inanmayız diyorlar. Îmân ile küfür arasında bir yol açmak istiyorlar. Onların hepsi kâfirdir. Kâfirlerin hepsine Cehennem azâbını, çok acı azâbları hazırladık. (Nisâ sûresi: 150-151)
Kâfirleri yüzleri üzerine sürünerek Cehennem'e göndeririz. ( Meryem sûresi: 86)
Bir adam; "Yâ Resûlallah! Kıyâmet gününde kâfir yüzüstü nasıl haşredilecek?" diye sorunca, Resûlullah efendimiz; " Onu dünyâda iki ayağı üzerinde yürüten, kıyâmet gününde yüzüstü yürütmeye kâdir değil midir?" buyurmuştur. (Hadîs-i şerîf-Müslim)
Kâfirin hiçbir iyiliği, hayrâtı, hasenâtı âhirette faydalı olmaz. Îmânı olmayanın hiçbir iyiliğine sevâb verilmez. (Hâdimî)
Din bilgilerinde, ibâdetlerde zamâna uyulmaz. Îmân (inanç) bilgileri, din bilgileri zamanla değişmez. Bunları değiştirmek, zamâna uydurmak isteyenler, Ehl-i sünnetten (Peygamber efendimiz ve arkadaşlarının yolunda olanlardan) ayrılır, kâfir veya sapı k olurlar. Çünkü İslâmiyet'in kıyâmete kadar bozulmayacağını, doğru olarak kalacağını Allahü teâlâ vâdetmiştir. (Tahtâvî-Hamdullah Decvî)

KAHHÂR (El-Kahhâr):Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Düşmanlarından, cebbâr (kibirli, zorba, zâlim), inâdcı, nîmetlere nânkörlük edenleri öldürüp, onları zelîl (aşağı, hakîr) etmekle dünyâda kahreden, âhirette düşmanları olan kâfirlere ebedî; îmâ nlı ölen mü'minlere, af ve mağfiret etmezse (bağışlamazsa) geçici olarak azâb eden.
Hak teâlâ, kıyâmet günü (insanlar ölüp, dirildikten sonra toplandıkları gün); "Bugün, mülk kim içindir?" buyurur. Cevâb olarak yine kendisi; "Kahhâr, olan Allah içindir" buyurur (El-Mü'min sûresi: 16). O gün kullar için korkudan, sığınmaktan başka bi r şey yoktur. Pişmânlıktan, şaşkınlıktan başka bir şey yapamazlar. (İmâm-ı Rabbânî)
El-Kahhâr ism-i şerîfini çok söylemekle kalbden dünyâ sevgisi çıkar. (Yûsuf Nebhânî) Affı sonsuzdur diyerek pek azdım, (Kahhâr) ismini unuttum âh yazık! Daldım günâha, yapmadım hiç hayır, Niçin doğru yoldan saptım âh yazık!
(Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)

KÂHİN:Gizli şeyleri bildiğini iddiâ eden. Falcı. (Bkz. Kehânet)
...Kâhinlik yapan ve kâhine giden ve sihir büyü yapan ve yaptıran ve bunlara inanan, bizden değildir. Kur'ân-ı kerîme inanmamıştır. (Hadîs-i şerîf-Hadîkat-ün-Nediyye)
Önceleri şeytanlar göklere çıkmaktan men olunmazlar idi. Göklere giderler, meleklerden işittiklerini, kâhinlere haber verirlerdi. Resûl-i ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) doğduğu zaman, göklere çıkmaları yasaklandı. (Abdullah bin Abbâs)
Kâhinlere, falcılara inanmamalıdır. Bilinmeyen şeyleri bunlara sormamalıdır. Bunları gaybları bilir sanmamalıdır. Gaybı ancak, Allahü teâlâ ve O'nun bildirdikleri bilir. (İmâm-ı Rabbânî)

KAHKAHA:Yanındakiler işitecek kadar gülmek.
Rükû' ve secdeleri olan namazda kahkaha ile gülmek, namazı da, abdesti de bozar. Namazda tebessüm, namazı da abdesti de bozmaz. Tebessüm, insanın kendisinin de işitmeyeceği kadar gülmesidir. (İbn-i Âbidîn)
Helâlden ye! Çok gülme! Kahkaha ile gülmek, gönlü öldürür. Herkese şefkat ve merhamet et. Kimseyi hakîr (hor, aşağı, küçük) görme. Kimse ile münâkaşa ve mücâdele etme. Kimseden bir şey isteme. (Abdülhâlık-ıGoncdüvânî)
İbâdet, gözün nûru, sevinç ve neş'edir. Allah korkusundan ağlamak kalbin cilâsıdır. Kahkaha ile gülmek, kalbin zehiridir. (Abdülhakîm Arvâsî)

KAHR:
1.Mahvetme, helâk etme.
Kendini günâhlarla kahretme. Şunu iyi bil ki; günâhları terk edenin, kalbi incelir, yumuşar. Haramı bırakıp, helâl yiyenin ise, düşüncesi berrâk (temiz) olur. (İmâm-ı Mâverdî)
Allahü teâlâ, kıyâmet günü kâfirlere ve günâhkâr mü'minlere, kahr ve celâl ile görünecektir. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
Gençlikte, Allahü teâlânın kahrından, azâbından korkmalı, titremeli, ihtiyarlıkta merhametine sığınmalıdır. (Ahmed Fârûkî Serhendî) Kahrımız, gadâbımız (kızmamız) düşmana ziyân, Adüvden (düşmandan) korkmadık, korkmayız hiçbir zaman, Kur'ân'da zafer vâdediyor hazret-i Yezdân.
(Gülbank-i Mehterân)
2. Çok kederlenme, çok üzüntü duyma.
Abdülmecîd Han, Mustafa Reşid Paşanın mason olduğunu, İslâmiyet'e uymayan bir yol tuttuğunu anlayınca, kahrından, üzüntüsünden hastalandı. Yatakta oturamıyor, hep yatıyordu. Yalnız, mühim şeyler okunuyor, irâde-i şâhâne alınıyordu. Sırada bulunan bir kâğıt için "Medîne halkının dilekçesi okunacak" bilgisi verildi. "Durun, okumayın! Beni oturtun!" buyurdu. Arkasına yastık koyup oturtuldu. "Onlar Resûlullah efendimizin komşularıdır. O mübârek insanların dilekçesini yatarak dinlemekten hayâ ederim. Ne istiyorlarsa, hemen yapınız. Fakat okuyunuz da kulaklarım bereketlensin." dedi. Bir gün sonra vefât etti. (Eyyûb Sabri)

KAHT:Kıtlık, kuraklık, gıdâ maddelerinin azlığı.
Hazret-i Ömer zamânında Medîne'de kaht oldu. Bir kimse, Kabr-i Nebevî'ye gelip; "Yâ Resûlallah! Ümmetin için yağmur duâsı yap! Helâk olacağız" dedi. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem rüyâsında görünüp; "Ömer'e git! Yağmur geleceğini müjdele" buy urdu. (Abdülhak-ı Dehlevî)

KÂİM:Ayakta olan, uyanık olan, namaz kılan.
Bir saatlik tefekkür (Allahü teâlânın büyüklüğünü, yarattıklarındaki hikmetleri düşünmek) bütün geceyi kâim olarak geçirmekten hayırlıdır. (Ebü'd-Derdâ)

KÂİN VE BÂİN:Tasavvuf ilmi terimlerinden. Halk (insanlar) ile berâber görünen, fakat hakîkatte onlardan uzak ve kalben Allahü teâlâ ile berâber olan.
Kalbinde Allah'tan başka hiçbir şeyin sevgisi kalmayan ve ancak O'nu isteyen kimselere müjdeler olsun. "Kişi sevdiği ile berâberdir" hadîs-i şerîfine göre, bu kimse, Allahü teâlâ ile berâber olur. Görünüşte insanlar ile birlikte ve onlarla alış-veriş te ise de, hakîkatte Allahü teâlâ iledir. Kâin ve bâin olan sofînin hâli böyledir. (İmâm-ı Rabbânî)

KALB:
1. Gönül. Yürek denilen, et parçasına yerleştirilmiş nûrânî ve mânevî kuvvet.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmelerde meâlen buyurdu ki:
Biliniz ki kalbler zikr ile (Allahü teâlâyı anmakla) rahat bulur. (Ra'd sûresi: 30)
Kalbleri bozuk olanlar, hakkı örtmek, fitne, fesâd çıkarmak için Kur'ân-ı kerîmden yanlış mânâ çıkarır, yanlış yola saparlar. (Âl-i İmrân sûresi: 7)
Kalb sâlih (iyi) olunca, beden de sâlih olur. (Hadîs-i şerîf-Îtikadnâme)
Müslüman müslümanın cânına, malına ve ırzına saldırmaz. Allahü teâlâ, bedenlerinizin kuvvetine, güzelliğine bakmaz. Amellerinize de bakmaz. Kalblerinize ve niyyetlerinize bakar. (Hadîs-i şerîf-Müsned)
Kalb, Allahü teâlâdan başkasına tutulmuş ise yıkılmış demektir. Bir işe yaramaz. Niyet doğru olmadıkça, hayırlı işlerin, yardımların ve âdete uyarak yapılan ibâdetlerin, yalnız hiç faydası olmaz. Kalbin Allahü teâlâdan başka hiçbir şeye düşkün olmama sı da lâzımdır. (İmâm-ı Rabbânî)
Nûrlu, temiz kalb, şerîate uymağı sever. Kararmış kalb, kötü arkadaşa, nefse, şeytana, uymağı sever. (Muhammed Hâdimî)
Bir kimsenin kalbinde hased bulunur, kendisi buna üzülür, bunu istemezse, bu günâh olmaz. Kalbde bulunan hâtıra (düşünce) günâh sayılmaz. Hâtıranın kalbe gelmesi insanın elinde değildir. Kalbinde hased bulunmasından üzülmezse veya arzusu ile hased ed erse, günâh olur, haram olur. (Muhammed Hâdimî)
Mü'minin kalbi, Allahü teâlânın evidir ve güzel huyların yeridir. Kalbinde kötü, çirkin düşüncelere yer vermek, çirkinleri güzellere ortak etmek olur. (Muhammed Hâdimî)
Kalbe gelen lekeleri temizlemek için, günahlarından dolayı tövbe, istiğfâr etmeli, pişman olmalı ve Allahü teâlâya sığınmalıdır. (İmâm-ı Rabbânî)
Kalbin itminânı (huzûru), zikr (Allahü teâlâyı anmak) iledir. Fen bilgileri ile bularak, anlayarak değildir. (İmâm-ı Rabbânî)
Kalbin tasfiyesi, temizliği, şerîate (İslâmiyete) uymakla, sünnetlere yapışmakla, bid'atlerden (dîne sonradan sokulan değişikliklerden) kaçmakla ve nefse tatlı gelen şeylerden sakınmakla olur. Zikr ve mürşîdi (hocasını) sevmek bunu kolaylaştırır. (İmâm-ı Rabbânî)
Allah korkusundan ağlamak, kalbin cilâsıdır. Kahkaha ile gülmek kalbin zehridir. (Abdülhakîm bin Mustafâ)
Kalb kırmaktan çok sakınınız. Allahü teâlâyı en ziyâde inciten küfrden sonra, kalb kırmak gibi büyük günâh yoktur. (İmâm-ı Rabbânî) Ol fakir ki yüzün bakar Gözlerinin yaşı akar Mü'min olan kalb mi yıkar Boynuna lânet mi takar Sakın incitme bir cânı Yıkarsın Arş-ı Rahmânı
(Alvarlı Muhammed Lütfi)
2. Tasavvuf yolunda birinci mertebe.
Tasavvuf yolunda ilerlemeye kalbden başlanır. Kalb madde değildir. Maddesiz, ölçüsüz olan Âlem-i emrdendir. Bu yolda (tasavvuf yolunda) kalbi geçtikten sonra, kalbin üstünde olan (rûh) mertebelerinde ilerlenir. (İmâm-ı Rabbânî)

Kalb Gözü:Kin, hased, kibir gibi mânevî hastalıklardan kurtulup, her an Allahü teâlâyı anan kimsenin kalbinde meydana gelen, işlerin iç yüzünü görme kuvveti, basîret. (Bkz. Basîret)
Düşünerek anlamak, kalb gözü ile görmek yanında, özle kabuk gibidir. (İmâm-ı Rabbânî)

Kalb Hastalığı:Kalbin Allahü teâlâdan başkasına bağlanması.
"Kalblerinde hastalık vardır" meâlindeki âyet-i kerîmede bildirilen kalb hastalığına yakalanmış olanların hiçbir ibâdeti ve tâati fayda vermez. Bilakis zarar verir. "Çok Kur'ân-ı kerîm okuyanlar vardır ki, Kur'ân-ı kerîm bunlara lânet eder" hadîs-i şerîfi meşhurdur. "Çok oruç tutanlar vardır ki, oruçtan kazancı, yalnız açlık ve susuzluktur" hadîs-i şerîfi sahîhtir. Kalb hastalıklarının mütehassısları olan tasavvuf büyükleri de önce bu hastalığın giderilmesi için yapılacak şeyleri emrederler. (İmâm-ı Rabbânî)

Kalb Huzûru:İç rahatlığı, gönül hoşluğu. Kalbin Allahü teâlâdan başkası ile olmaması; Allah'tan başkasına bağlanmaması.
İbâdet, Allahü teâlânın emirlerini yapıp, yasaklarından sakınmaktır. Bu ise, kalbin huzûru ve agâhlığıdır (uyanıklığıdır). (Ubeydullah-ı Ahrâr)

Kalb İlmi:Evliyâdan bir zâtın rehberliğinde kazanılan ilim. (Bkz. İlim)

Kalb İtminânı:Kalb huzûru.
Kalbi itminâna kavuşturan tek yol vardır. Bu tek yol, Allahü teâlâyı zikretmektir (hatırlamak ve anmaktır). Akıl ile incelemekle ve düşünmekle kalb itminâna kavuşmaz. (İmâm-ı Rabbânî)

Kalb Selâmeti:Kalbin kibir, riyâ, kıskançlık, kin ve düşmanlık gibi kötü düşüncelerden kurtulup, iyi ahlâk ile ahlâklanması.
Kalbin selâmeti, onun mâsivâyı (Allahü teâlâyı unutturan her şeyi) terketmesine bağlıdır. (İmâm-ı Rabbânî)
Kalbin selâmeti için şunlara dikkat etmek lâzımdır: 1) Ahlâkı güzel olanlarla berâber olmak, 2) Kur'ân-ı kerîm okumaya devâm etmek, 3) Fazla yemek yememek, 4) Gece namazlarına devâm etmek, 5) Seher vaktinde Allahü teâlâya yalvarmak, istiğfâr etmek, g ünahlarının bağışlanmasını istemek. Seher vakti sabah namazının vaktinin girmesinden bir saat önceki vakittir. (Ahmed bin Âsım Antâkî)

Kalb Tasdîki:Dinden olduğu sözbirliği ile bildirilmiş olan şeylere, kalbin inanması.
Îmân; kalb ile tasdîk, dil ile ikrârdır, söylemektir. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)

Kalb Tasfiyesi:Kalbi, İslâmiyet'in beğenmediği şeylerden, günâhlardan, kötü düşüncelerden kurtarmak, temizlemek.
Kalbin tasfiyesi, temizliği, dîne uymakla ve sünnetlere yapışmakla ve bid'atlerden kaçmakla ve nefse tatlı gelen şeylerden sakınmakla olur. Zikir, Allahü teâlâyı anmak ve mürşîdi (hocasını) sevmek, bunu kolaylaştırır. (İmâm-ı Rabbânî)
Kalbi tasfiye etmekten maksad; mânevî âfetleri gidermek, kalbi hastalıklardan kurtarmaktır. (İmâm-ı Rabbânî)
Namaz kılmak, kalbin tasfiyesinin ve huzûrunun bir işâretidir. Namaz, Allahü teâlânın huzûrunda durmak olup, O'nun huzûrunda durulunca, kalbin tasfiye edileceği açıktır. (Muhammed Rebhâmî)

Kalb Temizliği:Kalbin İslâmiyet'e uymayan şeylerden, dünyâya düşkünlükten, kötü düşünceden kurtulması.
Kalb temiz olursa, ağızdan güzel sözler meydana çıkar. Çünkü kalbin mahsûlü dilin sermâyesidir. (Ahmed Rıfâî) Zikr et zikr, bedende iken cânın, Kalb temizliği zikr iledir Rahmân'ın (İmâm-ı Rabbânî)

Kalb Toparlanması:Kalbin Allahü teâlâdan başka şeylere bağlanmaktan kurtulması.
Kalbi toparlayabilmek için, Allahü teâlâdan başka her şeyi unutmak lâzımdır. Öyle unutmalıdır ki, bir şeyi düşünmek için, kendisini zorlasa düşünemez olmalıdır. (Muhammed Bâki-billah)

Kalb-i Hakîkî:Yürek denilen et parçasında bulunan mânevî kuvvet.

Kalb-i Sanevberî:Yürek.
Kalb-i sanevberî, kalb-i hakîkînin (gönül) yuvası gibidir. (Abdülhakîm Arvâsî)

Kalb-i Selîm:Şek (şüphe) ve şirkten (Allahü teâlâya ortak koşmaktan), küfür ve nifâktan arınmış, dâimâ Allahü teâlâya bağlı kalb.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
O gün, mal ve çocuklar fayda vermez. Ancak, Allahü teâlâya kalb-i selîm ile gelenler faydalanır. (Şuarâ sûresi: 88, 89)

KALEM:Levh-i mahfûz üzerine Allahü teâlânın ilm-i ezelîsi (başlangıcı olmayan ilim sıfatı) ile bilip taktîr ettiği şeyleri yazan, nasıl olduğu insanlar tarafından bilinemeyen kalem.
Allahü teâlâ kalemi yaratınca, ona yaz diye emretti. Kalem, Allahü teâlânın hitâbının heybetinden korkup titredi. Gök gürültüsü gibi yüksek bir sesle levh üzerinde hareket edip emrolunduğu şeyleri yazdı. (Nişancızâde)

KALENDER:İbâdetlerin görünmesine önem vermeyen, herkese tatlı söyleyerek kalb kazanmağa çalışan, farzları yapmaya dikkat eden ve dünyâya düşkün olmayan kimse.
Kalenderler herkese tatlı söyleyerek, güler yüzlü davranarak kalb kazanmaya çalışırlar. Farzlara dikkat ederler. Dünyâya düşkün değildirler. Bunlar riyâ, gösteriş yapmadıkları için melâmilere benzerler. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Kalenderler zamanla bozulmuş, Allahü teâlânın emirlerinden uzaklaşmışlardır. Zamânımızda kalender ismini taşıyan birçok kimse bu saydığımız şeyleri yapmıyor. Bunlara kalender yerine haşevî (Allahü teâlâyı mahlûklara benzeten, madde, cisim diyen kimse ler) dense yerinde olur. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

KALENSÜVE:Takke ve her çeşit başlık.
İmâme yâni sarık, kalensüve ve her başlık ve bürka' yâni peçe ve maske üstüne ve eldiven üstüne mesh etmek câiz değildir. (İbrâhim Halebî, İbn-i Âbidîn)

KÂLİB ALEYHİSSELÂM:İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden. Yâkûb aleyhisselâmın on iki oğlundan Şem'ûn'un neslindendir. Babasının ismi Yuknâ'dır. Kendisine Yûşâ aleyhisselâmdan sonra peygamberlik verildi. Mûsâ aleyhisselâma bildirilen dînin emir ve yasaklarını ins anlara tebliğ etti (bildirdi).
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Allahü teâlâya îmân edip, O'ndan korkanlardan (Yûşâ bin Nûn ve Kâlib bin Yuknâ adındaki) iki kimse, İsrâiloğullarına dediler ki: "Ey İsrâiloğulları! Cebbârların (zâlimlerin) şehrinin kapısından hemen girin (onların iri cüsseli olmalarından korkmayın). Bir defâ kapıdan girdiniz mi (Allahü teâlânın yardımıyla) elbette siz gâliblerden olursunuz. Siz gerçekten mü'min kimseler iseniz. Allahü teâlâya tevekkül ediniz, güveniniz. (Mâide sûresi: 23)
Mûsâ aleyhisselâm Allahü teâlânın emriyle İsrâiloğullarını arz-ı mev'ûd (Filistin ve Sûriye) denilen yere götürmek üzere yola çıkınca, İsrâiloğullarının her kolundan birer temsilci seçerek, Filistin bölgesinde yaşayan cebbârların (zâlim hükümdârların ) ve ahâlisinin durumu hakkında haber getirmeye gönderdi. Bu temsilciler arasında Kâlib aleyhisselâm da vardı. Gidenler, cebbârların ve ahâlinin iri cüsseli ve kuvvetli olduklarını görerek korktular. Gördüklerini İsrâiloğullarına anlatıp onları harbe gitmekten vaz geçirdiler. Temsilciler arasında bulunan Yûşâ bin Nûn ve Kâlib bin Yuknâ aleyhimesselâm gidip gördükleri kimselerin, görüldüğü gibi kuvvetli olmadıklarını, görünüşte kuvvetli olsalar bile korkak ve kalblerinin zayıf olduğunu söylediler. İsrâiloğullarının, Allahü teâlânın yardımıyla o beldeleri feth edebileceklerini anlattılar. İsrâiloğulları, Yûşâ ve Kâlib aleyhimesselâma karşı çıkarak taşa tuttular. Kâlib aleyhisselâm daİsrâiloğullarının karşısında Mûsâ aleyhisselâmı yalnız bırak mayıp, yardımcı oldu. İsrâiloğullarının Tih çölünde kaldığı kırk sene içinde Mûsâ aleyhisselâmın yanından ayrılmayan Kâlib aleyhisselâm, Mûsâ aleyhisselâmın vefâtından sonra, Yûşâ aleyhisselâma yardım etti. Yûşâ aleyhisselâm vefât etmeden önce Kâlib aleyhisselâmı yerine halîfe bıraktı. Yûşâ aleyhisselâmın vefâtından sonra İsrâiloğullarından ordu hazırlayıp, zâlim hükümdârlarla savaşıp, onları mağlûb eden Kâlib aleyhisselâm daha sonra Mısır'a gitti. Hazkîl aleyhisselâmla birlikte İsrâiloğullarının Mûsâ aleyhisselâmın dîni üzere kalmaları ve Allahü teâlâya îmân ve ibâdet etmeleri için gayret sarf etti. Kâlib aleyhisselâm Mısır'da vefât etti. (Mirhaund, İbn-ül-Esîr, Nişancızâde)

KÂLÛBELÂ:Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselâmı yaratınca, kıyâmete kadar bütün zürriyetini zerreler hâlinde onun belinden çıkarıp; "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diye buyurup, onların da; "Evet, sen Rabbimizsin" diye verdikleri cevâbı ifâde eden söz. (Bkz. Ahd ü Mîsâk)

KAMERÎ AYLAR:Hicrî takvimde kullanılan on iki ay. Arabî aylar da denir. (Bkz. Hicrî Sene)
Kamerî ayın hesaplanmasında, gökteki ayın dünyâmızın çevresindeki döndüğü zaman esas alınmıştır. Kamerî aylar bâzan 29, bâzan da 30 gün çeker. İslâm dîninde ibâdetlerin bu aylara göre yapılması emredilmiştir. Bunun sebeblerinden biri, Ramazan ayıdır. Zîrâ Ramazan ayı hicrî kamerî aylardandır. Mîlâdî seneye göre her yıl 10-11 gün evvel başlamaktadır. Onun için 33 senede tam bir devir yaparak senenin bütün günlerinde oruç tutulmuş olmaktadır.
Hicrî takvimde kullanılan arabî ayların adları sırasıyla şunlardır:
1) Muharrem, 2) Safer, 3) Rebî'ül-evvel, 4) Rebî'ül-âhir, 5) Cemâziyel evvel, 6) Cemâziyel âhir, 7) Receb, 8) Şâban, 9) Ramazan, 10) Şevval, 11) Zilka'de, 12) Zilhicce. (M. Sıddîk Gümüş)

KAMERÎ SENE:Ayın yerküresi etrâfında on iki defâ dönmesi esnâsında ortaya çıkan yıl, sene. 354 gün.
Güneş yılı (Şemsî sene) kamerî yıldan 10.875 gün daha uzundur. Bu farktan dolayı 32.5 güneş yılı 33.5 kamerî sene olur. Kamerî sene sayısı, 0.97023 ile çarpılınca, güneş yılı olur. Hicrî şemsî sene sayısı 1.0307 ile çarpılınca, kamerî sene sayısı olu r. (Bkz. Hicrî Kamerî Sene) (M. Sıddîk Gümüş)

KÂMET:Kalkmak, ayakta durmak; farz namazlardan önce okunması sünnet olan ve ezana benzeyen sözler. (Bkz. İkâmet)
Erkeklerin, farz namazlardan önce kâmet okumaları sünnet-i müekkededir (kuvvetli sünnettir). (Halebî)
Ezan ve ikâmeti işiten kimse müezzin ile berâber okur. (İbn-i Âbidîn)
Kâmet de ezan gibidir. Yalnız kâmette kelimelerin aralarında fâsıla verilmez. Bir de Hayye alel felâhtan sonra iki kerre "Kadkâmet-is-salah" söylenir. (İbn-i Âbidîn)

KÂMİL:Tam, eksiksiz, olgun.
Îmânı kâmil olanınız, ahlâkı güzel olanınızdır. (Hadîs-i şerîf-Müslim)
Eğer îmânının kâmil olmasını istersen, kendini müslümanlardan yüksek görme. Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem buyurdular ki: "Bir kişi îmânının kemâlini (olgunluğunu) isterse, kendine insâf versin (tevâzu üzere hareket eylesin) ve fakîr olduğu hâlde sadaka versin. Bu iki huy, îmânı, kemâl derecesine yükseltir. (Süleymân bin Cezâ)
Her mü'min Peygamberimizi malından ve canından daha çok sever. Bu sevgisinin bir alâmeti, sünnetleri yapıp mekruhlardan kaçınmaktır. Bir mü'min bütün bunları yerine getirdikten sonra, mübahlarda da ne kadar ona uyarsa o derece kâmil bir müslüman olur . (İmâm-ı Rabbânî)

KAMÎS:
1. Gömlek, entâri.
Namazda, secdeye yatarken kamîs ve pantolon paçalarını yukarı çekmek mekrûhtur ve bunları yukarı çekip, kıvırıp namaza durmak da mekruhtur. (Halebî)
Resûlullah kamîs giymeyi severdi. Gömleğinin kolları, bileklerine kadar uzundu. (İmâm-ı Tirmizî)
2. Kefenin parçalarından olup, entâri gibi uzun, dikişsiz gömlek. (Bkz. Kefen)
Erkeğin kefeninin üç parça olması sünnettir. Bunlar:
1) İzâr; genişliği bir metreden fazla ve baştan ayağa kadar olan bez parçası. 2) Kamîs; uzunluğu, omuzlardan ayaklara kadar olan uzunluğun iki katıdır. Bu uzunluk ortadan ikiye katlanıp, kat yerinden, baş geçecek kadar, düz kesilir. Kol ve etek yerle ri kesilmez. 3) Lifâfe; uzunluğu başı ve ayağı geçen, baş üstünden ve ayak altından uçları büzülüp bezle bağlanan parça. (İbn-i Âbidîn)

KANÂAT:Yeme, içme ve barınacak yer husûsunda bileğin emeği, alın teri ile kazanılana râzı olmak, başkasının kazancına göz dikmemek. Kanâat, çalışmayıp, sâdece eline geçeni kullanmak, tembel oturup, başka bir şey aramamak değildir. Aksine hırslı hareketlerde n kaçınıp, gönül huzûru ile yaşamaktır.
Allahü teâlâ buyuruyor ki: "Ey kulum! Emir ettiğim farzları yap, insanların en âbidi olursun. Yasak ettiğim haramlardan sakın verâ sâhibi olursun. Verdiğim rızka kanâat eyle, insanların en ganîsi (en zengini) olursun, kimseye muhtâc kalmazsın (Hadîs-i kudsî-Berîka)
İslâmiyet ile şereflenen, hayâtı için yetecek nafakaya sâhib olan ve bunda kanâat eden kimseye ne mutlu. (Hadîs-i şerîf-Nisâb-ul-Ahbâr)
Kanâat tükenmez bir hazînedir. (Hadîs-i şerîf-Nihâye)
Kanâat eden azîz, tama' eden (dünyâ lezzetlerini haram yollardan arayan) zelîl olur. (Hadîs-i şerîf-Nihâye)
Kim kanâat ederse, geçimi iyi olur. Kim tama' ederse, (dünyâ lezzetlerini haram yollardan ararsa) geçim sıkıntısı çeker. (İbn-i Cevzî)

KANDİL GECELERİ:İslâm dîninin kıymet verdiği mübârek geceler. (Bkz. Mübârek Geceler)

KÂNÛN-I İLÂHÎ:
1. Allahü teâlânın kullarının dünyâ ve âhirette huzûr ve seâdete (mutluluğa) kavuşmaları için Peygamberleri (aleyhimüsselâm) vâsıtasıyla insanlara bildirdiği emirleri ve yasakları, İslâmiyet.
2. Allahü teâlânın kâinâtta (varlık âleminde) koyduğu nizâm, düzen.
Yalnız duâ etmekle kendimizi aldatmayalım! Allahü teâlânın kânûn-ı ilâhiyyesine uymadan, sebeblere yapışmadan, çalışmadan duâ etmek mûcize istemek demektir. Müslümanlıkta hem çalışılır, hem de duâ edilir. Önce sebebe yapışmak, sonra duâ etmek lâzımdı r. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)

KAPLAMA MESH:Abdestte başın her tarafının mesh edilmesi. (Bkz. Mesh)
Kaplama mesh şöyle yapılır: İki el ıslatılıp, üç bitişik ince parmak birbirine yapıştırılır. İç tarafları başın önünde saçların üzerine konur. Baş ve şehâdet parmakları hâriç üç parmak, başın arka tarafına doğru çekilir. Başın arkasında üç parmak kal dırılır ve avuç içleri saça değdirilerek öne doğru çekilir. Şehâdet parmağıyla kulak içi ve baş parmakla kulak arkası, elin dış yüzüyle de ense meshedilir. (İbn-i Âbidîn)
 
---> Dini Sözlük

K - 2

KÂR HADDİ:Bir malı satarken, alış fiyatına veya mâliyeti üzerine eklenen fazlalığa, kâra konulan sınır.
Enes bin Mâlik radıyallahü anh buyurdu ki: "Medîne-i münevverede pahalılık oldu. Yâ Resûlallah! Fiyatlar yükseliyor. Bize kâr haddi koyunuz denildi. Resûlullah efendimiz; "Fiyatları koyan Allahü teâlâdır. Rızkı genişleten, daraltan, gönderen yalnız O'dur. Ben, Allahü teâlâdan bereket isterim" buyurdu. (Hadîs-i şerîf-Kitâb-ül-Harâc)
Kâr haddi koymayınız! Fiyat koyan, Allahü teâlâdır. (Hadîs-i şerîf-Dürr-ül-Muhtâr)
Herkes malını, dilediği fiyatla satabilir. İslâmiyet'te kâr haddi diye bir şey yoktur. (İbn-i Âbidîn)
Esnâfın hepsi fiyatları, fâhiş olarak yâni mal oluş fiyâtlarının iki misline çıkarması, millete zarar ve zulüm hâline geldiği zaman; hükûmetin, tüccârlara danışarak, uygun bir kâr haddi koyması câiz olur. Hükümetin koyduğu bu fiyata uymak vâcibdir. (İbn-i Âbidîn)

KARÂBET:Soy, süt ve evlilik yoluyla yakınlık, akrabâlık. (Bkz. Akrabâ)

KARÂMİTA:Milâdî dokuzuncu asırda Hamdan Karmat tarafından kurulan bozuk fırka. İsmâiliyye ve Bâtıniyye de denir.
Kûfe'de tüccârlık yapan Hamdan Karmat, Kûfe yakınındaki Dâr-ül-hicre adını verdiği yere bir konak yaptırıp, burayı müstahkem (sağlam) bir sığınak hâline getirdi. Câhilleri etrafına toplayıp Abbâsî halîfesine karşı isyâna teşvik etti ve bugünkü komüni zmde bulunan mülkiyette ortaklık fikrini savundu. Karamita veya Karmatîlik adı verilen bozuk yolunu kurdu. İslâm dîninin emir ve yasaklarının bir çoğunun yersiz ve geçersiz olduğunu söyledi. (Abdülkâhir Bağdâdî)
Mecûsîler yâni ateşe tapanlar, İslâm dîninin yayılmasını önleyebilmek için, reisleri Hamdan Karmat 890 (H. 227)da Karmatî isyânını başlattı. Karamita devletini kurdu. Karmatîler, Ehl-i sünnet müslümanlara zulm edip şehîd ettiler. İslâm beldelerini ha râb edip hac yollarını kestiler. Mekke-i mükerremeyi işgâl ettiler. Hacer-ül-esved'i Kâbe'den çıkarıp Basra'ya getirdiler. Cennet, dünyâ lezzetleri; Cehennem de, dînin emirlerini yapıp yasaklarından kaçınmaktır, dediler. Haramlara, güzel san'at ismini verdiler. İslâm dîninin kötü huy, fuhş (çirkin işler) dediği ahlâksızlıklara moral eğitimi diyerek gençleri sefâhete (bozuk işlere) sürüklediler. Devletleri İslâmiyet'e çok zarar verdi. 938 (H. 372)'de Allahü teâlânın gadabına yakalanıp mahvoldular. (Şehristânî)
Mazdek tarafından ortaya atılan komünist fikirleri temel alan Karamitaya göre, bütün fertlerin mallarının birleştirilmesi farzdır. Nikâh (evlenme) müessesesini de kabûl etmeyen Karmatîler, kadınlarda da ortaklığı kabûl ediyorlardı. Kıble olarak Mekke -i mükerremeyi değil, Kudüs'ü kabûl eden Karamita fırkası, şarap ve benzeri içkileri helâl sayarlar. (Abdülazîz Dehlevî)

KÂRÎ:Kur'ân-ı kerîmi ezberleyen ve okuyan.
Nice kâriler vardır ki, Kur'ân-ı kerîm onlara lânet eder. (Hadîs-i şerîf-Keşf-ül-Hafâ)
Zamânımızda, Kur'ân-ı kerîm okurken tegannî yapan kârilerin nâmelerini işiterek; "Ne güzel okudu!" diyen kimsenin îmânı gider. (İmâm-ı Mâtürîdî)

KÂRİN HACI:Hac ile ömreye birlikte niyyet eden. Önce ömre için Kâbe-i muazzamayı tavaf ve sa'y edip, sonra ihrâm elbisesini çıkarmadan ve traş olmadan, hac günlerinde hac için, tekrâr tavaf ve sa'y yapan. (Bkz. Hac)
Kârin hacılar taş atıp, tıraş oluncaya kadar ihrâmı çıkarmayacağı için, ihrâmın men ettiği şeylerden her gün sakınmaları lâzım olur. Bu şeylerden sakınamayacak kimselerin mütemettî' hacı olması uygundur. (İbn-i Âbidîn)

KARÎNE:Emâre, alâmet. Bir şeyin hakîkatine delil olan şey.
Ağızda şarap kokusu, içki içildiğine karînedir. (Lübâb)

KARZ-I HASEN:Ödünç verme, çarşıda benzeri bulunan herşeyi, belirsiz bir zaman sonra, aynısı geri verilmek üzere verme.
Bir adam Cennet'e girince, Cennet kapısının üstünde; "Sadaka veren, on katını alır; karz-ı hasen veren de, verdiğinin on sekiz katını alır" yazısını görür. (Hadîs-i şerîf-Câmi-us-sahîh, Müsned, Mu'cem-ül-Kebîr)
Karz-ı hasen verirken; şu gün ödeyeceksin şeklinde zaman tâyin etmemeli (bildirmemelidir). Çünkü zaman tâyin ederse, malı, misli yâni benzeri ile veresiye satmış olur ki, bu fâizdir. (Hamzâ Efendi)
Allahü teâlâ kendisine karz-ı hasenle borç verenleri bol bol mükâfâtlandıracağını ve onları Cennetlere koyacağını bildirmiştir. (İmâm-ı Şâtıbî)

KASD:Teşebbüs, niyet; bilerek, isteyerek, kalbe gelen bir fikri, düşünceyi yapmak için karar verme.
Allahü teâlâ, kullarına merhâmet ederek, onların işlerinin yaratılmasını, onların kastlarına, arzûlarına tâbi kılmıştır. Kul isteyince, kulun işini yaratmaktadır. Bunun için de, kul mes'ûl (sorumlu) olur. İşin sevâbı ve cezâsı, kula olur. (İmâm-ı Rabbânî)
Kerâhet-i tahrîmiyye (harama yakın olup, amelin sevâbını gideren şeyi) işleyen, eğer kast ile işlerse âsî (isyân edici) ve günâhkâr olur. (Kutbüddîn İznikî)

KASEM:Yemîn. Bir işi yapmak veya yapmamak için Allahü teâlânın ismini söyleyerek söz verme. (Bkz. Yemîn)

KÂSİD:İşlemez, revâçsız, kıymetsiz. Çarşıda pazarda geçmez olan para. (Bkz. Kesâd)

KASÎDE-İ BÜRDE:İslâm âlimlerinin meşhûrlarından ve evliyânın büyüklerinden Muhammed bin Saîd Busayrî hazretlerinin, sevgili Peygamberimizi öven meşhûr kasîdesi. Bu kasîdeyi rüyâsında Peygamber efendimize okuduğu ve Peygamber efendimiz de ona bürdesini yâni hırkasın ı hediye ettiği için bu kasîdeye Kasîde-i Bürde denilmiştir.
İmâm-ı Busayrî hazretleri felç olmuş, bedeninin yarısı hareketsiz kalmıştı. Bu sırada Peygamber efendimizi medh eden, öven bir kasîde yazdı. Rüyâda Resûlullah'a okudu. Peygamber efendimiz kasîdeyi beğenip, arkasından mübârek hırkasını çıkardı ve İmâm -ı Busayrî'ye giydirdi. Bedeninin felçli yerlerini de mübârek eli ile sığadı. Uyandığında, Resûlullah efendimizin bereketiyle şifâ bulup, vücûdunda felç kalmadığını gördü. Hırka-i Seâdet de arkasında idi. Onun için bu kasîdeye Kasîde-i Bürde denildi. Bürde, hırka palto demektir. İmâm-ı Muhammed bin Saîd Busayrî 1295(H. 695) senesinde vefât etti. (M. Sıddîk bin Saîd)
Çeşitli dillerde doksandan fazla şerhleri (açıklamaları) olan Kasîde-i Bürdeye, Kasîde-i Bür'e (Şifâ kasîdesi) diyenler de olmuştur. (Kâtib Çelebi)
Kasîde-i Bürde'den bâzı beytlerin tercümesi şöyledir: Hazret-i Muhammed'in kerem (cömertlik) yağmurlarından, Bir damla olmak ister, bilcümle peygamberân. Zâhirî ve bâtınî, rûhânî ve cismânî, Varlıkların hepsinden odur Hakk'a sevgili. Hudutsuzdur zâtının fazîlet ve kemâli, Mümkün değil anlatma dil ile kemâlini.

KASÎDE-İ EMÂLÎ:Ehl-i sünnet vel-cemâat îtikâdını anlatan ve altmış yedi beytten meydana gelen meşhûr kasîde. Kasîdenin asıl adı Bed-ül-Emâlî olup, yazarı Ali Ûşî'dir.
Eskiden her din âlimi Kasîde-i Emâlî'yi ezbere bilirdi. (Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî)
Kasîde-i Emâlî'nin çeşitli dillerde yazılmış şerhleri yâni açıklamaları vardır. Bunlardan en kıymetlisi, Muhammed bin Süleymân el-Halebî'nin yazdığı Nühbet-ül-Leâlî'dir. (Kâtib Çelebi, Muhammed Reyhavî)
Kasîde-i Emâlî'nin beytlerinden bâzısının Türkçe tercümesi şöyledir: Mevlâmız mahlûkların ilâhıdır biliniz. Kemâl sıfatlarla muttasıftır (sıfatlanmıştır) Rabbimiz. Münezzehtir Rabbimiz, hanımdan hizmetçiden, Oğlu ve kızı yoktur, berîdir her birinden. Cennet ile Cehennem ebedî olacaktır. İçlerinde olanlar devamlı kalacaktır. Îmândan sayılmazlar bütün hayırlı işler, İbâdetler îmânın parçası değildirler. Ehl-i sünnet üzere tevhîd hakkında yazdım, Fevkalâde bal gibi te'sirli oldu nazmım. Bu nazm mü'min kalblere rahatlık, neş'e verir, Âb-ı zülâl gibidir, ruhlara hayât verir.

KASR-ISALÂT:Seferde, yolculuk hâlinde dört rek'atli farzları iki rek'at kılmak. (Bkz. Müsâfir)

KASVET:Katılık, sertlik, kalbden hayır (iyilik) ve yumuşaklığın çıkması.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyuruyor ki:
Ne var ki bunlardan sonra yine kalblerinize kasvet geldi. İşte onlar (yâni kalbleriniz) şimdi katılıkta taş gibi, yâhut daha da ileri. Çünkü, taşlardan öylesi var ki, içinden ırmaklar fışkırır. Öylesi de var ki, çatlar da ondan su kaynar. Taşlardan bir kısmı da, Allah korkusuyla yukarıdan aşağı düşer. Allah, yapmakta olduklarınızdan aslâ gâfil değildir. (Bekara sûresi: 74)
Lüzumsuz çok konuşmak kalbe kasvet verir. (Hadîs-i şerîf-Tirmizî)
...Kasvetli kalb, Allahü teâlâdan uzaktır. (Hadîs-i şerîf-Muvattâ)
Zevk ve safâ sürmek için çok yaşamayı isteyen tûl-i emel sâhibleri; ibâdetleri vaktinde yapmazlar, tövbe etmeyi (günâhlara pişmân olmayı) terk ederler, kalbleri kasvetli olur, ölümü hâtırlamazlar, vâz ve nasîhatten ibret almazlar. (Muhammed Hâdimî)
Kalbinde kasvet bulunan kimse; tûl-i emel sâhibi olur, Allahü teâlâyı unutur, nefsinin arzu ve isteklerine uyar. (Senâullah Pâni Pûtî)
Allahü teâlâ, Mûsâ aleyhisselâma şöyle vahy etti (bildirdi): "Uyanık ol, kendine dost ara, sevincine ortak olmayan bir dostu kendinden uzaklaştır, onunla arkadaşlık etme; çünkü böyle bir dost, kalbine kasvet verir..." (Muhammed bin Nadr Hârisî)
Halâveti (mânevî tadı) üç şeyde arayınız: Namazda, zikirde (Allahü teâlâyı anmada), Kur'ân-ı kerîm okumada. Eğer buralarda halâveti bulamadıysanız, biliniz ki, kalbiniz kasvet sebebi ile kapalıdır. (Hasan-ı Basrî)
Harama bakmak, kalbe kasvet verir. (Bişr-i Hafî)

KÂTI-I TARÎK-I İLÂHÎ:İnsanların Allahü teâlânın emirlerine ve yasaklarına uymalarına ve rızâsına kavuşmasına mâni olan, hidâyet ve saâdetlerini engelleyen, saptırıcı, yol kesici.
İnsanların îmân etmesine, İslâmiyet'i öğrenmelerine ve İslâmiyet'e uymalarına mâni (engel) olan din düşmanları kâtı-ı tarîk-ı ilâhîdirler. (İmâm-ı Rabbânî)
Din bilgilerinde hakîkî âlimlerin bildirdiklerine tâbi olmayan ve kendi akıllarına ve keyflerine göre hüküm veren sapık din adamları, kâtı-ı tarîk-ı ilâhîdirler. (İmâm-ı Rabbânî)
Tasavvufta yetişmemiş, kemâle ermemiş ve kendisine mürşîd (rehber) ismini ve süsünü veren sahte tarîkatçılar kâtı-ı tarîk-ı ilâhîdirler. Onların sohbetleri öldürücü zehirdir. (Muhammed Ma'sûm)

KAT'Î DELÎL:Kesin delil. Âyet-i kerîmeler ve tevâtürle bildirilen mânâsı açık hadîs-i şerîfler.
Kur'ân-ı kerîmde, kat'î delîl ile ve söz birliği ile anlaşılmış emirlere farz denir. Ve yine Kur'ân-ı kerîmde; "Yapmayınız" diye kat'î delîl ile yasaklanan şeylere haram denir. (İbn-i Âbidîn)

KAT'-İ RAHM:Sıla-i rahmi yâni akrabâ ile görüşmeyi, haberleşmeyi kesme.
İçlerinde kat'-i rahm edenin bulunduğu bir topluluğa (cemâate) rahmet inmez. (Hadîs-i şerif-Edeb-ül-Müfred)
Kat'-i rahm, büyük günâhtır. Erkek olsun, kadın olsun zî rahm-i mahrem (nikâhlanmak, evlenmek haram olan) akrabâyı ziyâret etmek vâcibdir. (Abdülganî Nablüsî)

KÂTİL:İnsan öldüren.
Kâtilin ölmesi veya velîlerin affetmesi yâhut mal vererek anlaşmaları ile, kısâs (kâtilin öldürülmesi) sâkıt olur (düşer). (İbn-i Âbidîn)
Kâtile kısâs yapmaya hakkı olan velî, maktûlün yâni öldürülenin vârisleri yâni mîrasçılarıdır. (İbn-i Nüceym)

KATL:İnsan öldürme.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmelerde meâlen buyurdu ki:
... (Kısas ve zinâ gibi şeylerden dolayı meşrû) bir hak olmadıkça, Allah'ın haram ettiği cânı katl etmeyin... (En'âm sûresi: 151)
Ekber-i kebâir (büyük günahlar) : Bir şeyi Allahü teâlâya ortak etmek, adam katl etmek, anaya-babaya karşı gelmek, yalancı şâhidlik yapmaktır. (Hadîs-i şerîf-Sahîh-i Buhârî)
Yol kesiciler, döğüşürken katl edilirse, yıkanmaz ve namazları kılınmaz. (İbn-i Âbidîn, Kâşânî)

KATOLİK:Hıristiyanlıktaki mezheblerden biri. Roma kilisesinin kendine verdiği ad. Katolik kilisesine mensup kimse. Merkezi Roma'da (Vatikan'da) olup, rûhânî lideri papadır.
Roma imparatoru Konstantin, 310 senesinde hıristiyanlığın yayılmasına izin verdi ve kendi de hıristiyan oldu. İstanbul şehrini yaptı. Roma'dan İstanbul'a taşındı. Mîlâdın 395. senesinde Roma devleti ikiye ayrıldı. Roma'daki papaya tâbi olanlara katol ik, İstanbul'daki patriğe bağlı olanlara ortodoks denildi. (Ahmed Cevdet Paşa, Harputlu İshâk Efendi)
1572 yılı Ağustos ayının yirmi dördüncü günü St. Barthalmi yortusunda katolik olan dokuzuncu Şarl (Carl) ve kraliçe Katerina'nın emri ile Pâris civârında altmış bin Protestan öldürüldü. Meşhûr Fransız edîbi Voltaire 1759'da yazdığı Candide adlı eseri nde, katolik papazların, yanlış telkinde bulunduklarını ve fen düşmanlığı aşıladıklarını, dînî akîdeleri (inançları) bozduklarını ve çeşitli hîlekârlıkta bulunduklarını yazmaktadır. (M. Sıddîk Gümüş)

KAVED:Kısas olarak, öldüreni öldürme. (Bkz. Kısas)
Bir insanı haksız olarak, amden (kasten, bile bile) öldüren kimseye kaved lâzım olur. (İbn-i Âbidîn)
Muhârebede, iki tarafın askeri karıştığı zaman, kâfir sanarak, müslümanı amden (kasten, bilerek) öldürene kaved lâzım gelmez. (İbn-i Âbidîn)

KAVİYY (El-Kaviyyü):Allahü teâlânın Esma-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Her şeyi tam olarak yaratmakta kuvvet sâhibi olan, her şeyi yaratıp, varlıkta devâm ettiren; dilediğini yapmak kendisine zor gelmeyen.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Şüphesiz Allahü teâlâ Kaviyy'dir. Îmândan yüz çevirene ıkâbı (azâbı) şiddetlidir. (Enfâl sûresi: 52)
El-Kaviyy ism-i şerîfini söyliyenin cismine, bedenine kuvvet gelir. (Yûsuf Nebhânî)

KAVL:Müctehid (Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden din bilgilerini elde edebilen) âlimlerin bir işin hükmünü bildiren sözü yâni re'yi, ictihâdı.
Öğle namazının vakti, zevalden yâni her şeyin gölgesi en kısa olduğu zamandan, kendi boyu kadar veya boyunun iki misli uzayıncaya kadar devâm eder. Birincisi, İmâmeyn'in (İmâm-ı Ebû Yûsuf'la, İmâm-ı Muhammed'in) kavli, ikincisi, İmâm-ı a'zam'ın kavli dir. Şimdi ikindi ezânları, İmâmeyn'in kavline göre okunmaktadır. (M. Sıddîk bin Saîd)

Kavl-i Kadîm:İmâm-ı Şâfiî'nin Bağdâd'daki ilk ictihâdlarına (Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerden çıkardığı hükümlere) verilen ad. Bunlara onun mezheb-i kadîmi de denir. İmâm-ı Şâfiî, kavl-i kâdimini el-Hucce adlı eserinde topladı. Mısır'a yerleşince, muhîtin (y örenin) örf ve âdetlerini de nazar-ı îtibâra (dikkate) alarak yaptığı yeni ictihâdlarına kavli cedîd (yeni ictihâdları) denildi.
Keffâret-i iskât yâni meyyiti (ölüyü) namaz, oruç gibi dünyâda iken yerine getiremediği borçlarından kurtulmak için, borcu kadar, fidye denilen belli miktârda mal veya paranın fakirlere dağıtılması husûsunda vasiyet etmedi ise, velînin (meselâ babası nın) keffâret iskatı yapması Hanefîde lâzım olmaz. Şâfiî mezhebinde vasiyet etmedi ise de, velînin iskat yapması lâzımdır. Şâfiî'nin kavl-i kadîmine göre, velîsi meyyitin namaz ve oruçlarını kazâ eder. (Muhammed Mazharî)

KAVME:Namaz kılarken rükûdan kalkıp uzuvlar hareketten kesildikten sonra en az bir kerre sübhânallah diyecek kadar ayakta durmak.
Namâzı cemâat ile kılmak ve tümânînet (uzuvların hareket etmemesi) ile kılmak, rükûdan sonra kavme yapmak ve iki secde arasında celse yapmak (sübhânallah diyecek kadar durmak) sünnettir. Kavmenin ve celsenin farz olduğunu bildiren âlimler de vardır. (Abdullah-ı Dehlevî)
Peygamber efendimiz, bir gün Eshâb-ı kirâmına; "Hırsızların büyüğü kimdir bilir misiniz?" buyurdu. "Bilmiyoruz. Siz buyurun!" dediklerinde; "Hırsızların büyüğü, namazından çalandır ki, namazın erkânını tamam yapmaz" buyurdu. Bu hırsızlıktan da sakınmalıdır ve büyük hırsız olmaktan kurtulmalıdır. Niyeti doğru yapmalıdır. Niyet doğru olmazsa, ibâdet sahîh, doğru olmaz. Kırâati doğru okumalıdır. Rükû'u, secdeleri, kavmeyi ve celseyi, itminân ile yapmalıdır. Yâni rükû'dan kalkınca tam dikilip, bir t esbîh miktârı durmalı ve iki secde arasında doğru oturup yine bir tesbih miktârı öyle durmalıdır. Böylece, kavmede ve celsede, itminân (tumânînet, hareketsizlik) hâsıl olur. Böyle yapmayanlar, hırsızlardan olur ve çok azâblara yakalanır. (İmâm-ı Rabbânî)

KAYLÛLE:Gün ortasında bir miktâr uyuma. Kaylûle öğleden önce de sonra da yapılabilir.
Kaylûle etmek Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem âdet-i şerîfesi idi. O'na uyan bir kimsenin bir parça kaylûle etmesi, O'na uymaksızın birçok geceleri ibâdetle geçirmekten kat kat daha kıymetlidir. (İmâm-ı Rabbânî)
Gece yemeği gündüz orucuna yardımcı olduğu gibi, kaylûle etmek de gece ibâdetine yardımcıdır. Gece ibâdetine kalkmayacak bile olsa bu vakitlerde uyumak lüzumsuz dedikodu yapmaktan daha makbûldür. (İmâm-ı Gazâlî)
İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe her gün sabah namazını câmide kılıp öğleye kadar suâlleri olanlara cevab verir, öğleden önce oturduğu yerde kaylûle yapardı. (Temîmî, Mekkî)

KAYYÛM (El-Kayyûm):Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Yaratıcı ve mahlûkları yerlerinde ve varlıkta durdurucu.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
O, kendinden başka ilâh bulunmayan Allahü teâlâdır. Hayy ve Kayyûm'dur. (Bekara sûresi: 255)
Hergün on altı defâ tenhâ bir yerde El-Kayyûm ismi şerîfi ahmağa okunursa, Allahü teâlânın izniyle abtallığı gider, hâfızası kuvvetlenir. (Yûsuf Nebhânî)

Kayyûm-i Âlem:Kayyûmiyyet makâmında bulunan velî zât. İnsanların âhirete âit derece ve seâdetleri bu mertebedeki velîlerin imdâdına verildiğinden kayyûm denilmiştir.
Kutb-ı irşâd, kayyûm-ı âlemdir. Îmân sâhibi olmak, hidâyete kavuşmak, ibâdet yapabilmek, günâhlara tövbe edebilmek kutb-i irşâdın feyzleri ile olur. Kayyûm-ı âlem olan ârif, bir asırda birden çok olmaz. Belki uzun asırlardan, devirlerden sonra zuhûr eder. (Muhammed Ma'sûm)

KAZÂ:Allahü teâlânın ezelde irâde ve taktir buyurduğu şeyleri, zamânı gelince, ilim ve irâdesine muvâfık (uygun) olarak yaratması. Kazâ gelmez Hak yazmayınca, Belâ gelmez kul azmayınca.
(M. Sıddîk bin Saîd)

Kazâ Etmek:Namaz, oruç gibi farz ve vacib bir ibâdeti vakti çıktıktan sonra yapmak.
Farzı kazâ etmek farzdır. Vâcibi kazâ etmek ve bozulan sünnet ve nâfileleri iâde (yeniden yapmak) vâcibdir. Vaktinde kılınmayan sünneti kazâ etmek emr olunmadı. Bu sünneti kazâ ederse, nâfile olur ve sünnet sevâbına kavuşamaz. (Alâüddîn-i Haskefî)

Kazâ-i Muallak:Allahü teâlânın yaratılmasını şarta bağlı olarak takdîr ettiği ve şart meydana gelince yarattığı şeyler.
Kazâ-i muallakı hiçbir şey değiştiremez. Yalnız duâ değiştirir ve ömrü yalnız, iyilik artırır. (Hadîs-i şerîf-İhyâu Ulûmiddîn)
Kazâ, iki kısımdır. Kazâ-i muallak, kazâ-i mübrem. Birincisi şarta bağlı olarak yaratılacak şeylerdir ki, bunların yaratılma şekli değişebilir veya hiç yaratılmaz. Kazâ-i muallak da iki kısımdır. Birincisinin bağlı olduğu sebepler levh-i mahfûzda gös terilmiş, meleklere bildirilmiştir. İkincisinin sebeplerini ancak Allahü teâlâ bilir. Levh-i mahfûzda kazâ-i mübrem gibi görülen bu kazâ-i muallak da birincisi gibi değiştirilebilir. (İmâm-ı Rabbânî)
Kazâ-i muallak levh-i mahfûzda yazılıdır. Eğer bir kimse iyi amel yapıp duâsı kabûl olursa, o kazâ değişir. Hadîs-i şerîfte buyruldu ki: "Kader tedbîr yâni sakınmakla değişmez. Fakat kabûl olan duâ o belâ gelirken korur." Duânın belâyı defetmesi de kazâ ve kaderdendir. Kalkan oka siper, sulu yer otun yetişmesine sebeb olduğu gibi duâ da Allahü teâlânın merhametinin gelmesine sebeptir. (İmâm-ı Gazâlî)

Kazâ-i Mübrem:Allahü teâlânın şarta bağlı olmaksızın yaratılmasını takdîr ettiği, yaratılması muhakkak olan şeyler.
Kazâ, yâni Allahü teâlânın yarattığı şeyler iki kısımdır: Kazâ-i muallak, kazâ-i mübrem. Kazâ-i mübrem hiçbir zaman değişmez. Muhakkak yaratılır. Kaf sûresinin "Sözümüz değiştirilmez" meâlindeki yirmi dokuzuncu âyet-i kerîmesi kazâ-i mübremi bildirme ktedir. (İmâm-ı Rabbânî)
Necmeddîn-i Kübrâ hazretleri, 1221 (H. 618) yılında Harezm'e Cengiz askeri Tatarlar hücum edince, talebelerine; "Memleketinize gidiniz. Şarktan (doğudan) fitne ateşi geliyor. Her tarafı yakacaktır. İslâm târihinde bu kadar fitne görülmemiştir" buyurd u. Talebeleri; "Duâ buyurun da bu belâ müslüman memleketlerinden uzaklaşsın" deyince; "Bu, kazâ-i mübremdir. Duâ bunu gidermez" buyurdu. (Molla Câmi)

Kazâ Namazı:Vakti çıktıktan sonra kılınan namaz.
Tertîb sâhibi olup bir namazı uykuda geçiren veya unutan kimse, sonraki namazı cemâat ile kılarken hatırlasa, imâmla namazı bitirip, sonra önceki namazını kazâ etsin. Bundan sonra imâmla kıldığını tekrar kılsın. (Hadîs-i şerîf-Dürr-ül-Muhtâr)
Farz namazı, İslâmiyet'te bildirilen bir özrü olmadan kazâya bırakmak haramdır, büyük günâhtır. Bu günâh kazâ edince affolmuyor. Kazâ ettikten sonra ayrıca tövbe etmek de lâzımdır. Kazâ edince sâdece namazı kılmamak günâhı affolur. Kazâ kılmadan tövb e edince namazı terk günâhı affolmadığı gibi, te'hir (geciktirme) günâhı da affolmaz. Çünkü tövbenin kabûl olması için günahtan sıyrılmak şarttır. (Alâüddîn-i Haskefî)
Farz ve vâcib olan namazlar vaktinde kılınmazlarsa, kazâ edilmeleri emr olundu. Sünnet namazların yalnız vaktinde kılınmaları emr olundu. Vaktinde kılınmayan sünnet namazlar, insanın üzerinde borç kalmaz. Bunun için vaktinden sonra kazâ edilmeleri em rolunmadı. Sabah namazının sünneti vâcibe yakın olduğundan, o gün öğleden önce farzı ile kazâ edilir. Sabah sünneti öğleden sonra, başka sünnetler ise hiçbir zaman kazâ edilmez. Kazâ olursa, sünnet sevâbı hâsıl olmaz. Nafile kılınmış olur. (Kara Çelebizâde)
Farz ve vâcib olan bir namazı, bile bile kazâya bırakabilmek için iki özür vardır. Biri düşman karşısında olmaktır. İkincisi üç günlük yol gitmeğe niyeti olmasa bile yolda bulunan kimsenin hırsızdan, yırtıcı hayvandan, selden, fırtınadan korkmasıdır. (İbrâhim Halebî)
Üzerinde kazâ namazı borcu olanın nâfile namazı kılması câiz olmaz. Çünkü Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem): "Farzlar yerine getirilmedikçe, Allahü teâlâ nâfileleri kabûl etmez" buyurdu. (Mecma'-ül-Fetâva)

Kazâ Orucu:Oruç tutmamayı mubâh kılan (dînde bildirilen) bir özür sebebiyle vaktinde tutulamayan veya tutarken bir özür sebebiyle yâhut kast (bilerek) olmadan bozulup, Ramazân bayramının birinci, Kurban bayramının birinci, ikinci ve üçüncü günleri dışındaki zam anlarda gününe gün tutması gereken Ramazân-ı şerîf orucu.
Hasta hastalığının artmasından veya iyi olmasının gecikmesinden yâhut şiddetli ağrı gelmesinden, hasta bakıcı hastalanarak onlara bakamayıp helâk olmalarından korkar ise, oruç tutmayıp sonra orucu kazâ eder. (İbn-i Âbidîn)
Kazâ orucu arka arkaya olduğu gibi ayrı ayrı günlerde de tutulabilir. Hastalık veya ihtiyarlık (yaşlılık) sebebiyle orucunu tutamayıp fidye veren kimse, daha sonra kuvvetlenir veya sağlığına kavuşursa, Ramazan oruçlarını ve tutamadığı oruçlarını tuta r. (İbn-i Âbidîn)

Kazâ ve Kader:Allahü teâlânın meydana gelecek hâdiseleri ilm-i ezelîsi (başlangıcı olmayan ilim sıfatı) ile ezelde (başlangıcı olmayan öncelerde) bilip takdîr etmesi ve bu hâdiselerin zamânı gelince, Allahü teâlâ tarafından yaratılması ve meydana çıkması. Allahü t eâlânın birşeyin varlığını ezelde bilip, takdîr etmesine kader, kaderin yâni varlığı dilenilen şeyin zamânı gelince yaratılmasına kazâ denir. Kazâ ve kader kelimeleri birbirinin yerine de kullanılır.
Kazâ ve kaderime râzı olmayan, beğenmeyen, gönderdiğim belâlara sabretmeyen benden başka Rab arasın. Yeryüzünde kulum olarak bulunmasın. (Hadîs-i kudsî-Mektûbât-ı Rabbânî)
Îmânın şartlarından biri de kazâ ve kadere hayr ve şerrin Allahü teâlâdan geldiğine inanmaktır. Cenâb-ı Hak her kulunun başından geçecek her şeyi önceden bilir. Kaderi değiştirmek kimsenin elinde değildir. Dilerse cenâb-ı Hak değiştirir. Kader, cenâb -ı Hakk'ın kullarından gizlediği bir sırrıdır. (Kemâhlı Feyzullah Efendi)

KAZF:Atmak. İffetli (temiz) erkek veya kadına zinâ isnâd etmek.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
İffetli müslüman kadınlara kazf edip sonra (bunu isbât için) dört şâhit getiremeyenler (var ya), işte bunlara seksen değnek vurun. (Hiçbir şey hakkında) bunların şâhidliklerini ebediyyen kabûl etmeyin. Bunlar asıl fâsıklardır (günâhkârlardır) . (Nûr sûresi: 4)
İnsanı tehlikeye düşüren yedi şeyden sakının. Allahü teâlâya şirk (ortak) koşmak, sihirle (büyüyle) uğraşmak, haksız yere adam öldürmek, fâiz yemek, yetim malı yemek, harbde düşmandan kaçmak ve muhsan (nâmuslu, temiz, evli) müslüman kadınlara kazf etmek. (Hadîs-i şerîf-Buhârî)
İslâmiyet'te muhsan (evli) olan erkek veya kadına kazf büyük günâhtır. (Alâeddîn-i Haskefî)
Kazf edilen kimsenin istemesi ile, kazf edene had (seksen sopa) vurulur. (İbn-i Âbidîn)

Kazf Haddi:Muhsan olan erkek veya kadına zînâ isnâd edenlere (iftirâda bulunanlara) verilen sopa cezâsı. (Bkz. Had)
 
---> Dini Sözlük

K - 3

KEBÂİR:Büyük günâhlar. Müfredi (tekili) kebîredir.
Kebîre sâhibi îmândan çıkmaz. Kebîre sâhibinin hâli Allahü teâlânın irâdesine kalmıştır. Dilerse bağışlar, dilerse azâb eder. (İmâm-ı Rabbânî)
Kebîre işlemek küfr değil, fısktır, emre itâattan çıkmaktır. (İmâm-ı Rabbânî)
Büyük günâh işleyenin îmânı gitmez. Harama helâl derse, îmânı gider. Günâhlar ikiye ayrılır: Kebâir, büyük günâhlardır. Meselâ: 1) Bir şeyi Allahü teâlâya ortak etmek. Buna şirk denir. Şirk, küfrün en kötüsüdür. 2) Bir insanı veya kendini öldürmek. 3 ) Sihir yâni büyü yapmak. 4) Yetim malı yemek. 5) Fâiz alıp vermek. 6) Muhârebede düşman karşısından kaçmak. 7) Temiz kadınları kazf etmek, yâni nâmuzsuz demek. Her günâhın büyük olmak ihtimâli vardır. Hepsinden kaçınmak lâzımdır. (Teftâzânî, Reyhâvî)

KEBÎR (El-Kebîr):Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Varlığından önce yokluk geçmemiş olan.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
O'ndan (Allah'tan) başka tapdıkları hiç şüphesiz bâtıldır, yok olucudur. Şüphesiz Allahü teâlâ yücedir, Kebîr'dir. (Lokman sûresi: 30)
El-Kebîr ism-i şerîfini söyliyene, ilim ve mârifet kapısı açılır. (Yûsuf Nebhânî)

KEFÂLET:Kefillik. Kefîl olmak. Bir kimsenin, borcunu ödememesi, taahhüdünü (verdiği sözü) yerine getirmemesi hâlinde onun yerine borcu ödemeği, sözü yerine getirme mes'ûliyetini (sorumluluğunu) alacaklıya karşı üzerine almak.
Kefâletin ihtivâ ettiği (taşıdığı) birçok güzel taraflar vardır. Bunlardan birisi, malının zâyi (yok) olacağı, alamayacağı korkusunda bulunan alacaklı kişinin bu düşüncesini ondan atma; ödeyemediği takdirde şahsına bir zarar geleceği korkusu taşıyan borçlunun bu korkusunu gidermek her iki tarafın karamsar (kötü) düşüncelerini yok etmesi gibi faydaları taşır. Bu da her iki taraf için bir nîmettir. Kefâlet, âlicenâblığın gereği bir iştir. (İbn-i Hümâm)
Ukûbâtta (cezâlarda) kefâlet sahîh değildir (olmaz). Birinin yerine, kefîli îdâm edilmez. (Ali Haydar Efendi)

KEFEN:Vefât eden kimsenin yıkandıktan sonra sarılarak defnedildiği beyaz bez parçaları.
Âdem aleyhisselâm vefât edince, melekler Cennet'ten hanût ve kefen getirdiler. Su ve sedr yaprağı ile yıkadılar. Üçüncüsünde kâfûr koydular. Üç kefen ile kefenlediler. Namazını kıldılar. Lahd yaptılar. Defn ettiler. Sonra çocuklarına dönerek; "Ey Âdemoğulları! Ölülerinize böyle yapınız" dediler. (Hadîs-i şerîf-Fetevâ-i Fıkhıyye)
Ölülerin kefenlerini güzel yapın. Zîrâ onlar kendi aralarında birbirlerini ziyâret ederler ve kefenlerinin güzelliği ile iftihâr ederler. (Hadîs-i şerîf-Dürrü'l-Muhtâr) Kefen, erkek için üç, kadın için beş parçadır. Erkeğin kefeni; izâr (genişliği bir metreden fazla baştan ayağa kadar olan bez parçası), kamîs (entâri gibi uzun gömlek) ve lifâfe (başı ve ayakları geçecek uzunlukta, baş üstünden ve ayak altından uçlar ı büzülüp bezle bağlanan kısım). Kadınların kefeni ise, kamîs, îzâr, lifâfe, himâr (baş örtüsü) ve göğüs bezidir. (Zeylâî)
Kefenin, meyyitin (ölenin) kendi helâl malından olması, başkasının vermesinden daha iyidir. Diri iken helâl kefen hazırlamak iyidir. (Halebî)
Sâlihlerin, velîlerin çamaşırından, elbisesinden kefen yapmak veya kefen içine bunlardan yüzüne göğsüne koymak faydalıdır. (S. Abdülhakîm Arvâsî) Bir kefendir âkıbet sermâye-i bây u fakîr Varlığa mağrur olan mecnûn değil de, yâ nedir. (Lâ Edrî)

Kefen-i Farz:Erkek veya kadının vefât ettiğinde sarılarak örtüldüğü bezlerden bir parçası. Buna kefen-i zarûret (lâzım olan kefen) de denir.
Kefen-i farz, erkekler ve kadınlar için bir parçadır. (Kutbüddîn-i İznikî)
Kefen-i farz olarak (zarûret hâlinde) erkeğe ve kadına yalnız lifâfe (başı ve ayağı geçen uzunlukta, baş üstünden ve ayak altından büzülüp bezle bağlanan kısım) lâzımdır. (Halebî)

Kefen-i Kifâye:Fakir veya çok borçlu olarak vefât etmiş erkek ve kadın için yeterli sayılan ve bedeni örtecek kadar olan kefen.
Erkeklere kefen-i kifâye olarak îzâr (genişliği bir metreden fazla baştan ayağa kadar olan bez parçası) ve lifâfedir. (Halebî)
Kadınların kefen-i kifâyesi; izâr, lifâfe ve himâr yâni baş örtüsüdür. Çünkü kadınlar hayatta iken bu üçü ile örtünürler. (İbn-i Nüceym)

Kefen-i Sünnet:Vefât eden erkek için üç, kadın için beş parça olan bez parçası.
Erkek için kefen-i sünnet üç parça, yâni izâr, kamîs (entâri gibi uzun gömlek) ve lifâfedir. Kadın için, kamîs, izâr, lifâfe, himâr (baş örtüsü) ve göğüs bezidir. (Halebî)

KEFFÂRET:Örtmek. Allahü teâlânın bâzı hususlarda kullarının kusur ve günahlarını affetmek ve örtmek için vesîle yaptığı şeylerden her biri. Çoğulu keffârâttır. Keffâretler, bir bakımdan ibâdet, bir bakımdan cezâ durumundadır. Keffâret, katl (insan öldürme), z ıhar, yemîn, oruç ve hac keffâreti olmak üzere beş kısımdır.
Büyük günahlardan kaçınmak şartıyla, beş vakit namaz ve Cumâlar, aralarındaki küçük günâhlara keffârettirler. (Hadîs-i şerîf-İhyâ-u Ulûmiddîn)
Günâhın keffâreti pişmanlıktır. (Hadîs-i şerîf-İhyâ-u Ulûmiddîn)
Devamlı hasta veya çok yaşlı olup, altmış gün keffâret orucunu tutamaz ise, altmış fakîri, bir gün sabah-akşam olmak üzere iki defâ, yâhut bir fakîri sabah-akşam altmış gün doyurur. (Tahtâvî, Mehmed Zihnî)

Keffâret-i Salât:Kazâya kalmış namazları bulunan ve bunları îmâ ile dahi kılması mümkün iken kılmayıp ölen kimsenin kılmadığı namazlar için verilen keffâret. (Bkz. İskât ve Devr)

Keffâret-i Savm:Ramazân-ı şerîfte bilerek orucu bozmanın cezâsı. (Bkz. Oruç)

Keffâret-i Yemîn:Bir işi yapmak veya yapmamak husûsunda Allahü teâlânın ismini söyleyerek yemîn eden kimsenin yemînini bozunca cezâ olarak yapması gerekli olan şey. (Bkz. Yemin)

Keffâret-i Zıhâr:Bir erkeğin, hanımını veya onun yüz, baş, ferc gibi bir uzvunu, kendisine nikâhı ebedî haram olan bir kadına veya onun bakılması haram olan yerine benzetmesi yâni "Sen anam gibisin" veya "Senin sırtın anamın sırtı gibidir" demesinin affı ve onunla te krâr münâsebet kurabilmesi için olan çâre. (Bkz. Zıhâr)

KEFÎL:Başkasına âit bir işi veya borcu üzerine alan, sorumluluğunu yüklenen kimse. Kefîle, dâmin de denir. (Bkz. Kefâlet)
İkindi namazının sünnetini kılıp terk etmeyen kimsenin Cennet'e girmesine kefîlim. (Hadîs-i şerîf-Miftâh-ül-Cenne)
Yetîme kefîl olan ve ona bakan kişi Cennet'te bu parmağın yakın olduğu gibi bana yakın olacaktır. (Hadîs-i şerîf-Reddül Muhtâr)
Kefîle kefîl olmak sahîhtir (olur). Alacaklı borcu üçünden de isteyebilir. İkrâh ile yâni zorla kefîl yapılan, kefîl olmaz. (İbn-i Âbidîn, Ali Haydar Efendi)
Hak teâlâ senin ve âlemin rızkına kefîldir. Rızık için düşünmeye lüzûm yoktur. Çünkü Hak teâlâ tarafından bütün rızıklar taksim edilmiştir. Çalışarak hissene düşen rızkı arayıp bulursun.Bir sadakanın yerine on misli ile mukâbele edildikten sonra, çal ışana karşılığı verileceğine hiç şüphe yoktur. (Ahmed binHanbel)

KEFİR:İnek ve deve sütlerinin mayalanmasından elde edilen tadı keskin alkollü bir içki.
Kısrak, inek ve deve sütleri mayalanıp tadı keskin olunca, müselles (ısıtılarak üçte ikisi uçurulan üzüm suyu) gibi olur. Birincisine kımız, ikincisine kefir denir. Her ikisi de bira gibi haramdır. (M. Âtıf Efendi)

KEHÂNET:Kâhinlik. Gaybı, gizli şeyleri bilirim iddiâsında bulunmak. Bu işi yapana kâhin, falcı denir. (Bkz. Kâhin)
Hased, nemîme (insanlar arasında söz taşımak) ve kehânet sâhibleri, benden değildir. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Hakîkî mü'min, bâtıl inançlara inanmaz. Sihr, uğursuzluk, fal, efsûn, Kur'ân-ı kerîmden başka şeyler yazılı muska, mâvi boncuk, kehânet ve benzeri şeylere, bunların muhakkak iş yapacaklarına, mezârlara mum dikmeğe, tel ve iplik bağlamaya îtibâr etmez . (Muhammed Ma'sûm-i Fârûkî)
Kehânette bulunanlara, büyücülere, yıldızlara bakıp, sorulan herşeye cevab verenlere gidip, söylediklerine, yaptıklarına inanmak, bâzan doğru çıksa bile Allah'tan başkasının gâibi, gizli şeyleri bildiğine ve her dilediğini yapacağına inanmak olup, kü fr olur, îmânı giderir. (Abdülganî Nablüsî)

KELÂM:
1. Allahü teâlânın subûtî sıfatlarından. Cenâb-ı Hakk'ın, âlet, harf ve sese ihtiyaçtan münezzeh (uzak) olarak söylemesi.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
De ki: "Rabbimin kelâmını yazmak için bütün denizlerin suyu mürekkeb olsa ve bir o kadar daha yardımcı olarak ilâve etsek, Rabbimin sözleri tükenmeden o denizler tükenir. (Kehf sûresi: 109)
2. Îmân ve îtikâd bilgilerini delîlleri ile anlatan ilim. (Bkz. İlm-i Kelâm)
Kelâm sıfatı basîttir. Hiç değişmez. Harfli, sesli değildir. Emir, yasak, haber vermek gibi ve Arabî, Fârisî, İbrânî ve Süryânî olmak gibi başkalaşması, parçalanması yoktur. Böyle şekiller almaz. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)

Kelâm-ı İlâhî:Allahü teâlânın kelâmı. Kur'ân-ı kerîm.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmi harf ve kelime olarak gönderdi. Bu harfler mahlûktur (yaratılmıştır). Bu harf ve kelimelerin mânâsı kelâm-ı ilâhîyi taşımaktadır. Bu harflere kelimelere Kur'ân-ı kerîm denir. Kelâm-ı ilâhîyi gösteren mânâlar da Kur'ân-ı k erîmdir. Bu kelâm-ı ilâhî olan Kur'ân, mahlûk değildir. Allahü teâlânın başka sıfatları gibi ezelî (başlangıcı olmayan) ve ebedîdir. Yâni sonu yoktur. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
Kelâm-ı ilâhîden murâd-ı ilâhîyi, Allahü teâlânın kastettiği mânâyı anlayan ve anlatan âlimlere müfessir denir. (S. Abdülhakîm Arvâsî)

Kelâm-ı Kadîm:Ezelî yâni başlangıcı olmayan söz, kelâm; Kur'ân-ı kerîm. (Bkz. Kur'ân-ı Kerîm)

Kelâm-ı Lafzî:Kelâm-ı nefsîyi anlatan ve insanın kulağına gelen ve söyleyenin ağzından çıkan harfler topluluğu.

Kelâm-ı Nefsî:Allahü teâlânın kelâm sıfatının harf ve ses içerisine sokulmadan yâni kelâm-ı lafzî hâlini almadan önceki hâli.
Kelâm-ı nefsî, hakîkî sıfattır. İrâde ve kudret sıfatları gibi ezelde Allahü teâlâ ile kâimdir. Onda ses ve harf yoktur. Allahü teâlâ kelâm-ı nefsî ile ezelde mütekellimdir (konuşucudur). (İmâm-ı Birgivî)

KELİME-İ İHLÂS:"Lâ ilâhe illallah, Muhammedün resûlullah" sözü Kelime-i tevhîd de denir. (Bkz. Kelime-i Tevhîd)

KELİME-İ ŞEHÂDET:"Eşhedü en lâ ilâhe illallâh ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlüh" mübârek sözü. Mânâsı şöyledir: "Görmüş gibi bilir ve inanırım ki, Allahü teâlâdan başka, varlığı lâzım olan, ibâdet ve itâat olunmağa hakkı olan, hiç ilâh, hiçbir kimse yoktur. Görmüş gibi bilir, inanırım ki, Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem, Allahü teâlânın hem kulu, hem peygamberidir. O'nun gönderilmesi ile, O'ndan önceki peygamberlerin dinleri tamâm olmuş, hükümleri kalmamıştır. Ebedî seâdete, kurtuluşa kavuşmak içi n, ancak O'na uymak lâzımdır. O'nun her sözü, Allahü teâlâ tarafından kendisine bildirilmiştir. Hepsi doğrudur. Yanlışlık ihtimâli yoktur."
...Ramazan ayında dört şeyi çok yapınız! Bunun ikisini Allahü teâlâ çok sever. Bunlar; Kelime-i şehâdet söylemek ve istiğfâr etmektir. İkisini de, zâten her zaman yapmanız lazımdır. Bunlar da, Allahü teâlâdan Cennet'i istemek veCehennem ateşinden O'na sığınmaktır... (Hadîs-i şerîf-Et-Tergîb vet Terhîb)
İhlâs ile (yalnız Allahü teâlânın rızâsını düşünerek) Kelime-i şehâdet getiren Cennet'e girer. (Hadîs-i şerîf-Taberânî)
Kelime-i şehâdet söylemenin dört şartı vardır: Dil ile söylerken, kalb hazır olmak. Mânâsını bilmek. Hulûs-i kalb ile (ihlâsla yâni Allahü teâlânın rızâsını düşünüp, inanarak) söylemek. Tâzîm ile (hürmetle) söylemek. (Kutbüddîn İznikî)
İnanarak Kelime-i şehâdeti söylemenin yüz otuz kadar faydası vardır. Bunlardan, ölürken olan beşi; 1) Azrâil aleyhisselâm ona güzel sûrette gelir. 2) Yağdan kıl çeker gibi rûhunu alır. 3) Cennet kokuları gelir. 4) Müjdeci melekler gelir. 5) Merhabâ y â mü'min! Sen Cennetliksin denir. (Kutbüddîn İznikî)

KELİME-İ TAYYİBE:"Lâ ilâhe illallah, Muhammedün resûlullah" sözü. Kelime-i tevhîd de denir. (Bkz. Kelime-i Tevhîd)
...Kelime-i tayyibe bir sadakadır (Allahü teâlânın rızâsını kazanmak için birşey vermek, iyilik etmek gibidir). Namaza gitmek için sâhibinin attığı her adım da bir sadakadır. Yolda gelip geçene ezâ veren şeyleri gidermek de sadakadır. (Hadîs-i şerîf-Sahîh-i Müslim)

KELİME-İ TEHLÎL:"Lâ ilâhe illallah" sözü. (Bkz. Kelime-i Tevhîd, Kelime-i Tehlîl)
KELİME-İ TEMCÎD:"Lâ havle velâ kuvvete illâ billah" sözü.ÊMânâsı; "Güç ve kuvvet ancak Allahü teâlâdandır" demektir.
Îmâm-ı Rabbânî hazretleri, din ve dünyâ zararlarından kurtulmak için, her gün beş yüz kerre Kelime-i temcîd okurdu. (Senâullah-ı Pâni Pûtî)
Korkulu zamanlarda ve cin çarpmasını def etmek için Kelime-i temcîd okuyunuz. (Ahmed Fârûkî)
Derdlerden kurtulmak ve murâda (isteğine, dileğine) kavuşmak için; beş yüz kerre Kelime-i temcîd ile, evvelinde ve âhirinde (sonunda) yüzer defâ salevât-ı şerîfe (Allahümme salli alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âli seyyidinâ Muhammed) okuyup duâ etme lidir. (Muhammed Ma'sûm)

KELİME-İ TENZÎH:Allahü teâlânın her türlü noksan sıfatlardan temiz ve uzak olduğunu ifâde eden "Sübhânellah" sözü.
Beş vakit namazdan sonra, sessizce; otuz üç kerre kelime-i tenzîh ve otuz üç kerre tahmîd (Elhamdülillah) ve otuz üç defâ tekbîr (Allahü ekber) söylemek sünnettir. (Îmâm-ı Nevevî)

KELİME-İ TEVHÎD:"Lâ ilâhe illallah, Muhammedün resûlullah" sözü. Mânâsı şöyledir: Allahü teâlâdan başka ilâh yoktur. Muhammed aleyhisselâm O'nun resûlüdür, peygamberidir. Kelime-i tevhîde; Kelime-i ihlâs, Kelime-i takvâ, Kelime-i tayyibe, Da'vet-ül-hak, Urvet-ül-vüs kâ, Kelime-i semeret-ül-Cennet de denir.
Yerleri ve gökleri, terâzinin bir kefesine, bu kelime-i tevhîdi diğer kefesine koysalar, bu kelimenin bulunduğu kefe, elbette ağır gelir. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Rabbânî)
Müslümanlardan bir kimseye, ilk önce Kelime-i tevhîdin mânâsını bilmek ve inanmak farzdır. (İmâm-ı Gazâlî)
Bir kâfir, kelime-i tevhîdi söyleyince ve mânâsına inanınca, o anda müslüman olur. Fakat, bunun da, her müslüman gibi îmânın altı esâsını ezberleyip mânâsını iyice öğrenmesi lâzımdır. (İbn-i Âbidîn)
Hak teâlâ hazretleri, Mûsâ aleyhisselâma buyurdu ki: "Yâ Mûsâ! Kıyâmet gününde meleklerin seni ziyâret etmesini istersen, Kelime-i tevhîdi çok söyle!" (Ka'b-ül-Ahbâr)
Rabbimizin gazâbını, intikâmını söndürmek için kelime-i tevhîdden daha faydalı bir şey yoktur. (İmâm-ı Rabbânî)
Ölüm hastası İhlâs sûresini çok okumalıdır. Yatağı karşısında Kelime-i tevhîd yazılı levha asılı olmalıdır. (S. Abdülhakîm Arvâsî)

KELİMETULLAH:
1. Allahü teâlânın ism-i şerifi. Allahü teâlânın dîni.
İki ordu karşılaştıkları zaman, melekler iner ve tesbih etmeye başlarlar. Falanca dünyâ için, falanca hamiyyetinden ve cesâretinden, falanca soyuna ve milliyetine düşkünlüğünden dolayı savaştı diye yazarlar. Sakın falanca Allah yolunda öldürüldü demeyin. Ancak kelimetullahı yüceltmek için savaşanlar Allah yolundadırlar. (Hadîs-i şerîf-İhyâ-u Ulûmiddîn)
2. Îsâ aleyhisselâmın lakabı.
Îsâ aleyhisselâm kelimetullahtır. Çünkü babası yoktur. Allahü teâlânın ol emri ile anasından dünyâya geldi. Bundan başka Allahü teâlânın emirlerini insanlara ulaştırdı. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)

KELÎMULLAH:"Allahü teâlânın kendisiyle konuştuğu zât" mânâsına Mûsâ aleyhisselâmın lakabı.
Muhammed aleyhisselâm, Habîbullah (Allahü teâlânın sevgilisi)dır. İbrâhim aleyhisselâm, Halîlullah (Allahü teâlânın dostu)dır. Mûsâ aleyhisselâm, Kelîmullah'tır. Îsâ aleyhisselâm Kelimetullah'tır. (Ahmed Cevdet Paşa)
Hazret-i Mûsâ Kelîmullah, Tûr'a giderken; yolda namaz kılıp, Hakk'a ağlayıp, inleyen gözünden akan yaşı kan ile karıştırıp duâ eden bir zâta rastladı. Mûsâ Kelîmullah Allahü teâlâya yalvarıp bu zâtın affedilmesini dileyince, Allahü teâlâdan nidâ geli p; "Yâ Mûsâ! Ben bu zâtın namazını ve duâsını kabûl etmem. Zîrâ üstüne giydiği elbiseyi haram karışmış para ile aldı" buyurdu. (Süleymân bin Cezâ)

KEMÂL:Olgunluk, mükemmellik, eksiksiz olma, fazîlet.
Kemâl, doğru konuşmak ve doğrulukla iş görmektedir. (Hadîs-i şerîf-İhyâ)
Sünnetlerin farzları tamamlayacağından maksat; farzlar yapılırken bunların kemâllerine sebeb bir şey kaçırılırsa, sünnetler, kılınan farzın kemâl bulmasına sebeb olur. (Abdülhâk-ı Dehlevî)
Namazın kemâl mertebesinde kabûl olmasının şartı; haramlardan sakınmak ve huşû (Allahü teâlâdan korkmak) ve mâlâyânîyi (dünyâ ve âhiretine fâidesi olmayan şeyleri) terke ve ezân-ı Muhammedî okunduğu vakit her işi bırakarak cemâate devâm etmeye bağlıd ır. (Muhammed binKutbüddîn İznikî)

Kemâl Sıfatları:Allahü teâlânın zâtında ve işlerinde hiçbir kusûr, karışıklık, değişiklik ve noksanlık olmadığını gösteren hayât (diri olmak), ilim (bilmek), sem' (işitmek), basar (görmek), kudret (gücü yetmek), irâde (istemek), kelâm (söylemek) ve tekvîn (yaratmak) sıfatları. Bunlara Subûtî, Hakîkî ve Kâmil sıfatlar da denilmektedir.
Her varlık, Allahü azîm-üş-şân'ın kemâl sıfatlarından bir eserdir. (Muhammed bin Kutbüddîn İznikî)
Allahü teâlânın kemâl sıfatları, Allahü teâlânın zâtı ile kâimdirler, yâni ebedîdirler. Allahü teâlânın bu sıfatlarının künhü (hakîkati) anlaşılamaz. Çünkü sonradan yaratılan, sınırlı, zamanlı ve mekânlı olan; mahlûk olmayanı, sınırsız, zamansız ve m ekânsız olanı anlayamaz. (Kâdızâde Ahmed bin Muhammed Emîn Efendi)

KEMÂLÂT:Olgunluklar, fazîletler, ahlâk ve huy güzellikleri.
Allahü teâlâ evliyâ kullarını öyle saklamıştır ki, kendileri bile kalblerindeki kemâlâttan habersizdir. Nerede kaldı ki, başkaları onların hâlini bilsin. (İmâm-ı Rabbânî)

Kemâlât-ı Nübüvvet:Peygamberliğe âit üstünlükler olup, evliyâlığın çok yüksek makamlarından biri.
Bir İslâm büyüğü, Allahü teâlânın ihsânı ile şerî'atin (İslâmiyet'in) hakîkatine kavuşur, İslâm-ı hakîkî ile şereflenirse, peygamberlere tam uymakla, o büyüklere vâris olarak Kemâlât-ı nübüvvetten pay alabilir. O yüksek derecenin nîmetlerini bol bol elde edebilir. (Şeyh Şihâbüddîn)

Kemâlât-ı Vilâyet:Evliyâlığa âit üstünlükler, olgunluklar.
Kemâlât-ı nübüvvet (peygamberlik kemâlâtı) kemâlât-ı vilâyetten çok üstündür. Kemâlât-ı vilâyetteki ilerleme, nübüvvetteki ilerlemenin bir sûreti, görünüşüdür. (İmâm-ı Rabbânî)

KEMEND-İ MAHBÛB-İ İLÂHÎ:Allahü teâlânın sevdiklerini kendisine çekmek için gönderdiği sebebler, dert, belâ ve sıkıntılar.
Belâ, kemend-i mahbûb-ı ilâhîdir. Âşıkları mahbûba (sevgiliye) döndürüp, ondan başkasına yönelmelerine mâni olur. (Ahmed Fârûkî)

KEN'AN DİYÂRI:Sayda, Sûr, Beyrût, Filistin ve Sûriye'nin bir kısmını içine alan ve Fenike denilen bölge. Nûh aleyhisselâmın torunu ve Hâm'ın oğlu Ken'an burada yaşadığı için Ken'an diyârı denilmiştir.
Yâkûb aleyhisselâm Ken'an diyârı ahâlisine (halkına) peygamber olarak gönderildi. Ken'an diyârına yerleşip o beldedeki insanları Allahü teâlâya îmân ve ibâdet etmeğe dâvet etti. Kendisi ve oğulları için evler yaptırdı. Ken'an diyârı ahâlisinden çok k imse ona îmân etti. Ken'an diyârını idâre eden Şüceym bin Dârân adındaki kral, Yâkûb aleyhisselâma karşı çıktıysa da başarılı olamadı. Yâkûb aleyhisselâm, oğlu Yûsuf aleyhisselâm Mısır'a mâliye nâzırı (bakanı) olunca, diğer oğulları ve torunlarıyla birlikte Ken'an diyârından ayrılarak Mısır'a gitti ve ömrünün sonuna kadar orada yaşadı. (Taberî, İbn-ül-Esîr, Nişâncızâde)

KERÂHET:İğrenme, tiksinme, istememe. Harama yakın olma veya yapılmaması iyi olma. Dinde terk edilmesi iyi olan bir şeyin terk edilmeyip yapılması. Kerâhet, tahrîmiyye ve tenzîhiyye olmak üzere iki kısımdır. (Bkz. Mekrûh)

Kerâhet Vakitleri:Namaz kılmak tahrîmen mekruh yâni haram olan vakitler. Güneş doğarken, batarken, gündüz ortasında iken.
Kerâhet vakti olan üç vakitte başlanan farzlar sahih olmaz. Bu üç vakitte başlanan nâfileleri bozmalı. Başka zamanlarda kazâ etmelidir. Bu üç vakit: Güneş doğarken, batarken ve Nısf-ün-nehâr dâiresi üzerinde, yâni gündüz ortasında ikendir. Burada gün eşin doğması, üst kenarının ufkundan görünmeye başlayıp, bakılamayacak kadar parlamasına (İşrak vaktine) kadar olan zamandır. Güneşin batması da, tozsuz, dumansız, berrak bir havada, ziyânın geldiği yerlerin veya kendisinin bakacak kadar sararmağa ba şladığı vakitten batıncaya kadar olan zaman demektir. Güneş batarken yalnız o günün ikindi namazı kılınır. (M. Sıddîk Gümüş)

Kerâhet-i Tahrîmiyye:Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîfteki delilinden zan ile anlaşılan yasak. Harama yakın mekruh. (Bkz. Tahrimen Mekrûh)

Kerâhet-i Tenzîhiyye:Yasak olmasına kuvvetli ve açık bir delil bulunmayan ancak yapılması iyi olmayan şeyler. Helâle yakın mekrûh. (Bkz. Tenzîhen, Tenzîhî Mekruh)

KERÂMET:İkrâm, üstünlük.Hangi peygamberin ümmetinden olursa olsun, velîlerden âdet dışı, yâni fizik, kimyâ ve fizyoloji kânunları dışında meydana gelen şeyler, hâdiseler.
Velîden meydana gelen kerâmet, tâbi olduğu peygamberin mûcizesidir. Kerâmet ya kâinât içindeki maddî şeylerle yâhut rabbânî ilim ve mârifetlerle ilgili olur. İkinci kısım kerâmetler daha yüksektir. (Abdülhakîm Arvâsî)
Kerâmet, evliyâlık için şart değildir. Yâni kerâmetin velîlerde mutlaka bulunması şartı yoktur. Hârikulâde haller, bâzan hâli dîne uygun olmayan kimsede de görülebilir ki bu istidrac veya sihir (büyü) yoluyla olur. Buna kerâmet denmez. Çünkü kerâmet dînin emirlerine uyup, yasaklarından sakınan kimseden meydana gelir. İstidrac, nîmet gibi görünen, aslında sâhibi için, felâket olan hârikulâde hallerdir. (Abdülhakîm Arvâsî)
Bütün hârikulâde haller ya istiyerek meydana gelir veya istemeyerek. İstemeyerek meydana gelenlerde kerâmet sâhibi çok mahcûb olur ve kendini gizlemeye çalışır. İstiyerek meydana gelen kerâmet eğer din için faydalı olacaksa, izhârı gösterilmesi câizd ir. Din için faydalı değilse, kerâmet sâhibi onu göstermeye aslâ teşebbüs etmez. (Muhyiddîn İbn-ül-Arabî)

KEREM:Cömertlik, severek verme.
Her kim ihtiyâcından fazla bir suyu, muhtaç olanlardan esirgerse, Kıyâmet gününde Allahü teâlânın kerem ve ihsânına kavuşamaz. (Hadîs-i şerîf-Müsned-i Ahmed bin Hanbel)
Allahü teâlâ öyle bir ihsân sâhibidir ki, kerem ve ihsânlarını dost ve düşman herkese saçmaktadır. (İmâm-ı Rabbânî)

KERÎM (El-Kerîm):1. Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Kudreti (gücü) var iken affeden, vâd ettiğini yapan, vermesi ve ihsânı (lütfu) bol olan, ümîd edilenin üstünde olan, ne kadar verdiğini ve kime verdiğini hesâb etmeyen, kendisine sığınanı ko ruyan ve isteyeni zenginleştiren.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Ey (öldükten sonra dirilmeyi inkâr eden kâfir) insan! Kerîm olan Rabbine karşı seni aldatan ne? ("Dilediğini yap; çünkü Rabbin kerîmdir. Kimseyi azâba uğratmaz, cezâda acele de etmez" diyen şeytan mıdır?). (İnfitar sûresi: 6)
Ey Allah'ım! Sen affedicisin, Kerîmsin, affı seversin, beni affeyle. (Hadîs-i şerîf-Tergîb vet-Terhîb)
Allahü teâlâdan yüksek dereceler isteyin. Zîrâ O, kerîmdir. (Hadîs-i şerîf-İhyâ-ül-Ulûm)
2. Muhterem, cömert, büyük zât. Herkese faydalı işleri yapmak.
Kerîmler ile yapılacak her iş kolay olur. (İmâm-ı Rabbânî)
Kerîmler sofrasında ehil ile nâ-ehil aynıdır. Yâni kâbiliyetli olanlarla kâbiliyetsizler aynıdır. (Mevlânâ Hâlid)

KERÛBİYÂN:Azâb meleklerinin büyükleri. Kerûb kelimesinin Farsça çoğul şeklidir. Arabî çoğul şekli ise Kerûbiyyûn'dur.
Kerûbiyân, meleklerin havâssı, yâni üstünlerindendir. Bu ve Cebrâil, İsrâfil, Mikâil, Azrâil gibi büyük melekler, peygamberlerden başka, bütün insanlardan daha üstündür. Müslümanların sâlihleri (iyileri) ve velîleri (sevdiği kullar), meleklerin avâmı ndan yâni aşağılarından daha üstündür. Meleklerin avâmı (aşağı derecede olanları), insanların fâsıklarından yâni açıktan günâh işliyenlerinden daha üstündür. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)

KESB:
1. İnsandaki seçme hareketi, istek, ihtiyâr. İsteğin uygulama safhasına sokularak ortaya konulması.
İnsanın işinde, kendine düşen pay, kendi kesbidir. Yâni o iş kendi kudreti ve irâdesiyle olmuştur. Fakat o işi yaratan, yapan, Allahü teâlâdır. Kesbeden kuldur. O halde İnsanların ihtiyârî işleri, isteyerek yaptıkları şeyler insanın kesbi ile Allahü teâlânın yaratmasından meydana gelmektedir. İnsanın yaptığı işte, kendi kesbi, ihtiyârı (yâni beğenmesi) olmasa, o iş, titreme şeklini alır. (Mîdenin, kalbin hareketi gibi olur.) Hâlbuki, ihtiyârî hareketlerin, bunlar gibi olmadığı meydandadır. Her ikisini de, Allahü teâlâ yarattığı hâlde, ihtiyârî hareketlerle, titreme hareketi arasında görülen bu fark, kesbden ileri gelmektedir. Allahü teâlâ kullarına merhâmet ederek, onların işlerinin yaratılmasını, onların kastlarına, arzularına tâbi kılmışt ır. Kul isteyince, kulun işini Allahü teâlâ dilerse yaratmaktadır. Bunun için de kul mes'ûldur. İşin sevâbı ve cezâsı kula olur. (Bkz. İrâde) (İmâm-ı Rabbânî)
2. Kazanmak, kazanç.
Kesb, malı arttırır. Fakat rızkı arttırmaz. Rızık mukadderdir. Kendine, evlâdına ve ıyâline ve borçlarını ödemeğe lâzım olanları kesbetmek farzdır. Kendinin ve çoluk çocuğunun ihtiyâçlarını helâlinden kesbetmek, kimseye muhtaç olmamak cihâd etmektir. (İmâm-ı Gazâlî)

KESEL:Tembellik, gevşeklik, uyuşukluk.
Yâ Rabbî! Beni keselden koru. (Hadîs-i şerîf-Buhârî, Müslim)
Keselin ilâcı, çalışkanlarla konuşmak, tenbel, uyuşuk kimselerden kaçınmak, Allahü teâlâdan hayâ etmek lâzım geldiğini ve azâbın şiddetli olduğunu düşünmektir. Dînini iyi bilen ve her hareketi, bilgisine uygun olan sâlih kimselerle görüşmeli, günâh i şleyen, Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uymayıp, yalnız söz ile müslümanları okşayan, avutan yalancılardan, Ehl-i sünnet kitablarındaki bilgileri öğrenmemiş câhillerden uzak olmalıdır. (İmâm-ı Birgivî)

KEŞF:
1. Açmak, gizli bir şeyi bulmak, ortaya çıkarmak. Bir şeyin üzerindeki kapalılığı kaldırmak.
Bir kimse keşf ettiği âletlerle bütün insanlara faydalı olsa, Peygamber efendimiz Muhammed aleyhisselâma inanıp, tâbi olmadıkça, uymadıkça ebedî seâdete kavuşamaz. (S. Abdülhakîm Arvâsî)
2. Evliyânın, his ve akılla anlaşılmayan şeyleri, kalbine gelen ilhâm yoluyla bilmesi.
Evliyâya hâsıl olan keşf ve herkesin gördüğü rüyâlar, bir şeyin misâlinin benzerinin hayâl aynasında görünmesidir. Uykuda iken olursa, rüyâ denir. Uyanık iken olunca keşf denir. Hayâl aynası ne kadar çok saf, temiz ise, keşf ve rüyâ o kadar doğru ve güvenilir olur. (Abdülganî Nablüsî)
Evliyânın keşfinde hatâ etmesi, yanılması, müctehidlerin ictihâdda yanılması gibidir. Kusûr sayılmaz. Bundan dolayı, evliyâya dil uzatılmaz. Belki hatâ edene de bir sevâb verilir. Yalnız şu kadar fark vardır ki, müctehîdlerin (dinde söz sâhibi âlimle rin) hatâlı ictihatlarına da uyanlara, onların mezhebinde bulunanlara da hatâlı ictihadlarına da sevap verilir. Evliyânın yanlış keşiflerine uyanlara, sevâb verilmez. Çünkü ilham ve keşf ancak sâhibi için seneddir. Başkalarına sened olmaz. Müctehidin sözü ise mezhebinde bulunan herkes için senettir. (İmâm-ı Rabbânî)
Keşf yolu ile edinilen bilgilerin doğruluğu, İslâmiyet'te açıkça anlaşılan bilgilere uygun olmaları ile ölçülür. (İmâm-ı Rabbânî)

KEVSER:Allahü teâlânın Kevser sûresinde Peygamber efendimize verdiğini bildirdiği büyük ihsân. Âhirette Cennet'te Peygamber efendimize âit meşhûr nehir veyâ kıyâmet (hesâb) günü Cehennem üzerindeki Sırat köprüsü geçilmeden önce Peygamber efendimizin ve ümme tinin başına geldikleri meşhûr havuz.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
(Yâ Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem!) Biz sana kevseri verdik. (Kevser sûresi: 1)
İslâm âlimleri kevserden murâdın ne olduğu, ne kastedildiği hakkında şunları bildirmektedirler: 1. İçinde bütün lezzetlerin bulunduğu ve Cennet nehirlerinin en üstünü olan nehir. Peygamber efendimiz hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurdular: "Kevser, Cennet'te bir nehirdir. İki kenarı altından, mecrâsı (aktığı yer) inci ve yâkuttan, toprağı miskten hoş, suyu baldan tatlı ve kardan beyazdır. 2. Kıyâmet günü Sırat köprüsünden geçtikten sonra Peygamber efendimizin ve ümmetinin yanına gelecekleri havz. Hadîs-i şerîfte buyruldu ki: "Benim havzım bir aylık mesâfedir. Suyu, sütten daha beyaz, kokusu miskten daha hoş, bardakları gökteki yıldızlar kadardır. Ondan içen bir daha hiç susamaz. 3. Dünyâ ve âhirete âit pekçok hayır, iyilik. 4. Kur'ân-ı kerîm. 5. İslâmiyet. 6. Sevgili Peygamberimizin Eshâbının (arkadaşlarının), ümmetinin (O'na inananların), tâbi olanların, uyanların çok olması. 7. Mübârek zürriyetinin (neslinin) yâni evlâdlarının çokluğu ve insanlara faydalı olması.
İslâm âlimleri Kevser hakkında daha başka mânâlar da bildirmişlerdir. Bunların hepsi Peygamber efendimizde (sallallahü aleyhi ve sellem) mevcuttur. (Sâvî)

KEYFİYYET:Bir şeyin mâhiyeti, esâsı, içyüzü, nasıl olduğu. "Allah Arş üstündedir" buyurur Rabbimiz Lâkin keyfiyyetini, anlayamaz aklımız. (Sirâcüddîn Ûşî)
 
---> Dini Sözlük

K - 4

KIBLE:
Müslümanların namaz kılarken yöneldikleri taraf; Kâbe tarafı. Mekke-i mükerreme şehrindeki Kâbe-i muazzama.
Şimdi seni herhâlde hoşnud olacağın bir kıbleye döndürüyoruz. (Namazda) yüzünü artık Mescid-i harâm tarafına (Kâbe semtine) çevir. (Ey mü'minler) siz de nerede bulunursanız (namazda) yüzlerinizi o yana döndürün. (Bekara sûresi: 144)
Namazda, her uzvunu, gücün yettiği kadar, kıbleye karşı bulundur! (Hadîs-i şerif-Mektûbât-ı Rabbânî)
Sizden biriniz abdest bozarken kıbleyi karşısına veya arkasına almasın. (Hadîs-i şerîf-Müslim)
Namazın şartlarından biri de kıble cihetine dönmektir. Kıble, Mekke şehrinde bulunan Kâbe'dir. Namazda Kâbe'ye karşı secde edilir. Kâbe için secde edilmez. Allahü teâlâ için secde edilir. (Muhammed İznikî)
Kıble, Kâbe'nin binâsı değildir, arsasıdır. Yâni yerden Arş'a kadar, o boşluk kıbledir. Bunun için kuyu ve deniz dibinde, yüksek dağların tepesinde, (uçakta) bu cihete doğru kılınabilir. Hacı olmak için de, Kâbe'nin binâsına değil, o arsaya gidilir. Başka yerlere giden hacı olmaz. (İbn-i Âbidîn)

Kıble Açısı:
Bir beldeden güney veya kuzeyden kıble istikâmetine çıkan iki doğru arasındaki açı.
Namazı kıbleye karşı kılmak farzdır. Göz sinirlerinin çapraz istikâmeti arasındaki açıklık, Kâbe'ye rastlarsa, Hanefî ve Mâlikî mezheblerinde namaz sahîh olur. Kıble açısını bulmak istediğimiz yerin ve Mekke-i mükerremenin enlem ve boylam dereceleri bilinirse husûsî formülü ile kıble açısı hesâp edilir. (Mekke-i mükerremenin enlemi 21.43°, boylamı 39.83° dir). İstanbul'un kıble istikâmeti, güneyden yaklaşık otuz derecelik bir açı kadar doğudadır. Bu açıya kıble açısı denir. (M. Sıddîk Gümüş)

Kıble Saati:
Herhangi bir yerde, güneşin kıble hizâsında bulunduğu andaki vakit. Güneşin hangi saatte kıble hizâsında bulunduğu hesâb edilir ve takvimlere yazılır. Bu saatler hergün değişmektedir.
Güneş, senede iki defâ 28 Mayıs (Türkiye yaz saatiyle 12.18'de) ve 16 Temmuz'da (Türkiye yaz saatiyle 12.27'de) yâni zeval vaktinde tam Kâbe'nin üstüne gelir. Bütün dünyâda bu günlerde ve bu vakitlerde güneşe dönen, kıbleye dönmüş olur. (M. Sıddîk Gümüş)

KIBTÎ:
Mısır'a ilk yerleşen insanlar. Mısır'ın yerli halkına verilen ad.
Mısır'da hüküm süren Fir'avn, kıbtîleri yıldızlara ve putlara taptırdı. Kıbtîler, Yâkûb aleyhisselâmın oğullarının neslinden gelen İsrâiloğullarını hakîr ve hor gördüler, en ağır işlerde çalıştırdılar. Kıbtîlerin bu kötü muâmelelerinden bıkan İsrâilo ğulları, Mûsâ aleyhisselâma gelerek Fir'avn'ın zulmünden ve Kıbtîlerin baskılarından kurtulmak istediklerini bildirdiler. Mûsâ aleyhisselâm İsrâiloğullarına serbestlik verilmesini istedi. Fir'avn kabûl etmedi. Mûsâ aleyhisselâm mûcizeler gösterdiği hâlde, Fir'avn ve Kıbtîler onun peygamberliğini kabûl etmediler. Kıbtîlerin suları kan oldu. Kurbağa yağdı. Cilt hastalıkları ve üç gün karanlık oldu. Fir'avn bu mûcizeleri görünce korktu ve izin verdi. Mûsâ aleyhisselâm İsrâiloğullarıyla Mısır'dan çıkıp Kudüs'e doğru giderken Fir'avn onlara izin vermesine pişman olup, Kıbtîlerden olan askerleri ile onların arkalarına düştü. Kızıldeniz'den mûcize olarak on iki yol açılıp mü'minler karşıya geçti. Fir'avn ve askerleri geçerken deniz kapandı. Fir'av n ve Kıbtîler boğuldu. (İbn-ül-Esîr, Taberî, Nişancızâde)

KIDEM:
Allahü teâlânın zâtî sıfatlarından. Allahü teâlânın ezelî olması, varlığının başlangıcı bulunmaması.
Eğer Allahü teâlâ kıdem sâhibi, kadîm ve ezelî olmayıp hâdis (sonradan yaratılmış) olsaydı, var olmak için kendinden başka bir yaratıcıya muhtâc olurdu. Halbuki muhtâc olmak âciz olmayı berâberinde getirir. Âcizlik ise, Allahü teâlâ için aslâ düşünül emez. Kıdem sıfatının zıddı hudûstur, sonradan olmaktır. Kıdem, Allahü teâlânın zâtı hakkında vâcib oduğundan, zıddı olan hudûs aklen mümkün değildir. (Teftâzânî)

KILLET:
Azlık, fakirlik.
Mü'minlerde üç şeyden biri bulunur. Kıllet, hastalık, zillet yâni îtibârsızlık. (Hadîs-i şerîf-İhyâ-u Ulûm)

KIRÂET:
1. Ağız ile okumak. Kendi kulakları işitecek kadar sesli okumağa hafif kırâet, yanındakilerin işiteceği kadar sesli okumağa cehrî (sesli) kırâet denir.
Ümmetimin ibâdetinin en fazîletlisi Kur'ân-ı kerîm kırâetidir. (Hadîs-i şerîf-el-İtkân)
Evlerinizi namaz ve Kur'ân-ı kerîm kırâetiyle süsleyiniz. (Hadîs-i şerîf-Câmi-us-Sagîr)
Kur'ân'dan size kolay geleni okuyunuz" meâlindeki Müzemmil sûresinin yirminci âyet-i kerîmesi, kırâetin namazda farz olduğunu bildirmektedir. (Kurtubî, Cessâs)
Peygamber efendimiz: "Kalbler demirin paslandığı gibi paslanır" buyurduğunda Ashâb-ı kirâm; "Onun cilâsı nedir?" dediler. Peygamber efendimiz buyurdu ki: "Onun cilâsı, Kur'ân-ı kerîm kırâeti ve ölümü hatırlamaktır..." (Hadîs-i şerîf-Kavlül Müfîd)
2. Namazın içindeki farzlardan biri.
Namazda; sünnetlerin ve vitrin her rek'atinde ve yalnız kılarken farzların ilk iki rek'atinde ayakta Kur'ân-ı kerîmden bir âyet kırâet etmek farzdır. Kısa sûre okumak daha sevâbdır. Kırâet olarak buralarda Fâtiha sûresini okumak ve sünnetlerin ve vit ir namazının her rek'atinde ve farzların ilk iki rek'atinde Fâtiha'dan başka bir de sûre veya üç âyet kırâeti vâcibdir. (İbn-i Âbidîn)
Namazda, Kur'ân-ı kerîmin tercümesini kırâet câiz değildir. (İbn-i Âbidîn)

Kırâet İlmi:
Kur'ân-ı kerîmin kelimelerinin okunuş şekillerini râvileriyle berâber bildiren ilim.
Kırâet ilminin faydası; Kur'ân-ı kerîmin kelimelerini hatâlı, yanlış okumaktan korumaktır. (Taşköprüzâde)
Eshâb-ı kirâm, Tâbiîn ve ondan sonra gelen Tebe-i tâbiîn nesli, kırâet ilmini muhâfaza ederek, sonraki nesillere ulaştırdılar. Kur'ân-ı kerîmin kırâetinin bugüne kadar değişmeden okunmasını sağlayan yedi veya on kırâet âlimi ve herbirinin yetiştirdiğ i ikişer râvisi (talebesi) oldu. (Taşköprüzâde)

Kırâet-i Seb'a:
Yedi kırâet imâmının okuyuş şekilleri.
Yedi kırâet imâmının yâni İmâm-ı Nâfi', Abdullah bin Kesîr, Ebû Amr, İbn-i Âmir, Âsım, Hamza, İmâm-ı Kisâî'nin okuyuşları kırâet-i seb'a adıyla meşhur oldu. Kırâet âlimleri bu yedi imâmdan başka, üç imâm daha bildirdiler. Bunlar: İmâm-ı Ebû Ca'fer, İ mâm-ı Ya'kûb, Halef-ül-Âşir'dir. Kırâet âlimleri, bu on kırâet imâmının kırâetleri ile Kur'ân-ı kerîm okumayı uygun görmüşler, bunlardan başkasının kırâetine izin vermemişlerdir. Böylece, on imâmın, Kur'ân-ı kerîmi okuyuş şekilleri kırâet-i aşere adı ile şöhret buldu. (Taşköprüzâde)

Kırâet-i Şâzze:
Arabî gramer şartlarına uyan ve mânâyı değiştirmeyen, fakat bâzı kelimeleri hazret-i Osman'ın çoğalttığı nüshaya benzemeyen Kur'ân-ı kerîm kırâeti (okunuş şekli).
Kırâet-i şâzzeyi namazda da başka yerde de okumak câiz değildir, günâhtır. Kırâet-i şâzzeyi Eshâb-ı kirâmdan (r.anhüm) birkaçı okumuş fakat sözbirliği olmamıştır. (Muhammed Rebhâmî)

KIRÂN HAC:
Hac ile ömreyi birlikte yapmağa niyet etmek. (Bkz. Hac)
Kırân Hacc'a niyet eden kimse, önce ömre için tavâf (Kâbe-i şerîf etrâfında dönme) ve sa'y (Safâ ile Merve arasında gidip gelme) edip, sonra ihrâmı çıkarmadan ve traş olmadan hac günleri için tekrar tavaf ve sa'y yapar. (M. Mevkûfâtî)
Kırân haccı ve temettü' haccı yapanların şükür kurbanı kesmeleri vâcibdir. (Tahtâvî)

KIRÂT:
Değerli metallerin ölçülmesinde kullanılan ağırlık birimi.
Eshâb-ı kirâmın zamânında, eski Arab meskûkâtı (basılmış paraları) kullanıldığı gibi, basılmamış altın ve gümüş parçalar da, tartılarak kullanılırdı. O zaman ağırlıkları başka başka üç çeşit dirhem vardı. Hazret-i Ömer bu üç dirhemin toplam ağırlığın ın üçte biri ağırlığında ortalama bir dirhem kabûl etti. Kırâtın ağırlığını da değiştirip, dirhemin ağırlığının on dörtte birine bir kırât dedi. Yirmi kırâta bir miskâl dedi. Hazret-i Osman, bu hesâb üzerine altın ve gümüş para bastırdı. (Eyyûb Sabri Paşa)
"Bir miskâl 20 kırâttır" deyince, şer'î miskâl (4.8 gr'lık ağırlık) anlaşılır. Bu miskâlin kaç gram olduğunu anlamak için, 20'yi bir şer'î kırâtın ağırlığı olan 0,24 ile çarpmak gerekir. (Âsım Efendi)

Kırât-ı Şer'î:
Peygamber efendimiz zamânında kullanılan ve hadîs-i şerîflerde ismi geçen bir ağırlık birimi.
Hanefî mezhebinde, bir miskâl, yirmi kırâttır. Bir kırât-ı şer'î, kabuksuz, uçları kesilmiş, kuru beş arpadır. Böyle beş arpa, 0,24 gr. gelmektedir. Böylece, bir şer'î miskâl, yüz arpa, o da dört gram ve seksen santigram (4.80 gr.) ağırlığında olmakt adır. (İbn-i Âbidîn)

Kırât-ı Urfî (Kırât-ı Örfî):
Kullanılması âdet olan ve hükûmetin kabûl ettiği miskâl ve dirhemden küçük bir ağırlık birimi.
Osmanlı Devleti'nde son kabûl edilen örfî miskâl 24 kırât ve bir kırât da 20 santigram idi. Buna göre, örfî miskâl 4.80 gram olmaktadır. Şer'î miskâl ile örfî miskâl aynı ağırlıktadır. (M. Sıddîk Gümüş)

KISÂS:
İşlenen suçun, yapılan kötülüğün aynısını suçluya tatbîk ederek cezâlandırma, öldüreni öldürme, yaralıyanı yaralama, bir uzvu kesenin uzvunu kesme cezâsı.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyuruyor ki:
Ey îmân edenler! Kasten öldürülenler için size kısas yapmak farz kılındı. Hür ile hür, köle ile köle, kadın ile kadın kısas olunur. Öldürülmüş olanın kardeşinden (yâni vârislerinden, velîsinden), kâtilin lehine olarak bir şey bağışlanır da kısas düşürülürse; ölenin velîsi hakkından ziyâde olmayarak, örfe göre (tâyin edilmiş) diyet (para cezâsı) almalıdır. Kâtil de, ölenin velîsine îcâb eden (gereken) diyeti güzel bir şekilde ödemelidir. İşte böyle affederek diyet almak, Rabbiniz tarafından size bir hafiflik (kolaylık) ve merhâmettir. Kim bu bağışlama ve diyet alıştan sonra, kâtil ile veya kâtilin akrabâsı ile düşmanlık yaparak tecâvüzde bulunursa (kan dâvâsı güderse), onun için âhirette çok acıklı bir azâb vardır. Ey akıl sâhipleri! Bu kısasta sizin için bir hayât vardır. Ümit edilir ki, siz (haksız yere adam öldürmekten) sakınırsınız. (Bekara sûresi: 178, 179)
Kısas cezâsının uygulanabilmesi için şu şartların bulunması gerekir:
1) Suçlu âkil (akıllı) ve bâliğ (ergenlik çağına gelmiş) olmalı. 2) Suçun hata veya zor sonucu değil, amden (kasten, bilerek) işlenmesi. 3) Öldürülen kişinin mîrâsçılarının kısas istemeleri ve kısas yerine getirilirken, ölen kişinin mîrâsçılarının ha zır bulunması.
Öldürülen kişinin kısas isteme hakkına sâhib olan mîrâsçılarından yâni velîlerinden biri, kâtili affederse veya velî ile kâtil, belli bir mal, para ile uyuşurlarsa yâhut yaralanan kişi suçluyu affederse kısas yapılmaz; kısas diyete çevrilir. Yâni uyu şmak için bildirilen mal veya para alınır. (Molla Hüsrev)

KISKANÇ:
Allahü teâlânın başkasına ihsân ettiği nîmetin ondan alınmasını, onun elinden çıkmasını ve yalnız kendinde olmasını isteyen kimse. (Bkz. Hased)
Kıskanç insan, ömrü boyunca rahatsızdır. Böyle insanlar, kendinden aşağıdakilere bakmaz, hep kendisinden yüksek ve varlıklı olanlara bakar ve onları kıskanır. (Muhammed Akkermânî)

KISMET:
1. Nasîb. Allahü teâlânın ezelde (sonsuz öncelerde) herkes için dilediği şey.
Bir müslüman ancak her hangi bir işte aklını kullandığı, her çâreye baş vurduğu ve son derece çalıştığı hâlde bir başarıya ulaşamazsa, me'yûs (ümidsiz) olmamalı ve bu sonucun Allahü teâlânın kendisi için münâsip gördüğü bir husus olduğunu kabûllenere k, kısmetine râzı olmalıdır. Yoksa hiçbir şey yapmadan, çalışmadan, öğrenmeden ve bilmeden yan gelip yatmak ve ağzını havaya açarak kısmetini beklemek müslümanlıkta büyük günâhtır. (Kemahlı Feyzullah)
Kısmet aynı zamanda büyük bir tesellî kaynağıdır. "Ben vazîfemi yaptım, fakat ne yapayım ki kısmetim bu imiş" diyen bir müslüman bir işte başarısız olsa bile, ümitsizliğe kapılmaz ve büyük bir iç huzûru ile çalışmaya devâm eder. (Kemahlı Feyzullah) Kısmetindir gezdiren yer yer seni, Gâfil olma, âkıbet (sonunda) yer, yir seni.
(Ahmed Mekkî Efendi)
2. Birkaç kimsenin bir şeydeki hisse-i şâyialarını (ayrılmamış hisselerini) kile, terâzî, arşın gibi bir ölçü âleti ile tâyin ve tahsis etme, belli etme, ayırma.
Kassâmın yâni taksimât, bölüştürmeyi yapacak olanın adâletli, emin (güvenilir) ve kısmet işini bilmesi lâzımdır. (Ebüssü'ûd Efendi, Abdullah Mûsulî)

KITMÎR:
Eshâb-ı Kehfin (Îsâ aleyhisselâmın dîninden olup, din düşmanları her tarafı kapladığı bir zamanda dinlerini korumak için her şeylerini terkedip hicret eden Efsûs (Tarsus)'daki mağarada bulunan yedi kişiden birinin köpeğinin adı. (Bkz. Eshâb-ı Kehf)
Eshâb-ı Kehfe tâbi olduğu için Kıtmîr'e Allahü teâlâ kıymet verip, Kur'ân-ı kerîmde ona işâret etmiştir ve Kıtmîr, Eshâb-ı Kehf ile birlikte Cennet'e girecektir. (İsmâil Hakkı Bursevî)

KIYÂM:
Ayakta durmak. Namazın içindeki farzlardan birisi.
Kıyâm, üç şeyle tamam olur: 1) Ayakta durmak, 2) Secde yerine bakmak, 3) İki tarafına sallanmamak. (Kutbüddîn-i İznikî)
Kıyâmı yapamayan hasta, oturarak, oturamayan, sırt üstü yatıp başı ile îmâ, işâret ederek kılar. Yüzü, semâya (göğe) karşı değil kıbleye karşı olması için başı altına yastık konur. Ayaklarını diker. Kıbleye karşı uzatmaz. (İbn-i Âbidîn)

Kıyâm bi Nefsihî:
Allahü teâlânın zâtî (zâtına âit) sıfatlarından; varlığı kendinden olan, hiçbir şeye muhtâc olmayan.
Allahü teâlânın zâtî sıfatları altıdır: Vücûd (var olmak), Kıdem (varlığının öncesi, başlangıcı olmamak), Bekâ (varlığı sonsuz olmak, hiç yok olmamak), Vahdâniyet (zâtında, sıfatlarında ve işlerinde bir olmak), Muhâlefetün lil-havâdis (hiçbir mahlûka , yaratılmışa, hiçbir bakımdan benzememek), Kıyâm bi nefsihî. Bâzı âlimler, vahdâniyet ve muhâlefet-ün-lil-havâdis sıfatlarının aynı olduklarını, bu sebeble sıfât-ı zâtiyyenin beş olduğunu söylemişlerdir. (Teftâzânî)

KIYÂME SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin yetmiş beşinci sûresi.
Kıyâme sûresi, Mekke'de nâzil oldu (indi). Kırk âyet-i kerîmedir. Kıyâmet hâllerinden bahsedildiği için Sûret-ül-Kıyâme denilmiştir. Sûrede öldükten sonra dirilme ve kıyâmetin mutlaka kopacağı, insanın kıyâmet günündeki aczi, telâşı, o gün başıboş bı rakılmayacağı, onu basit bir meniden yaratan Allahü teâlânın tekrar diriltmeye de kâdir olduğu bildirilmektedir. (Râzî, Taberî)
Allahü teâlâ, Kıyâme sûresinde meâlen buyuruyor ki:
Gerçek şu ki; siz, çarçabuk geçen (dünyâ hayâtını ve nîmetlerin) i seviyor, âhireti bırakıyorsunuz. (Âyet: 20, 21)
Kim Kıyâme sûresini okursa, ben ve Cebrâil (aleyhisselâm), kıyâmet günü kıyâmete inandığına dâir ona şâhidlik yaparız. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)


KIYÂMET:
1. Allahü teâlânın emri ile İsrâfil aleyhisselâmın sûr denilen ve nasıl olduğunu bilmediğimiz bir âlete üfürmesi, (nefha-i ûlâ: Birinci üfürme) ile bütün canlıların ölüp, her şeyin yok olması, kâinâttaki (varlık âlemindeki) nizâmın, düzenin bozulması , kıyâmetin kopması. (Bkz. Sâat)
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Kıyâmet muhakkak gelecektir. Bunda hiç şüphe yoktur. (Hac sûresi: 7)
Ey insanlar! Rabbinizin azâbından korkun. Muhakkak kıyâmetin zelzelesi (sarsıntısı) pek büyük bir şeydir. Onu gördüğünüz gün, analar, emzirdikleri çocuklarını bırakıp unutur, hâmile kadınlar çocuklarını düşürür. O günün dehşetinden sen insanları sarhoş bir hâlde görürsün, hâlbuki onlar sarhoş değillerdir. Fakat Allahü teâlânın azâbı çok şiddetlidir. (Hac sûresi: 1,2)
Kıyâmet kötü insanlar üzerine kopar (iyi insanlar bulundukça, Allahü teâlâ kıyâmeti koparmaz). (Hadîs-i şerîf-Sahîh-i Müslim)
Yeryüzünde Allah diyen bir kimse kalıncaya kadar kıyâmet kopmaz. (Hadîs-i şerîf-Şir'at-ül-İslâm)
Allahü teâlâ, sûr üfürüldükten sonra, kıyâmetin kopmasını murâd buyurduğu vakit, dağlar uçar, bulutlar gibi yürümeye başlar. Denizlerin bâzısı bâzısına taşar. Güneşin nûru giderek simsiyâh olur. Dağlar toz hâline gelir. Âlemler birbirine girer. Yıldı zlar, dizili incinin kopup dağıldığı gibi olur. Gökler gülyağı gibi erir ve değirmen döner gibi döner ki, şiddetli bir şekilde hareket eder. Bâzan toplanır, bâzan da dümdüz olur. Allahü teâlâ, göklerin parça parça olmasını emr eder. Yedi kat yerde ve yedi kat gökte ve kürsîde diri olarak kimse kalmaz. Her canlı vefât etmiş olur ve eğer rûhânî ise, rûhu gitmiş olur. Yerde taş üstünde taş kalmaz. Göklerde hiç canlı kalmaz. (İmâm-ı Gazâlî, Kurtubî, Kâb-ül-Ahbâr)
2. Her canlının ölüp, âlemin nizâmının düzeninin bozulmasından bir müddet sonra, yine Allahü teâlânın emri ile İsrâfil aleyhisselâmın ikinci defâ sûra üfürmesi ile bütün ölülerin yeniden dirilip, hayat bulmasından, yeni bir hayâtın başlamasından sonr a herkesin bulundukları yerden, kabirlerinden kalkıp, mahşer (Arasât meydanı) denilen yerde toplanıp, dünyâda yaptıklarından hesâba çekilecekleri ve herkesin Cennet'e veya Cehennem'e gidinceye kadar devâm edecek olan zaman. Bu zamâna kıyâmet günü de denir.
...O (Allahü teâlâ) elbette sizi kıyâmet günü mahşerde (Arasât meydanında) kabirlerinizden toplayacaktır. Bunda aslâ şüphe yoktur... (Nisâ sûresi: 87)
Kıyâmet günü, herkes dört suâle cevâb vermedikçe hesâbdan kurtulamayacaktır. Ömrünü nasıl geçirdi? İlmi ile nasıl amel etti? Malını nereden kazandı ve nerelere harcadı? Cismini bedenini nerede yordu, hırpaladı? (Hadîs-i şerîf-Tirmizî)

Kıyâmet Alâmetleri:
Kıyâmetin kopmasının yaklaştığına dâir Resûlullah efendimizin haber verdiği büyük ve küçük alâmetler, işâretler.
On büyük alâmet görülmeyince kıyâmet kopmaz. Bunlar: Duhan (duman), Deccâl, Dâbbet-ül-erd, güneşin batıdan doğması, Îsâ aleyhisselâmın gökten inmesi, Ye'cüc ve me'cüc'ün çıkması, doğuda, batıda ve Arabistan'da yer batması, bunlardan sonra Yemen'den bir ateş çıkıp, insanları bir araya getirmesidir. (Hadîs-i şerîf-Müslim)
Kıyâmet alâmetleri, büyük ve küçük olmak üzere iki kısımdır. Küçük alâmetlerin sayıları pekçok olup, bir kısmı ortaya çıkmış ve çıkmaya devâm etmektedir. Bâzıları şunlardır: İnsanlardan ilim, emânet kalkar, câhillik artar. Emîn kimse bulunmaz. Oyun v e çalgı âletleri çok kullanılır. Adam öldürmek ve fitne çok olur. İnsanlarda, birbirine karşı sevgi kalmaz. İslâmiyet'e uygun işler ayıp sayılıp, terk olunur. (İbn-i Hacer-i Mekkî, İmâm-ı Süyûtî)

Kıyâmet-i Kübrâ:
Büyük kıyâmet. Canlıların öldükten sonra tekrâr diriltildikleri gün, zaman. Kıyâmet günü.

Kıyâmet-i Suğrâ:
Küçük kıyâmet, herkesin kendi ölümü.

KIYÂS:
Bir şeyi diğer bir şeyle ölçme, bir şeyi başka şeye benzetme; hakkında nass (âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîf) bulunmayan bir mes'elenin hükmünü, buna benzeyen ve hakkında nass bulunan başka bir mes'elenin hükmüne benzeterek anlama.
Haşr sûresi ikinci âyet-i kerîmesinde meâlen; "Ey ilim sâhipleri! Îtibâr ediniz (yâni bilmediklerinizi bildiklerinize kıyâs ediniz) " buyurulmuştur. Îtibâr etmek, benzetmek demektir. Bu âyet-i kerîme, kıyâs ve ictihâdı emr etmektedir. (Beydâvî)
Kıyâsı, müctehîd (Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden mânâ çıkarabilen) âlimler yapar. Böyle olmayanlar kıyâs yapamaz. Hicrî dördüncü asırdan sonra kıyâs yapacak derin âlim kalmadı. (İbn-i Âbidîn, İmâm-ı Gazâlî, Yûsuf Nebhânî)
Kur'ân-ı kerîmden her ince bilgi elde edilir. Abdullah ibni Mes'ûd radıyallahü anh; "Onda, öncekilerin ve sonrakilerin bütün ilimleri vardır" buyurdu. Kur'ân-ı kerîmdeki bilgiler, hükümler sonsuzdur. Ancak bu bilgilerin bir kısmı kapalı ve örtülüdür. Ehli olanlar bunları ilim ve ihlâsı kadar anlayabilir. İşte, sünnet, icmâ' (müctehid denilen âlimlerin bir hususta sözbirliği etmeleri) ve kıyâs ile; Kur'ân-ı kerîmdeki kapalı bilgiler meydana çıkarılıyor. Kıyâmete kadar, bütün insanlara lâzım olacak hükümleri, dört mezheb imâmı anlamış ve kitaplarına yazmışlardır. (Seyyid Alizâde)
Kıyâs, bid'at (dinde sonradan ortaya çıkan bir yenilik) değildir. Çünkü kıyâs, nüsûsun yâni âyet-i kerîmelerin ve hadîs-i şerîflerin mânâlarını meydana çıkarmaktadır. Yoksa bu mânâlara başka şey eklememektedir. (Ahmed Fârûkî)
Dînî hükümlerin isbâtında; Kitâb(Kur'ân-ı kerîm), sünnet (Peygamber efendimizin sözleri, işleri ve görüp de mâni olmadıkları şeyler), icmâ-ı ümmet (müctehid denilen, derin âlimlerin bir mes'elenin hükmünde sözbirliği etmeleri) ve kıyâs mûteberdir (ge çerlidir, kıymetlidir). (Ahmed Fârûkî)
Zarûrî olarak bilinen îtikâdî mes'elelerde yâni inanılacak şeylerde kıyâs yoktur (olmaz). (Serahsî)
Nass (âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîf) bulunan yerde kıyâs yapılmaz. Biz, zarûret olmadıkça kıyâs yapmayız. Bir suâl (soru) sorulunca, onun cevâbını, önce Kur'ân-ı kerîmde ararız. Bulamazsak, hadîs-i şerîflerde ararız. Yine bulamazsak, Resûlullah efen dimizin sohbetinde yetişmiş Eshâb-ı kirâmın herhangi birinin sözlerini ararız. Bu suâlin cevâbını bunlarda da bulamazsak, kıyâs yaparak cevâbını buluruz. (İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe, Hamevî, Hâdimî)
Bir kişinin haber verdiği hadîs-i şerîfleri veya kıyâs ile anlaşılan bilgileri kabûl etmeyen, beğenmeyen kâfir olmaz ise de, bid'ât ehli yâni doğru yoldan sapmış olur. (İbn-i Âbidîn)

KIYEMÎ:
Çarşıda benzeri bulunmayan, bulunsa da fiyatları farklı olan mal.
Uzunluk ile ölçülenlerden tarla, elde dokunan kumaş, halı ve elbise, ev, dükkân, el yazması kitab, irili ufaklı olan karpuz kıyemîdirler. (İbn-i Âbidîn)

KIYMET:
Değer, îtibâr, üstünlük.
İnsanın kıymeti ilim ve edeb iledir. Mal ve neseb (soy) ile değildir. (İmâm-ı Şâfiî)
İnsanın kıymeti, îmân ve mârifetle (Allahü teâlâyı tanımak, bilmekle)dir. Mal ve mevki ile değildir. (Muhammed Ma'sûm Fârûkî)
 
---> Dini Sözlük

K - 5

KİBR (Kibir):Kendini başkasından üstün görme.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruluyor ki:
Onu hatırla ki, meleklere; "Âdem'e (hürmet olarak) secde edin" demiştik de bütün melekler secde etmişlerdi. Ancak iblis secde etmekten yüz çevirip kibirlendi ve kâfirlerden oldu. (Bekara sûresi: 34)
Yeryüzünde haksız yere kibirlenenleri, âyetlerimi anlamaktan (Kur'ân-ı kerîmi kabûlden) çevireceğim. Onlar her mûcizeyi görseler de onu kendilerine yol edinemezler. Fakat sapıklık yolunu görürlerse, onu yol edinirler... İşte böyle hareket etmeleri, âyetlerimizi yalan saymalarından ve onlardan gâfil bulunmalarından dolayıdır. (A'râf sûresi: 146)
Kalbinde zerre kadar kibir olan Cennet'e girmeyecektir. (Hadîs-i şerîf-Müslim)
Kibir, gurur ve övünme gibi duygular insanın içine çuvaldız gibi saplıdırlar. İnsanın kibirlenmesi, kendinde gördüğü fazîletlerden ileri gelir. Ancak, insan evliyâdan bir mübârek zâtı tanıdığı zaman, bütün bu fazîletlerin, kesinlikle ve gerçek olarak Allahü teâlâda bulunduğunu anlar. Kendisinde bulunan her şeyin, Allah tarafından emânet olarak verildiğini görür (Ali Havvâs).
Kendisinden daha fazla ilmi olan bir kimseyi görüp de ondan kibir ve gururundan dolayı istifâdeye çalışmayan kimse, en büyük câhildir. (Ahmed Rifâî)


KİBRİYÂ:Allahü teâlâya mahsûs azamet, büyüklük, üstünlük, yücelik.
Allahü teâlâ, hadîs-i kudsîde meâlen buyuruyor ki: "Kibriyâ, üstünlük ve azamet bana mahsustur. Bu ikisinde bana ortak olanı Cehennem'e atarım, hiç acımam. (Berîka)
Kibriyâ sıfatı Allahü teâlâya mahsûstur. İnsan, nefsini ne kadar aşağılarsa, Allahü teâlânın yanında kıymeti o kadar yükselir. Kendine kıymet verenin, Allahü teâlâ katında kıymeti olmaz. (Muhammed Hâdimî)

KİLÂBİYYE:Ebû Abdullah Kilâb'ın kurduğu bozuk fırka.
Yetmiş iki bid'at (sapıklık) yolunun esâsı dokuz fırkadır. Bunlar hâricî, şiî, mu'tezile, mürcie, müşebbihe, cehmiyye, dırâriyye, neccâriyye ve kilâbiyyedir. Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem ve dört halîfesinin (aleyhimürrıdvân) zamâ nında bunların hiçbiri yoktu. (Abdülkâdir Geylânî)

KİLE:Ölçek. Tahıllar için kullanılan bir ölçü.
Birkaç kimse arasında müşterek, ortak olup, kile veya vezn (tartı) ile ölçülen bir malı, ölçmeden paylaşmak fâiz olur.
Kile ile satılan şeylerden, aynı cinsten olmayanlar, birbiri ile (meselâ arpa buğdaya karşılık) satılırken, hacimleri aynı olsa da, veresiye satmak fâizdir. (Ömer Nesefî)

KİLİSE:Kenîse; hıristiyanlara mahsûs ibâdet yeri. Hıristiyanlıktaki mezheblere de kilise denilmektedir.
Hıristiyanlar, Romalılar zamânında ibâdetlerini gizli olarak mağaralarda, mahzenlerde yaparlardı. Açık ibâdet yerleri yoktu. Çünkü Roma imparatorları, hıristiyanlığı yasakladıkları gibi inananları da yakalayıp öldürüyorlardı. Bizans imparatoru Konsta ntin'in, resmî din olarak hıristiyanlığı kabûl etmesinden sonra, kiliseler yapılmaya başlandı. Konstantin'den sonra birçok kilise yapıldı ve kilise mîmârîsi ortaya çıktı. (Harputlu İshâk Efendi)
Hıristiyanlığın çeşitli siyâsî sebeplerle mezheplere ayrılmasından sonra, kiliseler de ayrıldı. Merkezi Roma'da bulunan ve rûhânî lideri papa olan katolik kilisesi, merkezi İstanbul'da bulunan ve rûhânî lideri patrik olan ortodoks kilisesi ve İngilte re'de gelişen Anglikan kilisesi bunlardandır. (Harputlu İshâk Efendi)
Necs (pis) olmak ihtimâli bulunan yerlerde, meselâ kabristânda, hamam içinde ve kilisede namaz kılmak mekrûhtur. Soğuk ve başka sebeble açık yerde namaz kılınamaz ve başka yer bulunamazsa, kilisede hem yalnız, hem cemâat ile kılmak câiz olur. Namazda n sonra hemen çıkmalıdır. Çünkü kilisede şeytanlar toplanır. Kilisede bulunan küfür alâmetleri boşaltılırsa namaz kılmak mekrûh olmaz. (İbn-i Âbidîn)
Bugün hıristiyanların kiliselerinde ve yahûdîlerin havralarında kalblerin ve ruhların değil de, nefislerin ve düşüncelerin birleştirilmesine çalışılmaktadır. Bunun için kiliseler, havralar bir mâbed (ibâdethâne) değil, bir politika ve konferans yeri olup, insanları uyuşturarak, liderlerin, şeflerin arzû ve düşünceleri istikâmetinde sürüklenmektedirler. (M. Sıddîk bin Saîd)

KÎL-U-KÂL:Dedi-kodu. Gîbet. (Bkz. Gîbet) Geçirme ömrünü mü'min, sakın ki, kîl-ü-kâl üzre! Sözün mânâsını anla, ne yürürsün hayâl üzre.
(M. Sıddîk bin Saîd)

KİN:Gizli düşmanlık. (Bkz. Hıkd)
Hiddet ve kin, hakîkatleri gören gözleri kör eder. Öfke iyi düşünmeyi daraltır, insanı yanıltır. (Hacı Bayram-ı Velî)

KİNÂYE LAFIZLAR:Birkaç mânâda kullanılan kelimeler. Hem boşamada hem de başka yerde kullanılan sözler.
Erkek kinâye söyleyince, boşamağa niyet etti ise veya öfkeli ise karısını boşamış olur. "Var yıkıl git. Artık seni istemem, babanın evine git. Seni boşamak istiyorum" gibi sözler, boşamak niyyet edilmedikçe talâk, boşama olmaz. Bırakmak, terketmek la fızları (kelimeleri) kinâye iseler de boşamak için kullanılmaları âdet olduğundan boşamada kinâye değil, sarîh (açık) sözlerden sayılır. Bunlarla derhâl boşama meydana gelir. (İbn-i Âbidîn)

KİRÂ:Bir malın, menfaatine yâni kullanılmasına karşılık olarak verilen ücret. Bir evin, bir iş yerinin veya herhangi bir mülkün, taşıt veya binek hayvanının, sâhibi tarafından faydalanılmak ve kullanılmak üzere belli bir ücret karşılığında bir müddet için başkasına verilmesi. (Bkz. İcâre)
Kirâ müddeti bitince, mal sâhibi uzatmaz ise, kirâcı çıkar. Malı olduğu gibi teslim etmesi lâzımdır. Teslim etmezse, gasb etmiş olur. Fakat kullanma sebebi ile herkes için meydana gelmesi âdet olan harâblık, yıkılmalar ve bozulmalar kabahat sayılmaz. (Ali Haydar Efendi)
Mal sâhibi, kirâyı peşin alıp, malı teslim etmezse, geçen zamânın ücretleri mülkünden çıkar; kirâcıya geri vermesi lâzım olur. (Fetâvâ-i Hindiyye)

KİRÂMEN KÂTİBÎN:İnsanların iki omuzunda bulunup, onların sevâb ve günâhlarını yazan iki melek. Hafaza melekleridir diyen âlimler de olmuştur.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Hâlbuki üzerinizde gözetleyici, amellerinizi yazan (Allah indinde) Kirâmen kâtibîn melekleri vardır. (Ki onlar, hayır ve şerden) işlediklerinizi (yaptıklarınızı) bilirler. (İnfitâr sûresi: 10-12)
Kirlenince çabuk gusl (boy) abdesti alın! Çünkü, Kirâmen kâtibîn melekleri cünüp gezen kimseden incinir. (Hadîs-i şerîf-İhyâu Ulûmiddîn)
Kirâmen kâtibîn denilen meleklerden sağ taraftaki melek, soldakinin âmiridir ve iyi işleri, ibâdetleri yazar. Soldaki melek, kötülükleri yazar. (Kemahlı Feyzullah)
Kirâmen kâtibîn, insandan yalnız cimâda ve helâda ayrılırlar. Helâda iken yapılanları, Allahü teâlâ meleklere bildirir. Helâdan çıkınca yazarlar. (Kutbüddîn-i İznikî)
Bir kimseye selâm verirken, çok kimseye verir gibi vermelidir. Çünkü mü'min yalnız değildir. Kirâmen kâtibîn adındaki iki melek, onunla berâberdir. (M. Muhammed Rebhâmî)

KÎSÂNİYYE (Keysâniyye):Şiânın kollarından. Muhtâr bin Ebî Ubeyd es-Sekâfî'nin kurduğu bozuk fırka. Muhtâr bin Ebî Ubeyd es-Sekafî'nin bir adı da Keysân olması sebebiyle Keysâniyye denilmiştir. Bu fırkaya Muhtâriyye veya Bedâiyye de denir.
Hazret-i Ali'nin oğlu Muhammed bin el-Hanefiyye'nin babasından sonra imâmetini (halîfeliğini) kabûl eden Keysâniyye fırkası, Allahü teâlânın bedâ (önceki hükmünü değiştirme) sıfatı olduğunu söylerler. Muhammed bin el-Hanefiyye'nin Radvâ dağlarında ya şadığına, sağında ve solunda birer arslanın ve bir parsın onu koruduğuna ve onun gelecek Mehdî olduğuna inanırlar. (Abdülazîz Dehlevî)
Keysâniyye mensupları, dine, namaz, oruç, zekât v.s. gibi hükümlerin te'vilini (yorumunu) öğreninceye kadar uyar. Farzların bir kısmını terk ederler. (Abdülkâhir Bağdâdî)

KİSVE:Giyecek. Nafaka vermekle vazîfeli kimsenin bakmakla mükellef bulunduğu kimselere te'min etmekle yükümlü olduğu giyecek.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
...Onların (annelerin) âdet olduğu şekli ile yiyeceği ve kisvesi; çocuk kendisinin olana (babaya) âittir. Kimse gücü yettiğinden fazlasıyla sorumlu tutulmaz. (Bekara sûresi: 233)
Dînimizce nafaka; yiyecek, kisve ve oturacak yer demektir. Kitapların çoğunda, yalnız yiyecek mânâsına kullanılmak âdet olmuştur. Fakir olan zevcin, zengin olan zevcesine, orta hâllilere âdet olan nafaka vermesi lâzımdır. Fakir nafakası verip, aradak i farkı, zengin olunca öder. (İbn-i Âbidîn)
Kisve, senede iki gömlek ve iki himâr (baş örtüsü) ve iki milhâfedir. Milhâfe (ferâce veya manto), kadının sokağa çıkarken giydiği bir şeydir. Bunların biri yazlık, biri kışlıktır. Şimdi kisveye, iç donu, cübbe (kalın manto), yatak, yorgan da ilâve e tmek lâzımdır. Kış mevsiminde, gömlek yünden, manto ve himâr ipekten olur. Ayakkabı, mest sokağa çıkmak için olduklarından, nafakaya dâhil edilmemiştir. Fakat zaman ve memleketin âdetine göre dâhil edilirler. Memleketin âdetine göre, kadına lâzım ola n gıdâ, elbise ve ev eşyâsının hepsi nafakaya dâhil olur. Zevcin bunları getirmesi lâzımdır. (İbn-i Nüceym)

Kisve-i Şerîfe:Resûlullah efendimizin medfûn bulundukları hücre-i seâdet üstündeki kubbe üzerine serilen örtü.
Hücre-i seâdetin beş köşeli duvarları yapılırken üzerlerine bir de küçük kubbe yapılmıştı. Bu kubbeye, Kubbet-ün-nûr denir. Osmanlı pâdişâhlarının gönderdikleri kisve-i şerîfe bu kubbe üzerine örtülürdü. Kubbet-ün-nûr üzerine gelen, mescid-i seâdetin büyük yeşil kubbesine Kubbet-ül-hadrâ denir. (Eyyûb Sabri Paşa)

KİTÂB:
1. Edille-i şer'iyyenin (İslâm dînindeki hükümlerin, din bilgilerinin) birinci kaynağı olan Kur'ân-ı kerîm.
Kitâb; Allahü teâlânın, Resûlü Muhammed aleyhisselâma indirdiği, mushaflarda yazılı, bize kadar tevâtür yoluyla, yalan üzere birleşmeleri aklen mümkün olmayan bir topluluk tarafından Arabca olarak nakledilen kelâm-ı kadîmdir (Allahü teâlânın sözüdür) . Bütün insanların dünyâ ve âhiret hayâtının her yönüne âit hükümleri bilgileri içerisinde bulundurur. İçine aldığı hükümler, bilgiler üç kısımdır: Îmân esaslarına dâir hükümler, mükelleflerin söz ve işlerine dâir bilgiler, rûh ve mâneviyâtın düzeltilip, nefsin ve ahlâkın terbiyesine âit hükümlerdir. (Abdülhakîm Arvâsî)
2. Amel defteri.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Biz azîmüşşân, insan için sahîfesi açılmış olarak, kendisine vâsıl olan kitab göndeririz. (İsrâ sûresi: 13)

Kitâb ve Sünnet:Kur'ân-ı kerîm ve Peygamber efendimizin hadîs-i şerîfleri (söz, iş ve görüp de bir şey demedikleri hususlar) mânâsına olan bir terim.
Sünnet kelimesinin dînimizde üç mânâsı vardır: "Kitâb ve sünnet" birlikte söylenince; Kitâb, Kur'ân-ı kerîm, sünnet de, hadîs-i şerîfler demektir. (Farz ve Sünnet) denilince; farz, Allahü teâlânın emirleri, sünnet ise Peygamberimizin sallallahü aleyh i ve sellem sünneti yâni emirleri demektir. Sünnet kelimesi yalnız olarak söylenince, şerî'at yâni bütün ahkâm-ı İslâmiyye (İslâmiyet'teki emirler ve yasaklar) demektir. (M. Sıddîk Gümüş)
Ezan, Kitâb ve Sünnet ile bildirilmiştir. (İbn-i Âbidîn)
Bir velî, İslâmiyet'e uydukça ilerler. İlhâmları artar fakat, velîlere gelen ilhâmlar kitab ve sünnetin üstüne çıkamaz. (Muhyiddîn ibni Arabî)
İnsanları, Allahü teâlânın sevgisine kavuşturacak yol, yalnız Muhammed aleyhisselâmın yoludur. Bundan başka olan dinler, mezhebler, tarîkatler, rüyâlar çıkmaz sokaktır. İnsanı seâdete kavuşturmazlar.Kur'ân-ı kerîmin ahkâmını, hükümlerini öğrenmeyen, hadîs-i şerîflere uymayan kimse, câhil ve gâfildir. Buna uymamalıdır. Bizim ilmimiz, mezhebimiz kitâb ile sünnettir. (Cüneyd-i Bağdâdî)
Çok vakit kalbime düşünceler geliyor.Kitâba ve sünnete uygun bulursam kabûl ediyorum. (Ebû Süleymân Dârânî)

Kitâb-ı Mukaddes:Hıristiyanların mukaddes bilip inandıkları Ahd-i atîk (Eski ahd) ve Ahd-i cedîd (Yeni ahd) kısımlarından meydana gelen kitab. İncîl.
Îsâ aleyhisselâma İncîl isminde bir kitâb nâzil oldu. Fakat yahûdîler bu kitabı seksen sene içinde yok ettiler. Sonradan ortaya çıkan ve hıristiyanların, Allahü teâlâ tarafından gönderildiğine inandıkları Kitâb-ı Mukaddes iki kısımdır. Birincisi, Ahd -i atîk (Eski ahd), o zamâna kadar gelen peygamberlerin (aleyhimüsselâm) ve bilhassa Mûsâ aleyhisselâmın bildirdiklerini ihtivâ eder. İkincisi Ahd-i Cedîddir (Yeni ahd). Esas olarak Îsâ aleyhisselâma inananlardan Matta, Markos, Luka ve Yuhannâ'nın ya zdıkları kitablar olup, Îsâ aleyhisselâmın hayâtı, yaptığı işler ve verdiği nasîhatları ihtivâ eder. Fakat Kitâb-ı mukaddes içinde bulunan hakîki bilgilere birçok yanlış düşünceler, efsâneler ve hurâfeler eklenmiştir. (Manastırlı Müderris Hâcı Abdullah Abdi Bey) Hıristiyanların, Allahü teâlâ tarafından gönderildiğine inandıkları Kitâb-ı mukaddeste zulmü, vahşeti emr eden pekçok yerler vardır. Ahd-i atik'in Huruç (çıkış) kitâbının 23. bâbının 23. ve 24. âyetlerinden sonra Mûsâ aleyhisselâmın kadınları sağ bır aktığı için subaylarına kızdığı ve bütün kadınların ve erkek çocuklarının öldürülmesini emr ettiği yazılıdır. (Harputlu İshâk Efendi)
Bugün elde bulunan Kitâb-ı mukaddeste mevcut olan ilim, akıl ve ahlâk dışı yazılar meydandadır. Buna karşılık İslâm âlimlerinin akla, ilme, fenne ve medeniyete ışık tutan yazıları da dünyâ kütübhânelerini doldurmaktadır. (Harputlu İshâk Efendi)

KİTÂBET:Kâtiblik, yazıcılık, yazı yazma ilmi.
1. Güzel yazı ve güzel ifâde için lâzım olan yazı yazma usûl ve kâideleri.
Din bilgileri, dünyâda ve âhirette huzûru, saâdeti kazandıran bilgilerdir. Bunlar da iki kısma ayrılır: Ulûm-i âliyye (yüksek din bilgileri) ve ulûm-i ibtidâiyye (âlet ilimleri). Yüksek din bilgileri sekizdir. Bu sekiz yüksek din bilgisini öğrenebilm ek için lâzım olan âlet ilimleri on ikidir. Bunlar; sarf, iştikâk, nahv, kitâbet, iştikâk-ı kebîr, lügat, metn-i lügat, beyân, me'ânî, bedî, belâgât ve inşâ ilimleridir. Din âlimi olmak için sekiz yüksek din bilgisini bütün incelikleri ile fen bilgilerini de lüzûmu kadar öğrenmek lâzımdır. (Abdülgânî Nablüsî)
2. Kölenin belirli bir ücreti ödemek veya bildirilen şartları yerine getirmek karşılığında âzâd edileceğine (serbest bırakılacağına) dâir sâhibi ile yaptığı akid, sözleşme. (Bkz. Mükâteb)

KİTABLI KÂFİRLER:İncîl ve Tevrât'tan birine inanan kâfirler. Hıristiyanlar ve Yahûdîler. (Bkz. Ehl-i Kitab)
Müslüman erkeğin kitablı kâfir kadını nikâh etmesi câizdir. Başka kâfir kadınla ve mürted olmuş, dinden çıkmış kadınla evlenmesi câiz değildir. (İbn-i Âbidîn)

KİTABSIZ KÂFİRLER:Ehl-i kitâbın dışındaki kâfirler, dinsizler.
Müslümanlar, âhirete inanıyor. Kitabsız kâfirler inkâr ediyor. Tekrar dirilmek olmasaydı, inanmayanlar bir şey kazanmaz, müslümanlar da zarar etmezdi. Fakat kâfirlerin dediği olmayınca, sonsuz azâb çekeceklerdir. (Hazret-i Ali)
Kitabsız kâfirlerin kestikleri yenmez, kızları alınmaz ve kız verilmez. (Muhammed Hâdimî)
Her müslüman iyi bilsin ki, bütün san'atlar, farz-ı kifâyedir. Bunu düşünerek, bir san'ata yapışmak, ibâdet etmek olur. İster kitablı kâfirler keşf etsin, bulsun, ister kitabsız kâfirler, her san'atı öğrenmek ve hele harb vâsıtalarını en modern, en i leri şekilde yapmağa çalışmak farzdır. (İmâm-ı Gazâlî)

KOMŞU:Bitişik evlerde veya yakın çevrede oturan kimse veya kimseler.
Ev satın almadan evvel, komşuların nasıl olduklarını araştırınız! Yola çıkmadan evvel, yol arkadaşınızı seçiniz! (Hadîs-i şerîf-Şir'at-ül-İslâm)
Komşuya hürmet etmek ana-babaya hürmet etmek gibi lâzımdır. (Hadîs-i şerîf-Şir'at-ül-İslâm)
Zımmî (gayr-i müslim vatandaş) komşunun bir hakkı, müslüman komşunun iki hakkı, akrabâ olan komşunun üç hakkı vardır. (Hadîs-i şerîf-Şir'at-ül-İslâm)
Allahü teâlâ, bir sâlih müslüman hürmetine, komşularından binlerce belâyı, felâketi uzaklaştırır. (Hadîs-i şerîf-Şir'at-ül-İslâm)
Komşusunun aç yattığını bildiği hâlde, kendisi tok yatan, kâmil (îmânı olgun, tam) bir mü'min değildir. (Hadîs-i şerîf-Nisâb-ül-Ahbâr)
Hukûk-i ibâd, kul hakkını gözetmektir. Kul hakkının en önemlisi, ana-baba hakkıdır. Tatlı dil ile, güler yüzle, yardımlarına koşmakla, onların gönüllerini kazanmaya çalışmalıdır. Sonra komşu hakkı, hoca hakkı, karı-koca hakkı, arkadaş hakkı, sonra hü kûmetin hakkı gelir. (Abdülhakîm bin Mustafâ)
Dünyâda en kıymetli şey; müslüman, sâlih, Allahü teâlânın ve mahlûkların haklarını bilen ve gözeten komşudur. Herhangi bir kimseye yapılması haram olan bir fenalık, komşuya yapılırsa, günâhı katkat daha fazla olur. Herhangi bir kimseye yapılması sevâ b olan bir iyilik, komşuya yapılırsa, sevâbı katkat daha fazla olur. (Seyyid Alizâde)
Kâfir olan komşuyu da incitmemek, ona da iyilik yapmak, ihsân etmek lâzımdır. (İbn-i Hacer-i Mekkî)

KONAK:Tasavvufta ilerlerken her iki derece arası.
Allahü teâlâya yakın olmak, ulaşmak husûsunda tasavvuf büyükleri; "İnsanı kavuşturan konaklar sonsuzdur, bitmez tükenmez" demişlerdir. (İmâm-ı Rabbânî)

KÖLE:Allah yolunda harb ederken, kâfirlerden alınan esir.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Allah'a ibâdet edin, O'na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Bir de ana-babaya iyilik edin. Akrabâya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yakın arkadaşa, yolcuya ve ellerinizdeki kölelere de iyilik edin. Çünkü Allah büyüklenen ve övünen kimseyi sevmez. (Nisâ sûresi: 36)
Şu iki güçsüz, yâni köle ve kadın hakkında Allah'tan korkunuz. (Hadîs-i şerîf-Müsned-i Ahmed bin Hanbel)
Kim kölesinin yüzüne bir tokat atsa, veyâhut onu döğse, onun keffâreti (cezâsı) köleyi âzâd etmesidir. (Hadîs-i şerîf-Sünen-i Tirmizî)
İslâmiyet, bütün kölelere ve hizmetçilere iyi muâmele edilmesini, onlara şefkat ve merhametle davranılmasını emretmiştir. (Van Denberg)

KÖTÜ ARKADAŞ:İnsanın dînini, îmânını, edebini, hayâsını ahlâkını bozan, dünyâ ve âhiret seâdetini kaybettiren arkadaş.
İşin temeli iyi insanlarla konuşmak, kötü arkadaştan sakınmaktır. (İmâm-ı Rabbânî)
Îmânın düşmanı dörttür: Sağda kötü arkadaş, solda nefsin hevâsı (arzu ve istekleri), önde dünyâya düşkün olmak ve arkada şeytan. Bunların hepsi insanın îmânını almak isterler. Kötü arkadaş, yalnız insanın malını, parasını çalmak, dünyâsını almak için aldatanlar değildir. Arkadaşların en kötüsü, en zararlısı, insanın dînini, îmânını, edebini, hayâsını, ahlâkını bozmağa uğraşanlar, böylece dünyâ ve âhiretine, ebedî seâdetine saldıranlardır. Îmânımızı, bu düşmanların şerrinden ve İslâm düşmanlarının aldatmalarından Allahü teâlâ emîn eyleye. (Muhammed İznikî)
Bir kalb, iyi arkadaşların nasîhatlarına ve akla tâbi' olup, İslâmiyet'e uyarsa, nûrlanır, temiz olur. Dünyâ ve âhirette seâdete, huzûra kavuşur. Kötü kimselerin iğfâl edici, aldatıcı sözlerine, yazılarına ve nefse, şeytana uyup, İslâmiyet'e uymayan kalb kararır, bozulur. Nurlu, temiz kalb, İslâmiyet'e uymayı sever. Kararmış kalb, kötü arkadaşa, nefse, şeytâna uymayı sever. Allahü teâlâ çok merhametli olduğu için, dünyânın her yerinde yeni doğan çocukların kalblerini temiz olarak yaratmaktadır. Bunları, sonraları anaları, babaları ve kötü arkadaşları karartmakta, kendileri gibi yapmaktadır. (Abdülhakîm bin Mustafâ)
Kötü arkadaş kötü yılandan daha kötüdür. Zîrâ kötü yılan can alır. Kötü arkadaş ise can ve îmân alır. (Ali Râmitenî)

KÖTÜ DİN ADAMI:İlmini dünyâ kazancına, mala, mevkîye kavuşmaya vâsıta eden, ilmi ile amel etmeyen, insanları ibâdete ve âhirete yönelmeye teşvik etmeyen din adamı.
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, Kâbe'yi tavâf ediyorken; "Hangi insan daha kötüdür?" diye soruldu; "Kötü olanı sorma, iyi olanı sor! Âlimlerin kötüsü insanların en kötüsüdür" buyurdu. Çünkü âlimler bilerek günâh işlemektedir. Îsâ aleyhisselâm ; "Kötü din adamları, su yolunu kapayan kaya gibidir. Su kayadan sızıp geçemez. Akmasına da mâni olur" dedi. Hadîs-i şerîfte; "Kıyâmet günü azâbların en şiddetlisi, ilmi kendisine faydalı olmayan din adamınadır" buyruldu. (Muhammed Hâdimî)
Kalbe gelen hâtıranın (düşüncenin) cinsini anlamak için, İsâmiyet'e uygun olup olmadığına bakılır. Böyle anlaşılamazsa, sâlih (iyi, dindar) olan bir âlime sorulur. Sâlih olmayan, dîni dünyâ kazançlarına âlet eden kötü din adamına sorulmaz. Yâhut, Res ûlullah sallallahü aleyhi ve selleme kadar üstadlarının hepsi bilinen hakîkî bir rehbere, yetişmiş ve başkalarını yetiştirmeye ehil bir İslâm âlimine sorulur. (Muhammed Hâdimî)
İnsanların saâdeti, âlimlerin elinde olduğu gibi, insanları felâkete, Cehennem'e sürükleyenler de, din adamı şeklinde görünen, din düşmanlarıdır. Din adamlarının iyisi, insanların en iyisidir. Dîni dünyâ isteklerine âlet eden, herkesin îmânını bozan, din adamı da, dünyânın en kötüsüdür. İnsanların saâdeti ve felâketi, doğru yola gelmesi ve yoldan çıkmaları din adamlarının elindedir. Büyüklerden biri, şeytanı boş oturuyor görüp, sebebini sormuş, Şeytan demiş ki: "Bu zamânın kötü din adamları, bizim işimizi görüyor. İnsanları yoldan çıkarmak için bize iş bırakmıyorlar." (İmâm-ı Rabbânî)

KÖTÜ HUY:Dînin ve aklın beğenmediği huy.
İnsanların hiç çekinmeden, sıkılmadan yaptıkları günah, kötü huylu olmaktır. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Sıcak su buzu erittiği gibi, iyi huy da, hatâları eritir.Sirke balı bozduğu gibi, kötü huy; hayrâtı, hasenâtı (iyilikleri) mahveder. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Bir kulun ibâdetleri çok olsa da, kötü huyu, onu Cehennem'in dibine götürür. Bâzan küfre götürür. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Kötü huylar, kalbi, rûhu hasta eder. Hastalığın artması, kalbin, rûhun ölümüne sebeb olur. Kötü huyların en kötüsü olan şirk, küfür (Allahü teâlâya ortak koşmak) ise, kalbin, rûhun en büyük zehiridir, hemen öldürür. Îmânı olmayanın kalbi temiz olmaz. Ölmüş, kokmuş olan kalbin temiz olması düşünülemez. (Muhammed Hâdimî)
Her müslüman, kalbinden kötü huyları çıkarıp, iyi huyları yerleştirmelidir. Bir kaçını çıkarıp, birkaçını yerleştirmekle, insan güzel huylu olmaz. Tasavvuf, insanı olgunlaştıran yoldur. Böyle olmayan yola tasavvuf denmez. (Muhammed Hâdimî)
 
---> Dini Sözlük

K - 6

KUBÂ MESCİDİ:İslâm târihinde Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) hicreti sırasında Medîne-i münevvere yakınında bulunan Kubâ'da ilk defâ inşâ edilen mescid.
Bir kimse evinde güzel bir gusl abdesti alarak Kubâ mescidine gelir de bu mübârek mescidde namaz kılmaktan başka bir niyeti olmazsa bir umre etmiş gibi kendisine sevâb verilir. (Hadîs-i şerîf-Meşârık)
Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem Mekke'den Medîne'ye hicret buyururken, Medîne-i münevvereye yakın olan Kubâ köyünde birkaç gün misâfir kaldı. İlk iş olarak müslümanlarla birlikte Kubâ mescidini yaptı. Cumâ günü Medîne'ye doğru yola çı ktı. Raûna vâdisinden geçerken öğle vakti olmuştu. Burada ilk Cumâ namazını kıldı ve ilk hutbeyi okudu. (Abdülhâk-ı Dehlevî)

KUBBE-İ HADRÂ:Medîne-i münevverede bulunan Peygamber efendimizin kabr-i şerîfinin üzerindeki yeşil kubbe.
Kubbe-i hadrâ, müslümanların göz bebeğidir. Müslümanlar, kubbe-i hadrânın altında bulunan mübârek hücre-i seâdeti ziyâret etmeyi, kurtuluşlarına sebeb bilirler. Çünkü Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem; "Kabrimi ziyâret edene şefâatim vâcib olmuştur" buyurmuştur. (Abdullah-ı Mûsulî, Tâcüddîn Sübkî)
Mısır Türkmen sultânı Seyfeddîn Sâlih Klâvûn rahmetullahi aleyh, 1279 (H. 678) senesinde Hücre-i seâdet üzerine bugünkü Kubbe-i hadrâyı ilk olarak yaptırıp kurşun ile kapattı. (Abdülhak-ı Dehlevî)

KUBÛR:Kabirler, mezârlar.
İnsanların ölünce defnedilmeleri, gömülmeleri için dîne uygun kazılan yerler. (Bkz. Kabir)

KUDDİSE SİRRUH:Daha çok Allahü teâlânın sevdiği kullar olan evliyâdan birinin ismi anılınca veya yazılınca, onun sırrı (içi) temiz ve mübârek olsun mânâsına söylenen veya yazılan duâ, hürmet ve saygı ifâdesi. İki kişi için "Kuddise Sirruhümâ" ikiden çok için "Kuddi se sirruhüm" denir.
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin babası Abdülehad hazretlerinin üstâdı (hocası) ve Hindistan evliyâsının büyüklerinden Abdülkuddûs kuddise sirruh, oğluna yazdığı bir mektubunda buyuruyor ki: "Oğlum! Vaktin kıymetini bil. Gece-gündüz ilim öğrenmeye çalış. Her zaman abdestli bulun. Beş vakit namazı sünnetleri ile ve ta'dîl-i erkân (rükûda, kavmede yâni rükû'dan kalkıp ayakta iken, iki secdeyi yaparken ve celsede yâni iki secde arasında oturmada bütün âzâlar, organlar hareketsiz kaldıktan sonra, Sübhân allah diyecek kadar durmak) ile, huzur (kalben Allahü teâlâ ile berâber olmak) ve huşû (Allahü teâlâdan korkmak ve tevâzu hâli) ile ve şerîatin sâhibinin (Peygamber efendimizin) bildirdiği gibi kılmaya çalış. Bunları yapınca, dünyâda ve âhirette sayısız nîmetlere kavuşursun." (M. Hâşim-i Keşmî)

KUDDÛS (El-Kuddûs):Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Azamet ve celâline, büyüklüğüne lâyık olmayan, noksanlık ve eksiklik getiren şeylerden, his organlarının anladığı, hayâl gücünün hayâl ettiği, hâtıra gelen ve düşünülebilen her türlü vasıftan v e özellikten münezzeh, pâk ve temiz olan.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Allah'tan başka ilâh yoktur. O, mülkü hiç yok olmayan bir Mâlik (sâhib) tir. Kuddûs'tur..." (Haşr sûresi: 23)
Her gün bin defâ el-Kuddûs ism-i şerîfini söyliyen kimsenin gönlü dağınıklıktan kurtulur. (Yûsuf Nebhânî)

KUDRET:Güç, güçlü olma.
1. Allahü teâlânın sıfat-ı sübûtiyyesinden biri. Allahü teâlânın her şeye gücünün yetmesi.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyuruyor ki:
Gerçekten, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, akıl sâhipleri için, Allah'ın varlığını, kudret ve azametini gösterir, kesin delîller vardır. (Âl-i İmrân sûresi: 190)
Ebû Mes'ûd el-Bedrî anlattı: Hizmetçimi kamçı ile dövüyordum. Arkamdan; "Ey Ebû Mes'ûd! Sen bil ki..." diye bir ses işittim. Öfkemden, bu sesin mânâsını anlayamadım. Bana yaklaşınca, bir de ne göreyim Resûlullah efendimiz bana hitâben; "Ey Ebû Mes'ûd! Allahü teâlânın senin üzerindeki kudreti, senin bu hizmetçiye karşı kudretinden daha büyüktür" buyurdu. Bunun üzerine ben; "Bundan sonra hizmetçimi bir daha dövmeyeceğim" dedim. (İmâm-ı Müslim)
Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmin birçok yerinde; "Sizden evvel gelip geçenlerin hayatlarını, gittikleri yolları ve başlarına gelenleri, gözden geçirip, onlardan ders alınız. Yerleri, gökleri canlıları, cansızları ve kendinizi inceleyiniz! Gördükleriniz in içini, özünü araştırınız. Bütün bunlarda, yerleştirmiş olduğum kuvvetimi, kudretimi, büyüklüğümü ve hâkimiyetimi bulunuz, görünüz, anlayınız" meâlinde emirler buyurmaktadır. (İmâm-ı Gazâlî)
Kıyâmet günü bütün canlılar, mahşer yerinde toplanacak. Her insanın amel defterleri uçarak sâhibine gelecektir. Bunları; yerleri, gökleri, zerreleri, yıldızları yaratan, sonsuz kudret sâhibi olan Allahü teâlâ yapacaktır. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
Dil, şükretmek içindir. Rabbini bilen, dilini gıybet için kullanmaz. Kulak; Kur'ân-ı kerîm ve nasîhat dinlemek içindir. Bâtıl ve boş sözler için değildir. Göz; Allahü teâlânın kudret ve san'atını görmek içindir. Eşin dostun ayıbını görmek için değild ir. (Sa'dî Şîrâzî)
İnsanın esas özelliği; âcizlik ve muhtâç olmasıdır. Hak teâlânın sıfat-ı zâtiyyesi ise; kudret ve gınâ (kimseye muhtâc olmamak) dır. (Bursalı İsmâil Hakkı)
2. Kullara âit sınırlı olan güç, kuvvet.
Kul her işinde, yapıp yapmamakta serbest olup, ikisinden birini elbette seçecek; iş, iyi veya fenâ olacak, günâh veya sevâb kazanacaktır. Allahü teâlâ kullarına, emirlerini ve yasaklarını yerine getirecek kadar kudret ve ihtiyâr (beğenmek, seçmek güc ü) vermiştir. Daha çok vermesine, lüzûm yoktur. Lüzûmu kadar vermiştir. Buna inanmayan, Kolay şeyleri anlamayan kimsedir. Kalbi hasta olduğundan, İslâmiyet'e uymamaya bahâne aramaktadır. (İmâm-ı Rabbânî) Bugün elinde var iken fırsat, Âhiret hazırlığı yap hemen Çünkü sende bulunan bu kudret Elden ele geçer gider dâim.
(Sa'dî Şîrâzî)

KUDÜS:Filistin'de, Süleymân aleyhisselâm tarafından inşâ ettirilen Mescid-i Aksâ'nın bulunduğu şehir. Bu şehir târih kitaplarında İlyâ adıyla da zikredilir.
Târihi çok eskilere dayanan Kudüs şehri, târih boyunca pekçok işgâl ve yağmaya uğradı. Âsurlu hükümdârı Buhtunnasar (Nabukatnazar) Kudüs'ü zabt ettiği zaman şehri yakıp yıktı. Mescîd-i Aksâ'da bulunan altın, gümüş ve diğer mücevherleri Babil'e götürd ü. M.S. 70 senesinde Romalılar tarafından tekrar işgâl edilerek yakılıp yıkılan Kudüs şehri, 120 yılında tâmir, hazret-i Ömer'in halîfeliği sırasında da müslümanlarca fethedildi. 1099 (H.492)'de haçlılar (hıristiyanlar) Kudüs'ü istilâ edince yakıp yı ktılar. Pek çok müslümanı kadın ve çocuk demeden kılıçtan geçirdiler. Bu arada Mescid-i Aksâ'yı da yağmalayıp üstüne haç diktiler. İçerisine heykeller koyarak kiliseye çevirdiler. Sultan Salâhaddîn-i Eyyûbî 1187 (H. 583)'de Kudüs'ü haçlılardan kurtarıp, Mescid-i Aksâ'dan haçları ve putları kaldırttı. Yavuz Sultan Selîm Han zamanında Osmanlı idâresine giren Kudüs, Birinci Dünyâ savaşından sonra, müslüman Türklerin elinden çıktı. 1967 (H. 1387)'deki Arap-İsrâil savaşında Kudüs, yahûdîler tarafından işgâl edildi. (İslâm Târihi Ansiklopedisi)
Müslümanlar hicretten on altı ay sonraya kadar Kudüs'teki Mescid-i Aksâ'ya yönelerek namaz kıldılar. Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem mîrâca buradan yükseldi. (Abdullah-ı Dehlevî)
Hazret-i Ömer Kudüs'ü feth edince, Kudüs'teki kiliselere dokunulmaması için emir verdi ve hıristiyanlarla anlaşma yaptı. Kudüs ahâlisine bir de emannâme (emniyet belgesi) verdi. Emannâmede buyurdu ki: "İş bu mektûb, müslümanların emîri Ömer bin Hattâ b'ın, İlyâ (Kudüs) ahâlisine verdiği emân mektubudur ki, onların; varlıkları, hayatları, kiliseleri, çocukları, hastaları sağlam olanları ile öteki milletler için yazılmıştır..." (Taberî)

KUL:
1. İbâdet eden, itâat eden, hizmet eden, canlı mahlûk (insan, melek ve cin).
Allahü teâlâ buyuruyor ki: "Ey kulum!Emrettiğim farzları yap, insanların en âbidi olursun. Yasak ettiğim haramlardan sakın, verâ' sâhibi olursun. Verdiğim rızka kanâat eyle, insanların en ganîsi olursun, kimseye muhtâc kalmazsın. (Hadîs-i kudsî-Riyâz-üs-Sâlihîn)
Ben kulum. Kullar gibi yere oturur yerim. (Hadîs-i şerîf-Şir'at-ül-İslâm)
Cenâb-ı Hakk'ın kulları üzerindeki hakkı; onların kendisine ibâdet etmeleri ve başka hiçbir varlığı O'na şirk (ortak) koşmamalarıdır. (Hadîs-i şerîf-Müslim)
Bir kimsenin Allahü teâlâya kul olması için, O'ndan başka şeylere kul olmaktan ve bağlanmaktan tam kurtulması lâzımdır. (İmâm-ı Rabbânî)
Kulun hakîkî îmâna kavuşması için, dört şey lâzımdır; bütün farzları edeble yapmak, helâl yimek, görünen ve görünmeyen bütün haramlardan, yasaklardan sakınmak ve bu üçüne ölünceye kadar devâm etmeye sabretmek. (Sehl bin Abdullah-ı Tüsterî)
2. Köle. (Bkz. Abd ve Köle)

Kul Hakkı:Bir kimsenin, başkası üzerindeki hakkı, alacağı.
Üzerinde kul hakkı olan, mahlûkların malına, ırzına dokunan, ölmeden önce helâllaşsın, ödesin! Zîrâ o gün altının, malın değeri olmaz. O gün hak ödeninceye kadar, kendi sevâblarından alınacak, sevâbları olmazsa, hak sâhibinin günâhları buna yüklenecektir. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Rabbânî)
Kul hakkının en mühimi ana-baba hakkıdır. Tatlı dil ile güler yüzle yardımlarına koşmakla, onların gönüllerini kazanmağa çalışmalıdır. Sonra komşu hakkı, hoca hakkı, karı-koca hakkı, arkadaşlık hakkı gelir. (Muhammed Rebhâmî)
Allah yolunda şehîd olanın, kul haklarından başka bütün günâhları affolur. Kul haklarını da Allahü teâlâ, kıyâmette helâllaştıracaktır. (Ahmed Zühdü)
İşlenen günahlarda kul hakkı varsa, buna tövbe için; kul hakkını hemen ödemek, hak sâhibi ile helâllaşmak, ona iyilik ve duâ etmek de lâzımdır. Mal sâhibi, hakkı olan ölmüş ise, ona duâ, istiğfâr edip, çocuklarına, vârislerine verip ödemeli, bunlara iyilik yapmalıdır. (İmâm-ı Rabbânî)

KULLETEYN:Eni boyu ve derinliği altmışar santimetre veya çapı 48, derinliği 96 santimetre olan bir küp veya silindir şeklindeki havuz veya 500 rıtl yâni 220 kg su. Hanefî mezhebinde akar suya ve büyük havuza, Şâfiî mezhebinde kulleteyn miktârı olan suya, Mâlikî mezhebinde herhangi miktardaki bir suya pislik düşerse, pisliğin üç eserinden biri, yâni rengi, kokusu veya tadı belli olmayan her tarafından abdest ve gusl (boy abdesti) câiz olur (alınır). (İbn-i Âbidîn)
Hanefî mezhebinde küçük havuza, Şâfiî'de ise kulleteynden az olan suya, az necâset (pislik) düşerse üç sıfatı (özelliği) yâni rengi, tadı, kokusu değişmese de necs (pis) olur. İnsan içmez ve temizlikte kullanılmaz. (Alâüddîn-i Haskefî)

KUMAR:Para veya başka bir menfaat karşılığı oynanan oyun; birkaç kimsenin aralarında para veya mal toplayarak piyango çekip, isâbet etmeyenlerin isâbet edenlere mal veya para vermek için sözleşme veya para ile kazanmak için tahminde bulunma, toto. Karşılık lı para veya mal koyarak bahse tutuşma.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Ey îmân edenler! Şarap, kumar, dikili taşlar (putlar), fal ve şans okları birer şeytan işi, pisliktir. Bunlardan uzak durun ki, kurtuluşa eresiniz. (Mâide sûresi: 90)
Kumar ile ele geçen mülk olmadığı için, satılması ve satın alınması ve yenilmesi câiz değildir, haramdır. (Kâdızâde Muhammed Ârif)

KUNÛT DUÂSI:İtâat etme, ibâdet. Hanefî mezhebinde, vitir namazının üçüncü rek'atinde zamm-ı sûre okunduktan sonra; Şafiî mezhebinde, sabah namazının farzının ikinci rek'atinde rükûdan kalktıktan sonra ve Ramazân-ı şerîf ayının yarısından sonra vitir namazının üç üncü rek'atinde rükûdan kalktıktan sonra okunan duâ.
Resûlullah efendimiz zamânında Bi'r-i Mâûne vak'asında, Sahâbe-i kirâmdan (Peygamberimizin sohbetinde yetişen mübârek arkadaşlarından) yetmiş kurrâ (hafız), Âmiroğullarının reîsi Ebû Berâ Âmir bin Mâlik'in yeğeni Âmir bin Tufeyl ve adamları tarafından şehîd edilmişlerdi. Peygamber efendimiz bu hâdiseye çok üzüldüler. Bu elîm hâdiseyi yapan kabîlelere, belâ için bir ay sabah namazında o müşrikler aleyhine duâ buyurdu. İşte kunût duâsının başlangıcı budur. Ondan evvel kunût okunmazdı. (İmâm-ı Buhârî)

KUR'A ÇEKMEK:Müşterek malın ortaklar arasında çekim yoluyla taksîm edilmesine verilen isim.
Hâkimin bir malı, buna müşterek mâlik olan ortaklar arasında kur'a ile taksim ettikten sonra, ortaklardan bâzısı, çekilen kur'adan vazgeçemez. (İbn-i Âbidîn) Mülk sâhiplerinin haklarının miktârlarını değiştirmek veya ortaklardan birinin hakkını yok etmek, yâhut hakkı olmayana pay vermek için yapılan kur'a harâm olur. (İbn-i Âbidîn)

KUR'ÂN-I KERÎM:Allahü teâlânın Cebrâil aleyhisselâm vâsıtasıyla Muhammed aleyhisselâma yirmi üç senede Arabça olarak indirdiği, bize kadar ilk nâzil olduğu şekilde tevâtürle, yalan söylemeleri mümkün olmayan üstün vasıflı insanların bildirmeleri ile gelen ve mushaf larda yazılı olup, okunması ile ibâdet edilen, hiçbir kimsenin bir benzerini getiremediği ve getiremeyeceği son ilâhî kitap.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
De ki, insanlar ve cinler birbirlerine yardımcı olarak, (belâgat, güzel nazm ve kâmil mânâda) bu Kur'ân-ı kerîmin bir benzerini ortaya koymak için bir araya gelseler, yemîn olsun ki, yine de benzerini ortaya koyamazlar. (İsrâ sûresi: 88) Kur'ân-ı kerîm için, bu sihirdir, bu ancak bir insan sözüdür, dedi. İşte bunu söyleyeni, şiddetli bir ateş içinde, Cehennem'e atacağım. Şiddetli ateşin ne olduğunu sen ne bilirsin? O, (içine girenleri) ne çıkartır, ne azâbdan vaz geçer. İnsanın derisini karartır, yakar. Orada on dokuz (azâb yapan melek) vardır. (Müddessir sûresi: 24-30)
Her kim beş vakit farz namazda Kur'ân-ı kerîm okursa, Hak teâlâ her harfine yüz sevâb verir. Her kim namazdan başka vakitlerde Kur'ân-ı kerîm okursa, her harfine on sevâb verir. Her kim, (tegannîsiz ve hürmetle okunan) Kur'ân-ı kerîmi ayakta veya oturarak hürmet ile dinlerse, her harfine bir sevâb verir. Her kim Kur'ân-ı kerîmi hatm eylese (baştan sona okusa), o kulun duâsı Allah indinde kabûl edilir. (Hadîs-i şerîf-Ey Oğul İlmihâli)
Kur'ân-ı kerîm okuyanın ana-babası kâfir olsalar bile, azâbları hafifler. (Hadîs-i şerîf-Tenbîh-ül-Gâfilîn)
Kur'ân-ı kerîme, ehliyeti olmadan mânâ veren, Cehennem'de azâb görecektir. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Kur'an-ı kerîm, Muhammed aleyhisselâmın sözü değildir. Allah kelâmıdır. Hiçbir insan öyle düzgün söyleyemez. Kur'ân-ı kerîmde bildirilenlerin hepsine İslâmiyet denir. Hepsine inanan insana mü'min ve müslüman denir. Birini bile beğenmemeye îmânsızlık, yâni küfür denir. (Abdülhakîm-i Arvâsî)
Kur'ân-ı kerîmin her bir harfinde bin bir derde bin bir türlü devâ (şifâ) vardır. (Ebü'l-Leys Semerkandî)
Modern ilmin on dört asır geriden tâkib ettiğiKur'ân, ben şehadet ederim ki, Allah kelâmıdır. (Kaptan Dr. Coustea)
Kur'ân'ın içinde pekçok tekrarlar vardır. Onu okuduğumuz zaman, bu tekrarlar bizi usandıracak sanılıyor, fakat biraz sonra bu kitap bizi kendisine çekiyor. Bizi hayranlığa ve sonunda büyük saygıya götürüyor. (Goethe)
İslâm dîninin kaynağı olan Kur'ân'da cihân medeniyetinin dayandığı bütün temeller bulunmaktadır. O kadar ki, bugün bizim uygarlığımızın, Kur'ân'ın bildirdiği temel kâideler üzerine kurulduğunu kabûl etmemiz gerekir. (Gaston Karl)

KURB:Yakınlık. Tasavvufta, Allahü teâlâya yakın olmak.
Sâlikin, tasavvuf yoluna girmiş olanın kurbu, ihsân ile gerçekleşir. Peygamber efendimiz buyuruyor ki: "İhsân sanki Allahü teâlâyı görüyormuş gibi ibâdet etmendir. Her ne kadar sen O'nu görmüyorsan da, şüphesiz O seni görüyor." (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Mukarrebînin yâni Allahü teâlâya yakınlığa ermiş olanların kurba en büyük vesîleleri, farzları (Allahü teâlânın emirlerini) yerine getirmektir. Nâfile ibâdetler ise, Allahü teâlânın kulunu sevmesi için vesîledirler. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî) Allahü teâlâya farzlarla hâsıl olan kurb, nafilelerle hâsıl olandan elbette kat kat daha çoktur. Fakat kurbu, takvâ sahiblerinin (Allahü teâlâdan korkup, haram işlemekten kaçınanların) ihlâs ile yaptığı farzlar hâsıl eder. (Abdülganî Nablüsî)
Kurb ve visâl (kavuşma) lezzeti, Cennet nîmetlerinin lezzetinden daha çok olduğu gibi, bu'd ve hırmân (uzaklık ve mahrûmluk) azâbı da Cehennem azâbından daha kötüdür. (İmâm-ı Rabbânî)

Kurb-i Ebdân:Bedenlerin birbirine yakın olması.
Kurb-i ebdânın, kalblerin birleşmesinde büyük te'siri vardır. Bunun içindir ki, hiçbir velî, Peygamber efendimizin sohbetinde bulunmadığı için bir sahâbînin derecesine yükselemez. Veysel Karânî, o kadar şânı yüksek olduğu hâlde, Resûlullah'ı (sallall ahü aleyhi ve sellem) hiç görmediği için, Eshâb-ı kirâmdan en aşağı olanın derecesine yetişemedi. Abdullah bin Mübârek hazretlerinden soruldu ki: "Hazret-i Muâviye ile Ömer bin Abdülazîz'den hangisi daha yüksektir?" Cevâb olarak: "Muâviye (r.anh), Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem yanında giderken, atının burnuna giren toz, Ömer bin Abdülazîz'den kat kat daha yüksektir" buyurdu. (İmâm-ı Rabbânî)
Büyüklerden istifâde edebilmek için kurb-i ebdân istemeli, bunun için çalışmalıdır. Nîmetin tamam olması, bedenlerin yakın olması iledir. (İmâm-ı Rabbânî)
Kurb-i ebdân ele geçmezse, yakınlık sebeblerini elden bırakmamalıdır. (İmâm-ı Rabbânî)

Kurb-i İlâhî:Allahü teâlâya yakın olmak.
Allahü teâlâ kurb-i ilâhîyi, fenâdan (Allahü teâlâdan başka her şeyi unuttuktan) sonra evliyâsına ihsân eder. (Abdullah-ı Ensârî)

Kurb-i Nübüvvet:Nübüvvet (peygamberlik) yoluna âit yakınlık.
Kurb-i nübüvvet, insanı aslın aslına ulaştırır. Peygamberler aleyhimüssalevâtü vetteslîmât ve bunların sahâbîleri (arkadaşları) Allahü teâlâya bu yoldan kavuşmuşlardır. (İmâm-ı Rabbânî)

Kurb-i Velâyet:Velâyet, evliyâlık yoluna âit yakınlık. Allahü teâlâdan gelen feyz ve bereketlere, arada vâsıta bulunmak sûretiyle kavuşma.
Bir velînin kurb-i velâyet yolundan ilerleyerek, Kurb-i nübüvvet yoluna kavuşması, böylece her iki yoldan da feyz alması câizdir, olabilir. (İmâm-ı Rabbânî)

KURBAN:Allahü teâlâya yakınlık. Mükîm (yolcu olmayan), âkıl (akıllı), bâliğ (ergen, evlenecek çağa gelmiş), hür ve dînen zengin sayılan, müslüman erkek ve kadın tarafından, Allah rızâsı için kurban niyetiyle kurban bayramının ilk üç gününde (Zilhicce ayının on, on bir ve on ikinci günlerinin her hangi birinde) kesilmesi vâcib olan koyun, keçi, sığır ve deve gibi hayvanlardan her biri. Kurban kesilen günlere Eyyâm-ı Nahr denir.
Peygamber efendimize Kevser sûresi nâzil olup (inip); "O hâlde Rabbin için namaz kıl ve kurban kes" (Âyet: 2) buyrularak kurban kesmesi emrolundu. Peygamber efendimiz biri kendisi, biri de ümmeti için iki kurban keserler, kurban kesmeyi ve kurban kes enleri överlerdi. (İbn-i Âbidîn)
Hasîslerin (cimrilerin) en kötüsü (kesmesi vâcib olduğu hâlde) kurban kesmeyendir. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Âbidîn)
Kurban edilen hayvanın üzerindeki kıllar sayısınca, sâhibine sevâb yazılır. (Hadîs-i şerîf-Riyâdünnâsihîn)
Ey Fâtıma! Kalk, kurbanının yanına git ve kesilirken şu duâyı oku: "İnne salâtî ve nüsükî ve mahyâye ve memâtî lillâhi Rabbil âlemîne lâ şerîkeleh." (mânâsı: Şüphesiz benim namazım, ibâdetlerim, hayatım ve ölümüm, âlemlerin Rabbi olan Allah içindir. O'nun ortağı yoktur.) Muhakkak ki kurbanından yere damlayan ilk kan damlası ile, ömründe işlemiş olduğun her günah bağışlanır, affolunur. Muhakkak yarın kıyâmet günü, kestiğin bu kurbanın kanını ve etini yetmiş kat fazlasıyla getirip terâzinin sevâblar kefesine koyarlar (Bu müjdelere kurban kesen bütün müslümanlar ortaktır) . (Hadîs-i şerîf-Riyâdünnâsihîn)
Kurban kesen kendini Cehennem'den âzâd etmiş, kurtarmış olur. (İbn-i Âbidîn)
Kurbana verilen paranın sevâbı, yüz misli yâni pekçok parayı sadaka vermek sevâbından daha fazladır. (Ebû Bekr Ali)
Kurban keserken üç kere bayram tekbiri okunur. Sonra "Bismillahi Allahü ekber" diyerek deveden başka hayvanın boğazının her hangi bir yerinden kesilir. Bismillahi derken
msn_cool.gif
'yi belli etmek lâzımdır. (İbn-i Âbidîn)

Kurban Geceleri:Kurban bayramının birinci, ikinci ve üçüncü günlerinin geceleri. Rahmet kapıları dört gece açılır. O gecelerde yapılan duâ, tövbe red olmaz. Fıtr (Ramazan) bayramının ve kurban bayramının birinci geceleri, Şâban'ın on beşinci (Berât) gecesi ve Arefe gecesi. (Hadîs-i şerîf-Riyâdünnâsihîn)
Kurban gecelerinin günlerine eyyâm-ı nahr denir. (M.Zihni Efendi)

KURBET:Yakınlık. Tâatı, Allahü teâlâ için yapmak.
Sevâbı ölüye olmak üzere kurban kesmek kurbettir. (Muhammed bin Kutbüddîn İznikî)
Sevâb kazanmak niyyeti ile yapılan mübahlar kurbet olur. (İbn-i Abidîn)
Niyetsiz alınan abdest ibâdet olmaz, kurbet olur. Bununla hadesten tahâret hâsıl olup namaz kılınır. Görülüyor ki, her ibâdet kurbettir ve tâattır. Kur'ân-ı kerîm okumak, vakıf, köle azâd etmek ve sadaka, Hanefî mezhebinde abdest almak ve benzerleri yapılırken, sevâb hâsıl olması için niyet lâzım olmadığından kurbettirler ve tâattirler. Fakat ibâdet değildirler. Tâat veya kurbet olan bir iş yapılırken, Allah için niyet edilirse, ibâdet yapılmış olur. Fakat bunlar ibâdet olarak emr olunmadı. (Abdülhakîm Efendi)

KUREYŞ:Peygamber efendimizin mensub olduğu kabîlenin adı. Peygamber efendimizin on birinci babası olan Kureyş'in (Fihr ibni Mâlik'in) çocukları ve torunları.
Allahü teâlâ, İbrâhim aleyhisselâmın oğullarından İsmâil'i seçti. İsmâiloğullarından Kinâneoğullarını seçti. Kinâneoğullarından Kureyş'i seçti. Kureyş'ten Hâşimoğullarını seçti. Hâşimoğullarından Abdülmuttaliboğullarını seçti. Abdülmuttaliboğullarından da beni seçti. (Hadîs-i şerîf-Sahîh-i Müslim)
İsmâil aleyhisselâmın torunlarından olan Adnân'ın oğulları arasında Mudar ve Rebîa meşhûr oldu. Mudar oğullarından; Kinâne, Kureyş, Hevâzin, Sakîf, Temim, Müzeyne kabîleleri meydana geldi. Bunlardan Kureyş, Mekke'de yerleşmekle ayrıca şeref kazandı. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Peygamber efendimizin babası Abdullah, Kureyş kabîlesinin Hâşimoğulları kolundan, annesi Âmine Hâtun ise, Kureyş kabîlesinin Zühreoğulları kolundandır. Yâni baba ve anne tarafından Kureyşîdir. (Zerkânî, Abdülhak-ı Dehlevî)
Arablar arasında cömertlik üstün bir vasıf olarak kabûl edilirdi. Hac mevsiminde Mekke'ye gelen misafirlerin ağırlanması ile Kâbe hizmetlerine önem verilirdi. Özellikle Kureyş kabîlesi bu hizmetlerin kendisine âit olduğunu kabûl eder ve bunu şeref sa yardı. Kureyş kabîlesi bu hizmetleri şerefle ve severek yürütürdü. (Nişâncızâde)

Kureyş Lehçesi:Arab dilinin Kureyş kabîlesince konuşulan lehçesi. Kur'an-ı kerîm bu lehçe üzerine inmiş ve bu lehçe üzerine yazılmıştır.
Kur'ân-ı kerîm hazret-i Ebû Bekr'in halîfeliği sırasında toplanarak mushaf yâni kitab haline getirildi. Hazret-i Osman; Zeyd bin Sâbit, Abdullah bin Zübeyr, Saîd bin As, Abdurrahmân bin Hâris bin Hişâm'dan (r.anhüm) ibâret bir hey'eti (komisyonu) vaz îfelendirerek Kur'ân-ı kerîmi çoğaltmalarını emr etti. Onlara "Zeyd bin Sâbit'ten başka Kureyş'e mensûb üç kişiye Zeyd ile Kur'ân-ı kerîm hakkında bir şey üzerinde ihtilâf ettiğiniz zaman Kureyş lehçesiyle yazınız. Çünkü o, Kureyş lehçesiyle nâzil olmuştur (indirilmiştir)" buyurdu. (Zehebî, İbn-i Hacer Askalânî, Süyûtî)
Kur'ân-ı kerîmin kelimeleri, Allahü teâlâ tarafından dizilmiş olarak âyetler hâlinde gelmiştir. Cebrâil aleyhisselâm bu âyetleri bu kelimelerle ve bu harflerle okumuş, Muhammed aleyhisselâm da mübârek kulaklarıyla işiterek ezberlemiş ve hemen Eshâbın a (mübârek arkadaşlarına) okumuştur. Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmi, Kureyş kabîlesinin dili, lehçesi ile gönderdi. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Kur'ân-ı kerîmi anlamak için şimdiki Arabçayı değil, Kureyş dilini (lehçesini) bilmek lâzımdır. (Taşköprüzâde)
Bir mâni, bir sıkıntı olmadıkça âyet-i kerîmelere ve hadîs-i şerîflere açıkça anlaşılan mânâları vermelidir. Bunlara benzeyen başka mânâ vermek câiz değildir. Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîfler, Kureyş lügatı ve lehçesi iledir. Kelimelere Peygamber e fendimiz zamânında Hicâz'da kullanılan mânâları vermek lâzımdır. Zamanla değişip bugün kullanılan mânâları vererek tercüme yapmak doğru değildir. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)

KURRÂ:Kârîler, kırâat âlimleri, Kur'ân-ı kerîm okuyucuları. (Bkz. Kârî)

Kurrâ-i Seb'a:Allahü teâlânın kelâmı olan Kur'ân-ı kerîmin kırâatini (okunuşunu) Peygamberimizin okuduğu gibi bildiren yedi büyük kırâat âlimi.
Kurrâ olan büyük hâfızlar, yedi tânedir. Birincisi, Nâfi bin Abdurrahmân bin Ebû Nuaym, ikincisi, Abdullah bin Kesir bin Muttalib, üçüncüsü, Ebû Amr bin Alâ, dördüncüsü, İbn-i Âmir, beşincisi, Âsım bin Behdele Ebû Bekr-i Esed, altıncısı, Hamzâ bin Ha bib bin Ammâret ibni İsmâil, yedincisi, Kisâî'dir. (Taşköprüzâde)

KUSVÂ:Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem devesinin adı.
Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem, Mekke-i mükerremeden Medîne-i münevvereye hicret etmek istediği sırada Kusvâ adlı devesine bindi. Allahü teâlânın medhettiği beldelerin en kıymetlisi olan Mekke-i mükerremeden ayrılırken, Kusvâ'yı, har em-i şerîfe (Kâbe-i muazzamanın etrafındaki mescid) doğru döndürüp, mahzûn bir hâlde; "Vallâhi! Sen Allahü teâlânın yarattığı yerlerin en hayırlısı, Rabbim katında en sevgili olanısın. Senden çıkarılmamış olsaydım, çıkmazdım. Bana senden daha güzel daha sevgili yurt yoktur. Kavmim beni senden çıkarmamış olsalardı, çıkmaz, senden başka bir yerde yurt yuva tutmazdım" buyurdu. (Hadîs-i şerîf-Halebî)
Peygamber efendimiz Medîne-i münevvereye hicret edip gelince, Medîne'nin ileri gelenleri Kusvâ'nın yularını tutup, Peygamber efendimizin kendi evlerine misâfir olmasını istediler. Onlara; "Devemin (Kusvânın) yularını bırakınız. O me'mûrdur. Kimin evinin önünde çökerse, orada misâfir olurum" buyurdular. Kusvâ Medîne sokaklarından geçerek ilerledi ve bugünkü Mescid-i Nebî'nin (Peygamber efendimizin mescidi) kapısının bulunduğu yere çöktü. Resûlullah efendimiz Kusvâ'nın üzerinden inmedi. Hayvan tek rar ayağa kalktı ve yürümeye başladı. Eski yere dönüp çöktü ve bir daha kalkmadı. Bunun üzerine Efendimiz, Kusvâ'nın üzerinden inip; "İnşâallah menzilimiz (ineceğimiz yer) burasıdır?" buyurdu. (Hadîs-i şerîf-Abdülhak-ı Dehlevî)

KUŞLUK VAKTİ:Orucun başlaması (imsak) ile güneşin batması arasındaki zamânın ilk dörtte biri geçince başlayan ve güneşin zeval (tepe) noktasına ulaşmasından, bir müddet öncesine kadar devâm eden vakit, duhâ vakti. (Bkz. Duhâ Vakti)

KUŞLUK NAMAZI:Kuşluk vaktinde kılınan namaz. (Bkz. Duhâ Namazı)

KUTB:İşlerin görülmesine veya insanların doğru yolu bulmasına vâsıta kılınan büyük zât. Dünyâ işleri ve madde âlemindeki olaylarla alâkalı olana medâr kutbu (kutb-ül-aktâb), din ve irşâd işi ile vazîfeli kılınana irşâd kutbu denir. (Bkz. Kutb-i Medâr ve Kutb-i İrşâd)

Kutb-ı Ârifîn:Ârif denilen evliyânın başı, en büyüğü, yüksek ilimler sâhibi.
Kutb-ı ârifin Zünnûn-i Mısrî rahmetullahi aleyh şöyle buyurdu: "Her âzânın bir tövbesi vardır: Kalbin tövbesi, mâsiyeti (günâhı) terk etme husûsunda uyanık olmasıdır. Gözün tövbesi, haramlara bakmamasıdır; elin tövbesi, kendisinin olmayan şeyi almama sı; kulağın tövbesi, bâtıl (boş, yanlış ve bozuk, kötü) şeyleri dinlememesi; karnın tövbesi, helal yemesi; avret mahallinin tövbesi, kötü işlerden, zinâdan uzak durmadır.

Kutb-i Ebdâl:Kutb-i aktâb, Kutb-i medâr.

Kutb-i İrşâd:İnsanların irşâdına (doğru yolu bulmasına) ve hidâyetine (saâdete ve kurtuluşa ermesine) vesîle kılınan zâtların reisi.
Kutb-i irşâd, âlemin irşâdı ve hidâyeti için feyzlerin gelmesine vâsıta olur. Kutb-i irşâdın her zaman bulunması lâzım değildir. Öyle zamanlar olur ki, âlem îmândan ve hidâyetten büsbütün mahrum kalır. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, zamânını n kutb-i irşâdı idi. (İmâm-ı Rabbânî)
Kutb-i irşâd ile bütün insanlara îmân ve hidâyet gelmektedir. Kalbi bozuk olanlara gelen feyzler, dalâlet (sapıklık), kötülük hâline dönerler. Bu, şeker hastasına verilen kıymetli gıdâların, onun kanında zehir hâline dönmesine benzer. Yâhut safrası b ozuk olana tatlının acı gelmesi gibidir. Kutb-i irşâd, kâmil ve mükemmil (yetişmiş ve yetiştirebilen) olup, ender yetişir. Asırlardan, uzun yıllardan sonra, bir tâne bulunursa yine büyük nîmettir. Her şey onunla nurlanır. Onun bir bakışı kalb hastalıklarını giderir. Bir teveccühü, beğenilmeyen kötü huyları silip süpürür. (İmâm-ı Rabbânî)
Kemâlât-ı ferdiyyeye de sâhib olan kutb-i irşâd çok az bulunur. Asırlardan, çok uzun zaman sonra, böyle bir cevher dünyâya gelir. Kararmış olan âlem, onun gelmesi ile aydınlanır. Onun irşâdının ve hidâyetinin nûrları, bütün dünyâya yayılır. Yer küres inin ortasından Arşa kadar, herkese rüşd, hidâyet, îmân ve ma'rifet onun yolu ile gelir. Herkes ondan feyz alır. Arada o olmadan kimse bu nîmete kavuşamaz. Onun hidâyetinin nûrları, bir okyanus gibi (çok kuvvetli radyo dalgaları gibi) bütün dünyâyı sarmıştır. O deryâ sanki buz tutmuştur. Hiç dalgalanmaz. O büyük zâtı tanıyan ve seven bir kimse, onu düşünürse yâhut o, bir kimseyi sever onun yükselmesini isterse, o kimsenin kalbinde, sanki bir pencere açılır. Bu yoldan, sevgisi ve ihlâsına göre, o deryâdan, kalbi feyz alır. Bunun gibi, bir kimse, Allahü teâlâyı zikr ederse ve bu zâtı hiç düşünmezse meselâ onu tanımazsa, yine ondan feyz alır. Fakat birinci feyz daha büyük olur. Onu inkâr eder, beğenmezse, yâhut o büyük zât bu kimseye kırılmışs a, Allahü teâlâyı zikretse bile rüşd ve hidâyete kavuşamaz. Ona inanmaması veya onu incitmiş olması feyz yolunu kapatır. O zât bunun istifâdesini istememiş olmasa bile, onun zarârını istemese bile, hidâyete kavuşamaz. Rüşd ve hidâyet, var görünür ise de yoktur. Faydası çok azdır. O zâta inanan ve sevenler, onu düşünmeseler de ve Allahü teâlâyı zikretmeseler de yalnız sevdikleri için, rüşd ve hidâyet nûruna kavuşurlar. (İmâm-ı Rabbânî)

Kutb-i Medâr:Âlemin nizâmı ile alâkalanan, bolluk-kıtlık, sağlık-hastalık, barış-savaş, rızık, yağmur ve benzeri olaylarla vazîfeli kılınan büyük zât. Kutb-ül-aktâb, Kutb-ül-ebdâl da denir.
Kutb-i medâr, her zaman bulunur. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem zamânında da vardı. Fakat bunlara inzivâ (insanlar arasına karışmamak) lâzımdır. Bunları herkes tanımaz. Hattâ bâzıları kendilerini bile bilmezler. (İmâm-ı Rabbânî)
Kutb-i medâr, âlemde, dünyâda herşeyin var olması ve varlıkta durabilmesi için feyz (mânevî ilimlerin ve fâidelerin) gelmesine vâsıta olur. Herşeyin yaratılması rızıkların gönderilmesi, dertlerin belâların giderilmesi, hastaların iyi olması bedenleri n âfiyette olması, kutb-i medârın feyzleri ile olur. Îmân sâhibi olmak, hidâyete kavuşmak, ibâdet yapabilmek, günahlara tövbe etmek ise kutb-i irşâd'ın feyzleri ile olur. Kutb-i ebdâl'in (medarın) her zamanda, her asırda bulunması lâzımdır. Âlemin on dan boş kalması mümkün değildir. Çünkü âlemin nizâmı ona bağlı kılınmıştır. Eğer bu kutublardan biri giderse (ölürse), yerine başkası tâyin edilir. İrşâd kutbu böyle değildir. Çünkü âlemin rüşd, hidâyet ve îmândan boş olduğu zamanlar olur. Peygamber efendimiz, zamânının irşâd kutbu idi. O zamanda kutb-i ebdâl ise, hazret-i Ömer ve Üveys-i Karnî idiler. (İmâm-ı Rabbânî)

Kutb-ül-Aktâb:Âlemin nizâmı ile alâkalanan, bolluk, kıtlık, sağlık-hastalık, barış-savaş, rızık, yağmur ve benzeri olaylarla vazîfeli kılınan ricâl-i gayb yâni herkesin tanımadığı zâtların reisi. Emrinde üçler, yediler, kırklar... denilen yine bu işlerle vazîfeli seçilmiş kimseler bulunur. (Bkz. Kutb-i Medâr)

KUTBİYYET:Kutubluk denilen yüksek evliyâlık mertebesi. (Bkz. Kutb)

KUVVE-İ ÂLİME:Bilici kuvvet. İnsan rûhuna âit iki kuvvetten birisi, akıl. Buna müdrike de denir.
İnsan rûhu yalnız insanlarda bulunur. İnsan bu iki kuvvet ile hayvanlardan ayrılmaktadır. Bu iki kuvvetten birisi, kuvve-i âlimedir. İnsan kuvve-i âlimesi ile tecrübî ilimleri yâni deneye dayanan fen bilgilerini elde ederek, maddenin hakîkatini, ne o lduğunu anlar. Yine kuvve-i âlimesi ile ahlâk bilgilerini öğrenip, iyi huyları ve yararlı işleri kötü huylardan ve çirkin işlerden ayırır. İkincisi, kuvve-i âmile yâni yapıcı kuvvettir. (Bkz. Kuvve-i Âmile) (Abdülhakîm Arvâsî)

KUVVE-İ ÂMİLE:İş yapan kuvvet. İnsan rûhuna âit iki kuvvetten birisi olan, fâideli ve başarılı işlerin yapılmasını sağlayan bilici kuvvetlerle edinilen bilgilere göre iş yapan kuvvet.
İnsan rûhunun iki kuvveti vardır. İnsan bu iki kuvvet ile hayvanlardan ayrılmaktadır. Bu iki kuvvetten birisi, idrâk edici olan kuvve-i âlime ve müdrike denilen bilici kuvvettir. İkincisi kuvve-i âmiledir. İnsan rûhunun kuvve-i âmilesi, akla dayanır. Bir işte, iyilik, fâide olduğunu akıl ile anlarsa, onu yapar. Sonu noksan ve zarar olacağını anlarsa, o işi yapmaz. Şehvet ve gadab (kızma) kuvvetlerini idâre eder. (Ali bin Emrullah)
Rûhun gerek kuvve-i âlimesi ve gerekse kuvve-i âmilesi meleklerdir. Allahü teâlâ, lutf ve merhamet ederek, melekleri rûhun emrine vermiştir. Küçük kıyâmet kopuncaya kadar, yâni rûh bedenden ayrılıncaya, ölünceye kadar, rûhun emrinde kalırlar. Hadîs-i şerîflerde de buna işâretler vardır. Bâzı kimselerden, durup dururken, tecrübeli kimselere parmak ısırtan hünerlerin meydana gelmesi de bunu göstermektedir. (İmâm-ı Gazâlî)

KUVVE-İ DERRÂKE:Anlayıcı kuvvet, akıl.
Akıl, bir kuvve-i derrâkedir. İyiyi kötüden, fâideliyi zararlıdan ayırmak için yaratılmıştır. (Bkz. Kuvve-i Âlime) (Abdülhakîm Arvâsî)

KÜBREVİYYE:Evliyânın büyüklerinden Necmeddîn-i Kübrâ hazretlerinin tasavvuftaki yolu. Yaptığı bütün münâzaralarda gâlib geldiği için kübrâ (büyük) lakabıyla meşhur olmasından dolayı, bu yola Kübreviyye denmiştir.
Ebû Necîb-i Sühreverdî hazretlerinden tasavvuf ilmini öğrenen Necmeddîn-i Kübrâ'nın kurduğu Kübreviyye yoluna pekçok kimse girdi. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin babası Sultan-ül-Ulemâ Behâeddîn Veled ile Ferîdüddîn-i Attâr'ın hocaları Mecdüddîn Bağdâd î, Baba Kemâl Cündî, Semnan pâdişâhının oğlu Rükneddîn Ahmed Alâüddevle, Kübreviyye yolunda ilerleyerek yükselmişlerdir. (Molla Câmi)
Necmeddîn-i Kübrâ hazretleri, tasavvufa dâir yazmış olduğu "Usûl-i aşere" adlı kitâbında Kübreviyye yolunun esaslarını şu şekilde açıklamıştır: Allahü teâlâya kavuşmak arzûsunda bulunan ve bu yolda ilerlemek isteyenlerin yollarının temeli on esâsa ba ğlıdır. Bunlar; tövbe (günahlara pişman olmak), zühd (dünyâya gönül bağlamamak), tevekkül (her işinde Allahü teâlâya güvenmek), kanâat (yemek-içmek husûsunda elde bulunan ile yetinmek), uzlet (insanlardan uzak olmak), devamlı zikir (Allahü teâlâyı an mak), teveccüh (tamâmen Allahü teâlâya yönelmek), sabır, murâkabe (nefsini kontrol etmek ve nefsin hîle ve tuzaklarına karşı uyanık bulunmak), rızâ (nefsin arzularını terk ederek, Allahü teâlânın hiçbir hükmüne îtirâz etmemek) dır. (Necmeddîn-i Kübrâ)

KÜÇÜK GÜNAH:Fitne çıkarmak, adam öldürmek, zinâ etmek gibi büyük günahlara göre daha küçük sayılan günahlar, yasaklar, mekrûhlar. (Bkz. Sağîre)
Tahrîmen (harama yakın) mekrûh işlemek küçük günahtır. Küçük günâha devâm etmek, büyük günah olur. (İbn-i Nüceym)
Küçük günâhı işlemekte ısrar etmek büyük günâhtır. (Muhammed İznikî)
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki: "Bir zerrecik (çok az) bir günâhtan kaçınmak, bütün cin ve insanların ibâdetleri topl******* daha iyidir." Günâhların hepsi, Allahü teâlânın emrini yapmamak olduğundan büyüktür. Fakat bâzısı, bâzısın a göre küçük görünür. Günâhlardan kaçınmak ise herkese farzdır. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Haramları, büyük günâh ve küçük günâh diye ikiye ayırmışlar ise de, küçük günâhlardan da, büyük günâh gibi kaçınmak, hiçbir günâhı küçümsememek gerekir. Çünkü Allahü teâlâ intikam alıcıdır. İstediğini yapmakta hiç kimseden çekinmez. Gazâbını, düşmanl ığını günâhlar içinde gizlemiştir. Küçük sanılan bir günâh, intikâmına, gadabına sebeb olabilir. (Muhammed Rebhâmî)

KÜÇÜK HAVUZ:Hanefî mezhebine göre alanı yirmi beş metrekâreyi bulmayan havuz. (Bkz. Havz)

KÜFR (Küfür):Örtmek; hakkı örtmek, kapamak, Hakk'ı inkâr etmek. Dinde bilinmesi ve inanılması zarûrî olan şeyleri ve ahkâm-ı şer'iyyeden (dînî hükümlerden) tevâtüren (kesin olarak) bildirilenleri inkâr etmek ve dinden olduğu herkesçe bilinen bir şeyi kabûl etmeme k.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Muhakkak ki, küfre varanları, azâb ile korkutsan da korkutmasan da onlar için birdir. Onlar îmân etmezler. (Bekara sûresi: 6)
(Fir'avn ve kavmi) küfür üzere ısrâr edip, âyetlerimizi yalanladıkları ve onlara kulak asmayıp gâfil bulundukları için biz de kendilerinden intikam almak diledik ve hepsini denizde boğduk. (A'râf sûresi: 136)
Küfürden başka hiçbir günâh, hasenâtın sevâblarının hepsini yok etmez. Günâh olduğuna inanmayıp İslâmiyet'e ehemmiyet vermeyerek haram işlemek ve küfre, dinden çıkmağa sebeb olan işleri yapmak, sevâbların hepsini yok eder. (Muhammed Hâdimî)
Küfr, nefs-i emmârenin hevâ ve heveslerinden (arzu ve isteklerinden) doğar. Küfürden teberrî (uzak durmak) İslâm'ın şartıdır. (İmâm-ı Rabbânî)
Bir müslümanın bir sözünden veya bir işinden yüz şey anlaşılsa, bunlardan doksan dokuzu küfre sebeb olsa ve biri müslüman olduğunu gösterse, bu bir şeyi anlamak, onu küfürden kurtarmak lâzımdır. (İmâm-ı Birgivî)

Küfr Alâmetleri:Kâfirlerin ibâdet olarak yaptıkları ve kâfirlik alâmeti olan şeyler.
Küfr alâmetlerinden bâzıları; zünnâr, haç ve mecûsî serpuşudur. Küfr alâmetleri âdet olup, müslümanlar arasında yayılırsa, İslâm âdeti olmaz. Küfür alâmeti olmaktan çıkmaz. Zünnâr takan, kâfir olur, dinden çıkar. (Şehzâde Muhammed)
Müslüman olmayanların, ibâdet diye yaptıkları şeyler ile küfür alâmeti olan ve İslâmiyet'i inkâr etmek ve inanmamak alâmeti olan ve tahkîr edilmesi vâcib (lâzım) şeyleri yapan kâfir olur. (Ahi Çelebi, Dâmâd)

Küfr-i Cehlî:İşitmediği, düşünmediği için, Allahü teâlâya ve inanılması lâzım olan şeylere inanmamak.
Küfr-i Cehlîye düşen kimsenin îmânı ve nikâhı bozulmaz. Yalnız tövbe ve istiğfâr yâni tecdîd-i îmân etmesi, îmânını tâzelemesi ihtiyâtlı olur. (Hâdimî)

Küfr-i Cühûdî:Allahü teâlâya, Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmiş, inanılması lâzım olan şeylere inanmamakta bilerek inâd etmek.
Küfr-i cühûdî, kibirden, mevkı sâhibi olmayı sevmekten veya ayıplanmaktan korkmaktan hâsıl olur. Fir'avn'ın ve ona tâbi olanların küfrü böyle idi. (Muhammed Hâdimî)

Küfr-i Hükmî:İslâmiyet'in îmânsızlık alâmeti dediği sözleri söylemek ve işleri yapmak.
Akıllı, bilgili, edebiyatçı olduğunu göstermek için veya yanındakileri güldürmek, hayrete düşürmek, sevindirmek veya alay etmek için söylenen sözlerde küfr-i hükmîden korkulur. Gadab, kızgınlık ve hırs ile söylenen sözler de böyledir. Bunun için insa n, sözünün ve işlerinin nereye varacağını düşünmelidir. Her şeyde dînini kayırmalıdır. (Muhammed Hâdimî)

Küfr-i İnâdî:Bilerek, inâd ederek kâfir olmak, küfr-i cühûdî.
Küfr-i inâdî ile mürted (dinden çıkan) olanların, tövbe etmeleri için yalnız Kelime-i şehâdet söylemeleri kâfi değildir. Küfre sebeb olan şeyden de tövbe etmeleri lâzımdır.
Erkek veyâ kadın bir müslüman, âlimlerin söz birliği ile bildirdikleri bir sözün veya işin küfre sebeb olduğunu bilerek, ciddî olarak veyâ hezl, yâni güldürmek için söylerse veya yaparsa, mânâsını düşünmese dahi küfr-i inâdî olduğu için îmânı gider. (Hâdimî)

Küfr-i Nifâkî:Diliyle îmân ettiğini söyleyip, kalbiyle inkâr etmek. İnanmamak
Küfr-i nifâkî üzere ölen kimse bağışlanmaz. (Vâhidî)
Küfr-i nifâkî üzere olanın, inkârı gizli olduğundan, namazların sûretini yerine getirir. Böyle olanın sûretâ (görünüşte) olan îmânı mûteber değildir. (İmâm-ı Rabbânî)

KÜFRÂN-I NÎMET:Nîmete nankörlük etmek. Nîmeti kullanırken, nîmetin sâhibini unutmak. Allahü teâlâya verdiği nîmet ile âsî olmak yâni nîmeti yerinde kullanmamak.
İslâm dîninin emir ve yasaklarına uymak şükür, uymamak küfrân-ı nîmettir. (İmâm-ı Rabbânî)
İnsanın düşünmesi ve Allahü teâlâdan aralıksız olarak kendisine gelen nîmetleri görmesi, bilmesi ve bunun netîcesi olarak da, şükrü kendine vâcib bilmesi lâzımdır. Nîmetler bu yolla artar. Ancak insanların çoğu kendini nîmet içinde gördükleri hâlde k üfrân-ı nîmette bulunurlar. Nitekim Allahü teâlâ bundan haber veriyor ve Kur'ân-ı kerîmde meâlen; "Biz insana (sağlık ve genişlik gibi) nîmet verdiğimiz zaman, Allahü teâlâyı anmaktan yüz çevirip, uzaklaşır. Ona fenâlık dokununca da pek ümidsiz olur (Allahü teâlânın ihsânından ümîdini keser) " buyuruyor. (İsrâ sûresi: 83) (Muhammed Rebhâmî)

KÜFV (Küfüv):Eş, denk. Evlenecek kız ile erkeğin din bilgileri, takvâ (haramlardan kaçmak), neseb (soy), mevki ve servet bakımından denk olması.
Yâ Ali! Üç şeyi geciktirme! Namazı evvel vaktinde (girince) kıl! Hazırlanmış cenâzenin namazını hemen kıl! Dul veya kızı küfvü isteyince hemen ver. (Hadîs-i şerîf-Eşi'ât-ül-Lemeât)
Namaz kılmanın birinci vazîfe olduğuna inandığı hâlde, tembellik ederek kılmayan kişi fâsık (büyük günâh işliyen) olup, sâlihâ (dînine bağlı) kızın küfvü değildir. (Ömer Nesefî)
Kadını, kızı küfvüne vermek lâzımdır. Küfüv zengin olmak, maaşı çok olmak demek değildir. Küfüv olmak, erkeğin sâlih (dînine bağlı) müslüman olması, Ehl-i sünnet îtikâdında (doğru îmân sâhibi olması), namaz kılması, içki içmemesi, yâni İslâmiyet'e uy ması ve nafaka kazanacak kadar iş sâhibi olması demektir. Erkeğin böyle küfv olmasını düşünmeyip de, zengin ve apartman sâhibi olmasını isteyenler, kızlarını felâkete sürüklemiş, Cehennem'e atmış olurlar. Kızın da namaz kılması, tesettüre (örtünmeye) dikkat etmesi lâzımdır. (Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî)

KÜLLÎ İRÂDE:Allahü teâlânın başlangıcı ve sonu olmayan irâde (dileme) sıfatı. (Bkz. İrâde)

KÜN EMRİ:Allahü teâlânın yaratmayı dilediği şeylere "Ol!" emri. (Bkz. Emr)

KÜRSÎ:Allahü teâlânın azameti, kudreti ve büyüklüğünü gösteren ve Arşın altında olduğu bildirilen Allahü teâlânın yarattığı en büyük varlıklardan biri.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
O'nun (Allahü teâlânın) Kürsîsi, göklerden ve yerden geniştir. (Bekara sûresi: 255)
Kürsî, âlem-i halktan (madde âleminden) olup, göklerden ayrı olarak yaratıldığı için, bu altı günün dışında yaratılması lâzım gelir. Nitekim, âlem-i halktan olan su, altı günün dışında ve daha önce yaratıldı. (Ahmed Fârûkî)
Yedi kat gök, yedi kat yer, Arş ve Kürsî, var olan ne varsa hepsi, Allahü teâlânın kudretindedir; O'nun emrine boyun eğmiştir. O'ndan başka kimsenin elinde bir kuvvet yoktur. Allahü teâlânın, yaratılmışlardan hiçbir yardımcı ve ortağı yoktur. (Sâvî, Kurtubî)

KÜRSÜF:Evlenmemiş (bâkire) kızların yalnız hayz zamânında, evli veya dul kadınların ise her zaman, edep yerine koydukları ve koku sürdükleri bez veya saf nebâtî pamuk.
Kadınların kürsüf kullanmaları ve buna koku sürmeleri müstehâbtır (iyidir). (Halebî)

KÜSÛF NAMAZI:Güneş tutulduğunda en az iki rek'at olarak cemâatle kılınan namaz.
Peygamber efendimiz, husûf (ay tutulması), küsûf zelzele, şiddetli rüzgârlar, devamlı yağmur, yakıcı yıldırımlar, korkunç karanlık, korkunç sel, salgın hastalıklar ve korkulu, üzüntülü zamanlar için buyurdular ki: "Bu gibi felâketleri gördüğünüz zaman namaza sarılın." (M. Zihni Efendi)
Hicretin onuncu yılında Peygamber efendimizin bir buçuk yaşındaki oğlu İbrâhim'in vefâtı sırasında güneş tutulmuştu. Bunun İbrâhim'in vefâtı için olduğunu söyliyenlere karşı cevâben cemâatle iki rek'at küsûf namazı kıldıktan sonra; "Güneş ve ay, cenâb-ı Hakk'ın âyetlerindendir. Hiç kimsenin vefâtı yâhut hayâtı için tutulmazlar" buyurdu. (M.Zihni Efendi)
Küsûf namazı ezânsız, kâmetsiz ve hutbesiz olarak kılınır. Kırâet (okuma) uzun olur. (Dört rek'atte müsebbihatten dört sûre okunur. Müsebbihat yedi sûredir. Benî İsrâil, Hadîd, Haşr, Saf, Cum'â, Tegâbün ve A'lâ sûreleridir). Rükû ve secdelerle edâ ed ilir. Namazdan sonra güneş açılıncaya kadar duâ edilir. Cemâat âmin der. (Senâullah Dehlevî)

KÜTÜB-İ SÂLİFE:Allahü teâlâ tarafından, Peygamber efendimizden önce gelmiş olan peygamberlere gönderilen fakat sonradan tahrif edilmiş, değiştirilmiş olan ilâhî kitablar. Bunlara semâvî kitablar da denir.
Kütüb-i sâlifeden bildirilenler, Kur'ân-ı kerîm ile yüz dörttür. Bunlardan on suhuf (forma) Âdem aleyhisselâma, elli suhuf Şis (Şit) aleyhisselâma, otuz suhuf İdrîs aleyhisselâma, on suhuf İbrâhim aleyhisselâma indirildiği meşhûrdur. Tevrat, Mûsâ ale yhisselâma, Zebûr kitâbı Dâvûd aleyhisselâma, İncîl kitâbı Îsâ aleyhisselâma ve Kur'ân-ı kerîm Muhammed aleyhisselâma nâzil olmuş, indirilmiştir. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
Kur'ân-ı azîm-üş-şânın mûcize taraflarından en kuvvetlisi fenlere, ilimlere âit olan âyetlerdir. Kütüb-i sâlife baştan başa okununca, görülecek ki, Kur'ân-ı kerîmdeki tıb, astronomi, hikmet (fizik-biyoloji), teşrih, kimyâ, nebâtat (botanik), yerin ta bakalarına âit âyetlerin hiçbirisi onlarda bulunmamaktadır. Asırlar sonra keşf edilen bir şeyin, Kur'ân-ı kerîme uygunluğundan büyük mûcize tasavvur olunabilir mi? (Erzurumlu Hoca Muhammed Nusret)

KÜTÜB-İ SİTTE:Altı kitab. Kur'ân-ı kerîmden sonra, İslâm dîninin ikinci kaynağı olan hadîs-i şerîfleri ihtivâ eden ve doğruluğu İslâm âlimleri tarafından tasdîk edilen altı hadîs kitâbının hepsine birden verilen ad. Bunlar; İmâm-ı Buhârî'nin Sahîh-i Buhârî'si, İmâ m-ı Müslim'in Câmi'us-Sahîh'i, İmâm-ı Mâlik'in Muvattâ'ı (veya İbn-i Mâce'nin Sünen'i), İmâm-ı Tirmizî'nin Sünen'i, Ebû Davûd Süleymân'ın Sünen'i, İmâm-ı Nesâî'nin Sünen'idir.
Müctehid (Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden mânâ çıkarabilen derin âlim) olabilmek için, bilinmesi gereken ilimlerden birisi de; Kütüb-i sitte'deki ve diğer hadîs kitablarındaki yüz binlerce hadîsi ezberden bilmek ve her hadîsin ne zaman ve ne için buyrulduğunu ve mânâsının ne kadar genişlediğini ve hangi hadîsin diğerinden önce veya sonra olduğunu ve bağlı bulunduğu hâdiseleri ve hangi vak'a ve hâdiseler üzerine buyrulduğunu ve kimler tarafından nakl olunduğunu ve nakleden kimselerin ne hâlde ve ahlâkta olduklarını bilmek lâzımdır. (Abdülhakîm Arvâsî)
Hazret-i Ebû Bekr zamânında, beyt-ül-mâl emîni olan hazret-i Ömer, İbn-i Âbidin'de yazılı âyet-i kerimeyi ve Kütüb-i Sitte'nin hepsinde bulunan Mu'âz hadîsini okuyarak, müellefe-i kulûb olanlara zekât verilmesini Resûlullah nesh etmiştir dedi. Halîfe ve Eshâb-ı kirâmın hepsi bunu kabûl ederek nesh edilmiş olduğuna ve artık bunlara zekât verilmemesi için icmâ hâsıl oldu. (M. Sıddık Gümüş)
Buhârî, Müslim ve Kütüb-i Sitte'den olan diğer dört kitabda yazılı binlerce hadîs-i şerîfin sahîh oldukları, bunlardan sonraki âlimlerin sözbirliği ile bildirilmiştir. (M.Sıddîk bin Saîd)
Bâzı âlimler Kütüb-i Sitte'yi sayarken İmâm-ı Mâlik'in Muvattâ'ı yerine İbn-i Mâce'nin Sünen'ini sayarlar. (Taşköprüzâde)
İbâdet ve ahkâm bilgileri hadîs kitaplarından kolay anlaşılmaz. Ahkâm, helâl, harâm olan şeyler demektir. Hadîs kitaplarının en sağlamı Buhârî, Müslim ve Kütüb-i Sitte'nin diğer dört kitabıdır. (Hâdîmî)
Muhammed aleyhisselâmın, peygamberlerin sonuncusu olduğunu bildiren yüzelli hadîs-i şerîf vardır. Bunlardan otuz kadarı Kütüb-i Sitte'de yazılıdır. Îsâ aleyhisselâmın gökten ineceği de zarûrî bilinmektedir. Bunlara inanmayan kâfir olur. (Enverşah Keşmirî)
Mezhebsizler, bâzı hadîs-i şerîflere karşı gelir. Bunları haber verenler arasında, nasıl oldukları iyi bilinmeyen kimseler var derler. Onlara deriz ki, sonra gelenlerin bilmemeleri, önce gelenlere kusur olmaz. Bu hadîs-i şerîfler Kütüb-i Sitte'de yok tur derlerse, hadîs-i şerîflerin sayısı, Kütüb-i Sitte'de bildirilmiş olanlar kadar değildir. Başka hadîs kitaplarında da sahîh hadîslerin bulunduğu sözbirliği ile bildirilmiştir. (Abdülhakîm Arvâsî)
 
---> Dini Sözlük

L

LA'B:Oyun, boş şey. Oyun ile boş yere vakit geçirme.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Biliniz ki, dünyâ hayâtı elbette la'b ve lehv (eğlence) ve zînet yâni süslenmek ve tefâhür yâni öğünme ve malı, parayı ve evlâdı çoğaltmaktır. (Hadîd sûresi: 20)
Dünyâ hayâtı la'b ve lehvdir. Allah'tan korkanlar için âhiret hayâtı elbette hayırlıdır. Böyle olduğunu niçin anlamıyorsunuz. (En'âm sûresi: 32)
Kıyâmet günü makbûl olanlardan, kurtulanlardan olmak istiyorsanız, Allahü teâlânın râzı olduğu, beğendiği iyi işleri yapınız. Sünnet-i seniyyeye yâni Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemin yoluna sarılınız! Bu yola uymayan hiçbir şeyi yapmayınız. E shâb-ı kehf, (rahmetullahi teâlâ aleyhim ecmâin) her tarafı fitne kapladığı zaman, bir hicret yapmakla yüksek dereceye kavuştular. Siz, Muhammed aleyhisselâmın ümmetisiniz. Ömrünüzü lehv ve la'b ile ziyân etmeyiniz! Çocuklar gibi top oynamakla vaktinizi elden kaçırmayınız. (İmâm-ı Rabbânî)

LAĞV YEMİNİ:Geçmiş birşey için zan ile boş yere yapılan yemîn. (Bkz. Yemîn)

LAHD (Lahid):Kabir kazıldıktan sonra, kabrin taban sathından kıble cihetine kabir boyunca, içine ölü sığacak kadar genişlik ve derinlikte kazılan yer.
Beşikten lahd'a kadar ilim öğreniniz. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
Meyyit (ölü), lahd içine, sağ yanı üzere konur. Şak yapılmaz, yâni kabir kazıldıktan sonra ortasına çukur açıp; meyyit buraya konulmaz. Toprak çürük, nemli ise, erkeği lahdin veya doğruca kabrin içine tabut ile koymak câiz olur. Toprak kuru ve sağlam ise, erkeği tabut ile gömmek mekrûh olur. Kadınları her zaman tabut ile gömmek efdaldir (daha iyidir). (İmâm-ı Rabbânî) Götürüp lahde koysalar, arkaya bakmadan dönseler Süâllerimi sorsalar, bilmem hâlim nice olur.
(Ahmed Yesevî)

LÂHİK:
1. Namaza imâm ile berâber başladığı hâlde, kendisine uyku, gaflet veya benzeri bir sebebden dolayı abdest bozulması hâli ârız olup da (meydana gelip de) namazın tamâmını veya bir kısmını imâm ile kılamayan kimse.
Lâhik, imâma uyan cemâat gibi hareket eder. Kaçırdığı rek'atleri kendi başına kılarken imâma uymuş gibi davranır. Bunun için kendi başına kıldığı rek'atlerde, üzerine sehv secdesi (yanılma, unutma secdesi) gerekecek bir yanılma olsa, bundan dolayı se hv secdesi yapmaz. (İbn-i Âbidîn)
Lâhik olan kimse, cemâati terk ettikten sonra eğer dünyâ kelâmı söylememiş ise, imâmın ardında gibidir. Lâkin, câmiden çıktıktan sonra, pek yakın yerden abdestini almalıdır. Çok ileriye giderse, namazı bozulur diyen âlimler vardır. (Kutbüddîn-i İznikî)
Namazda imâma uyanlar dört çeşittir. Bunlar; müdrik (iftitah yâni başlama tekbirini imâm ile birlikte alan), muktedî (iftitâh tekbîrine yetişemiyen), mesbûk (imâm, rek'atlerin birini veya ikisini kıldıktan sonra uymuş olan) ve lâhiktir. (Kutbüddîn-i İznikî)
2. Kavuşan, ulaşan, yetişen.
Peygamber efendimiz, bir kabir yanında hazır oldukları vakit; "Dünyâ ve âhiret selâmeti, müslümanlardan ve mü'minlerden bu kabirde bulunanların üzerine olsun. Biz inşâallah size lâhik oluruz. Siz bizden evvel göçtünüz. Biz de, size tâbi olup, sonradan varırız. Yâ Rabbî! Bizi ve bunları mağfiret et ve günâhlarımızı affet" buyururdu. (Hadîs-i şerîf-Müslim)

LAHN:Hatâ etmek, doğrudan sapmak. Çoğulu elhândır.
1.Tecvîd ilminde, tecvîd kâidelerine uymamaktan doğan okuyuş hatâsı. Fıkıh kitablarında namaz kılanın namazın farzlarından olan kırâette yaptığı hatâ zelletül-kârî adı altında incelenmiştir. (Bkz. Zelletül-Kârî)
Lahn, dört şekilde olabilir: Birinci şekil i'râbda hatâdır. Yâni harekelerde ve sükünde olabilir. Meselâ, şeddeyi hafif okur veya medleri (uzunları) kısa okur veya bunların aksini yapar. İkinci şekilde, harflerde olur; harfin yerini değiştirir veya h arf ilâve eder, yâhut azaltır. Veyâhut harfi ileri geri alır. Üçüncü hatâ, kelimelerde ve cümlelerde olur.Nihâyet, vakf ve vaslde hatâ olur. Yâni duracak yerde durmaz, geçer. Geçecek yerde durur. Bu dördüncü şekil hatâda, mânâ değişse de bozulmaz. İlk üç şekilde, mânâyı değiştirip, küfre sebeb olacak mânâ hâsıl olursa, namazı bozar. (İbn-i Âbidîn)
Lahn; bir hafi, başka harf okumak şeklinde olursa, harfler çok farklı ise, bozar. Meselâ, sat yerine ta söylemek, sâlihât yerine tâlihât okumak. İhlâs sûresinde Ehad yerine ehat demek gibi. Harflerin farkı az ise, çok âlimler, mânâ değişirse, eğer bi lerek okudu ise, bozulur; ağzından kaçtı ise, bozulmaz dediler. Dat yerine zı demek, sin yerine sat, te yerine tı demek gibi. Fetvâ böyle ise de, ihtiyâtlı olmak lâzımdır. Dâllîn yerine zâllîn böyledir. Kelimeyi değiştirince, mânâ bozulursa, Kur'ân-ı kerîmde benzeri bulunsa da bozar. Mânâ değişmezse, bozmaz. (İbn-i Âbidîn)
2. Tegannî, sesi mûsikî perdelerine uydurmak için, mânâ bozulacak şekilde, harfleri ve kelimeleri değiştirerek, sesi alçaltıp, yükselterek, çeneyi oynatarak okumak.
Lahn ve nağme (vezinli ses) bulunmayan güzel sesi dinlemek mutlaka mubahtır, mahzuru yoktur. Sıkıntı gidermek için nağme ile kendi kendine okumak câiz diyenler vardır. Fakat başkalarını eğlendirmek veya para kazanmak için okumak haramdır. (Mazhâr-ı Cân-ı Cânân)
Lahn yaparak, tecvîdi, Kur'ân-ı kerîmi, şartlarına, usûlüne uygun olarak okumayı bozmak bid'at, dinde sonradan çıkan bir şey olup, dinlenmesi de büyük günahtır. (Abdülganî Nablüsî)
Kur'ân-ı kerîmi, zikri, duâyı lahn ile okumak icmâ ile yâni müctehid âlimlerin sözbirliği ile haramdır. (Seâdet-i Ebediyye)
Lahn ile tegannî ederek okuyan imâmın arkasında kılınan namazı iâde etmek lâzımdır. (İbrâhim Halebî)
Namaz vakitlerini bilmeyen, tegannî, elhan ederek okuyan kimse, ezan okumaya ehil değildir. Böyle kimseyi müezzin yapmak câiz değildir. (Bezzâziyye)

Lahn-ı Celî:Açık ve herkesin bildiği tecvîd hatâsı.
Lahn-ı celî harflerde veya harekede yâhut sükunda olur. Meselâ tı harfini dal, sad'ı sin okumak lahn-ı celîdir. (İbn-i Âbidîn)

Lahn-ı Hafî:Gizli hatâ olup, ancak tecvîd ilmi ile uğraşanlar bilir.
Lahn-i hafîde mânâ bozulmaz. İhfâyı, iklâbı vb. yapmamak, kalın okunacak yerde ince, ince okunacak yerde kalın okumak, uzatılacak yerde kısa okumak, kısa okunacak yerde uzatarak okumak gibi. (İbn-i Âbidîn)

LÂİM:Levm eden, kınayan, iyi ve güzel bulmayan.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Ey îmân edenler! Dinden çıkarsanız Allahü teâlâ sizin yerinize başkalarını getirir. Onları sever. Onlar da Allahü teâlâyı severler. Mü'minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı şiddetlidirler. Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir lâimin levminden korkmazlar. İşte bu, Allah'ın bir ihsânıdır ki, onu dilediğine verir. Allah, ihsânı bol olan, (her şeyi) çok iyi bilendir. (Mâide sûresi: 54)
Siz Allahü teâlânın hadlerini (cezâlarını) yakın ve uzak olan herkes hakkında dosdoğru infaz ediniz (uygulayınız). Sakın hiçbir lâimin kınaması sizi Allahü teâlânın emirlerini yerine getirmekten alıkoymasın. (Hadîs-i şerîf-Müsned-i Ahmed bin Hanbel)

LAÎN:Lânet edilmiş, kovulmuş. Allahü teâlânın rahmetinden mahrum olan şeytân. (Bkz. Lânet)

LAKAB:Bir kimseyi övmek veya yermek (kötülemek) için takılan adlar.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Ey îmân edenler! Bir takım kimseler diğerleri ile alay etmesin. Olur ki, alay edilenler, Allah indinde alay edenlerden daha hayırlıdır. Kadınlar da, diğer kadınlarla alay etmesinler!Olur ki, alay edilen, eğlenceye alınan kadınlar, onlardan daha hayırlıdırlar. Birbirinizi ayıplamayınız ve birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayınız. Bir kimse îmân ettikten sonra, fâsıklık ne çirkin bir addır. Kim ki bu yasak edilen şeylerden tövbe etmezse, işte onlar zâlimlerdir. (Hucurât sûresi: 11)
Müslüman bir kimseye kötü lakap takmak veyâ takılan kötü lakabla onu çağırmak dil âfetlerindendir. İyi lakabla çağırmakta bir beis, sakınca yoktur. (İmâm-ı Birgivî)

LAKÎT:Geçim sıkıntısı veya nâmus korkusu (zinâ ithamlarından kaçınmak) için terkedilmiş, bir yere bırakılmış çocuk.
Lakîti terketmek günâh, görünce alıp ölümden kurtarmak şehirde sünnet, tenhâ yerde ise farzdır. Kuyuya düşen âmâyı (körü) kurtarmak da böyledir. Dâr-ül İslâm'da (İslâm diyârında) bulunan çocuk, hür ve mü'min olur. Lakît için, bu benim çocuğum diyen b ir adamın sözü kabûl edilir. Kadın söylerse iki şâhid istenir. İlim öğretilir. Sonra san'ata verilir. Hükûmetten izin almadan sünnet ettirilmez, malı satılamaz. Hükûmetten izinsiz yapılan masraflar, çocuğa teberrû yâni hediyye olur. (Kâşânî)

LA'NET (Lânet):Bedduâ; bir kimsenin kötülüğünü, Allahü teâlânın af ve merhametinden mahrum olmasını, ihânet edenlerin veya kötülüklerin gerektiği cezâya çarptırılmasını istemek.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruluyor ki:
Allahü teâlâ ve Resûlüne eziyyet edenlere, dünyâda ve âhirette de lânet olsun. (Ahzâb sûresi: 57)
Ben, lânet etmek için, insanların azab çekmesi için gönderilmedim. Ben, herkese iyilik etmek için, insanların huzûra kavuşması için gönderildim. (Hadîs-i şerîf-Ahmed ibni Hanbel)
Kadın elbisesi giyen erkeğe ve erkek elbisesi giyen kadına lânet olsun. (Hadîs-i şerîf-Zevâcir)
Bir kul, herhangi bir şeye lânet ederse, o lânet semâya yükselir. Fakat göklerin kapısı bu fenâ söze karşı kapanır; yere iner, onun da kapıları kapanır. Sonra sağa sola başvurur, girecek yer bulamayınca, lânete müstehak olana gider. Eğer lânete lâyık değilse, bu defâ lânet edene rücû eder (döner) . (Hadîs-i şerîf-Riyâz-üs-Sâlihîn)
Ey oğul! Hiç kimseye lânet etme. Zîrâ lânet eylediğin adam, lânete müstehak değil ise, yaptığın lânet sana döner. Hayvanlara dahi lânet etme. Zîrâ, melekler sana lânet ederler. ( Süleymân bin Cezâ)
Her kim bir binek ve yük hayvanına, lânet olsun derse, o hayvan (hal diliyle) der ki: "Âmin, lâkin yüce Allah'a hangimiz daha fazla âsî ise, lânet onun üzerine olsun." (Fudayl bin Iyâd)

LÂŞE:Leş. Kendiliğinden ölmüş veya İslâmiyet'in emrine uygun olmayarak kesilmiş veya öldürülmüş hayvan ve böyle hayvanın eti. (Bkz. Leş)

LATÎF (El-Latîf):
1. Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından. Lütf ve ihsân edici, dâimâ güzel muâmelede bulunan.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmelerde meâlen buyurdu ki:
Gözler O'nu idrâk edemez. Ama O, gözleri idrâk eder. O latîftir, (her şeyden) haberdârdır. (En'âm sûresi: 142)
Allah kullarına çok latîftir. Kimi dilerse onu rızıklandırır. Kuvvetli, güçlü ancak O'dur. (Şûrâ sûresi: 19)
Allahü teâlânın rahîm, hakîm ve latîf olduğuna inanmak, tevekkülün esaslarındandır. O'nun inâyeti (yardımı), şefkati, karıncadan insana kadar, her mahlûka, yarattığına yetişir. Kullarına olan merhameti, iyiliği; bir ananın yavrusuna olan merhâmetinde n daha çoktur. Lütfu, merhameti o kadar çoktur ki, dünyâyı ve dünyâda olan herşeyi en iyi şekilde yaratmıştır. (İmâm-ı Gazâlî)
El-Latîf ism-i şerîfini söylemeye devâm edenin üzüntü ve elemi gider, rahat ve huzur bulur. (Yûsuf Nebhânî)
2. Yumuşak, hoş, güzel, nâzik. Âdem oğlu aç gözünü, yeryüzüne kıl bir nazar, Gör bu latîf çiçekleri, hangi kuvvet yapar, bozar.
(M. Sıddîk bin Saîd)
3. Gözle görülmeyen.
Melekler cismdir, latîftir. Gaz hâlinden de daha latîftirler. Nûrânîdirler. Diridirler, akıllıdırlar, insanlardaki kötülükler meleklerde yoktur. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)

LATÎFE:
1. Hoş, tatlı söz, şaka.
Arkadaşlarınıza latîfe yapınız. Onlarla edebli ve hoşça vakit geçiriniz. Kalb kırmayınız. Lâkin şunu biliniz ki, bir topluluğu güldürenlerde hayır yoktur. (İmâm-ı Mâverdî)
Latîfenin fazlası iyi görülmemiştir. Çünkü, latîfenin çokluğu gülmeyi artırır. Çok gülmek kalbi öldürür, heybeti giderir. Böyle latîfelerden sakınmalıdır. (İmâm-ı Gazâlî)
Resûlullah efendimiz latîfe yapmış ve söylemiş, latîfeleri hep hak üzere ve fâideli olmuştur. (Muhammed Hâdimî)
2. Maddeli, zamanlı ve ölçülü olmayan Âlem-i emirdeki beş mertebeden her biri.
Âlem-i emrde bulunan beş latîfenin insanda birer sûreti, benzeri vardır. Bu beş latîfeye kalb, rûh, sır, hafî ve ahfâ isimleri verilmiştir. Evliyânın çoğu bunları birbirinden ayırmamış ve hepsine rûh demişlerdir. (İmâm-ı Rabbânî)

LÂUBÂLÎ:Başkalarıyla saygısızlığa varacak şekilde senlibenli; çekinmesi ve sakınması olmayan.
Kur'ân-ı kerîm; bir erkeğin, yabancı bir kadınla halvetini yâni yalnız başına kapalı bir yerde berâber kalmasını, yabancı kadınların seslerini dinlemesini ve zarûretsiz lâübâlî bir şekilde konuşmasını da haram kılmıştır. (Yûsuf Sinânüddîn)

LAZY:Hiçbir dîne inanmıyanlar ile müşriklerin (Allahü teâlâya ortak koşanların) azâb görecekleri, Cehennem'in altıncı tabakası.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Şüphe yok ki hem âhiret, hem dünyâ bizimdir. İşte sizi alevlendikçe alevlenen Lazy ateşi ile korkuttum. Oraya ancak kâfir olan (peygamberini) inkâr eden ve (îmândan) yüz çevirenler girer. (Leyl sûresi: 13-15)

LEBBEYK:
1. Hac, umre veya her ikisini yapmak üzere niyyet ederken yâni ihrâma girerken başlayıp, Mina'da Cemre-i akabede (büyük cemrede) şeytan taşlanırken atılan ilk taşla söylemesi son bulan mübârek sözler: Lebbeyk Allahümme lebbeyk, lebbeyk lâ şerîke leke lebbeyk innelhamde venni'mete leke vel-mülke lâ şerîke lek. (Allahım! Senin emrine her zaman itâat ederim. Senin ortağın yoktur. Dâvetine can ve gönülden uyarım. Şüphesiz hamd (övgü), nîmet (vermek) sana mahsûstur. Mülk de senindir. Senin ortağın yoktur). (Bkz. Telbiye)
Hac yapacak kimse, ihrâma girince yüksek sesle telbiye eder. Lebbeyk diyerek ihrâma giren hacı, Allahü teâlânın dâvetine ve haccediniz emrine uyduğunu düşünmeli ve buna göre kendini hazırlamalıdır. (Saîdüddîn Fergânî)
2. "Efendim, buyurunuz, emrediniz!" mânâsında, çağırana cevâb ifâdesi.
Muâz bin Cebel (radıyallahü anh) şöyle anlatmıştır. Bir gün Resûl-i ekrem efendimiz bir hayvana binmişti. Ben de arkalarında bulunuyordum. Bana "Ey Muâz!" diye seslendiler. Ben de "Lebbeyk yâ Resûlallah!" dedim. Üç kerre ismimi söyledikten sonra; "Cenâb-ı Hakk'ın kulları üzerinde olan hakkı nedir biliyor musunuz?" buyurdu. "Allah ve Resûlü daha iyi bilir" dedim. Bunun üzerine; "Cenâb-ı Hakk'ın kulları üzerindeki hakkı, onların kendisine ibâdet etmeleri ve başka hiçbir varlığı ona şirk (ortak) koşmamalarıdır" buyurup, tekrar sordular: "Kullar bu vazîfelerini yerine getirirlerse, Allah'tan bekledikleri hakları (Allahü teâlânın onlara vâdettiği karşılık) nedir bilir misin?" buyurdular. Ben yine "Allah ve Resûlü daha iyi bilir" deyince; "Bu takdirde kulların Allah üzerindeki hakkı (onlara vâdettiği) nîmet ve kullarına azâb etmemesidir..." (Hadîs-i şerîf-Müslim)

LEDÜNNÎ İLMİ:Allahü teâlânın vergisi, ihsânı olan mânevî ilim. (Bkz. İlm)
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Orada kendi indimizden bir rahmet (vahy ve nübüvvet veya uzun ömür) verdiğimiz ve ona ledünnî ilmi öğrettiğimiz kullarımızdan birini (Hızır'ı) buldular. (Kehf sûresi: 65)
Ledünnî ilim yetmiş iki derecedir. İlk derecesinden olan, bir ağaca bakınca yapraklarının sayısını, bir denize bakmakla damlalarının adedini, bir çöle bakınca kumlarının sayısını bilir. (Seyyid Abdülhakîm)
Hızır aleyhisselâm, güzel ahlâk sâhibi, cömert ve insanlara karşı çok şefkatli idi. Allahü teâlânın izni ile kerâmet ehli olup, kimyâ ilmini bilir, Hak teâlânın bildirmesiyle Ledünnî ilmine muttalî (vâkıf) idi. (Sa'lebî, İmâm-ı Rabbânî) Matematik fizik kimyâ bu esrârı çözmüyor Ledünnî ilminde üstâd bir Süleymân isterim
(Süleymân bin Ahmed)

LEHV:Eğlence. Âhirette faydası olacak şeylerden alıkoyan her şey.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Biliniz ki, dünyâ hayâtı elbette la'b (oyun) ve lehv ve zînet yâni süslenmek ve tefâhur yâni öğünme ve malı parayı ve evlâdı çoğaltmaktır. (Hadîd sûresi: 20)
Her türlü lehv haramdır. Yalnız zevce (hanım) ile oynamak, at ve silâh ile tâlim, yarış yapmak câizdir. (Hadîs-i şerîf-Nasb-ur-Râye)
Allahü teâlânın rızâsını kazanmayı düşünmeden yapılan işler hep lehvdir. Bunların faydası çok çabuk geçtiği, kaybolduğu için sanki hiç faydası yok gibidirler. (Senâullah-i Pânî Pûtî)

Lehvel-Hadîs:Müzik, her türlü boş oyun, eğlence.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
İnsanlardan öyle kimseler vardır ki, bilgisizce (hissettirmeden) Allah yolundan saptırmak ve o yolu eğlence yerine tutmak için lehvel-hadîs'e müşteri çıkar. İşte bunlara şiddetli bir azâb vardır. (Lokman sûresi: 6)
Lehvel-hadîs ile ilgili âyet-i kerîmenin nâzil olmasının (gönderilmesinin) sebebi şöyle bildirilmiştir: Müşriklerden Nadr bin Hâris ticâret yapmak için Fâris (İran) diyârına giderdi. Oradan Acemlerin hikâye ve efsâne kitablarını getirirdi. Bunları Ku reyşlilere, Mekke halkına; "Muhammed size Âd ve Semûd kavminin kıssalarını bildiriyor, gelin ben de size Rüstem'in, İsfendiyâr'ın, Kisrâ'nın hikâyelerini anlatayım" diyerek pekçok kimsenin Kur'ân-ı kerîmi dinlemesine mâni olurdu. Ayrıca bir de şarkıcı câriye satın almıştı. Bir kimsenin müslüman olacağını işitince, hemen şarkıcı câriyesini alıp müslüman olmaya karar veren kimsenin yanına gider, şarkıcı câriyeye, haydi bu kimseye yedir-içir, şarkı söyleyiver derdi. Böylece o kimseyi eğlendirip, gördün mü senin için bu daha iyi değil mi? derdi. Bunun üzerine hem Nadr bin Hâris ve hem de böyle yapanların uygunsuz hareketleri üzerine bu âyet-i kerîme nâzil olmuştur. (Muhammed bin Hamzâ Senâullah-ı Dehlevî)

LEŞ:Kendiliğinden ölen veya Besmelesiz kesilen veya kesilmeyip de başka sûretle öldürülen veya Ehl-i kitâb olmayan kâfir ve mürtedlerin kestikleri yenmesi haram hayvanlar. Ölmüş hayvan.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Şöyle ki, Kur'ân'da yenmesi haram olanlar, leş ve akıcı kan ve pis domuz ve Allah'tan başkasının adı ile kesilmiş olandır. (En'âm sûresi: 145)
Kasten, yâni hatırında olduğu hâlde, bilerek Besmele çekmeden kesilen hayvanı ve Besmelesiz tutulan av hayvanını, kitâbsız kâfirlerin, mürtedlerin kestiği, avladığı hayvanı yemek haramdır. Böyle tutulan balığı yemek haram değildir. Kesmeyip de, bir y erine bıçak saplayarak, ensesine ve alnına vurarak veya boğarak veya ilâçlayarak, elektrikleyerek öldürülen kara hayvanları leş olur. Bunları yemek haram olur. (Hâdimî, İbn-i Âbidîn)
Murdar eti, yâni leş eti ve domuz eti ve şarap gibi kendileri kat'î (açık, kesin) delîlle haram olanlar, hiçbir zaman helâl olmaz. Sâhibi satsa, hediye etse, helâl etse de, yemek olmaz. Bunlara helâl diyen, yerken bilerek Besmele çeken îmânını kaybed er. (Hâdimî, İbn-i Âbidîn )
Ölüm korkusu olunca, ölmeyecek kadar leş ve başkasının malı yenebilir. (İbn-i Âbidîn)

LEŞKER-İ DUÂ:Duâ ordusu. Sıkıntı ve darda kalan müslümanlara duâları ile yardımda bulunan Allahü teâlânın sevgili kulları, sâlih müslümanlar, velîler topluluğu. (Bkz. Duâ Ordusu)
Leşker-i gazâ (cephede savaşan asker), leşker-i duânın yardımına muhtâçtır. İhlâs ile yapılan duâ muhakkak kabûl olur. (İmâm-ı Rabbânî)
Leşker-i duâ, leşker-i gazâdan akvâdır (daha kuvvetlidir). (İmâm-ı Rabbânî)

LEŞKER-İ GAZÂ:Gazâ ordusu, savaşan askerler. Allahü teâlânın rızâsı için O'nun dînini yaymak, din, nâmus ve vatanlarını korumak için düşmanla savaşan müslümanlar. (Bkz. Gazâ)

LETÂFET:Hoşluk, yumuşaklık, tatlılık.
Allahü teâlâ, kıyâmette, ilâhlık makâmında tecelli buyurup, yedi kat gökleri sağ kudret eline alıp buyurur ki: "Ey alçak dünyâ! Senin içinde rablık dâvâsı edenler ve ahmakların rab tanıdıkları âcizler nerededir ve senin güzellik ve letâfetinle aldatt ığın ve âhireti unutturduğun kimseler nerededir?" (İmâm-ı Gazâlî) Hilye-i nebîyi güç iken beyân Başlarız, ona oldukça imkân Geniş, güzel latîfti gözü Nûr saçardı hep mübârek yüzü Gümüş teninde letâfet vardı İrice mühr-i nübüvvet vardı.
(M. Sıddîk bin Saîd)

LEVH-ÜL-MAHFÛZ:Korunmuş levha; Allahü teâlânın takdir ettiği her şeyin yazılı bulunduğu, nasıl olduğu bizce bilinmeyen ve her türlü te'sirden korunmuş levha.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Dünyâda olacak her şey, dünyâ yaratılmadan evvel ezelde Levh-ül-mahfûza yazılmış, takdir edilmiştir. Bunu size bildiriyoruz ki, hayatta kaçırdığınız fırsatlar için üzülmeyesiniz ve kavuştuğunuz kazançlardan, Allah'ın gönderdiği nîmetlerden mağrûr olmayasınız. (Hadîd sûresi: 23)
Allahü teâlâ Levh-ül-mahfûza önce şunları yazdı: Allahü teâlâdan başka ilâh yoktur. Muhammed (aleyhisselâm) O'nun kulu ve Resûlüdür. Verdiğim hükme râzı olan, belâlara sabreden, nîmetlere şükreden kimseyi doğrular arasına yazdım. O kimse, kıyâmet günü onların arasında dirilir. Hükmün dışında bir şey bekleyen, belâlara karşı sabırlı olmayan, nîmetlere şükür yolunu tutmayan Benden başka ilâh arasın. (Hadîs-i şerîf-El-Burhân-ül-Müeyyed)
Levh-ül-mahfûzda, ilk yazılan Besmeledir. Âdem'e (aleyhisselâm) ilk gelen, Besmeledir. (Ya'kûb-ı Çerhî)
Cebrâil (aleyhisselâm) her sene bir kerre gelip, o âna kadar inmiş olan Kur'ân-ı kerîmi, Levh-ül-mahfûzdaki sırasına göre okur, Peygamber efendimiz dinler ve tekrâr ederdi. Âhireti teşrif edeceği (vefât edeceği) sene, iki kerre gelip tamâmını okudula r. (İmâm-ı Süyûtî, Zerkeşî, Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

LEVM:Kınama. (Bkz. Lâim)
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Ey îmân edenler! Dinden çıkarsanız, Allahü teâlâ, sizin yerinize başkalarını getirir. Onları sever. Onlar da Allahü teâlâyı severler. Mü'minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı şiddetlidirler. Allah yolunda cihâd ederler ve hiçbir levm edenin levminden korkmazlar... (Mâide sûresi: 54)

LEYLE-İ BERÂT:Mübârek gecelerden, Şâban ayının on beşinci gecesi. (Bkz. Berât)

LEYLE-İ İSRÂ:Mübârek gecelerden Mi'râc gecesi. (Bkz. Mi'râc)

LEYLE-İ KADR:Daha çok Ramazân-ı şerîf ayı içinde bulunduğu bildirilen ve Kur'ân-ı kerîmin gelmeye başladığı mübârek gece. (Bkz. Kadr Gecesi)

LEYLE-İ Mİ'RÂC:Mübârek gecelerden, Resûlullah efendimizin Mîrâca çıktığı Receb ayının yirmi yedinci gecesi. (Bkz. Mi'râc Gecesi)

LEYLE-İ REGÂİB:Mübârek gecelerden, Receb ayının ilk Cumâ gecesi. (Bkz. Regâib Gecesi)

LIHYE-İ SEÂDET:Peygamber efendimizin sakal-ı şerîfleri.
Hırka-i seâdet dâiresinde Peygamber efendimizin altmışa yakın Lehye-i seâdeti bulunmaktadır. Bunlardan yirmi dört kadarı altın ve kıymetli taşlarla süslü muhâfazalarda veya sedef kutularda saklanmaktadır. (Bkz. Sakal-ı Şerîf) (Osmanlı Târihi Ansiklopedisi)

LİÂN:Lânetleşmek, erkeğin zevcesini (hanımını) zinâ etmekle suçlaması veya bu çocuk benden değildir demesi hâlinde dört şâhid getiremezse, zevcenin isteği üzerine eşlerin hâkim huzûruna çağrılarak usûlüne uygun (âyet-i kerîmedeki bildirildiği şekilde) kar şılıklı yemîn etmeleri ve lânetleşmeleri. Buna mulâane de denir.
Liân için önce erkek "Sözüm doğrudur" diye yemin eder. Dört kerre tekrar eder, beşincide; "Yalan söylüyorsam Allahü teâlânın lâneti benim üzerime olsun" der. Sonra kadın dört defa; "Allah şâhidim olsun ki, bu adam bana zâni (zinâ edici) demekle yalan söyledi" diye yemin eder. Beşincide; "Doğru söyledi ise, Allahü teâlânın gadâbı benim üzerime olsun" der. Sonra hâkim bunları bir talâk-ı bâin ile ayırır. Liân yapıldıktan sonra, adam sözünden dönerek veyâ başka bir afîfe kadını kazf ederek (zinâ isnâd edip isbat edemeyip) had cezâsı uygulanmadıkça eski hanımıyla tekrar hiçbir zaman evlenemez. (M. Mevkûfâtî)

LİFÂFE:Kefenin bir parçası. (Bkz. Kefen)
Lifâfe baştan ve ayaklardan aşırı uzunlukta olup kefenin en geniş parçasıdır. Baş üstünden ve ayak altından uçları büzülüp bezle bağlanır. (Halebî)
Kadının kefeni beş parça olup sünnettir: Kamîs, izâr, lifâfe, himâr ve göğüs bezidir. (Halebî)

LİVÂ:Sancak.
Peygamber efendimizin râyesi, bayrağı siyâh idi. Livâsı daha küçük olup, beyaz idi. (İmâm-ı Kastalânî)
Peygamber efendimizin livâsının üzerinde "Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah" yazılı idi. (Ebü'l-Ferec ibni Cevzî)
Tebük seferinde Resûlullah efendimiz, en büyük livâsını hazret-i Ebû Bekr'e ve en büyük bayrağını da Zübeyr bin Avvâm'a verip taşıttırdı. (Vâkıdî)

Livâ-i Hamd:Hamd (şükür) sancağı. Kıyâmet gününde, canlılar dirilip, Arasat meydanında toplanınca, Allahü teâlâ tarafından Peygamber efendimize ihsân edilecek olan ve altında bütün inananların toplanacağı sancak-ı şerîf.
Kıyâmette herkes sustuğu zaman ben söyleyiciyim. Kimsenin kımıldayamadığı vakitte onlara şefâat ediciyim. Kimsede ümid kalmadığı zamanda onlara müjde vericiyim. O gün her iyilik, her türlü yardım, her kapının anahtarı bendedir. Livâ-i hamd benim elimdedir. İnsanların en hayırlısı en cömerdi en iyisiyim. O gün emrimde binlerce hizmetçi vardır. Kıyâmet günü peygamberlerin imâmı, hatîbi ve hepsine şefâat edici benim. Bunları öğünmek için söylemiyorum. (Hadîs-i şerif-Tirmizî, Dârimi-Mişkât)
Allahü teâlâya sığınarak ve O'ndan yardım dileyerek bildiriyorum ki, Muhammed aleyhisselâm Allahü teâlânın resûlüdür, peygamberidir. Âdemoğullarının seyyidi, efendisidir. Kıyâmet gününde kendisine uyarak Cehennem'den kurtulanların en cömerdidir. Kıyâ met günü kabirden ilk önce o kalkacaktır. İlk önce o şefâat edecektir. İlk önce O'nun şefâati kabûl olunacaktır. Cennet kapısını önce o çalacaktır. Kapı O'na hemen açılacaktır. Livâ-i hamd denilen sancak O'nun elinde bulunacaktır. Âdem aleyhisselâm v e O'nun zamânından Kıyâmete kadar gelen her mü'min, Livâ-i hamd sancağı altında toplanacaktır. (İmâm-ı Rabbânî)

LİVÂTA:Erkekler arasındaki cinsî sapıklık. Homoseksüellik.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Sizden önce âlemlerden hiçbirinin yapmadığı hayâsızlığı mı yapıyorsunuz? (A'râf sûresi: 80) Tefsîr âlimleri buradaki çirkin işin livâta olduğunu bildirdiler. (Celâleyn)
Lût kavmi gibi livâta yapanları, suç üstü yakalarsanız, ikisini de öldürünüz. (Hadîs-i şerîf-Birgivî Şerhi)
Erkek, erkek ile livâta yaparken arş titrer, sallanır. Melekler de bu iğrenç işe muttali (haberdâr) olup, yâ Rabbî emr etsen de, yeryüzü o ikisini ta'zir etse (cezâlandırsa), gökyüzü onların üzerine taş yağdırsa derler. Allahü teâlâ; "Ben (hilm sâhibiyim) acele etmem. Benden bir şey kaçmaz" buyurur. (Hadîs-i şerîf-Hüsn-üt-Tenebbüh)
Üç şeyden dolayı, Allahü teâlâ gadaba gelip Arş titrer. Haksız yere adam öldürme, erkeğin erkeğe, kadının kadına gidip livâta yapmasıdır. (Ebû Tâlib Mekkî)
Livâta yapanlarda çok tehlikeli olan İt uru ve Aids hastalığı hâsıl olmaktadır. (Seâdet-i Ebediyye)

LOKMAN HAKÎM:Allahü teâlâ tarafından kendisine ilim ve hikmet; akıl, anlayış, idrâk verilen peygamber veya velî. Kur'ân-ı kerîmde ismi zikr edildi. Dâvûd aleyhisselâm zamânında Arabistan Yarımadası'nın Umman taraflarında yaşadı. Uzun bir ömür yaşadıktan sonra ibâ det hâlindeyken Kudüs ile Remle arasında vefât etti.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Muhakkak biz Lokman'a hikmet verdik ve sana verilen hikmet nîmetine şükret dedik. (Lokman sûresi: 12)
Lokman, oğluna nasîhat ederek dedi ki: "Ey oğulcuğum! Allahü teâlâya şirk (ortak) koşma. Çünkü şirk elbette büyük bir zulümdür. (Lokman sûresi: 13)
Lokman, peygamber olmayıp ibâdet eden bir kuldu. Allahü teâlâ onu günâhlardan korudu. Çok tefekkür ederdi. Îmânı kuvvetli idi. Allahü teâlâyı sever, Allahü teâlâ da onu severdi. Allahü teâlâ ona hikmet (akıl, anlayış, idrâk, ilim) ihsân eyledi. (Hadîs-i şerîf-Hilyet-ül-Evliyâ)
Lokman Hakîm, Dâvûd aleyhisselâm zamânında Arabistan Yarımadasının Umman taraflarında yaşadı. Dâvûd aleyhisselâmın peygamberliğinden önce Lokman Hakîm müftî idi. Davûd aleyhisselâm peygamber olduktan sonra, Lokman Hakîm ondan ilim öğrendi. Dâvûd aleyhisselâma ümmet oldu. Lokman Hakîm cenâb-ı Hak tarafından peygamberlik ve hakîmlikten birini seçmek için serbest bırakılınca, hikmeti seçti. Sebebi sorulunca; peygamberlik büyük bir iştir, hakkını yerine getiremem diye korktum dedi. Allahü teâlâ tarafından kendisine ilim, hikmet, akıl, anlayış verildi. (Katâde)
Lokman Hakîm'in hikmetli nasîhatlerinden bâzıları şöyledir:
Ey oğulcuğum! Namazını dosdoğru kıl. İyiliği emret. Kötülükten nehyet. Sana (bu yüzden) isâbet eden şeylere sabret. Çünkü bunlar kat'î (kesin) sûrette farz edilen işlerdendir. (Lokman sûresi: 17)
Ey oğlum! Dünyâ derin deniz gibidir. Çok insanlar onda boğulmuşdur. Takvâ (Allahü teâlâdan korkup haramlardan sakınmak) gemin, îmân, yükün, tevekkül (Allahü teâlâya güvenmek) hâlin, sâlih (iyi) amel, azığın olsun. Kurtulursan Allahü teâlânın rahmetiy le, boğulursan, günâhın sebebiyledir.
Ey oğlum! Borçlu olmaktan sakın. Çünkü gündüz zillet (aşağılık), gece gam ve keder içinde olursun.
Ey oğlum! Merhâmet eden merhâmet bulur. Sükût eden selâmete erer. Hayır söyleyen kâr eder. Kötü konuşan günâhkâr olur. Diline hâkim olmayan pişman olur.
Çalış, kazan, çalışmayıp herkese muhtâc kalanın dîni ve aklı noksan olur ve iyilik etmekten mahrûm kalır ve herkesten hakâret görür. (Ahmed Sâvî, İmâm-ı Gazâlî)

LUKA İNCÎLİ:Meşhûr dört İncîl'den biri. Antakyalı papas Luka tarafından yazıldığı için bu ad verilmiştir. Şimdi elde bulunan İncîllerin en yanlış olanıdır.
Hıristiyanların, İncîl dedikleri dört çeşit kitab, Allahü telânın Cebrâil aleyhisselâm ile Îsâ aleyhisselâma gönderdiği asıl İncîl-i şerîf değildir. Bu dört kitab, Îsâ aleyhisselâm göke kaldırıldıktan sonra dört kimse tarafından sonradan yazılmışlard ır. Bunlardan biri, Matta'nın yazdığı İncîl, ikincisi, Markos'un havârîlerden işittiklerini yazdığı İncîl, üçüncüsü, Antakyalı bir papaz olan Luka'nın yazdığı İncîl, dördüncüsü yine havârîlerden olan Yuhanna tarafından yazılan İncîl'dir. Allahü teâlânın gönderdiği İncîl, bir kitâb idi. Bu mukaddes kitâbda ihtilâflı, uygunsuz yazılar yok idi. Sonradan yazılan dört kitab ise birbirlerine uymayan yalanlarla doludur. (İmâm-ı Kurtubî-Harputlu İshâk Efendi)
Luka İncîli'ni yazan Antakyalı papaz, Îsâ aleyhisselâmı görmedi. Îsâ aleyhisselâm göke kaldırıldıktan sonra yahûdî dönmesi Bolüs tarafından Îsevî dînine alınmıştır. Bolüs'ün zehirli fikirleriyle aşılanarak şimdi elde bulunan dört İncîl'den en yanlışı nı yazmıştır. (Rahmetullah Efendi)
Luka, kendi zamânında pekçok kimsenin İncîl yazdığı bir sırada, kendi adıyla anılan İncîli'ni yazmıştır. Luka, Havârîlerin kendi elleriyle yazdıkları hiçbir İncîl bulunmadığına işâret ederek, kendi yazdığının da asıl İncîl olmadığını, Luka İncîli'nin birinci bâbı başında bildirilmiştir. (Rahmetullah Efendi, Harputlu İshâk Efendi)

LUKATA:Yolda veya başka bir yerde bulunup da, sâhibi bilinmeyen mal.
Lukata, bulanın elinde emânet hükmündedir, yâni o mal, mülk edinmek için değil, başkası nâmına muhâfaza etmek (korumak) için alınır. Ancak sâhibi bulunmazsa ve fakir ise kendi kullanır; değilse fakir akrabâlarına verir. (İbn-i Âbidîn)
Lukata; hastanelere ve fakîrlerin cenâzelerini kaldırmaya sarf edilir (harcanır). Çalışamayacak hâlde olan kimsesiz fakirlere verilir. Sâhibine vereceğinden emîn olanın, korumak için alması sünnettir. Yerde helâk olacaksa, alması farz olur. Bulan fak ir ise, kendi kullanabilir. Sâhibi sonra çıkarsa, ya kabûl eder, yâhut bulana tazmin ettirir (ödettirir). (Kâsânî-Burhâneddîn Mergînânî)

LÛTÎ:Lût kavminin çirkin işini (livâta) yapan. (Bkz. Livâta)

LÜTF:İhsân, iyilik.
Bir kula dîni hakkında Allah tarafından bir nasîhat gelirse; bu nasîhat, Allah tarafından kendisine gönderilmiş bir nîmet ve lütuftur. Onu kabûl eder ve gereğini yerine getirirse, ne güzel; kabûl etmezse, günâhının çoğalması ve Allah'ın gazâbının çoğalması bakımından onun aleyhinde bir delîl olur. (Hadîs-i şerîf-Mevâiz-ül-Hulefâ)
Akşam namazından sonra yatsı vakti girmeden iki rek'at namaz kılan, ilk rek'atında bir Fâtiha ve bir Âyetel-kürsî ve beş kere İhlâs-ı şerîfi okuyup, ikinci rek'atta bir Fâtiha ve Bekara sûresinin son üç âyetini okuyan ve böylece bu namazı îfâ eden kimseye Hak teâlâ hazretleri Cennet'te bir mevki lütf eder ve her rek'atı için bir şehid sevâbı ve her âyet için de bir köle âzad etmiş sevâbı verir. (Hadîs-i şerîf-Miftâh-ul-Cenne)
Ey lütf ve ihsanı bol Allah'ım! Bizi dünyâda ve âhirette kimseye muhtâc etme! (İmâm-ı Rabbânî) Beni sen yoktan vâr ettin yâ Rabbî Nice nîmetler lütf ettin yâ Rabbî.
(Muhammed bin Receb) Dertli oldum, ol Hüdâdan derde derman isterim Âcizim bâb-ı atâdan lütf ü ihsân isterim
(M. Sıddîk bin Saîd)
Kıyâmet günü, Allahü teâlâ lütfunu ortaya koyup meâlen; "Âlimler benim yanımda Peygamberlerim gibidir." Âlimlere hitâben; "Dilediğiniz kimselere şefâat ediniz" buyurur. (İmâm-ı Gazâlî)
Mârifet, nûrunun himâyesine sığınmayıp da, öldükten sonra, şehvet ateşinin canını yakmasından, Allahü teâlânın lütfü ve merhameti ile kurtulacağını sanan bir kimse, kalın elbisesinin himâyesine girmeden, kışın soğuğunun, Allahü teâlânın lütfü ile ken disini üşütmeyeceğini sanan kimseye benzer. Allahü teâlâ, birçok faydaları sağlamak için, kışı yaratmış ise de lütf ve merhamet ederek elbise yapacak şeyleri ve bunları yapacak akıl da yaratmıştır. (İmâm-ı Gazâlî)
 
---> Dini Sözlük

M - 1

MÂ-İCÂRÎ:Akar su. Devamlı akmakta olan ve üzerinde herhangi bir pisliğin durması mümkün olmayan çay, dere, ırmak, nehir veya yer altından çıkarılan artezyen suları. Bir saman çöpünü götüren su, akar su sayılır.
Mâ-i cârî temizdir. Kendisiyle her türlü temizlik yapılır. (M. Zihni Efendi)

MÂ-İMEŞKÛK:Şüpheli su; ehlî merkebin ve ondan doğan katırın artığı olan su.
Mâ-i meşkûkun temizliğinde şüphe yoktur. Ancak, hadesin (abdestsizliğin ve cünüplüğün) giderilmesi husûsunda fıkıh âlimleri tarafından şüpheli su kabûl edilmiştir. (M. Zihni Efendi)

MÂ-İ MUKAYYED:Çiçek, üzüm, kavun-karpuz suyu gibi cinsi ve sıfatı birlikte söylenen sular.
Mâ-i mukayyed ile namaz abdesti ve gusl abdesti alınmaz. (İbn-i Âbidîn)

MÂ-İ MUTLAK:Yaratıldıkları hâl üzere olan yâni ismi yanında başka kelime söylenmeyen, yalnız su denilen sular.
Yağmur, dere, nehir, kaynak, kuyu, deniz ve kar suları, mâ-i mutlaktır. Mâ-i mutlak, namaz abdesti ve gusül (boy) abdesti almak için kullanılır. Mâ-i mutlak hem temizdir, hem temizleyicidir. (İbn-i Âbidîn)

MÂ-İ MÜSTA'MEL:Kullanılmış su. Abdest ve guslde (boy abdestinde) yâhut kurbet olarak kullanılan su. Temiz fakat temizleyici değildir.
Mâ-i müsta'mel ile necâset (pislik) temizlenir. Fakat abdest alınmaz ve gusl edilmez. İçmek ve hamur yapmak mekrûhtur. (İbn-i Âbidîn)
Mâ-i Müsta'mel, üç mezhebde (Hanefî, Şâfiî, Hanbelî'de) yalnız tâhirdir (temizdir). Fakat mutahhir (temizleyici) değildir. Mâlikî mezhebinde hem tâhir hem de mutahhirdir. (Abdülvehhâb-ı Şa'rânî)

MAÂZ-ALLAH:"Allahü teâlâya sığınırım" mânâsına, tehlikeli, zararlı ve istenmeyen durumlardan korunmak için söylenen bir söz.
Âyet-i kerîmede meâlen buyruldu ki:
Yûsuf (aleyhisselâm); "Maâz-Allah, biz malımızı kimin yanında bulmuşsak ancak onu alırız. Yoksa haksızlık etmiş oluruz" dedi. (Yûsuf sûresi: 79)

MA'BED:İbâdet edilen yer.
Yeryüzünde yapılan ilk ma'bed, Mekke şehrindeki Kâbe'dir. Buraya Mescid-i Harâm da denir. (Azrâkî)
Müslümanların mâbedine mescid ve câmi, Yahûdîlerin ma'bedlerine sinagog ve havra, hıristiyanların ma'bedine kilise ve bi'a veya savme'a, denir. (M. Sıddîk bin Saîd)
Masonların 1900 senesindeki toplantılarına âit zabıtların yüz ikinci sahifesinde; "Dindarlara ve ma'bedlere galebe çalmak kâfi değildir. Asıl maksadımız, dinleri yok etmektir" yazılıdır. (M. Sıddîk bin Saîd)

MA'BÛD:Kendisine ibâdet olunan, tapınılan.
Yerde ve gökte, Allahü teâlâdan başka, ibâdet edilmeğe hakkı olan ve tapılmağa lâyık hiçbir şey ve hiçbir kimse yoktur. Hakîki ma'bûd ancak Allahü teâlâdır. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
MÂCİD (El-Mâcidü): Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Şânı, şerefi yüksek olan.
El-Mâcid ism-i şerîfini okuyanın kalbi nurlanır. (Yûsuf Nebhânî)

MÂCİN:Sapık îtikâdını başkasına bulaştırmak çabasında olan.
Hadîs-i şerîfte buyruldu ki: "Ümmetimin ihtilâfı (amelde, yapılacak işler konusunda mezheblere ayrılması) rahmettir. Hakkı doğruyu bulmak için çalışırlarken, ihtilâfa düşerler. Bu çalışmaları ise, rahmete sebeb olur." Bu hadîs-i şerîfi iki kimse inkâr etmiştir. Biri mâcin, ikincisi mülhiddir. Mülhid, âyet-i kerîmelere dünyâ çıkarlarına göre mânâ vererek îmânı giden kimsedir. (Kastalânî)

MADDE:Ağırlığı olan ve boşlukta yer kaplıyan varlık.
Hava, su, taş, cam ayrı birer maddedir. Işık ve ses, madde değildir. Çünkü yer kaplamaz ve ağırlıkları yoktur. Her madde; katı, sıvı ve gaz olmak üzere üç hâlde bulunur. Sıvı ve gaz hâlindeki maddelerin, kendilerine mahsûs belli şekilleri yoktur. Bun lar, bulundukları kabın şeklini alırlar. Maddenin şekil almış hâline cisim denir. Maddeler, hep cisim hâlinde bulunur. Meselâ, anahtar , iğne, masa ve çivi, başka başka cisimdir. Şekilleri başkadır, fakat hepsi demir maddesinden yapılmıştır. (Muhammed Sıddîk bin Saîd)
Âlem, madde ve özelliklerden meydana gelmiştir. Bütün âlem hâdistir, yâni yok iken sonradan yaratılmıştır. (Berhurdâr)
Madde, Allahü teâlânın kuvvet ve kudreti ile varlıkta kalmaktadır. Kendi kendine duran madde yoktur. Bütün cisimleri, her şeyi varlıkta durduran, Allahü teâlâdır. (İmâm-ı Rabbânî)

MADDÎ TEMİZLİK:Bedenin, elbisenin ve oturulan yerin temizliği.
Bir müslüman, maddî temizliğe çok dikkat eder. Câmilere evlere ayakkabı ile girmez. Halılar, döşemeler, tozsuz temiz olur. Evinde hamamı vardır. Kendisi, çamaşırları, yemekleri hep temiz olur. Onun için mikrop ve hastalık bulunmaz. (Kemahlı Feyzullah)
Maddî temizliğe çok dikkat eden müslüman, mânevî temizliğe de dikkat eder. Dînimizin emir ve yasaklarına uyarak mânen temizlenmiş olur. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

MADDİYYÛN:Maddenin hep var olduğuna, sonradan yaratılmadığına ve yok olmayacağına inananlar, maddeciler.
Kendilerini akıllı ve hiç yanılmaz sanan dinsizlerin birincisi maddiyyûn olup, bunlar, Allahü teâlânın varlığına inanmıyor; âlem, böyle kendiliğinden gelmiş ve böyle gidecektir, bunun yaratanı yoktur diyorlar. Canlılar da, böyle birbirlerinden üreyip , sonsuz olarak sürecektir, diyorlar. Bütün bunlar ve yolunda gidenlerin hepsi de müslüman değildirler. (İmâm-ı Gazâlî)
Ehl-i sünnet âlimleri (Resûlullah efendimiz ve O'nun sohbetinde yetişmiş mübârek arkadaşlarının yolunda giden İslâm âlimleri), kitablarında maddiyyûnun sözlerini ve müslüman olmayanların, İslâmiyet'e sokmak istedikleri uydurmaları delîller ve tartışm alar ile reddederek hepsini susturmuşlar, din düşmanlarının hazırladıkları fitne ve fesâd ateşlerini söndürmüşler, bozuk düşüncelerini çürütmüşlerdir... (Abdülhakîm Arvâsî)

MA'DÛM:Yok olan, mevcût olmayan
Ma'dûmun bey'i yâni satışı bâtıldır, hiçbir bakımdan dîne uygun değildir. (Mecelle)

MAĞFİRET:Örtme; Allahü teâlânın, kullarının günâhlarını bağışlaması.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmelerde meâlen buyuruyor ki:
Ey günâhı çok olan kullarım! Allah'ın rahmetinden ümîdinizi kesmeyiniz. Allah, günahların hepsini affeder. O, sonsuz mağfiret ve nihâyetsiz merhâmet sâhibidir. (Zümer sûresi: 53)
Rabbinizden mağfiret istemeğe ve Cennet'e girmeğe koşunuz. Bunun için çalışınız! Cennet'in büyüklüğü, gökler ve yer küresi kadardır. Cennet, Allahü teâlâdan korkanlar için hazırlandı... (Âl-i İmrân sûresi: 133)
Allahü teâlâ buyurdu ki: "Ey âdemoğlu (insanoğlu) ! Sen benden ümidli bulundukça, senden meydana gelen günâhları mağfiret ederim. Ey âdemoğlu! Senin günâhların gökyüzünü dolduracak dereceyi de bulsa, benden mağfiret dilersen seni bağışlarım. Ey âdemoğlu! Bütün yer dolusu günahlarla gelip de, bana hiçbir şerîk (ortak) koşmayarak huzûruma çıkarsan, ben seni bütün yer dolusu mağfiretle karşılarım. (Hadîs-i şerîf-Riyâzü's-Sâlihîn)
Müslüman kardeşini sevindirmek, Allahü teâlânın af ve mağfiretine sebeb olur. (Hadîs-i şerîf-Kitâb-ül-Metcer-ür-Râbih)
Allahü teâlânın af ve mağfireti o kadar büyüktür ki (çoktur ki), ben suçuma büyük demekten utanırım. (Sa'dî Şîrâzî)

MAĞRÛR:Gururlu. (Bkz. Gurûr)
Akıllı kimse başkalarının ayıbına bakmaz. Kişinin aybını yüzüne vurmaz. Malı çoğaldıkça, mağrûr olup ahlâkını bozmaz. (İdrîs aleyhisselâm)
Ey oğlum! Sende olmayan fazîletler ile insanlar seni medh ederlerse, sakın mağrûr olma. Kendinden aşağısını hor görme. Ahmaklara, câhillere karşı sükût eyle. (Lokman Hakîm) Mala mülke mağrûr olma, deme var mı ben gibi! Bir muhâlif yel eser, savurur harman gibi.
(Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

MAHBÛB:Muhabbet edilen. Sevilen, sevgili.
Muhammed Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem mahbûb-i Rabbülâlemîndir. Allahü teâlânın sevgilisidir. (İmâm-ı Kastalânî)
Sevgiliden gelen her şey mahbûbdur. (İmâm-ı Rabbânî)

Mahbûb-i Hudâ:Allahü teâlânın habîbi, sevgilisi Muhammed aleyhisselâm.
Muhammed Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, Mahbûb-i Hüdâ'dır. Gelmiş ve gelecek bütün varlıkların her bakımdan en üstünüdür. (İmâm-ı Rabbânî) Sakın terk-i edebden kûy-ı mahbûb-ı Hüdâdır bu, Nazargâh-ı ilâhîdir makâm-ı Mustafâ'dır bu. (Yûsuf Nâbi)

MAHBÛBİYYET:Sevgili olmak.
Peygamber efendimize tâbi olmanın en yüksek derecesi mahbûbiyyet ve ma'şûkiyyet (çok sevilen olmak) kemâlâtına (üstünlüklerine) sâhib olmaktır ki, bu, Allahü teâlânın çok sevdiklerine mahsûstur. Bunun ele geçmesi için muhabbet, sevmek lâzımdır. ( İmâm-ı Rabbânî)
Âhirette azâblardan kurtulmak ve sonsuz seâdete kavuşmak, ancak geçmiş ve gelecek bütün varlıkların en üstününe (hazret-i Muhammed aleyhisselâma) uymakla olur. O'na uymakla mahbûbiyyet makâmına erişilir. O'nun yolunda bulunmakla, Allahü teâlânın zâtı nın tecellîsine kavuşulur. (Abdülhak-ı Dehlevî)

MAHCÛR:Çocukluk, sefîhlik, delilik, kölelik, bunaklık vs. gibi çeşitli sebebler yüzünden malını tasarruf hakkından, kullanmaktan men edilen kimse. (Bkz. Hicr)
Mahcûr iki kısımdır:
1- Çocuk, deli ve maraz-ı mevt (ölüm hâlinde) bulunanlar.
2- Hâkimin hükmüyle mahcûr olanlar, medyûnlar (borçlular), ma'tûhlar (bunaklar), rakîkler (köleler), eblehler (ahmaklar) ve mâcinler yâni kötü din adamlarıdır. (Fetâvâ-i Hindiyye)
Çocuk kendi malını kullanmaktan mahcûr olduğu gibi, başkasına hizmet etmesi de, ancak velîsinin izni ile câiz olur. (Abdülganî Nablüsî)

MÂHİYYET:Öz, asıl ve esas.
İnsanın mâhiyyeti, arkadaşından anlaşılır. (Abdullah bin Ömer)

MAHKEME:Hüküm verilen dâvâların görülüp, hükme (karâra) bağlandığı yer.
Mahkemeye bir işin düşünce, hâkim karşısında dâvâcı veya dâvâlı ile kavga etmeye kalkışma! Ne sorulursa o kadar cevâb ver! Şâyed şâhid olarak gidersen, hiç kimsenin te'siri altında kalmadan ve kimseden korkmadan Allah rızâsı için doğru konuş! Olur ol maz bir iş için hemen mahkemeye koşma! (İmâm-ı Gazâlî)

Mahkeme-i Kübrâ:En büyük mahkeme, âhirette bütün insanların amel defterlerinin tartıldığı ve dünyâda yaptıklarının hesâbını verecekleri yer.
Allahü teâlânın bilmediği hiçbir şey yoktur. Açık ve gizli O'nun yanında birdir. O; "Ol!" dedi, yokluktan varlık meydana geldi. O, henüz olmamış olanları, açığa vurulmamış sırları bilir. Yeri ve gökleri kudretiyle (gücüyle, kuvvetiyle) tutan, kıyâmet günü Mahşerde kurulacak mahkeme-i kübrânın hâkimi (hükmedeni) O'dur. (Sa'dî Şîrâzî)

MAHLÛK:Yaratılmış; yoktan vâr edilmiş. Rabbimiz cism değildir, zamânı, mekânı yok. Maddeye hulûl eylemez, böyle olmalı îmân. Mahlûka muhtaç değildir, ortağı benzeri yok, Her şeyi O'dur yaratan hem de varlıkta tutan.
(M. Sıddîk Gümüş)
Vilâyete (evliyâlık makâmına) kavuşmak, tasavvuf yolunda çalışmakla olur. Bunun için mâsivâ sevgisini, ona bağlılığı kalbden çıkarmak lâzımdır. Mâsivâ; Allah'tan başka şeyler demektir. (İmâm-ı Rabbânî)

MAHLÛKÂT:Yaratılanlar, Allahü teâlânın yarattığı şeyler.
Mahlûkâta muhabbet etme, zîrâ onlara muhabbet, Hakk'a ulaşmaya mânidir. (İmâm-ı Gazâlî)

MAHMASA HÂLİ:Açlıktan ölmek üzere olma hâli.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
...Kim mahmasa hâlinde, çâresiz kalırsa, günâha meyl (yönelme) maksâdı olmaksızın haram etlerden yiyebilir. Çünkü Allah çok bağışlayıcı, affedicidir. (Mâide sûresi: 3)
Leş ve domuz eti yemek, şarab içmek haramdır. Çok içince sarhoş yapan sıvıların, azını içmek de haramdır. Mahmasa hâlinde olan kimseden başkalarının bunları yemeleri içmeleri haramdır. (Hâdimî)

MAHMÛD:
1. Övülmüş, övülen.
Kalbin mahmûd hâlleri; sabır (Allah'tan gelenlere tahammül etmek), şükür (her nîmeti Allahü teâlâdan bilmek), havf (Allah'ın azâbından korkmak), recâ (Allah'ın rahmetini ümîd etmek), rızâ (Allah'tan gelenlere boyun eğmek, hoşnûd olmak, kadere karşı g elmemek), zühd (dünyâya düşkün olmamak), takvâ (haramlardan kaçınmak), kanâat (elinde olana râzı olup, daha çok istememek), cömertlik ile bütün nîmetleri Allah'tan bilip O'na bağlanmak, iyilik, hüsn-i zân (iyi zan, iyi düşünce), güzel ahlâk, iyi geçi m, doğruluk ve ihlâs (her şeyi Allah rızâsı için yapmak) hâlleridir. (İmâm-ı Gazâlî)
2. Peygamber efendimizin güzel isimlerinden biri. Ahmed, Muhammed, Mahmûd, hep över seni Allah Senin isminle biter lâ ilâhe illallah Bundaki ince sırrı anlamaz, bilmez gümrâh, Kendi adıyla yazmış senin adını Rahmân
(Hazret-i Muhammed'in Hayâtı)
3. Ebrehe'nin, Kâbe'yi yıkmak üzere ordusunda getirdiği filin adı.
Resûlullah efendimizin doğmasına iki ay kadar zaman kala, Fil vak'ası meydana geldi. Bir çok insanlar akın akın gelip, Kâbe'yi ziyâret ediyorlardı. Buna mâni (engel) olmak isteyen Yemen vâlisi Ebrehe, Kâbe'yi yıkmağa karar verdi. Bu maksadla büyük bi r ordu hazırlayıp Kâbe'ye yürüdü. Ebrehe'nin ordusunda, "Mahmûd" denilen bir de fil vardı. Ebrehe, Kâbe'ye yönelince, bu fil yere çöküp yürümez oldu. Hâlbuki Yemen'e çevrilince koşarak gidiyordu. Allahü teâlâ, Ebrehe'nin ordusu üzerine Ebâbîl, yâni D ağ kırlangıcı denilen kuşlardan bir sürü gönderdi. Bu kuşların her biri, biri ağzında, ikisi de ayaklarında olmak üzere nohut veya mercimek büyüklüğünde üçer taş taşıyordu. Ebrehe'nin ordusu üzerine bırakılan bu taşlar, hepsini helâk etti. Bu vak'a, Kur'ân-ı kerîmin Fil sûresinde anlatılmaktadır. (Bkz. Fil Sûresi) (İbn-i Esîr)

MAHREM:
1. Dînen evlenilmesi ebedî haram (yasak) olan, soy, süt veya evlenme sebebiyle nikâhı haram olan kimse.
Kadın, yanında bir mahremi olmadan hacca gidemez. (Hadîs-i şerîf-Künûz-üd-Dekâik)
Bir kadın veya erkeğe on sekiz kimse ebedî mahremdir. Ebedî mahrem olan kimseler ile evlenmek ebedî olarak haramdır. Bunların yedisi neseb (soy) ile olan akrabâlar, yedisi süt ile olan akrabâlar, dördü ise evlilik ile olan akrabâlardır. (Saîdüddîn Fergânî, Tâc-üş-Şerîa)
Hür kadının zevci (kocası) veya ebedî mahrem akrabâsından biri yanında bulunmadan, yalnız veya başka kadınlarla yâhut âkil, bâliğ (akıllı ve gusül, boy abdesti alacak yaşa gelmiş) ve sâlih olmayan mahremi ile üç günlük yola gitmesi (üç mezhebde de) h aramdır. (Muhammed Hâdimî)
Ebedî mahrem olan, yâni nikah ile alması ebedî haram olan on sekiz kadından başka, müslüman olsun kâfir olsun, hiçbir kadının, hiçbir yerde ellerinden ve yüzlerinden başka yerlerine, şehvetsiz de bakmak haramdır. (Süleymân bin Cezâ)
2. Gizli, herkese söylenmeyen.
Mahrem olan şeylerinizi herkese söylemeyin. Sonunda pişman olur, âh edersiniz. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

MAHŞER:Haşr olunacak, toplanılacak yer. Kıyâmet gününde bütün mahlûkâtın (bütün canlıların) yeniden dirildikten sonra hesap için toplanacakları yer. Arasat Meydanı, Mevkıf.
Allahü teâlâ Hacer-ül-esved-i kıyâmette mahşer meydânına getirecek, onun göreceği iki gözü konuşacağı bir dili olacak ve kendisine istilâm yapanlara (el sürüp, öpenlere) hakkıyla şâhitlik yapacaktır. (Hadîs-i şerîf-Feth-ül-Bârî)
Kıyâmet günü bütün canlılar mahşer yerinde toplanacak, her insanın amel defterleri uçarak sâhibine gelecektir. Bunları, yerleri, gökleri, zerreleri, yıldızları yaratan, sonsuz kudret sâhibi Allahü teâlâ yapacaktır. Bunların olacağını, Allahü teâlânın Resûlü sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem haber vermiştir. O'nun söyledikleri muhakkak doğrudur. Elbette hepsi olacaktır. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
Mahşer günü boynu bükük kalmamak istersen, cenâb-ı Hakka şükürden yüz çevirme. (Sâ'dî-i Şîrâzî)
Mahşerde îmânı olup, ameli ve ahlâkı güzel olanlara mükâfât ve ihsânlar olacaktır. Kötü huylu, bozuk amellilere ise, ağır cezâlar verilecektir. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)

MAHYA:Ramazan-ı şerîf ayında, geceleri çift minâre bulunan câmilerde iki minâre arasına gerilen ve halata (kalın ipe) asılarak kandillerle (lambalarla) yazılan yazı ve şekiller.
Çifte minâreli câmilere mahya konulması, sultan Üçüncü Ahmed Han devrinde on iki sene kadar sadrâzamlık yapmış olan Dâmâd İbrâhim Paşa'nın 1719 (H.1132) senesinde ortaya çıkardığı dînî bir husûsiyeti olmayan ışıklı bir yazı yazma usûlüdür. Mahyâ konu lması bid'attir. (İbn-i Âbidîn)

MAHZÛRÂT:Dinde yasak edilmiş şeyler, haramlar.
Zarûretler, mahzûrâtı mübâh kılar yâni yapılması men ve yasak edilmiş bâzı şeyler vardır ki, bunları yapmak, zarûret hâlinde mübâh hükmünde olur; bundan dolayı, yapan cezâlandırılmaz. Meselâ; açlıktan helâk olmak (ölmek) korkusundan dolayı, başkasını n yiyeceğini rızâsı (izni) olmaksızın yemek böyledir. (Ali Haydar)

MA'ÎŞET:Yaşama, geçinme, yaşayış. Geçinmek, yaşamak için lüzumlu şeyler.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Sizi yeryüzünde yerleştirdik ve sizin için orada (zirâat, ticâret ve çalışmak gibi) pekçok ma'îşet vâsıtaları hazırladık. Size verilen nîmetlere az şükrediyorsunuz. (A'râf sûresi: 10)
Kim benim zikrimden yüz çevirirse onun için bir ma'îşet darlığı vardır ve biz onu kıyâmet günü âmâ (kör) olarak haşrederiz (diriltiriz) . (Tâhâ sûresi: 124)
Kadın da, erkek de, ma'îşet te'mini için haram işlememelidir ve hiçbir namazı kaçırmamalıdır. Ezelde ayrılmış olan rızık değişmez. Aynı rızık, helâlden isteyene helâl yoldan gelir. Haram işleyerek isteyene de haram yoldan gelir. (Muhammed Rebhâmî)
Ma'îşet te'mini altı yoldandır:
1) Zirâat, 2) Ticâret, 3) San'at, 4) Hizmet, 5) Mîras, 6) Hibe. (S. Abdülhakîm Arvâsî)

MA'İYYET:Berâberlik. Her an Allahü teâlâ ile berâber olma. Huzur, cem'iyyet, vilâyet-i Hâssa-i Muhammedî de denir.
Ma'iyyet yolu, cezbe (Allahü teâlânın çekmesi) yollarından biridir. Ma'iyyet yolundan Allahü teâlâya kavuşmak nasîb olursa, aracı, vâsıta olmaksızın kavuşulur. "Kişi sevdiği ile berâberdir" hadîs-i şerîfi, bu sözümüzü kuvvetlendirmektedir. (Muhammed Bâkî-billah)
Nakşibendiyye yolunda ma'iyyeti ilk koyan Behâeddîn Buhârî hazretleri; onu herkese yayan ise, Alâeddîn-i Attâr'dır. (Muhammed Ma'sûm-ı Fârûkî)
Yüksek hocamın, lütf ederek, acıyarak mübârek gönlünü bu fakîre çevirmesi ile, tasavvufçuların tevhîd (bir bilmek), kurb (yakınlık), ma'iyyet, ihâta (kuşatmak), sereyân (her zerrede bulunmak) gibi sözlerle anlatmak istedikleri mâ'rifetlerden, ince bi lgilerden ele geçmeyen hemen hemen hiç kalmadı. (İmâm-ı Rabbânî)

MAKÂM:
1. Yüksek dereceli me'mûriyet, me'mûrluk yeri, mevkî, mansıb.
Bir kimse şu on şeyi, kendine farz bilmedikçe, tam verâ ehli (dînimizde şüpheli olan şeylerden sakınan) olamaz: Başkalarını çekiştirmemeli. Mü'minlere sû-i zan (kötü zan) etmemeli, kötü bilmemeli. Kimse ile alay etmemeli. Yabancı kadınlara, kızlara b akmamalı. Doğru söylemeli. Kendini beğenmemek için, Allahü teâlânın kendisine yaptığı ihsânları (iyilikleri), nîmetleri düşünmeli. Malını helâl yerlere harcayıp, haramlara vermemeli. Nefsi, keyfi için, mevki makâm istemeyip, bunları insanlara hizmet yeri bilmeli. Beş vakit namazı vaktinde kılmağı birinci vazîfe bilmeli. Ehl-i sünnet (Resûlullah efendimiz ve arkadaşlarının bildirdiği doğru yolda giden İslâm) âlimlerinin bildirdiği îmânı ve işleri iyi öğrenip, kendini bunlara uydurmalı. (Ahmed Fârûkî)
Emeli, arzû ve istekleri kısa yapmak lâzımdır. Makâm, mevkî kapmak için yarış etmek gibi hırs yoktur. (Ahmed bin Âsım Antâkî)
Makam ne kadar mühim olsa da, şahsiyetinizi vermeyin. Kendinizi küçültmeyin. (Ferîdüddîn Şeker Genç) Mal için makam için hep uğraştım, Sonsuz nîmetlerden oldum, âh yazık! Yol bozuk ve karanlık, önde şeytan, Günâh ağır, ağlarım hep, âh yazık!
(Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
2. Tasavvuf yolunda bulunan kimsenin bu yolda ilerlerken kazandığı mânevî derecelerden her biri.
Makâmı kazanmakta kulun gayreti lâzımdır. Bu bakımdan makâm ile hâl arasında fark vardır. Çünkü hâl, kulun gayreti olmadan kalbde meydana gelir. (Ali bin Hüseyin)
Tasavvuf yolunda bulunan kimsenin kazandığı makâmın hükümlerini, îcâblarını yerine getirmeden, tamamlamadan, başka makâma geçmekte acelecilik yapmaması, sabırsızlık göstermemesi lâzımdır. Zîrâ, kanâati olmayan hırslı kimsenin tevekkülü, sıhhatli olma z. Tevekkülü tam olmayanın teslimiyetinde sıhhat bulunmaz. ( Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

Makâm-ı İbrâhim:Kâbe'de İbrâhim aleyhisselâmın, Kâbe'yi inşâ ederken veya insanları hacca dâvet ederken üstüne çıktığı taşın bulunduğu yer.
Haccın farzlarından üçüncüsü, Kâbe-i muazzamayı tavaf etmektir. Tavaf, Mescid-i harâm içinde, Kâbe-i muazzama etrâfında dönmek demektir. Dördü farz, üçü vâcib olmak üzere yedi kerre dönülür. Zemzem kuyusunun ve makâm-ı İbrâhim'in dışından dolaşarak d a tavâf etmek câizdir. (İbn-i Âbidîn)
Yeryüzünde Cennet'e âit varlıklardan yalnız Hacer-ül-esved (Cennet'ten getirilen, Kâbe'nin duvarına konan kıymetli siyah taş) ile Makâm-ı İbrâhim bulunmaktadır. Eğer bunlara müşriklerin (Allah'a ortak, eş koşanların) elleri dokunmamış olsaydı, onlara dokunan derd sâhiblerine mutlaka cenâb-ı Allah şifâ verirdi. (İbn-i Abbâs)

Makâm-ı İlliyyîn:Cennet.
Bir ma'sûm (günâhsız, suçsuz) çocuk hasta olup, ölüm döşeğine girdiğinde, makâm-ı İlliyyîn, onun makâmı olur. Oradan üç yüz altmış melek gelip, saf saf olup o çocuğun karşısında dururlar ve; "Yâ ma'sûm çocuk! Müjdeler olsun sana, bugün öyle bir gündü r ki, geçmiş olan, anaların ve dedelerinin ve cümle komşularının günâhlarının affı için Hak teâlâdan dile (iste)" derler. (İmâm-ı Gazâlî)

Makâm-ı Mahmûd:Mahşer (kıyâmet) günü büyük bir sıkıntı ve ızdırab içerisinde bulunan mahlûkâtın hesaplarının bir an evvel görülmesi için Allahü teâlâ tarafından Muhammed aleyhisselâma verilen şefâat izni. Buna Şefâat-i Kübrâ da denir.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
(Ey Resûlüm!) Sana mahsus fazla bir namaz (ibâdet) olmak üzere, gece uykudan kalk da, onunla (Kur'ân-ı kerîm ile) , teheccüd (gece namazı) kıl. Umulur ki, Rabbin seni, bir makâm-ı Mahmûd'a gönderecektir. (İsrâ sûresi: 79)
Bu (makâm-ı Mahmûd) o makamdır ki, onda ümmetime şefâat edeceğim. (Hadîs-i şerîf-Sahîh-i Buhârî)
Allahü teâlâ insanları diriltecek. Bana da yeşil bir hulle (elbise) giydirecek. Ondan sonra Allahü teâlâ, neler söylemekliğimi dilerse söyleyeceğim; işte makâm-ı Mahmûd bu makamdır. (Hadîs-i şerîf-Sahîh-i Buhârî)

MAKÂMÂT-I AŞERE:Fenâ (Allahü teâlâdan başka her şeyi unutmak) makâmının başlangıcında olan ve fenâ makâmına kavuşmak için lâzım olan on şey.
Makâmât-ı aşere şunlardır: Tövbe; haram işledikten sonra pişman olup, Allahü teâlâdan korkmak ve bir daha yapmamaya azmedip, karar vermektir. Zühd; şüpheli olmak korkusu ile mübâhların çoğunu terk etmektir. Tevekkül; meşrû sebeblere yapışarak, bütün işleri Hakk'a ısmarlamaktır. Kanâat; nafakada yâni yeme-içme, giyinme, barınacak yerde zarûret miktârından çok istememektir. Uzlet; dîni, ahlâkı bozan kimselerden, kitablardan sakınmak, uzak durmak. Zikr; kendini gafletten kurtarmak yâni Allahü teâlâ yı anmak, hatırlamaktır. Teveccüh; bütün arzû ve isteklerinden sıyrılarak Allahü teâlâya yönelmektir. Sabır; haramdan sakınıp nefsin kötü arzularını yapmamaktır. Murâkabe; kendini hesâba çekmek ve rızâ ise, Allahü teâlâdan gelen her şeyden hoşnud olmak, boyun eğmektir. (Ahmed Fârûkî)

MAKÂMÂT-I SÜLÛK:Tasavvuf yolunda ilerlerken geçilmesi gereken dereceler.
İslâm-ı hakîkî (hakîkî İslâm); makâmât-ı sülûkun geçilmesinden ve nefsin itmînânından (şüphe ve tereddüdlerden kurtulmasından) sonra hâsıl olur (meydana gelir). (Muhammed Ma'sûm)

MAKSAD (Maksûd):Niyet, kasd.
Allahü teâlâ yersiz güleni, bir ideâli, maksâdı olmadan yola çıkanı sevmez. (Kâ'bü'l-Ahbâr)
Bid'atler (Peygamber efendimiz ve dört halîfe devrinde olmayıp, dinde sonradan çıkarılan şeyler) yayılıp, sünnetler terkedildiği zulmetli, karanlık zamanda, İslâm ilimlerinin öğrenilmesi ve yayılması en mühim işlerdendir. Muhammed aleyhisselâmın sünn etini (İslâm dînini) yaymak ise en büyük maksaddandır. (MuhammedMa'sûm Fârûkî)
İnsanın yaratılmasından maksad, kulluk vazîfelerini yerine getirmektir. (Ubeydullah-ı Ahrâr)
Maksadı hayr olanın, âkibeti (sonu) hayr olur. (Abdülhakîm Arvâsî)
Dünyâyı maksad edinmemeli. Dünyâ, nefsin arzularına yardımcıdır. Dünyâ ve âhiret bir arada olmaz. (Abdülhakîm Arvâsî)
Akıllı kimsenin ilimle uğraşmasından maksadı, onunla amel etmektir. Çünkü bundan başka bir gâye için ilim öğrenen kişi, şöhretini ve kibrini artırmış olur. (İbn-i Hibbân)

MAKTÛL:Kâtil tarafından öldürülen.
İki müslüman, kılıçları ile karşılaştıkları zaman, kâtil de, maktûl de, Cehennem'dedir. Zîrâ maktûl de karşısındaki adamı öldürmeyi murâd etmişti. (Hadîs-i şerîf-Müslim)
Maktûlün velîlerinden biri affederse veya velî ile kâtil belli bir mal, para ile uyuşursa, kısas yapılmaz, uyuşulan mal alınır. (İbn-i Âbidîn)

MA'KÛL İLİMLER:His organları ile duyularak, akıl ile incelenerek, tecrübe (deney, gözlem) ile ve hesâb edilerek elde edilen ilimler, fen bilgileri.
Ma'kûl ilimler, matematik, mantık, fizik ve kimyâ gibi tecrübî ilimlerdir. İslâmiyet bunları men etmez, emreder. Ma'kûl ilimler din bilgilerinin anlaşılmasına ve onların tatbîk edilmesine yardımcıdırlar. Bu bakımdan lüzûmludurlar. Bunlar zamanla, art ar, değişir, ilerler. Bunun içindir ki: "Tekmîl-i sınâ'ât telâhuk-ı efkâr iledir, yâni san'atın, fennin, tekniğin ilerlemesi, fikirlerin, deneylerin, birbirine eklenmesi ile olur" denmektedir. İslâmiyet, her ilmi, her fenni ve her tecrübeyi emr eden bir dindir. Müslümanlar fenni sever ve fen adamının tecrübelerine inanır. (Abdülhakîm Arvâsî)

MÂL:İnsanın arzuladığı, ihtiyâç, yâni lâzım olunca, kullanmak için saklanabilen ayn, yâni madde, cisim.
Allahü teâlâ bir kuluna mal ve ilim verir, bu kul da; haramlardan kaçınır, akrabâsını sevindirir, malından hakkı olanları bilip verirse, Cennet'in yüksek derecesine kavuşur. (Hadîs-i şerîf-Et-Tergîb vet-Terhîb)
Mal ve şöhret hırsının insana zarârı, koyun sürüsüne giren iki aç kurdun zarârından daha çoktur. (Hadîs-i şerîf-Mârifetnâme)
Âhir zamanda dînin korunması, mal ile olacaktır. (Hadîs-i şerîf-Tasvîr-i Ahlâk)
Kur'ân-ı kerîmde zemmedilen yâni kötü denilen dünyâ; haramlar ve mekrûhlardır. Mal, kötülenmemiştir. Çünkü cenâb-ı Hak, mala hayr adını vermektedir. Malın, Allah yolunda harcananı güzeldir. Hazret-i İbrâhim'in çok malı vardı. Yalnız yarım milyonu sığ ır olmak üzere davarları, ova ve vâdileri dolduruyordu. (Ahmed Fârûkî)
Malı zarardan korumanın ilâcı, zekât vermektir. (İmâm-ı Rabbânî)
Mal, mevkî peşinde koşanlardan hiçbiri murâdına (isteğine) kavuşamamıştır. Malı, hayr için isteyen ve hayırlı işlerde kullanan, râhata, huzûra kavuşmuştur. Mal, bir deryâya benzer, çok kimse bu denizde boğulmuştur. (Muhammed Hâdimî)
İnsanın izzeti (şerefi), îmân ve mârifet (Allahü teâlâyı bilme, tanıma) iledir. Mal ve mevkî ile değildir. (Muhammed Ma'sûm)
Mal, para peşinde koşmak, Allahü teâlânın emirlerini unutturursa, bundan büyük felâket olmaz. (Muhammed Hâdimî)
Hanım, çocuklar, mal ve mülk; Allahü teâlânın emânetleridir. Emânetlerini dilediği (istediği) zaman alır. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
Senden daha çok malı ve parası olan kimseyi kıskanma!O, malına ve parasına hasretle ölür. İbâdeti ve tâati çok olan kimselere gıpta et yâni onlar gibi ibâdet etmeyi iste. Yaşayanlar da sonunda ölecekleri için, onların dünyâlıklarına özenmeye değmez. (İmâm-ı Şâfiî)
Malı helâlden kazanırsan suâli; haramdan kazanırsan cezâsı vardır. (İmâm-ı Rabbânî)

Mâl-ı Habîs:Zor ile gasb edilen ve rüşvet olarak alınan, çalınan mallar ve kendine emânet olan mallar, izinsiz ticârette kullanılarak elde edilen kârlar ve dâr-ül-harbde yâni kâfir memleketlerine gidenin (tüccârın, seyyâhın), kafirlerden, rızâsı olmadan aldığı m allar.
Mâl-ı habîsi kullanmak, haramdır. Sâhiplerine geri verilmeleri, sâhipleri bilinmiyorsa, fakirlere sadaka verilmeleri lâzım olur. Başkasının mülkünü, ondan izinsiz kullanmak haramdır. (Abdülganî Nablüsî)

Mâl-ı Mütekavvim:Kıymetli mal. İslâm'a göre yenilmesi, içilmesi, kullanılması ve faydalanılması mümkün olan mal.
Müslümanlar için; şarab, domuz ve besmelesiz kesilen veya kesmeden öldürülen hayvan, mâl-ı mütekavvim değildirler. Alış-verişin sahîh (doğru) olması için malın da mütekavvim olması lâzımdır. (İbn-i Âbidîn)

MÂLÂYA'NÎ:
Dünyâ ve âhirete faydası olmayan iş, boş söz, lüzumsuz şey.
Allahü teâlânın, bir kulunu sevmemesinin alâmeti, onun mâlâya'nî ile vakit geçirmesidir. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Rabbânî)
Bir kimsenin müslümanlığının güzelliği, mâlâya'nîden kaçması ve lüzûmlu şeyleri yapması ile anlaşılır. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Rabbânî)
Ben bu mertebeye; doğru söz söylemek, emânete riâyet etmek ve mâlâya'nîyi terk etmekle ulaştım. (Lokman Hakîm)
Câbir bin Sümre buyurdu ki: "Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem az konuşurdu. Lüzumlu olduğu zaman veya bir şey sorulunca söylerdi." Bundan anlaşılıyor ki, her müslümanın mâlâya'nî, faydasız şey söylememesi, susması lâzımdır. (Muhammed Rebhâmî)
Bir kimse, ibâdetlerini ihlâs ile (sırf Allah için) yaparsa, Allahü teâlâ da, ona mâlâya'nîden kurtulmak nîmetini ihsân eder. (Cüneyd-i Bağdâdî)
Îtikâdı (inancı) düzeltmeden önce ahkâm-ı şer'iyyeyi (helâli, haramı, farzı, vâcibi) öğrenmenin hiç faydası olmaz. Bu ikisi birlikte düzeltilmedikçe de, ibâdetlerin faydası yoktur. Bu üçü birlikte yapılmadıkça, kalbin tasfiyesi (temizlenmesi) ve nefs in tezkiyesi (süslenmesi) hiç yapılamaz. Bu dört temel vazîfe, yardımcıları ve tamamlayıcıları ile birlikte yapılmalıdır. Meselâ, farzlar, sünnetleri ile birlikte yapılmalıdır. Farzların yardımcısı ve tamamlayıcısı, sünnetlerdir. Bunlardan biri yapılmadıkça, geriye kalan her şey lüzumsuz ve faydasızdır. Böyle lüzumsuz şeylere mâlâya'nî denir. Bir farzı yapmayıp, bunun yerine, nâfile ibâdet yapmak, mâlâya'nî ile vakit geçirmek olur. (İmâm-ı Rabbânî)

MÂLİK:
1. Sâhib olan, mülk edinen.
İsmini duyduğunuz kimselerden, yeryüzüne dört kişi mâlik oldu. İkisi mü'min ikisi de kâfir idi. Mü'min olan iki kişi, Zülkarneyn ile Süleymân (aleyhimesselâm) idi. Kâfir olan ikisi de Nemrûd ile Buhtunnasar idi. Beşinci olarak yeryüzüne benim evlâdımdan biri, yâni Mehdî de, mâlik olacaktır. (Hadîs-i şerîf-Alâmet-ül-Mehdî)
Her müslüman, mâlik olduğu zekât malının miktârını, her zaman düşünmeli, nisâb miktârı olduğu günü, bir yere yazmalıdır. (Senâullah Dehlevî) Yüzlerce dile mâlik olsa da vücûdum, Lütfunun şükrünü nasıl yapabilirim.
(İmâm-ı Rabbânî)
2. Cehennem meleklerinin en büyüğü, âmiri, bekçisi.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Muhakkak ki kâfirler, Cehennem azâbında devamlı kalacaklardır. Kendilerinden o azâb hafifletilmez. Onlar bunun için (kurtulmaktan) ümidi kesmişlerdir. Biz onlara zulüm etmedik, fakat kendileri zâlim idiler. (Mâlike şöyle) çağrışıyorlar: Ey Mâlik! (İste de) Rabbin bizi öldürsün, (azâbdan kurtulalım.) Mâlik de; "Siz (azâb içinde) kalacaksınız" der. (Zuhrûf sûresi: 74-77)
Cehennem'e atılan kâfirler, orada ayakları boyunlarına bağlı, günâhtan yüzleri kararmış bir hâlde; feryâd ve figân ederler ve; "Ey Mâlik cezâmızı bulduk. Bu ateşten bukağılar (ayak bağları) bize ağır geldi ve derilerimiz eriyip aktı. Ne olur bizi bur adan çıkarın. Biz bir daha isyân etmeyiz" derler. Mâlik de; "Kurtuluş ümidleri geçti. Siz buradan daha çıkamazsınız. Sesinizi kesin ve konuşmayın. Çünkü siz, buradan çıkarılsanız da yine eski hâlinize, küfür ve isyânınıza döneceksiniz" der. (İmâm-ı Gazâlî)

Mâlik-ül-Mülk:Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Yaratılmışların ve onlarda bulunan her şeyin sâhibi olan.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
(Habîbim) de ki: "Ey Mâlik-ül-mülk olan Allah'ım! Sen mülkü kime dilersen ona verirsin, mülkü kimden dilersen ondan alırsın. Kimi dilersen onun kadrini yükseltir, kimi dilersen onu alçaltırsın. Hayır yalnız senin elindedir. Şüphesiz ki sen, her şeye hakkıyla kâdirsin. (Âl-i İmrân sûresi: 26)
Kim Mâlik-ül Mülk ism-i şerîfine devâm ederse, Allahü teâlâ ona çok mal ve mülk ihsân eder. Onu kimseye muhtaç etmez. (Yûsuf Nebhânî)

MÂLİKÎ:Ehl-i sünnetin ameldeki dört hak mezhebinden biri olan Mâliki mezhebine tâbi olan, bağlı olan kimse. (Bkz. İmâm-ı Mâlik)
Ehl-i sünnetin (Peygamber efendimiz ve Eshâbının bildirdiği îtikâd üzere bulunanların) amelde ( yapılması ve kaçınılması gerekli işlerdeki) mezhebi dörttür. Hanefî, Mâlikî, Şâfiî, Hanbelî. Bu dört mezhebden herhangi birine uymak câizdir. Dört mezheb de haktır. (Muhammed bin Kutbüddîn İznikî)
İbâdetlerin en kıymetlisi, farz-ı ayn olanlardır. Farzlardan sonra en kıymetlisi, Şâfiî mezhebinde sünnet namazlar, Hanbelî mezhebinde cihâd (Allah yolunda harb etmek)dır. Hanefî ve Mâlikî mezheblerinde ise, ilim öğrenmek ve öğretmek ve sonra cihâddı r. (M. Tâhir Sünbül Mekkî)
Sivâd-ı a'zam yâni müslümanların çoğu, fıkh âlimlerinin yolundadır. Bunların yolundan ayrılanlar Cehennem ateşinde yanacaklardır. Ey mü'minler! Cehennem'den kurtulmuş olan tek fırkaya tâbi olunuz. Bu da Ehl-i sünnet vel-cemâat denilen fırkadır. Allah ü teâlânın yardımı, koruması ve muvaffak kılması bu fırkada olanlaradır. Allahü teâlânın gadabı ve azâbı bu fırkadan ayrılanlaradır. Bu fırka-i nâciye (Cehennem'den kurtulacak olan fırka, topluluk) bugün dört mezhebde toplanmıştır. Bu dört hak mezheb, Hanefî, Mâlikî, Şâfiî veHanbelî mezhebleridir. Bu zamanda bu dört mezhebden birine tâbi olmayan kimse, bid'at (bozuk îtikâd) sâhibi olup Cehennem'e gidecektir. (Tahtâvî)

Mâlikî Mezhebi:Ehl-i sünnetin ameldeki dört hak mezhebinden biri. Kurucusu İmâm-ı Mâlik bin Enes'tir. (Bkz. İmâm-ı Mâlik)

MÂLİYYET (Mâliyet):Alış fiyatı ile birlikte taşıma ile işçilik ücretleri, vergi gibi masrafların hepsi.
Semenin (bedelin) cinsi söylenmedi ise, söz kesilirken orada kullanılan semen anlaşılır. Burada, piyasadaki paraların mâliyeti ve revâcı, yâni geçer kıymeti eşit ise alış veriş sahîh, geçerli olur. (İbn-i Nüceym)

MA'LÛM:Bilinen şey.
Allahü teâlânın bâzı kimselerin îmâna gelmeyeceğini bildiğini Kur'ân-ı kerîmde bildirmektedir. Allahü teâlâ onların kendi arzûları ile küfür (îmânsızlık) üzere kalmaya niyet edip, îmân etmek istemeyeceklerini ezelî (başlangıcı olmayan) ilmi ile biliy ordu. İlim, mâlûma tâbidir. Yoksa, bunların kâfir olması, Allahü teâlânın onları kâfir bildiği ve böyle haber verdiği için değildir. Böyle olsaydı, mâlûm ilme tâbi olurdu. O hâlde kâfirler kendi istek ve ihtiyârlarıyla (tercihleriyle) kâfir olmuşlardır. (Seyyid Şerîf Cürcânî)
Belli olan şeyi isbât etmeye lüzûm yoktur. İnsana en mâlûm olan şey, kendi varlığıdır. İnsan bir an kendini unutmaz. Uykuda iken, serhoş iken de rûh kendini unutmaz. İnsanın kendi kendini tanıması için, bir şey isbât etmeye lüzûm yoktur. (Ali bin Emrullah)

MA'NÂ (Mânâ):Lafızdan (sözden) anlaşılan, kastedilen şey.
Mânâ asl olup, kelime ve lafız (söz) kalıbları içerisinde ifâde olunurlar. Kelimeler ve lafızlar, bu mânâların ortaya çıkmasında vâsıtadırlar. Mânânın çok çeşitleri vardır. Meselâ, lugat (sözlük) mânâ bir dilde konuşulan, herkes tarafından bilinen, a nlaşılan meşhûr, yaygın olan mânâdır. Istılâhî (terim) mânâ, bir lafzın sözlük mânâsından çıkarılarak belli bir ilim dalında kullanıldığı husûsî mânâdır. Meselâ, Arabçada "salât" kelimesinin lugat (sözlük) mânâsı duâ olduğu hâlde, fıkıh ilmindeki mânâsı namaz demektir. Kelimeler, değişik ilimlerde başka başka mânâ ifâde ederler. Bunun içindir ki, yalnız konuşma Arabçasını bilen, fıkıh, tefsîr ve hadîs kitablarını okuyup anlayamaz. Ayrıca, o ilmin ıstılahlarını da bilmesi ve pekçok ilmi senelerce okuyup öğrenmesi lâzımdır. (M. Sıddîk bin Saîd)
Müslümanlar, Kur'ân-ı kerîmi, Allahü teâlânın indirdiği gibi okumalıdır. Mânâsını bilmeden okumak da sevâbdır. Mânâsını anlıyarak okumak elbette daha çok sevâb ve daha iyidir. (İmâm-ı Gazâlî)
Kur'ân-ı kerîmin hakîkî mânâsını anlamak, öğrenmek isteyen bir kimse din âlimlerinden kelâm, fıkıh ve ahlâk kitablarını okumalıdır. Bu kitapların hepsi Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden alınmış ve yazılmıştır. Kur'ân tercümesi diye yazılan kit ablar, doğru mânâ veremez. Okuyanları, bunları yazanların fikirlerine, düşüncelerine ve maksadlarına esir eder ve dinden ayrılmalarına sebeb olur. (S. Abdülhakîm Arvâsî)

Mânây-ı İltizâmî:Bir lafzın (sözün) asıl konulduğu mânânın lâzımı olan (ondan ayrılmayan) mânâ.
İnsan sözünün mânâsı ve mâhiyeti, hayvân-ı nâtık (konuşan, düşünen canlı)dır. Düşünen canlının lâzımı olan, pekçok mânâlar vardır. Meselâ, ilim öğrenme ve yazı yazma kâbiliyeti insanın mâhiyetini meydana getiren bir mânâ değildir, fakat bu mâhiyetin lâzımı, ondan ayrılmayan bir mânâdır. Bu mâhiyeti taşıyan kimsede, ilim öğrenme ve yazı yazmaya kâbiliyeti olma husûsiyetinin bulunması da lâzım gelir. Dolayısıyle, ilim öğrenme ve yazı yazma insan lafzının mânây-ı iltizâmîsi olmaktadır.

Mânây-ı Murâdî:Bir sözde anlatılmak, ifâde edilmek istenilen, kastedilen mânâ.
Müctehîd olmak (Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîften hüküm çıkarabilmek) için, Arabî yüksek ilimleri tamâmen öğrenip Kur'ân-ı kerîmi ezbere bilmek, her âyet-i kerîmenin mânây-ı murâdîsini, âyet-i kerîmelerin geldikleri zamanları ve gelme sebeblerini ve ne hakkında geldiklerini, fıkıh ilminin usûl ve kâidelerini, yüz binlerce hadîs-i şerîfi ezberden bilmek gibi daha pekçok şartlara sâhib olduktan başka, Kur'ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin açık ve kapalı mânâlarını kavramak, bu mânâlar kalbinde yer etmiş olmak, kuvvetli îmâna, sâf, temiz bir kalbe sâhib olmak lâzımdır. (Abdülhakîm Arvâsî)
Bir âyetin mânâsını anlamak demek, Allahü teâlânın, bu âyette, ne irâde ettiğini anlamak demektir. Bir âyetin herhangi bir tercümesini okuyan kimse mânây-ı murâdîyi öğrenemez. Tercüme edenin, bilgi derecesine göre yaptığı meâlini öğrenir. Bu sebebden Kur'ân-ı kerîmin mânâsını anlamak için tercümesini okumamalıdır. (Abdülhakîm-i Arvâsî ve Hasan Hüsnü Erdem)

Mânây-ı Mutâbıkî:Bir lafzın asıl konulduğu mânânın tamâmı, hepsi.
Hayvân-ı nâtık (düşünen canlı) sözünün mânâsı, insan lafzının mânây-ı mutâbıkîsidir. Çünkü hayvân-ı nâtık, insan lafzının tam karşılığıdır.

Mânây-ı Zâhirî:Bir lafzın görülen, anlaşılan, meşhûr mânâsı.
Âl-i İmrân sûresinin başında bildirildiği üzere, Kur'ân-ı kerîmin âyetleri iki türlüdür. Biri muhkemât olup, mânâsı açık, meydanda olan âyetlerdir. İkincisi, müteşâbihat denilen, mânâsı kapalı olan âyetlerdir. Bunlara mânây-ı zâhirîsini vermeyip, meş hûr olmayan mânâ verilir. Bunların mânây-ı zâhirîsini vermek, akla ve şerîate (dîne) uygun olmazsa, meşhûr olmayan mânâyı vermek yâni te'vîl etmek îcâbeder. Mânây-ı zâhirîsini vermek günâh olur. Meselâ tefsîr âlimleri, Allahü teâlâ hakkında "yed" kelimesine mânây-ı zâhirîsi olan "el" mânâsını vermeyip, meşhûr olmayan kudret ve gücü yetmek mânâsını vermişlerdir. (Abdülhakîm Arvâsî)

Mânây-ı Zımnî:Bir lafzın konulduğu mânânın tamâmının içerisindeki cüz'î, husûsî mânâlardan herbiri.
İnsan lafzının tam mânâsı, karşılığı hayvân-ı nâtık (konuşan, düşünen canlı)dır. Bu mânâyı meydana getiren nâtık (düşünen) ve hayvân (canlı) mânâlarından her biri, insan lafzının mânây-ı zımnîsidir. (Molla Fenârî, Teftezânî)
Kur'ân-ı kerîmin mânâsını anlayabilmek için, ilm-i lugat, ilm-i metn-i lugat, ilm-i bedî', ilm-i beyân, ilm-i me'ânî, ilm-i belâgat, ilm-i usûl-i tefsîr gibi çeşitli ilimleri iyi öğrenmek, sarf, nahv, mantık gibi âlet olan bilgilerde derinleşmek, âyet-i kerîmelerin mânây-ı zâhirîsini, mânây-ı zımnîsini, mânây-ı murâdîsini, mânây-ı iltizâmîsini ve her âyet-i kerîmenin ne zaman, ne sebeble ve kimler için nâzil olduğunu (indiğini), âyet-i kerîmelerin hangi hadîs-i şerîfle ve nasıl açıklandığını iyi bilmek lâzımdır. Ancak böyle bir İslâm âlimi, Kur'ân-ı kerîmi tefsîr edebilir, âyet-i kerîmelerdeki murâd-ı ilâhîyi, Allahü teâlânın buyurmak istediği mânâyı anlıyabilir. (Abdülhakîm Arvâsî)

MANASTIR:Hıristiyanlıkta ibâdet edilen ve din adamlarından bir râhib veya râhibenin idâre edip, barındığı binâ.
Eskiden manastırlar, kendi mülkleri olan bir arâzî üzerinde kurulur ve bu arâziyi işleterek elde ettikleri mahsûllerle kapalı bir ekonomi içinde yaşarlardı. Manastırda başrâhibden başka çeşitli görevliler bulunurdu. Manastırlar bâzan cezâlı din adaml arı için nezârethâne, hapishâne olarak kullanılırdı. Orta çağda manastırların zenginliği ve kudreti artarak önemli derebeylik merkezleri hâline geldi. Başlangıçta bölge piskoposunun rûhânî yetkisine bağlı olan manastırlar, daha sonra papalığa bağlandılar. (Yeni Rehber Ansiklopedisi)
Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem; müslümanların, hıristiyanlara ve yahûdîlere yapmakla mükellef oldukları muâmele şeklini bildirdiği mektûbunda buyurdu ki: "Onların dînî reislerini, (başkanlarını) makamlarından indirmeyin. Onları ibâdet ettikleri yerden çıkartmayın. Bunlardan seyâhat edenlere mâni olmayın. Bunların manastırlarının hiçbir tarafını yıkmayın. Bunların kiliselerinden mal alınıp müslüman mescidleri için kullanılmasın..." (Hadîs-i şerîf-Mecmua-i Münşeât-üs-Salâtin)

MA'NEVÎ:Mânâya, rûha ve gönüle âit olan, inançla ilgili. Maddî olmayan.
Târih boyunca, îmânlılar ile îmânsızlar çarpışmakta, kuvvetli, çalışkan olan taraf, gâlib ve hâkim olmakta, inançlarını, düşüncelerini yaymaktadır. Bu çarpışma, harb vâsıtaları ile olduğu gibi, neşr (yayın) yolu ile de yapılmaktadır. Îmânsızlar, müsl üman şekline girerek, din adamı görünerek, İslâmiyet'i içerden yıkmaya uğraşıyorlar. Bu mânevî yıkıntıyı durdurabilmek için, Ehl-i sünnet âlimlerinin (Resûlullah efendimiz ve O'nun sohbetinde yetişmiş kıymetli arkadaşlarının gösterdiği yolda yürüyenlerin), doğru bilgilerini yaymaktan başka kurtuluş yolu yoktur. (S. Abdülhakîm Arvâsî)

Ma'nevî Bağ:
1. Herhangi bir şekilde, iki şey arasında zihinde kurulan irtibat, ilgi. Buna mânevî râbıta da denir.
Her şeyden, her mahlûktan (yaratılandan) Allahü teâlâya giden bir yol vardır. Çünkü her mahlûkun kendisi ve sıfatları, O'nun kudretinin (kuvvetinin, gücünün) eseridir. Bu eserin sâhibini bulan uyanık bir kimse, o gizli yolu ve o mânevî bağı görür, an lar. İnsan, her şeyin bir yapıcısı olduğunu, hiçbir şeyin kendiliğinden meydana gelmediğini düşünerek, âleme ve içindekilere baktığı zaman, bunların da bir yaratıcısı vardır şeklinde mânevî bir bağ kurarak, her şeyin yaratıcısının Allahü teâlâ olduğunu kolayca anlar. (Muhammed Ma'sûm)
2. Büyüklere hürmet, küçüklere şefkat, dînine bağlılık gibi mânevî değerler.
Türkleri maddeten ezmek ve yıkmak imkânsızdır. Çünkü Türkler, müslüman oldukları için çok sabırlı ve mukâvemetli (dayanıklı) insanlardır. Îmân sâhibidirler. Türkleri yıkmak için, evvelâ itâat, söz dinleme duygusunu kırmak ve mânevî râbıtalarını (bağl arını) parçalamak, dînî metânetlerini (sağlamlıklarını) zayıflatmak îcâb eder. (Patrik Gregoryus)

Ma'nevî Fâide:Rûha, kalbe ve gönüle âit fâide.
Oruç, insanlara hem maddî, hem de mânevî faydalar sağlar. Bütün bir sene çeşitli yemekleri eritmek için, yorulan insan mîdesi ve bağırsakları, senede bir ay dinlenerek sağlığını korumuş olur. Bu, orucun maddî faydasıdır. Mânevî faydası da şudur: Oruç tutan insan, aç kalmış bir insanın çektiği ızdırâbı, bizzat hissederek, fakir insanlara yardım etmek ihtiyâcını duyar. Bu da insanların, birbirlerine yardım etmelerine sebeb olur. (Hayri Aytepe)
Ma'nevî Hastalık:Kalbe gelen yanlış îtikâd (inanç); insanın doğruyu, gerçeği görmesine mâni olan perde; îtikâdî bozukluk ve düşünce. Dünyâya ve haramlara düşkün olma; kibir ve riyâ gibi kalb hastalığı.
Allahü teâlânın var ve bir olduğu, Muhammed aleyhisselâmın, O'nun resûlü olduğu ve hattâ O'nun getirdiği her emrin ve haberlerin doğru olduğu, güneş gibi meydandadır. Düşünmeğe, isbât etmeye hiç lüzum yoktur. Fakat bunu görmek için müdrike yâni anlay ış hâssası bozuk olmamak ve mânevî hastalığı bulunmamak lâzımdır. Müdrike (anlayıcı) kuvveti hasta ve bozuk olunca, düşünmek, incelemek lâzım olur. Fakat kalb hastalıktan kurtulur, gözden mânevî perdeler kalkarsa, bunları açık olarak görür. Meselâ, s afrası bozuk olan kimse, şekerin tadını duymuyor. Şekerin tatlı olduğunu ona anlatmak, isbât etmek lâzım olur. Fakat, hastalıktan kurtulunca, isbât etmeye lüzûm kalmaz. (Ahmed Fârûkî)

Ma'nevî Huzûr:Allahü teâlâyı anarak emirlerini yapıp, yasaklarından kaçınmak sûretiyle kalbde meydana gelen rahatlık.
Kalbler, Allahü teâlâyı zikr ederek, mânevî huzûra kavuşur. (İmâm-ı Gazâlî)

Ma'nevî Kuvvet:Müdrike (anlayıcı) kuvvetlerinin üçüncüsü olup, insanların havâssına, seçilmişlerine mahsûs anlayıcı kuvvet.
Müdrike (anlayıcı) kuvvetlerin üçüncüsü mânevî kuvvettir. Mânevî kuvvetle anlaşılan şeyler, akıl ve his kuvvetleriyle anlaşılamaz. İnsan akıl kuvveti ile anlaşılan şeyleri hayvanların en üstünü olan ata, senelerce uğraşsa anlatamaz. Bunun gibi, mânev î kuvvetle anlaşılanları, meselâ mârifetullah'ı (Allahü teâlâyı tanımayı, bilmeyi) seçilmiş âlimler, başka insanlara senelerce söylese, onlar anlayamaz. (Abdülhakîm Arvâsî)

Ma'nevî Mîrâs:Âlem-i emrdeki (gözle görülmeyen âlemdeki) şeyler yâni îmân, mârifet (tanıma, bilme), rüşd (doğru yolda olmak) gibi nîmetler (güzellikler, iyilikler).
Âlem-i halktan (gözle görülen âlemden) olup, görünen nîmetlere şükr etmek, mânevî mîrâsa kavuşmakla olur. Mânevî mîrâsa kavuşmak ise, o yüce Peygamber efendimize tam uymakla olabilir. Bunun için O'na tâbi olmağa çalışmalıdır. Emirlerine yapışıp, yasa klarından kaçınmalıdır. (İmâm-ı Rabbânî)

Ma'nevî Temizlik:İnsanın iç temizliği, kalb temizliği; kalbini her türlü bozuk inanış ve düşüncelerden fenâ huylardan arındırmak.
Müslümanlık, maddî ve mânevî temizliktir; vücûd temizliği ve kalb temizliği emreder. Müslümanlık, dünyâ ve âhiret seâdetini (mutluluğunu) sağlayan tek yoldur. İnsanın kendisine gelen her hayr (iyilik) ve şer (kötülük) Allahü teâlâdandır. Müslümanlığı n emirlerini yapan bir insan, dünyâda her türlü kötülükten ve her türlü zarardan kendisini korumuş olur. (Hayri Aytepe)

MÂNİ' (El-Mâni'):Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Din ve dünyâya âit zararları gideren, men' eden.
El-Mâni' ism-i şerîfini söyleyen kimse, kendisine gelecek belâdan korunmuş olur. (Yûsuf Nebhânî)

MANTIK:
1. Konuşma, düşünce, söz.
Bir adamın mantığı düzgün olursa, diğer amelleri de düzgün olur. Fakat bir kimsenin mantığı bozuk olursa, diğer amelleri de bozuk olur. (Yahyâ bin Ebî Kesir)
Müslüman mantıklı hareket eder. Çünkü o kendi fikrine göre değil, büyük İslâm âlimlerinin bildirdiklerine göre hareketlerini ayarlar. (M. Sıddîk Gümüş)
2. Doğru muhâkeme ve doğru düşünmeyi öğreten ilim.
Mantık üzerine yazılan kıymetli kitaplardan biri Îsâgûcî olup, yüzyıllar boyu medreselerde okutuldu ve üzerine birçok şerhler, açıklamalar yazıldı. (Taşköprüzâde)
 
---> Dini Sözlük

M - 2

MARAZ:Hastalık.
Taâmın (yemeğin) evvelinde, Besmele-i şerîfeyi söylemeyen kimse için üç zarar vardır: Şeytan, kendisiyle birlikte taâm yer. Yediği taâm, bedenine maraz olur. Taâmda bereket olmaz. (Kudûrî)

Maraz-ı Kalbî:Kalb hastalığı, bozuk îtikâd; kibir, hased (kıskançlık), kin ve riyâ (gösteriş) gibi kalb hastalıkları. Kalbin Allahü teâlâdan başka şeylere tutulması.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Onların kalblerinde maraz vardır. Cenâb-ı Hak (Kur'ân-ı kerîm âyetlerini indirmekle onların şüphe, kin ve nifak) marazlarını artırmıştır. Yalan söylemeleri sebebiyle onlar için şiddetli bir azâb vardır. (Bekara sûresi: 10)
Maraz-ı kalbîye tutulmuş olanların hiçbir ibâdet ve tâati faydalı olmaz. (İmâm-ı Rabbânî)

Maraz-ı Mevt:Ölüm hastalığı, insanı iş görmekten men eden ve başladığı târihten îtibâren en az bir yıl içinde ölüme götüren hastalık.
Ömer bin Abdülazîz, maraz-ı mevtinde; "Allah'ım, ben o kimseyim ki, bana emirlik verdin. Ben kusûr ettim. Yanlış işleri yapmaktan beni nehyettin (sakındırdın). Ben ise isyân ettim" diye üç defâ söyledi ve sonra da; "Lâ ilâhe illallah, ibâdete lâyık o lan ancak Allahü teâlâdır" dedi ve başını göklere çevirip; "Ben öyle kimseleri görüyorum ki, onlar ne insan ne de cindir" buyurdu ve bir müddet sonra rûhunu teslîm etti. (İbn-ül-Cevzî)

MA'RİFET (Mârifet):Bilme, tanıma, gönülle bilme. Allahü teâlânın sıfatlarını ve isimlerini hakkıyla bilme, tanıma. Ma'rifetullah.
Mârifetin hakîkati, Allahü teâlâyı kalb ile sevmek, dil ile anmak, O'ndan başka her şeyden ümidini kesmektir. (Ahmed bin Hadreveyh)
Ma'rifet sâhibi dünyâya değer vermez; nefse âit düşünceleri kesilir, yok olur. Ma'rifetin alâmetlerinden biri, ma'rifet sâhibinde Allahü teâlâ tarafından bir heybetin meydana gelmesidir. Ma'rifeti artanın heybeti de artar. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Mârifet, her durumda kulun, Allahü teâlânın verdiği nîmetlere şükretmede, âciz kaldığını, genç ve kuvvetli zamanlarında zayıf olduğunu bilmesiyle ele geçer. (Ebû Hasan bin Saî)
Ma'rifet ve Allahü teâlâya yakın olma hâli, farzları edâ etmekle ve sünnet-i seniyyeye tâbi olmakla ele geçer. (Ebü'l-Kâsım Nasrâbâdî)
İnsanın izzeti, îmân ve ma'rifet iledir. Mal ve mevki ile değildir. (Muhammed Ma'sûm)

MA'RİFETULLAH:Allahü teâlâyı tanıma, bilme. (Bkz. Ma'rifet)
İlimlerden öyleleri vardır ki, onları ancak ma'rifetullaha sâhip olanlar bilirler. Onlar bu ilimlerden haber verdikleri zaman, ma'rifetullaha sâhib olmayanlardan başkası onları inkâr etmez. (Hadîs-i şerîf-Sülûk-ül-Ulemâ)
Ma'rifetullah, keşfle, kalb gözünün açık olmasıyle, ilhâm ve kalbe gelen mânevî bilgilerle hâsıl olur. Hocadan öğrenilmez. İbâdetlerin yapılması ve bütün şerîat (İslâm) bilgileri ise, üstâddan öğrenmekle elde edilir. İlhâm ile elde edilemez. Şerîat b ilgileri, ilhâm ile hâsıl olsaydı, Allahü teâlânın peygamberler ve kitâblar göndermesine lüzum olmazdı. (Hâdimî)
Bu dünyâda en kıymetli şey ma'rifetullaha kavuşmaktır. (Muhammed Ma'sûm) Kalbinde hardal tânesi kadar dünyâ sevgisi bulunan kimse ma'rifetullaha kavuşamaz. (İmâm-ı Rabbânî)

MA'RÛF (Mârûf):Dînin ve aklın beğendiği şey.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmelerde meâlen buyuruyor ki:
İçinizden, insanları hayra çağıracak, ma'rûfu emredecek, kötülükten alıkoyacak bir topluluk bulunsun. İşte onlar, kurtuluşa erenlerdir. (Âl-i İmrân sûresi: 104)
Mü'minler, ma'rûf olan şeyleri emr eder. (Âl-i İmrân sûresi: 114)
Ma'rûfu ve (o ma'rûfu) yapanı sevin. Nefsim yed-i kudretinde olan Allah'a yemin ederim ki, bereket ve âfiyet onlarla berâberdir. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
Zâlim kimselere, söz ile ma'rûfu emretmek, cihâdın en kıymetlisidir. (Muhammed Hâdimî)

MÂSİVÂ:Allahü teâlâdan başka her şey. Âlem, tabîat, mahluklar.
Allahü teâlâyı tanıyan, mâsivâdan yüz çevirir. (Ca'fer-i Sâdık)
Akla hayâle gelen, düşünülen, görülen her şey mâsivâdır. (İmâm-ı Rabbânî)
Dervişlik, yalnız bir yere çekilip oturmak, gökte uçmak, dağda ve mağarada bulunmak değildir. Dervişlik; gönlü, mâsivâdan çevirmektir. Kalb bir ayna gibidir. Karşısına gelen her şeyi gösterir. Kalbden mâsivâ silinip atıldığı zaman, kalbde Allah sevgi sinden başka hiçbir şey kalmaz. (Kâdı Muhammed Semerkandî)
Bize ve size her şeyden önce lâzım olan şey, kalbi Allahü teâlâdan başka şeylerin hepsinden kurtarmaktır. Kalbin bu selâmete erebilmesi için, Hak teâlâdan başka hiçbir şeyin kalbden geçmemesi lâzımdır. Kalbden hiçbir şeyin geçmemesi için de mâsivâyı unutmak lâzımdır. Bunları unutmağa fenâ denir. (Bkz. Fenâ) (İmâm-ı Rabbânî)

MA'SİYYET (Mâsiyet):İtâatsizlik, isyân. Günâh olan işler, Allahü teâlânın beğenmediği şeyler; Allahü teâlânın emrettiği şeyi yapmamak veya yasak ettiğini yapmak, haramlar. Allahü teâlânın yasak ettiği şeyler, günahlar.
Ma'siyet, insanı küfre sürükler. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Ma'sûmiyye)
Nefse sükûnet ve kalbe ferahlık veren iş, iyi iştir. Nefsi azdıran, kalbe heyecan veren iş ma'siyettir. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Ma'sûmiyye)
İyiler de, kötüler de, iyilik yapar. Fakat yalnız sıddîklar (iyiler), ma'siyetten sakınır. (İmâm-ı Rabbânî)
Ma'siyet yapınca, hemen tövbe etmelidir. Gizli işlenen günâhın tövbesi gizli, açık işlenen günâhın tövbesi de açık olur. Tövbeyi geciktirmemelidir. (Ma'sûm-i Fârûkî)
Ma'siyete tövbe etmemek, bu günâhı yapmaktan daha kötüdür. (Ca'fer bin Sinân)
Her izzet ve her nîmet, Allahü teâlâya itâat ve ibâdet etmekten; her kötülük ve sıkıntı da, ma'siyetten hâsıl olur. Herkese dert ve belâ, günâh yolundan gelir. Râhat ve huzûr da, itâat yolundan gelmektedir. (Ahmed bin Yahyâ Münîrî)
İnsanın günâhından korkması, tâat; korkmaması ise, ma'siyettir. En büyük günâh, bir ma'siyetin ma'siyet olduğunu bilmemektir. Bundan daha kötüsü, ma'siyet olan bir şeyi, tâat, Allahü teâlânın beğendiği şey olarak bilmektir. Onun için dînî bilgileri l âzım olduğu kadar mutlaka öğrenmelidir. (Ahmed bin Âsım Antâkî)

MASLAHAT:Bir işin hayırlı, iyi olmasına vesîle olan şey. Çoğulu, mesâlih'tir. Maslahatın zıddı mefsedet yâni bozukluktur.
İslâm hukûku, maslahatları nazar-ı îtibâra almış, hükümleri bunların üzerine koymuştur. Bir maslahatın dînen makbûl olabilmesi için şu şartların bulunması lâzımdır: 1- Bir şeyin maslahat olduğu kat'î (kesin) olarak bilinmelidir. 2- Umûmî (genel) olma lı, husûsî ve şahsî menfaatler maslahat olamaz. 3- Maslahatta mefsedet (bozukluk) olan bir şey bulunmamalı veya mefsedet bulunsa bile maslahat tarafı ağırlıkta olması lâzımdır. 4- Nasslara (âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflere) ve icma'a aykırı olmamalı. Nasslarda, umûmî veya husûsî sûrette de olsa, maslahat olduğu anlaşılan şeyle hüküm edilebileceğine dâir bir delâlet, işâret olmalıdır. (Şâtıbî)
Şarabın haram kılınmasındaki maslahat; aklın, malın, insanın şerefinin korunmasıdır. Aynı maslahat diğer müskirâtın (sarhoş edici şeylerin) haram kılınmasında da mevcuttur. (Serahsî)

MA'SÛM:Suçsuz, günahsız. Günâh işlemekten korunmuş kimse. (Bkz. İsmet)
Peygamberler hakkında bilip inanmamız gereken sıfatlardan birisi de İsmet'tir. Yâni Peygamberler büyük ve küçük günâhlardan ma'sûmdurlar. Hiç günâh işlemezler. İnsanlardan ma'sûm olan yalnız peygamberlerdir. (Kutbüddîn-i İznikî)
İnsanlar içinde ruhları en yüksek ve en olgun olanlar peygamberlerdir. Bunlar hatâ etmekten, şaşırmaktan, gafletten, hıyânet etmekten, taassup ve inattan, nefse uymaktan, garaz, kin bağlamaktan, ma'sûmdurlar. Peygamberler Allahü teâlânın kendilerine bildirdiği şeyleri söylerler ve açıklarlar. (Muhammed Bahît-ül-Mutî)

MÂŞÂALLAH:Beğenilen şeyler görüldüğünde söylenilen; "Bu, Allahü teâlânın dilediği ve ihsân ettiği şeydir" mânâsına mübârek bir söz.
Nazarı değen kimse, hattâ herkes, beğendiği bir şeyi görünce, mâşâallah demeli, ondan sonra söylemelidir. Önce mâşâallah denirse nazar değmez. Nazar değmesi haktır. Yâni göz değmesi doğrudur. Bâzı kimseler bir şeye bakıp, beğendiği zaman gözlerinden çıkan şuâ zararlı olup, canlı ve cansız her şeyin bozulmasına sebeb oluyor. Bunun misâlleri çoktur. Fen, belki bir gün bu şuâları ve tesirleri anlıyabilecektir. (Mevlânâ Muhammed Osman)

MÂTEM:Ölünün arkasından ağlama; yas tutma.
Mâtem tutan kimse, ölmeden tövbe etmezse, kıyâmet günü şiddetli azâb görecektir. (Hadîs-i şerîf-Müslim)
İnsanı küfre sürükleyen iki şey vardır. Birisi, bir kimsenin soyuna sövmek, ikincisi, ölü için mâtem tutmaktır. (Hadîs-i şerîf-Müslim)
İslâmiyet'te mâtem tutmak yoktur. Peygamber efendimiz mâtem tutmayı yasak etti. Eğer mâtem tutmak olsaydı, Resûlullah efendimizin Tâif'de mübârek ayaklarının kana boyandığı ve Uhud'da mübârek dişinin kırılıp, mübârek yüzünün kanadığı ve vefât ettiği gün mâtem tutulurdu. Sonra hazret-i Ömer, hazret-i Ali ve hazret-i Hüseyn şehîd edildikleri için mâtem tutardık. Bunların hepsini çok seviyoruz. Şehîd edildikleri için çok üzülüyoruz. Fakat mâtem yapmıyoruz. (Abdülhakîm bin Mustafâ)

MATERYALİZM:Allahü teâlâyı inkâr ve maddeyi her şeyin esâsı kabûl eden görüş, düşünce; toplum hayâtını ve fertler arasındaki münâsebetleri ve davranışları belirleyen tek faktörün madde olduğunu savunan felsefe akımı; maddecilik.
Materyalizm, beşerî değer ölçülerini yoketmek için ne mümkünse yapmaktadır. İnsanın değerini, sahib olduğu madde ile tâyin etmektedir. İslâm'ın; "Yüksek bir izzete, şerefe sâhib olarak" yaratıldığını haber verdiği insanı, yıkmak peşindedir. Mânevî ve ulvî (yüksek) değerlerin hor görüldüğü ve gözden düşürüldüğü cemiyetler, madde karşısında daha hırslı duruma gelmekte, birer dünyâperest kesilen insan yığınları, mânevî ve mukaddes değerlerin yerine maddeyi, parayı, lüksü, isrâfı, maddî zevk ve eğle nceleri koymaktadırlar. Yâni materyalizm, insanın idealist karakterini çökertmeye çalıştıkça, ondaki rûhî boşluğu büyültmektedir. Böylece madde karşısında derin bir mânevî açlık duygusuna itilen kişi ve kitleler, mâbedlerin yerine batakhânelere ilgi duymaktadır. (S. Ahmed Arvâsî)
İslâm âlimleri, binlerce yazdıkları kitaplarda tabiiyyecilerin, materyalizmi savunanların sözlerini ve müslüman olmıyanların İslâmiyet'e sokmak istedikleri uydurmaları deliller ve tartışmalar ile reddederek hepsini susturmuşlar, din düşmanlarının fit ne ve fesâd ateşlerini söndürmüşlerdir. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

MATLÛB:Kavuşmak istenilen, aranılan şey, maksat. (Bkz. Maksad)
Tâlib (isteyen, arayan), matlûba tam bağlanınca, rehber aradan büsbütün kalkar. Böylece tâlibi matlûba aracı olmadan kavuşturur. (İmâm-ı Rabbânî)
"Lâ ilâhe illallah" kelimesinin iki makâmı vardır. Birinci bakımdan bâtıl tanrıların ibâdete hakları yok edilmekte ve hak olan ma'bûdun ibâdete hakkı var olduğu bildirilmektedir. İkinci bakımdan ise, maksûd olmayan ve matlûb olmayan maksadlara (gâyel ere) olan bağlantıları yok edilmekte ve hakîkî matlûba olan bağlılığın varlığı bildirilmektedir. (Muhammed Bâkibillah)

Matlûb-ı Hakîkî:Gerçekte taleb olunacak, kavuşmak istenilecek ve gönül bağlanacak olan Allahü teâlâ. Hakîkî Matlûb.
Hakîkî matlûbdan başka hiçbir şeye gönül bağlamamalı, faydası olmayan şeylerle uğraşmamalıdır. (Muhammed Ma'sûm Fârûkî)

MÂTÜRÎDÎ:
1. Ehl-i sünnetin (Peygamber efendimiz ve Eshâbının yolunda olanların) îmânla ilgili bilgilerde tâbi olduğu iki imâmından biri. Ebû Mansur-ı Mâtürîdî.
İmâm-ı Mâtüridî'nin kendisinin ve babasının ismi Muhammed'dir. Ebû Mansûr künyesiyle bilinir. Semerkand'ın Mâturîd kasabasında doğduğu için Mâtürîdî diye meşhûr oldu. Doğum târihi kesin olarak bilinmemekte olup, 852 (H.238)'de doğduğu tahmin edilmekt edir. 944 (H.333)te Semerkand'da vefât etti. (Kefevî Taşköprüzâde)
İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe fıkıh bilgilerini toplayarak kısımlara kollara ayırdığı ve usûller, metodlar koyduğu gibi, Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem ve Eshâb-ı kirâmın (Peygamberimizin arkadaşlarının) bildirdiği îtikâd, îmân bilgilerini de to pladı ve yüzlerce talebesine bildirdi. Bu talebelerinden İmâm-ı Muhammed Şeybânî'nin yetiştirdiklerinden Ebû Süleymân Cürcânî ve bunun talebelerinden Ebû Bekr-i Cürcânî meşhûr oldu. Bunun talebesinden de Ebû Nasr-ı İyâd kelâm ilminde (îmân bilgilerin i anlatan ilimde) Ebû Mansûr Mâtürîdî'yi yetiştirdi. Ebû Mensûr Mâtürîdî, İmâm-ı a'zam'dan gelen îmân bilgilerini kitaplara yazdı. Yoldan sapmış olanlarla mücâdele ederek, Ehl-i sünnet îtikâdını kuvvetlendirdi, her tarafa yaydı (Ahmed Zühdü Paşa, Taşköprüzâde, Seyyid Abdülhakîm)
Îtikâdda imâm olan İmâm-ı Eş'arî ve İmâm-ı Mâtürîdî; hocalarının îtikâddaki müşterek olan mezheblerinden dışarı çıkmamış, mezheb kurmamıştır. Bu ikisinin, hocalarının ve dört mezheb îmâmının tek bir îtikâdı (îmânı) vardır. Bu da Ehl-i sünnet vel cemâ at ismi ile meşhûr olan îtikâddır. (Taşköprüzâde, Seyyid Abdülhakîm)
Her müslümanın, îtikâdda (îmânla ilgili bilgilerde) Ehl-i sünnetin iki imâmından birine yâni Mâtürîdî veya Eş'arî'ye tâbi olması lâzımdır. Bu iki imâmdan birine tâbi olmak insanı bid'at (bozuk) îtikâddan (inanıştan) korur. ( Muhammed Hâdimî)
2. Îmân bilgilerinde Ebû Mansûr Mâtürîdî'nin bildirdiği gibi inanan kimse.

MAZLÛM:Zulme, haksızlığa uğramış kimse.
Üç kimsenin duâsı muhakkak kabûl olur. Mazlûmun, misâfirin ve ana babanın. (Hadîs-i şerîf-Zevâcir)
Kafir bile olsa, mazlûmun duâsı red olmaz. (Hadîs-i şerîf-Zevâcir)
Mazlûmun bedduâsından korkunuz. Çünkü onunla Allahü teâlânın arasında bir perde yoktur. (Hadîs-i şerîf-Zevâcir)
İyi bir müslüman olarak ölüme hazır ol! Mazlûmların bedduâsından çok sakın ve hiç kimseye zulmetme! (Muâz bin Cebel) Aldatmasın seni, diktatörün sarayları, kumaşı, Saray bahçesini, sular dâim, mazlûmların göz yaşı.
(İmâm-ı Rabbânî) Alma mazlûmun âhını, Çıkar âheste âheste.
(Atasözü)

MAZMAZA:Abdest ve gusül alırken ağzı su ile yıkamak.
Hanefî mezhebinde mazmaza guslün farzlarından ve abdestin sünnetlerindendir. (Halebî)
Mazmaza ve istinşakta (suyu burna çekmek) mübâlağa etmek (dolu dolu yıkamak) guslün (boy abdestinin) sünnetidir. (Kutbüddîn-i İznikî)
MEÂL:Tefsîr âlimlerinin yaptıkları tefsirlerin (açıklamaların) ışığı altında, âyet-i kerîmelere verilen mânâ, açıklama.
Kur'ân-ı kerîm gibi ilâhî belâgat ve î'câzı (kimsenin benzerini söyleyemeyeceği bir vasfı, özelliği) hâiz (sâhib) bir kitâb yalnız Türkçe'ye değil, hiçbir dile hakkıyle çevrilemez. Kur'ân-ı kerîmin nazm-ı celîlini, aslındaki i'câz ve belâgatını muhâf aza ederek tercüme etmek mümkün değildir. Mûteber tefsîr kitablarının ışığı altında verilen mânâlara da tercüme değil, meâl demek uygundur. (Hasan Hüsnü Erdem)

ME'ÂNÎ İLMİ:Sözün yerinde kullanılmasından, hâle, duruma göre uğrayacağı değişikliklerden bahseden ilim. (Bkz. İlm-i Meânî)

MEÂRİF:Kalb bilgileri. Çokluk şekli ma'rifet'tir. (Bkz. Ma'rifet)

MEBDE-İ TEAYYÜN:İlâhî kemâllerin, yüksekliklerin ilm-i ilâhîde başlangıcı ve ilk kaynağı.
Allahü teâlâdan gelen feyzler, nîmetler hep mebde-i teayyünden gelir. (İmâm-ı Rabbânî)
Mebde-i teayyün âşık ile ma'şûk arasında berzahtır (yâni köprüdür) (M. Ma'sûm)

MEBDE' VE MEÂD:Başlangıç ve sonuç, dünyâ ve âhiret; mahlûkların (yaratılmışların) nereden ve nasıl vücûda geldiği, onları kimin yarattığı, yaratılış hikmetleri, sonunda ne olacakları ve ölümden sonraki hâlleri.
Kelâm; Allahü teâlânın zât ve sıfatlarından, nübüvvet (Peygamberliğe âit mes'elelerden) ve mebde' ve meâd bakımından yaratılmışların hâllerinden bahseden ilimdir. Tecrübî ilimler de mahlûkların hâllerinden bahseder fakat mebde' ve meâd bakımından değ il. Sâdece, onların hissedilebilen, tecrübe ve müşâhede olunabilen (deney ve gözleme) tabiî durumlarını ele alır. Meselâ ana karnındaki çocuğun nasıl teşekkül edip, meydâna geldiğini ve doğuncaya kadar geçirdiği safhaları inceler. Fakat onu kimin yarattığından, yaratılış hikmetinden, dünyâya gelip îmânla ölürse Cennet'e, îmânla ölmezse Cehennem'e gireceğinden bahsetmez. Mebde' ve meâd hâlleri olan bu hususlardan kelâm ilmi bahseder. Kelâm ilmi gibi, felsefe de, mahlûklardan mebde' ve meâd îtibâriyle bahseder. Ancak, kelâm ilmi, bunda nakli yâni Kur'ân-ı kerîmi ve hadîs-i şerîfi esas aldığı hâlde, felsefe aklı esas alır. Söylediklerinin dîne uygun olup olmadığına bakmaz. Bu yüzden, dîne aykırı pekçok fikir ortaya atar. (Abdüllatîf Harpûtî)

MEBÎ':Satılan veya satın alınan mal.
Mebî', akd yâni sözleşme yapılınca, müşterinin mülkü olur ise de, teslim alınmadan önce kullanılması câiz değildir. Bunun için teslim almadan önce tam mülkü değildir. Teslim almadan zekât hesâbına katılmaz. (İbn-i Nüceym)
Mebî' tâyin (belli) edilince teayyün eder yâni belirtilen malın kendisinin verilmesi, teslim edilmesi lâzım olur. Benzerini vermek olmaz. (Mevkûfâtî)
MECÂZ: Bir münâsebet, ilgi sebebiyle konulduğu asıl mânâdan başka bir mânâda kullanılan lafız (söz) veya mânâ.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki: "İstersen köye sor." (Yûsuf sûresi: 82) Âyet-i kerîmede mecâz vardır. Çünkü, bir yer olan "köy" zikredilmesine rağmen, içerisinde yaşayan insanlar kasdedilmiştir. (Şeyhzâde)
Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem Medîne-i münevvereye hicret ettikleri zaman O'nu gören Medîneliler; "Üzerimize bedr (dolunay) doğdu" dediler. Burada bedr kelimesinde mecâz vardır. Çünkü, bedr gökteki yıldızlardan birisi olduğu hâlde, onunla Peygamber efendimiz kastedilmiştir. (Sekkâkî, Teftâzânî)
Kelâmda asl olan mânây-ı hakîkattır. Mânây-ı hakîki (ilk konulduğu mânâ) kastedilmesi mümkün olmadığı zaman mecâzî mânâ ele alınır. Evlâd (çocuklar) lafzı, sözü asıl mânâsı îtibâriyle ahfâd (torunlar) lafzını içerisine almaz. Fakat bir kimse malını e vlâdına vakfetse, ancak evlâdı bulunmasa, bu takdirde, evlâdından ahfâdı kastedilir. (Ali Haydar Efendi)

MECELLE:Tanzîmât'ın îlânından sonra, Ahmed Cevded Paşa'nın başkanlığında bir komisyon tarafından hazırlanan; İslâm hukûkunun muâmelâta (alışveriş, şirketler, hibe v.b.) âit hükümlerinin Hanefî mezhebine göre maddeler hâlinde tertibinden meydana gelen kânunla r veya bu kânunları içerisine alan mecmûa.
Günlük işlerde dînin emirlerine uygun davranabilmek için her müslümanın Mecelle kitabının başındaki yüz maddeyi iyi bilmesi ve anlaması lâzımdır. Kitabda bir başlangıç ile on altı kısım vardır. Hepsi bin sekiz yüz elli bir (1851) maddedir. (M. Sıddîk Gümüş)
Tanınmış hukukçulardan Ali Haydar Bey, Âtıf Bey ve Hâcı Reşîd Paşa (rahmetullahi teâlâ aleyhim ecmâin) Mecelle'yi ayrı ayrı şerh etmişlerdir. Her biri çeşitli cildler hâlinde basılmıştır. Bunları okuyan garb bilginleri, İslâm hukûkuna ve ondaki bilgi lerin inceliğine ve çokluğuna hayran kalmaktadır. (M. Sıddîk Gümüş)
Mecelle'nin içerisindeki maddelerden bâzıları şöyledir: 1) Kendi malı sanarak, başkasının malını telef eden öder. 2) Birinin ayağı kayıp, başkasının malını telef etse öder. 3) Başkasının elbisesini çekip de yırtan tamam kıymetini öder. Elbiseyi tutup , sâhibi çekmekle yırtılsa, yarısını öder. 4) Mazlum olanın, başkasına zulm etmeğe hakkı yoktur. 5) Birinin malının telef olmasına sebeb olan öder. Ahırın kapısını açıp, hayvan kaçarak zâyi olsa öder.

MECÎD (El-Mecîd):Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Büyüklüğü, yüceliği ve işlerinin güzelliği ile tanınan, övülen.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Allahü teâlâ, nîmetler vermesi sebebiyle övülendir, Mecîd'dir. (Hûd sûresi: 73)
Yâ Rabbî! İbrâhim aleyhisselâm ve âlinin (akrabâsının) şerefini ve şânını yükselttiğin gibi Muhammed aleyhisselâmın, dünyâda nâmını âli (yüce) ve meşhûr, güzel dînini dâim, ümmetini çok, âhirette sevablarını sonsuz, kendisini, herkese şefâatçi, Cennet'te yüksek ve nûrlu bir yer olan Vesîle makâmına kavuşturmakla O'nun şânını ve şerefini, derecesini yükselt. O'nun âlinin (akrabâlarının) ve eshâbının (mübârek arkadaşlarının) derecelerini yükselt. (Yâ Rabbî!) Sen Hamîd'sin. Yâni her insanda ve her kalbde övülensin, bütün hamdler yani övgüler sanadır. Sen Mecîd'sin. (Hadîs-i şerîf-Kitâb-üs-Salât)
Yâ Rabbî! İbrâhim aleyhisselâmın ve âlinin feyz ve bereketini artırdığın gibi, Muhammed aleyhisselâmın mübârek isminin anılmasını, O'na tâbi olanları (uyanları), ümmetini (inananları) çoğalt, yolunu dâim eyle. Âlinin ve eshâbının feyz ve bereketini, iyiliklerini artır. (Yâ Rabbî) Sen Hamîd'sin, Mecîd'sin. (Hadîs-i şerîf-Kitâb-üs-Salât)
Baras hastası, Eyyâm-ı Biydde kamerî ayın on üç, on dört ve on beşinde oruç tutup iftar vaktinde de, el-Mecîd ism-i şerîfini söylerse, Allahü teâlâ ondan sebebli veya sebebsiz olarak bu hastalığı giderir. (Yûsuf Nebhânî)

MECNÛN:Deli. (Bkz. Cünûn ve Deli)
İmâm-ı Ali Rızâ hazretleri Nişâpûr'a gelince, Ehl-i sünnetten yirmi binden çok âlim ve talebe kendisini karşıladı. Dedelerinden gelen bir hadîs-i şerîf okuması için yalvardılar. İmâm hazretleri, bütün dedelerinin isimlerini sayarak, şu kudsî hadîsi o kudu: "Lâ ilâhe illallâh kal'amdır. Bunu okuyan, kal'ama girmiş olur. Kal'ama giren de, azâbımdan kurtulur." İmâm-ı Ahmed ibni Hanbel hazretleri buyurdu ki: "Bu hadîs-i kudsî, râvîlerinin (bildirenlerin) isimleri ile berâber, mecnûna okunursa aklı başına gelir. Hastaya okunursa şifâ bulur." (İbn-i Esîr)
Mecnûn olanlar ibâdet için ehil değildirler. (Molla Hüsrev)

ME'CÛC:Çok eski zamanlarda, bir duvar arkasında bırakılmış, kıyâmete yakın, yeryüzüne yayılacak olan Nûh aleyhisselâmın oğlu Yâfes'in soyundan gelecek olan kötü bir millet. Yüzleri yassı, gözleri küçük, kulakları çok büyük, boyları kısadır. (Bkz. Ye'cûc ve Me'cûc)

MECÛSİ:Ateşe tapan.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
O îmân edenler, o yahûdîler, o yıldızlara tapanlar, o hıristiyanlar, o mecûsîler, o Allah'a ortak koşanlar (var ya), muhakkak ki Allah, kıyâmet günü aralarında hükmünü verecek, hak ve bâtılı ayıracaktır. Çünkü Allah her şeye şâhid bulunuyor. (Hac sûresi: 17)
Bütün çocuklar müslümanlığa uygun ve elverişli olarak dünyâya gelir. Bunları sonra anaları, babaları, hıristiyan, yahûdî ve mecûsî yapar. (Hadîs-i şerîf-İhyâ-u ulûmiddîn)
Mecûsîler, Kisrâ denilen Acem şahlarından Küştüseb zamânında yaşayıp yaşamadığı tam bilinmeyen Zerdüşt adlı birinin uydurduğu bâtıl bir dîne bağlıdırlar. Mecûsîler ölülerini gömmezler. Kulelerde saklarlar ve akbabalara yedirirler. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)

MECZÛB:
1. Allahü teâlânın sevgisi ile kendinden geçmiş olan.
Evliyâdan bir kısmı öldükten sonra Huzûr-i ilâhîde her şeyi unuturlar. Dünyâdan ve dünyâda olanlardan haberleri olmaz. Duâları duymazlar. Bir şeye vâsıta, sebeb olmazlar. Dünyâdaki, diri olan evliyâ arasında da böyle meczûblar bulunur. (Ahmed Saîd-i Dehlevî) 2. Cezbeye tutulmuş, çekilmiş tasavvuf yolcusu.
Tasavvuf yolunda ilerlemek isteyenlerin, arada vâsıta olmadan maksada kavuşmaları çok güçtür. Bunlara bütün tasavvuf derecelerini geçmiş olan bir Ehl-i sünnet âliminin yardımı lâzımdır. Onun sözleri, ölmüş kalbleri diriltmek için devâdır. Bakışları ş ifâdır. Böyle devletli bir rehber ele geçmezse, meczûb olan sâlik (tasavvuf yolcusu) de böyle bir nîmettir. Bu da tâlibleri (tasavvuf yolunda ilerlemek isteyenleri) yetiştirebilir. (İmâm-ı Rabbânî)

MED:Uzatmak, çekmek, Kur'ânı kerîmde uzatan harflerden (elif, vav, yâ) biriyle kendilerinden önceki harfleri çekmek.
Kur'ân-ı kerîm okurken yapılan hatâ dört şekilde olabilir. Birinci şekil, i'râbda hatâdır. Yâni harekelerde ve sükûnda(cezm, şedde de) olabilir. Meselâ şeddeyi hafif okur veya medleri kısa okur veya bunların aksini yapar. İkincisi, harflerde, üçüncüs ü kelimelerde ve cümlelerde olur. Dördüncü olarak vakf ve vasılda yâni durulacak veya geçilecek yerde olur. İlk üç şekilde mânâ değişip, küfre sebeb olacak mânâ hâsıl olursa, namaz bozulur. Dördüncüde mânâ değişse de namaz bozulmaz. (Alâüddîn Haskefî)

MEDENÎ:
1. Topluluk hâlinde yardımlaşarak yaşayan, kibâr, nâzik, terbiyeli, görgülü kimse.
İnsan medenî olarak yaratılmıştır. Hayvanlar medenî yaratılmadı. Şehirde birlikte yaşamağa mecbûr değildirler. İnsan, nâzik zayıf yaratıldığı için, pişmemiş yemek yiyemez. Gıdâ elbise ve binânın hazırlanması lâzımdır. Yâni san'atlara ihtiyâcı vardır. Bunun için de araştırmak, düşünmek, tedkîk etmek (incelemek), tecrübe yapmak (denemek) ve çalışmak lâzımdır. Fen ve san'at, insanlığa yaratılış îcâbı lâzımdır. (Kınalızâde Ali Efendi)
2. Medîne'de nâzil olan âyet-i kerîmeler ve sûreler.
Kur'ân-ı kerîmdeki sûrelerin seksen yedisi Mekkî (Mekke'de nâzil oldu, indi), yirmi yedisi Medenî'dir. (Übeyd bin Ka'b)
Kur'ân-ı kerîmdeki hudûd (cezâlar) ve mîrâs paylarını (ferâizi) bildiren sûrelerle, kafirlerle cihâda izin veren ve cihâd (muhârebe) hükümlerini bildiren ve münâfıklardan bahseden sûreler Medenî'dir. (Zerkeşî)

MEDH:Övme, iyi taraflarını anlatma; bir kimse hakkında iyi şeyler söyleme.
Medh olunmağı sevmek, insanı kör ve sağır eder. Kabâhatlerini, kusurlarını görmez olur. Doğru sözleri, kendisine yapılan nasîhatları işitmez olur. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Şâyet biriniz diğerini mutlaka medh edecek olursa; "Öyle sanırım ki, o şöyle iyidir, böyle iyidir..." desin ve bu sözü de medh ettiği adamda, bu sıfatların bulunduğunu zannederek söylesin. (Hadîs-i şerîf-Riyâz-üs-Sâlihîn)
Kalb hastalıklarından biri de medh ve senâ olunmağı sevmektir. Medh olunmağı sevmenin sebebi, insanın kendini beğenmesi, yüksek, iyi sanmasıdır. Medh olunmak, böyle kimseye tatlı gelir. Bunun hakîkî üstünlük, iyilik olmadığını, olsa da geçici olduğun u düşünmelidir. (Muhammed Hâdimî)
Oğlum! Kaş göz işâretleri ile, hiç kimseyi küçük düşürecek hareketlerde bulunma! Başkasının yanında kendini veyâ âileni medhetme! (Lokman Hakîm)
Sizde olmayan meziyetlerle sizi medheden kimsenin, bir gün, sizde olmayan kötülüklerle kötüleyeceğini de unutmayınız. (İmâm-ı Ahmed bin Hanbel)

MEDÎNE-İ MÜNEVVERE:Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem Mekke-i mükerremeden hicret ettikten sonra, yerleştiği, ilk İslâm devletini kurduğu ve kabr-i şerîfinin bulunduğu şehir. Hicretten önceki adı Yesrib olup, hicretten sonra Medînet-ür-Resûl (Peygamber ş ehri) veya Medîne-i münevvere (nurlu şehir) adıyla anılmıştır.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Onlar (münâfıklar) ; "Eğer Medîne'ye dönersek, andolsun en şerefli ve kuvvetli olanımız oradan en hakir ve zaîf olanı muhakkak çıkaracaktır" diyorlardı. Hâlbuki şeref, kuvvet ve gâlibiyet Allah'ındır, Peygamberinindir, mü'minlerindir. Fakat münâfıklar bunu bilmezler. (Münâfikûn sûresi: 8)
Sizden biriniz Medîne-i münevverede vefât etmeğe gücü yetiyorsa, orada vefât etsin. Çünkü ben Medîne-i münevverede vefât edenlere şefâat ederim. (Hadîs-i şerîf-Mir'ât-ül-Haremeyn)
Medîne-i münevvereye Mesîh Deccâl'in (değil kendisi) kokusu bile giremeyecektir. O fitne günlerinde Medîne'nin yedi kapısı olacak ve her kapıda muhâfız iki melek bulunacaktır. (Hadîs-i şerîf-Ahbâru Mekke)
Medîne-i münevvere, Mekke-i mükerremenin batısında ve Kızıldeniz'in doğusunda yer alan kuzeye doğru meyilli çölün ve güneye doğru uzanan az dalgalı bir ovanın bittiği yerde kurulmuştur. Çok verimli ve tarıma elverişli topraklarında her çeşit sebze, ç eşitli meyveler ile muz ve hurmanın en iyileri yetişir. Arabistan yarımadasının diğer bölgelerine göre serin bir iklime sâhibdir. (Eyyûb Sabri Paşa)
Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem Mekke-i mükerremede insanları on üç sene müddetle İslâm dînine dâvet ettikten sonra Allahü teâlânın emri ile Medîne-i münevvereye 622 senesi Rebî-ul-evvel'in sekizinci Pazartesi günü hicret etti. Burada İslâm iyet'i her tarafa yaydı. On sene sonra yâni 632 senesi Haziran'ında, Rebî-ul-evvelin on ikinci Pazartesi günü Medîne-i münevverede vefât etti. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
Peygamber efendimizin yaptırdığı Mescid-i Nebî içerisinde yer alan "Kabrim ile minberim arası Cennet bahçelerinden bir bahçedir" buyurarak medh ettiği Ravza-i mütahhera (Cennet bahçesi), Peygamber efendimizin kabr-i şerîfi, Uhûd şehidliği, başta hazr et-i Osman olmak üzere pekçok Sahâbe-i kirâmın (Peygamberimizin arkadaşları) kabirlerinin bulunduğu Cennet-ül-Bakî' kabristanı gibi mübârek yerler Medîne-i münevverededir. (Eyyûb Sabri Paşa)

MEDLÛL:Delîlin (alâmet ve işâretin) delâlet ettiği, gösterdiği şey.
Delîl bulunmayınca, medlûlün de bulunmayacağı söylenemez. Çünkü, Allahü teâlânın varlığına delîl olan âlem (Allahü teâlâdan başka her şey) yaratılmadan önce, medlûl olan yaratanın yok olduğu söylenmiş olur ki, bu bâtıldır, hükümsüzdür. Çünkü, Allahü teâlâ, âlem yaratılmadan önce de vardı. O'nun başlangıcı ve sonu yoktur. Ezelîdir, ebedîdir. O halde delîl olmadan da medlûl olabilir. Duman olmadığı hâlde ateşin bulunması gibi. (Fahreddîn Râzî)

MEDRESE:İslâm medeniyetinde üniversite seviyesindeki eğitim ve öğretim müesseseleri.
İnsanlığın bugün sâhib olduğu ilim ve teknik seviyedeki en büyük pay, İslâm memleketlerinde kurulan medreselerde yetişen müslüman âlimlerindir. (İslâm Târihi Ansiklopedisi)
Din ilimlerinden başka, hey'et (astronomi), hesab (matematik), hendese (geometri), hikmet, tıb gibi ilim dallarına da mühim yer veren medreseler; din ve dünyâ ilimlerini, birlikte yürütürdü. İnsanı dünyânın esiri yapmadan, dünyânın fâtihi ve sâhibi y apmak maksadıyla, devletin temel taşı olan din ve devlet adamlarını en mükemmel şekilde yetiştirmeyi sağlardı. (İslâm Târihi Ansiklopedisi)
İmâm-ı Rabbânî, zamânının fen bilgilerinde en mütehassıs idi. Bir mektûbunda; "Oğlum Muhammed, bu günlerde Şerh-i mevâkıf kitâbını tamamladı. Yunan felsefecilerinin hatâlarını anladı" buyuruyor. Bu kitab, İslâm medreselerinin yüksek kısmında son zama nlara kadar okutulan bir fen kitabıdır. (M. Sıddîk Gümüş)

MEDYÛN:Borçlu, borçlanmış kimse.
Dâyine (alacaklıya), medyûnun medyûnu hasm olmaz. Yâni bir kimse ölendeki alacağını, ölene borçlu olandan isteyemez. (Mecelle)
Medyûna zekât verilir. (İbn-i Âbidîn)
 
---> Dini Sözlük

M - 3

MEFHAR-İ MEVCÛDÂT:Mahlûkâtın (yaratılmışların) övündüğü Muhammed aleyhisselâm.
Mefhar-i mevcûdât efendimizin, güzel huylarından, edeblerinden bâzıları şunlardır:
İnsanların en rahat davrananı, en kahramanı, en adâletlisi, en çok affedeni, en cömerdi idi. Kendisinden bir şey istendiğinde, "yok" dediği görülmemiştir. İnsanların en doğru konuşanı idi. Kendi evinde iken, tek başına kalkar, yiyeceğini alır yerdi. İstediği bir şeyi yemek için evdekileri zorlamazdı. Suyu oturarak, üç yudumda ve süzerek içerdi. Ağzını doldura doldura yutmazdı. Bunun için şöyle buyururdu: " Ciğer hastalığı ağzını doldurup yutmaktan gelir." (El-Hadâik-ul-Verdiyye, Abdülmecîd Hânî)
Mefhar-i mevcûdât efendimiz, bir hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurdular: "Peygamberlere minberler kurulacak üzerine oturacaklar. Benim minberim olacak, ben üzerine oturmayacağım. Rabbimin huzûrunda ayakta dikileceğim. Bunun üzerine Allahü teâlâ şöyle buyuracak; "Ümmetine ne yapmamı istiyorsun?" "Yâ Rabbî! Hesâblarını hemen görüver" diyeceğim. Hemen çağrılıp hesapları görülecek; kimi O'nun rahmetiyle, kimi de benim şefâatimleCennet'e girecek. Şefâat etmeye öylesine devâm edeceğim ki, elime isimleri Cehennemliktir diye yazılı bir liste verilecek ve Cehennem hâzini (bekçisi) şöyle diyecek: "Ey Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ! Ümmetin hakkında Rabbimin gazabı için, hiçbir şey bırakmadın." (Şifâ-i Şerîf, Menâhil)
Mefhar-i mevcûdât Muhammed-i Mustafâ'ya salevât. (Süleymân Çelebi)

MEFHÛM-I MUHÂLİF:Lafızda zikredilmeyen mânânın, bizzat zikredilen mânâya, hükümde zıt olan mânâ. Mefhûm-ı muhâlif; Şâfiîlere göre, hüküm için sahîh, mûteber bir delîl olduğu hâlde, Hanefîlere göre böyle değildir.
Mefhûm-ı muhâlifi kabûl edenlerin delîllerinden birisi şudur: Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem: " Sâimede (yılın ekserisini çayırlarda otlayarak beslenen deve, koyun gibi hayvanlara) zekât vardır" buyurmuştur. (Hadîs-i şerîfe göre Sâime olmayanlarda zekât yoktur. Böyle olduğunu Hanefîler dâhil, bütün âlimler kabûl etmiştir. Ancak, İmâm-ı Mâlik (r.aleyh), sâime olmayan hayvanlar için de zekât lâzım geldiğini söylemiştir. (Serahsî)

MEFHÛM-I MUVÂFIK:Lafızda (sözde) zikredilmeyen mânânın bizzat zikredilen mânâya hükümde uygunluğu.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Ana-babaya öf bile deme. (İsrâ sûresi: 23)
Âyet-i kerîmede zikredilen ana-babaya öf demek yasaklandığı gibi mefhûm-ı muvâfık ile onları dövmek ve sövmek de yasaklanmıştır. (Molla Hüsrev)

MEGÂZÎ:Harp tarihi, gazâlara (savaşlara) dâir bilgiler, menkıbeler, hikâyeler.
Megâzî kitabları, dînin temeline âit kitablardan değildir. İslâm dîninin sağlamlığı megâzî kitaplarının doğruluğuna bağlı değildir. Bu kitaplarda mübâlağa (abartma) bulunur. Bunlar, târih kitabı gibidir. (Abdülhakîm-i Arvâsî)
Megâzî sâhasında ilk yazılan kitap Vâkıdî'nin Megâzî'sidir. (Kâtib Çelebi)

MEHÂRİC-İ HURÛF:Kur'ân-ı kerîm harflerinin herbirinin ağızdan ses olarak çıktığı yer.
Kur'ân-ı kerîmi tecvîd üzere okumasını bilmek farz olup, tecvîdi bilmeyen mehâric-i hurûfu gözetemez. Harflerin ağzındaki yerlerini gözetemeyen bir kimsenin okuduğu Kur'ân-ı kerîm ve kıldığı namaz sahîh (doğru) olmaz. (Ebüssü'ûd Efendi)

MEHDÎ:Kıyâmete yakın geleceği, Peygamber efendimiz tarafından haber verilen ve İslâmiyet'i ve adâleti yeryüzüne hâkim kılacak olan mübârek zât.
Yeryüzünü küfür kaplamadıkça ve her yerde küfür ve kâfirlik yayılmadıkça hazret-i Mehdî gelmez. (Hadîs-i şerîf-El-Kavl-ül-Muhtasar)
Mehdî ile müjdelenmiş olun. Mehdî, Kureyş kabîlesinden ve benim Ehl-i beytimden biridir. O, insanların ihtilâf içinde oldukları ve ictimâî sarsıntılar içinde bulundukları bir zamanda çıkar. Mehdî, daha önce zulüm ve cevr ve eziyet ile dolu olan dünyâyı adâlet ve insaf ile doldurur. (Hadîs-i şerîf-El-Kavl-ül-Muhtasar fî Alâmât-il Mehdî)
Mehdî'nin başı hizâsında bir bulut olacaktır. Buluttan bir melek; "Bu Mehdî'dir. Sözünü dinleyiniz" diyecektir. (Hadîs-i şerîf-El-Kavl-ül-Muhtasar)
Beklenilen Mehdî, hazret-i Fâtıma'nın soyundan olacaktır. Mekke'de ortaya çıkacaktır. O zaman müslümanlar halîfesiz olacaktır. O istemediği halde, zor ile halîfe yapılacaktır. Ortaya çıkacağı zaman, yaşı ve ömrü kesin olarak bildirilmiş değildir. (Ahmed Zeyni Dahlan)
Allahü teâlâ, İslâmiyet'i nasıl Resûlullah efendimizle sallallahü aleyhi ve sellem başlatmışsa, hazret-i Mehdî ile sona erdirecektir. Sayıları Bedr gazasında bulunan Eshâb-ı kirâm kadar olan bir grup insan hazret-i Mehdî'ye bî'at edecek (emrine girec ek) ve her zâlim onun karşısında mağlûb olacaktır. Zamânı son derece imrenilecek bir şekilde adâletle dolacaktır. (İbn-i Hacer-i Mekkî)

MEHR (Mehir):Erkeğin evlenirken kadına vereceği ve kadının hakkı olan altın, gümüş veya her hangi bir mal yâhut menfaat.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Nikâh ettiğiniz kadınların mehirlerini seve seve verin. Şâyet ondan bir kısmını gönül hoşluğu ile kendileri size bağışlarsa, onu âfiyetle, râhatça yiyin. (Nisâ sûresi: 4)
Mehr vermemek niyyeti ile nikâh yapan kimse, kıyâmet günü hırsızlar arasında haşr olunacaktır (bulunacaktır) . (Hadîs-i şerîf-Riyâdünnâsihîn)
En bereketli kadın, mehri az olandır. (Hadîs-i şerîf-İhyâ)
Mehrin en azı on dirhem yâni yedi miskal ağırlığındaki gümüş değerinde olan bir miskal (beş gram yâni üçte iki lira) altından az olmamalıdır. Mehrin en çoğu ise tahdîd edilmemiştir (sınır konmamıştır). (B. Mergınânî)
Zevcesinin (hanımının) mehrini vermemek ve insanların dinlerini öğrenmelerine mâni olmak kul haklarının en büyüğüdür. (Hâdimî)
İslâmiyet'te mehr parası evlenmek için değildir. Evliliğin düzenli, mes'ûd olarak devâm etmesi, kadının hak ve hürriyetlerinin korunması, din câhili huysuz erkeğin elinde oyuncak olmaması içindir. Mehr parasını vermek ve çocukların nafaka paralarını her ay ödemek korkusundan erkek zevcesini boşayamaz.

Mehr-i Misl:Mehir söylenmeden veya mehir vermemek şartı ile yapılan bir nikahtan sonra, kadının, baba tarafından akrabâsının kadınlarına bakılarak bunlara verilen mehir kadar verilmesi kararlaştırılan altın, gümüş, mal veya herhangi bir menfeat.

Mehr-i Muaccel:Miktarı tesbit edilen (belirlenen) ve nikâh sırasında erkeğin evleneceği kadına peşin olarak ödemesi gereken altın, gümüş, kâğıt para veya herhangi bir mal yâhut bir menfaat.
Mehr-i muaccelin verilmesi, nikâh yapılınca vâcib olur. (Abdurrahmân Cezîrî)
Zevci (kocası) ölen kadın mehr-i muaccelin bir kısmını almadığını söylerse, bunu mîrâstan alır. (İbn-i Âbidîn)
Mehr-i muaccel, çehiz masrafı olarak düğünden önce verilir. (Feyzullah Efendi)
Nikâh yapılırken, muaccel ve müeccel mehrlerin miktarları tesbit edilir. Bir kağıda yazılıp dâmâd ve mevcûd (bulunan) iki şâhid imzâlayıp zevceye (hanıma) teslim edilir. (Abdullah Mûsulî)

Mehr-i Müeccel:Miktarı nikah yapılırken tesbit edilip, ödenmesi daha sonraya bırakılan yâni erkeğin evleneceği kadına sonra ödeyeceği altın, gümüş, kâğıt para veya herhangi bir mal yâhut bir menfeat.
Mehr-i müeccel, nikâh yapılırken belli edilirse de, verilmesi üç şeyden biri meydana gelince, yâni vaty (hanıma yakın olma hâli) halvet (başbaşa bir odada yalnız kalmaları) ve ikisinden birinin vefâtı ile ödemesi vâcib olur. Zevce (hanım) ölünce, zev c (koca) mehr-i müecceli vârislerine (yakınlarına) verir. Zevc (koca) ölünce, mîrâsından (geriye kalan malından) zevcesine (hanımına) verilir. (Abdurrahmân Cezîrî)
Zevc (koca) zevcesine (hanımına) olan mehr-i müeccel borcunu ayırmalı, öldükten sonra zevcesine verilmesi için vasiyet etmelidir. Vasiyet etmedi ise ölünce mîrâs taksim edilmeden (paylaşılmadan) önce mehrin hepsinin mîrâstan zevcesine hemen ödenmesi lâzımdır. Zevcesini boşayınca, mehrini ödemeyen kimse, dünyâda hapis, âhirette azâb olunur. (Muhammed Hâdimî)
Mehr-i muaccel veya mehr-i müeccel nikahta bildirilmedi ise, kadına mehr-i misl verilmesi vâcib olur. (Abdurrahmân Cezîrî)

MEJDEK:Mîlâdî dördüncü asırda İran'da komünizmi ilk kuran şahıs.
Komünistliği mîlâdî dördüncü asırda ilk çıkaran Mejdek adında bir İranlıdır. Mecûsî idi. Peygamber olduğunu söylerdi. Ona göre; ateşe tapılacaktır. Her şey herkesin malıdır. Zevceleri (kadınları) değiştirmek helâldir. Herkesin malları ve yaşayışları eşittir. Şahsî tasarruf yoktur. Bütün insanlar eşit ve her şeyde ortaktırlar. Biribirinin zevcesini (hanımını) isterse ona vermesi lâzımdır. Zenginler mallarını fakirlere vermelidir. (Ahmed Âsım Efendi)
Mejdek'in kurduğu bozuk yol, tembellerin, serserilerin ve kadına düşkün olan aşağı kimselerin işine geldiğinden çabuk yayıldı. Acem (İran) Şahı Kubâd Şâh da zevkine düşkün biri idi. Bu da Mejdek'in fikirlerini kabûl etti. Kubâd Şâh'ın oğlu Nû'şirevân idâreyi ele alınca Mejdek'i seksen bin adamı ile birlikte kılıçtan geçirterek komünizm belâsını ortadan kaldırdı. (Hüseyin bin Halef)

MEKÎL:Kile ve ölçek ile yâni hacim ile ölçülen mal.
Buğday, arpa, hurma ve tuz dâimâ mekîldir. Tartı ile kullanılmaları mekîl olmalarını değiştirmez. Müsâvî (eşit) olmaları lâzım olduğu zaman hacimlerinin müsâvî olması lâzım olur. (İbn-i Âbidîn)

MEKKE-İ MÜKERREME:Müslümanların kıblesi olan Kâbe-i muazzamanın bulunduğu, Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem doğduğu mübârek şehir.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
O (Allahü teâlâ) sizi Mekke'nin batnında (hudûdu içinde), onlara (kâfirlere) karşı muzaffer kıldıktan sonra onların ellerini sizden, sizin ellerinizi onlardan çekti. Allahü tealâ ne yaparsanız hakkıyla görendir. (Feth sûresi: 24)
Şüphesiz âlemler için bereket ve hidâyet kaynağı olarak insanlar için kurulan ilk ev (mâbed) Mekke'deki (Kâbe) dir. (Âl-i İmrân sûresi: 96)
Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem hicret esnâsında Mekke-i mükerremeden ayrılırken Kusvâ adlı devesini harem-i şerîfe doğru döndürüp mahzûn bir halde " (Ey Mekke!) Vallahi sen Allahü teâlânın yarattığı yerlerin en hayırlı, Rabbim katında en sevgili olanısın. Senden çıkarılmamış olsaydım, çıkmazdım. Bana senden daha güzel, daha sevgili yurt yoktur. Kavmim beni senden çıkarmamış olsaydı çıkmaz, senden başka bir yerde yurt yuva kurmazdım" dedi. (Hadîs-i şerîf-Halebî, Abdülhak-ı Dehlevî)
Mekke-i mükerreme Arabistan Yarımadasının batısında, Kızıldeniz'in doğusunda 21°-30° kuzey enlem, 20°-40° doğu boylamları arasında yer alır. Karataşlı sıradağlar arasında uzun ve kavisli bir vâdide yer almıştır. Şehrin uzunluğu üç, genişliği bir kilo metredir. Etrafı taşlık olup, zirâate (tarıma) elverişli arâzisi yoktur. Şehrin ortasında Mescid-ül-Haram denilen büyük câmi ve Kâbe-i muazzama vardır. Mekke-i mükerremenin târihi, İbrâhim ve oğlu İsmâil (aleyhisselâm) zamânına kadar uzanır. (İslâm Târihi Ansiklopedisi)
Yeryüzünün en kıymetli yeri kabr-i seâdet (Peygamber efendimizin kabr-i şerîfi), bundan sonra Kabe-i muazzama ve bunun etrâfındaki Mescid-i Haram denilen câmidir. Bundan sonra Medîne'deki Mescid-i Nebevî (Peygamberimizin mescidi) içindeki Ravda-i muk addese denilen meydandır. Daha sonra Mekke-i mükerreme şehridir. Görülüyor ki; Ravda-i mütahhera (temiz Cennet bahçesi) Mekke'den daha üstündür demek doğrudur. (İmâm-ı Rabbânî)
Yeryüzünde bir tâne Kâbe vardır. O da Mekke-i mükerreme şehrindedir. Mü'minler hac etmek için Mekke-i mükerreme şehrine gider ve orada Allahü teâlânın emr ettiği şeyleri yaparak hacı olurlar. (Eyyûb Sabri Paşa)

MEKKÎ:Peygamber efendimizin Mekke-i mükerremeden, Medîne-i münevvereye hicretinden (göç etmesinden) önce nâzil olan (inen) âyet-i kerîmeler. Âyet-i kerîmelerin Mekkî olmalarında âlimlerin arasında meşhûr olan görüş budur. Bu hususta başka görüşler de vardı r.
Mekkî ve Medenî (Medîne-i münevvereye nisbet edilen, yâni hicretten sonra nâzil olan) âyet-i kerîmelerin kendilerine mahsus husûsiyetleri vardır. Mekkî âyet-i kerîmeler, umûmiyetle; Allahü teâlâya, meleklerine, kitablarına, peygamberlere (aleyhimüsse lâm) âhiret gününe (öldükten sonraki hayâta) îmân gibi İslâmiyet'in esâsı, temeli olan hususlar, ferdin ve milletin terbiyesi, şirkin (Allahü teâlâya eş, ortak koşmanın) putlara tapmanın bozukluğu, yanlışlığı, delillerle açıklanması v.s. gibi hususlardan bahseder. Mekkî âyet-i kerîmeler kısadırlar. Medenî âyet-i kerîmelerde ise, îmânla ilgili konuların yanında daha çok İslâmiyet'in yaşanması, ibâdetler, insanların birbirleri ile muâmeleleri, âile ve cemiyet içindeki durum ve vazîfeleri gibi hususlar bildirilir. (Zerkeşî)

Mekkî sûreler:İçerisindeki âyet-i kerîmelerin çoğunun Mekkî (hicretten önce inmiş) yâhut, baş kısmı Mekkî âyet-i kerîmeler olan sûreler.
Mushafların (Kur'ân-ı kerîmlerin) bir çoğunda, sûrelere başlık olarak yapılan dikdörtgen içinde şu bilgiler görülür: Bu sûre Mekkî'dir. Şu âyet-i kerîmeler müstesnâ. Onlar Medenîdir veya bu sûre Medenîdir. Şu âyet-i kerîmeler müstesnâ. Onlar, Mekkîdi r. (Zerkeşî)

MEKR:
1. Bir kimseye, hiç beklemediği, ummadığı yerden hîle yapmak, tuzak kurmak sûretiyle zarar vermeye çalışmak.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
(Habîbim) onların (kâfirlerin) seni tekzîbine (yalanlamalarına) ve senden yüz çevirmelerine mahzûn olma, üzülme. Onların sana yaptıkları mekrden dolayı, gönlün daralmasın. (Çünkü, Allah seni, onların mekrinden muhâfaza eder, korur, onlara karşı sana yardım eder.) (Neml sûresi: 70)
2. İstidrâc yâni Allahü teâlânın bir kimseye bir müddete kadar devamlı olarak hakkında hayırlı olmayan nîmetler verip, onun da bunu Allahü teâlânın bir lütfu ve ihsânı, tuttuğu yolun kendisi için iyi olduğunu zannederek aldandığı, gururlandığı, gafle tte bulunduğu, taşkınlık yaptığı ve günahlara daha da daldığı bir sırada, Allahü teâlânın onu âniden azâbı ile yakalayıvermesi.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Allahü teâlânın mekrinden emîn mi oldular. Hüsrâna uğrayanlardan (küfr yâni îmânsızlık ve günâhlar ile, ibret almamak ve tefekkürü terk etmek sûretiyle zararda olanlardan) başkası Allahü teâlânın mekrinden emîn olmaz. (A'râf sûresi: 99)
İnsanın, işine göre, ömür ve rızkı değişir. İyiler kötü, kötüler iyi olarak değiştirilebilir. Böylece birine, ölümüne yakın iyi işler yaptırıp, son nefeste îmân ile gönderir. Başkasına kötü amel işletip, îmânsız gönderir. Bunun için, Resûlullah salla llahü aleyhi ve sellem her zaman; "Allahümme yâ mukallibelkulûb, sebbit kalbî alâ dînik" duâsını okurdu (ki, Ey Büyük Allah'ım! Kalbleri iyiden kötüye, kötüden iyiye çeviren, ancak sensin. Kalbimi, dîninde sâbit kıl, yâni dîninden döndürme, ayırma! demektir). Eshâb-ı kirâm aleyhimürrıdvân bunu işitince: "Yâ Resûlallah! (sallallahü aleyhi ve sellem) Sen de, dönmekten korkuyor musun?" dediklerinde: "Allahü teâlânın mekrinden beni kim te'mîn eder? (bana kim garanti, güven verebilir?)" buyurdu. Çünkü, hadîs-i kudsîde: "İnsanların kalbi Rahmân'ın kudretindedir. Kalbleri, dilediği gibi çevirir" buyrulmuştur. Yâni, Celâl ve Cemâl sıfatları ile kötüye ve iyiye çevirir. (İbn-i Kemâl Paşa)
Şükrünü yerine getirmediği halde kendisine çok dünyâlık, mal, mülk v.s. verilen ve bunların kendisi için Allahü teâlânın mekri olduğunu bilmeyen kimsenin aklında bozukluk vardır. (Hazret-i Ali)
Allahü teâlâdan yüz çeviren birçok kimsenin dünyâ nimetleri içinde yaşadığı görülüp, mahrûm kalmadıkları zan olunuyor ise de, bunlara dünyâ için çalışmalarının karşılığını vermektedir. Yalnız dünyâ için çalışanlara verdiği dünyâlıklar, hakîkatte azâb ve felâket tohumlarıdır. Allahü teâlânın mekridir. Nitekim, Mü'minûn sûresi, elli beş ve elli altıncı âyetinde meâlen; "Kafirler, mal ve çok evlâd gibi dünyâlıkları verdiğimiz için, kendilerine iyilik mi ediyoruz, yardım mı ediyoruz sanıyor. Peygamberime (sallallahü aleyhi ve sellem) inanmadıkları ve dîn-i İslâmı beğenmedikleri için, onlara mükâfât mı ediyoruz, diyorlar. Hayır öyle değildir. Aldanıyorlar. Bunların nîmet olmayıp, musîbet olduğunu anlamıyorlar" buyruldu. Kalblerini Hak teâlâdan yüz çevirenlere verilen dünyalıklar, hep harâblıktır, felâkettir. Şeker hastasına verilen tatlılar, helvalar gibidir. (Senâullah Dehlevî)
3. Allahü teâlânın, mekr yapanların mekrini kendilerine çevirmesi, kötülüklerini, kurdukları tuzakları bozması, mekrlerine karşılık onları cezâlandırması. Buna mekr-i ilâhî de denir.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
(Yâ Muhammed aleyhisselâm!) Hani bir zaman kâfirler seni habsetmeleri yâhut öldürmeleri, yâhut seni Mekke'den çıkarmaları için mekr yapıyorlardı. Onlar mekr yaptılarsa da Allahü teâlâ onların mekrlerini kendi üzerlerine çevirdi (mekr-i ilâhîsi ile muâmele etti. Onları Bedr'e getirdi. Müslümanları gözlerine az gösterdi. Onlar da müslümanlara hücûm ettiler. Fakat mağlûb oldular, yenildiler, hezîmete uğrayıp, öldürüldüler) . (Enfâl sûresi: 30)
Allahü teâlânın mekri insanların mekrinden başkadır. Çünkü onların mekrinde başkasına kötülük ve zarar vermek esastır. Mekr-i ilâhî böyle değildir. Allahü teâlânın mekri, mekr yapanların mekrini bozmak, mekrlerine karşı onları cezâlandırmak sûretiyle umûma hayır ve iyilik olduğu gibi, onlara hadlerini ve mekr yapmanın fenâlığını bildirmek ve bâzılarının tövbelerine sebeb olmak bakımından da mekr yapanların bizzat kendileri için de hayr ve hikmettir. Allahü teâlâ mekr yapanların mekrine, onların beklemedikleri, ummadıkları bir şekilde mukâbele ettiği, karşılık verdiği, bozduğu, gaflet hâlinde iken onları ansızın yakaladığı için, Allahü teâlânın bu fiiline mekr denmiştir. Yoksa Allahü teâlâya doğrudan mekr isnâd edilemez, mâkir (mekir yapan) denilemez. İnsanların mekri ile lafız (söz) bakımından bir benzerlik vardır. Esasta insanlarınkinden başkadır. (Râzî, Senâullah Dehlevî)

Mekr-i İlâhî:Allahü teâlânın mekr (hîle) yapanların mekrini kendilerine çevirmesi, kötülüklerini, kurdukları tuzaklarını bozması, mekrlerine karşılık onları cezâlandırması.

MEKRÛH:Hoş görülmeyen, beğenilmeyen şey. Peygamber efendimizin beğenmediği ve ibâdetin sevâbını gideren şeyler. Yasak olduğu haram gibi kesin olmamakla berâber, Kur'ân-ı kerîmde, şüpheli delil ile, yâni açık olmayarak bildirilmiş veya bir sahâbînin (Peygamb er efendimizin arkadaşlarının) bildirmesi ile anlaşılmış olan yasaklar.
Mekrûh olduğu bildirilen yasak işleri özürsüz yapmak günahtır. (Seyyid Abdülhakîm)
Küçük ve büyük abdesti sıkıştırırken ve yel zorlarken namaza durmak mekruhtur. Namaz arasında zorlarsa, namazı bozmalıdır. Bozmaz ise günâha girer. Cemâati kaçırsa bile, bozması iyi olur. Kerâhetle kılmaktan ise, cemâat sünnetini kaçırmak evlâdır. Na maz vaktini veya cenâze namazını kaçırmamak için mekrûh olmaz. (İbn-i Âbidîn)

MEKTÛBÂT:Din büyüklerinin yakınlarına ve sevdiklerine gönderdiği, nasihat mektublarından meydana gelen kitap.
Muhammed Ma'sûm-i Fârûkî hazretleri Mektûbât kitâbında buyuruyor ki: "Bu kısa ömrde, en mühim işleri yapınız. Geceleri ibâdet yapmağı ve seher vakitlerinde ağlamağı büyük nîmet biliniz. Karanlık geceleri, Allahü teâlâyı hatırlamak ile aydınlatınız. T icârette doğru ve güvenilir olunuz. Fâizden, dîne uygun olmayan alış verişlerden sakınınız." Gel kardeşim dinle benden hoş sözü Söylüyorum sana, esrârı özü. Ahmed-i Serhendî bunu şerh eyledi Gör de Mektûbât'ı bak neyledi. İlm-i nâfi cümle Mektûbâttadır Her ne varsa mahzende hepsi andadır. O kitabdır seâdet hazînesi, Onda tevhîd madde mânâ bilgisi. (M. Sıddîk Gümüş)

Mektûbât-ı Rabbânî:Büyük âlim ve velî İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî hazretlerinin îmân, îtikâd ve tasavvuf bilgilerini öğreten mektublarından meydana gelen pek kıymetli kitab.
Allahü teâlânın kitabından ve Resûlullah'ın hadîslerinden sonra İslâm kitablarının en üstünü, en fâidelisi, Mektûbât(-ı Rabbânî)dır. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

MELÂHİME:Geçmiş ve gelecek devirlere âit haberler, târihî bilgiler ve bunları anlatan kitablar. Harb târihi.
Melâhime kitabları dînin temeline âit kitablardan değildir. Böyle kitablarda mübâlağa bulunur. İslâm dîninin sağlamlığı melâhime kitablarının doğruluğuna bağlı değildir. Bu kitablar târih gibidir. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

MELÂİKE:Allahü teâlânın nûrdan yarattığı latîf, mâsum ve günah işlemeyen kulları. Melekler. (Bkz. Melek)

MELÂMÎ:Allahü teâlânın rızâsını kazanmak için çalışan, bu yolda farzları yapıp, haramlardan sakınan, şöhretten kaçındıkları için nâfile ve sünnetleri gizli yapan kimse. Nefislerini kınadıkları için melâmî adı ile anılmışlardır.
Melâmîler sıdk (doğruluk) ve ihlâsı (yaptıklarını yalnız Allahü teâlânın rızâsı için yapma hâlini) kazanmağa çalışır. İbâdetlerini, yaptığı iyilikleri gizler, sünnetleri ve nâfile ibâdetleri çok yaparlar. Bu ibâdetlerin görünmesinden korkarlar. (Molla Câmî)
Melâmîlerin doğru yolda olanlarına kalender denir. Melâmîlerin yalancı taklidcileri, zındıklardan, dinsizlerden bir kısımdır ki, her türlü günâhı işlerler. Kalblerimiz temizdir, her işi Allah rızâsı için yapıyoruz derler. Riyâdan, gösterişten kurtulu p, hâlis Allah adamı olmak için günâh işliyoruz, derler. Allahü teâlânın ibâdete ihtiyâcı yoktur. Kulların günâh işlemesi O'na zarar vermez. Asıl günâh mahlûkları incitmek, can yakmaktır. İbâdet de insanlara iyilik, ihsân etmektir derler. Bunlar zındık, dinsizlerdir. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Çeşitli kıymetli isimler altında saklanan dinsizler, az değildir. Meselâ melâmî ismi böyledir. Hiç ibâdet yapmayan, her çeşit günâhı, kötülüğü işleyen, İslâmiyet'e uymayan sapıklar, kendilerine melâmî dediler. Hâlbuki melâmîler, beş vakit namaz gibi farzları câmide kılarlar, haramlardan kaçınıp, nâfile ve sünnetleri evlerinde gizli kılar ve şöhretten sakınırlar. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

MELE-İ A'LÂ:En yüksek topluluk, meleklerden veya onların büyüklerinden meydana gelen cemâat, topluluk. Melekler âlemi.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Biz size yakın olan göğü yıldızların ziyâsı ile süsledik. Onu itâattan çıkan her şeytandan koruduk. Ki onlar mele-i a'lâ-yı dinleyemezler. (Sâffat sûresi: 6-9)
Allahü teâlânın râzı olduğu, beğendiği kimseler, sâlihler, dünyâda iken iyi işler yapmış olanlar, vefât ettikten sonra ruhları mele-i a'lâ arasına katılır. Mele-i a'lânın işi, Rablerine yönelmiş olarak devamlı O'nu anmaktır. (Şâh Veliyyullah Dehlevî)
Mele-i a'lâ, Allah ile kulları arasında elçilik vazîfelerini görürler, insanların kalblerine hayır, iyi şeyleri ilhâm ederler, onlar da herhangi bir sebeble hayır düşüncelerinin uyanmasına vesîle olurlar. Allahü teâlânın dilediği yerlerde toplanırlar . (Şâh Veliyyullah Dehlevî)

MELEK:Allahü teâlânın nûrdan yarattığı gözle görülmeyen mâsum (kötülüklerden korunmuş) varlıklar. Çokluk şekli, melâike'dir.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Melekler Allah'ın sözünün önüne geçmezler. Hep O'nun emri ile hareket ederler. (Enbiyâ sûresi: 27)
O'nun (Allahü teâlânın) katındaki melekler, kendisine ibâdet etmekten ne kibirlenirler ne de yorulurlar. Gece gündüz hep Allahü teâlâyı tesbîh ederler, usanmazlar. (Enbiyâ sûresi: 19,20)
Bir kimse bir mü'minin ihtiyâcını karşılamak için yürüse, Allahü teâlâ yetmiş bin meleği ona sâyebân eder. Eğer sabah vakti ise akşama kadar, akşam vakti ise sabaha kadar ona rahmet ile duâ ederler. Allahü teâlâ her bir ayağını kaldırdıkta onun bir günâhını affeder ve bir derece yükseltir. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Hibbân)
Melekler, nûrdan, cinler, dumanı olmayan hâlis bir ateşten yaratıldı. (Hadîs-i şerîf-Müsned-i Ahmed bin Hanbel)
Melekten gelen ilhâm İslâmiyete uygun olur. Şeytandan gelen vesvese İslâmiyetten ayrılmaya sebeb olur. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Melekler, Allahü teâlânın kıymetli kullarıdır. Allahü teâlânın emirlerine isyân etmezler. Emr olunduklarını yaparlar. Evlenmezler, doğurmazlar, çoğalmazlar. Allahü teâlânın azameti, celâli ve büyüklüğünden korkudadırlar. Kendilerine verilen emirleri yapmaktan başka işleri yoktur. (İmâm-ı Rabbânî)
Melekler nûrânî cisimlerdir. Muhtelif şekillere girebilirler. Melek ile cin yaratılış bakımından birbirine yakındır. Melekler, muhteremdir, kıymetlidir. Cin hakirdir, kıymetsizdir. Melekte nûr (ışık) kısmı, cinde ise alev maddesi fazladır. Elbette nû r, zulmetten efdâldir, daha kıymetlidir. Meleklerin, cinnîlere yakınlığı, insanın hayvana yakınlığı gibidir. (Seyyid Abdülhakîm Efendi)
Sayısı en çok mahlûk, meleklerdir. Bunların sayılarını Allahü teâlâdan başka kimse bilmez. Göklerde, meleklerin ibâdet etmedikleri boş bir yer yoktur. Göklerin her yeri, rükûda veya secdede olan meleklerle doludur. Göklerde, yerlerde, otlarda, yıldız larda, canlılarda, cansızlarda, yağmur damlalarında, ağaçların yapraklarında, her molekülde, her atomda, her reaksiyonda, her harekette, her şeyde meleklerin vazîfeleri vardır. Her yerde Allahü teâlânın emirlerini yaparlar. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)

Melek-ül-Mevt:Ölüm meleği, Azrâil aleyhisselâm. (Bkz. Azrâil Aleyhisselâm)
Allahü teâlâ Kur'ân-kerîmde meâlen buyurdu ki:
(Ey Resûlüm onlara) de ki: Sizin canınızı almaya vekil kılınan Melek-ül-mevt canınızı alacak; sonra döndürülüp Rabbinize götürüleceksiniz. (Secde sûresi: 11)
Melek-ül-mevt, rûhunu almağa geldiği zaman, tövbe edinceye kadar izin iste! O meleği kovamazsın. Kudretin var iken, o gelmeden önce tövbe et! O da, bu saattir. Zîrâ, Melek-ül-mevt, âni gelir. (İbrâhim bin Edhem)
Yavrucuğum! Tövbeni tehir etme! Zîrâ melek-ül-mevt âni gelir. (Lokman Hakîm)

Melek-ül-Mukarreb:Huzûru ilâhide bulunan melekler.
... Kıyâmet, Cumâ günü kopar. Melek-ül-mukarreb, yer ve gökler, o günün dehşetinden korkarak feryâd ederler. (Hadîs-i şerîf-Müsned-i Ahmed ibni Hanbel)

MELEKE:Yerleşmiş huy, alışkanlık, tabiat.
Din bilgisini öğreniniz. Geliş-gidişlerinizde, oturup kalkmalarınızda, kısaca her vakit kalbinizi Allahü teâlâyı anmak ve hatırlamakla meşgul ediniz. Böylece dâimâ Allahü teâlâyı hatırlama melekesi hâsıl olur. (Ebü'l-Hayr Fârûkî)
Dünyâda ve âhirette seâdete kavuşmak, rahat etmek isteyen kimse bütün uzuvlarının günâh işlemesine mâni olmalıdır. Günâh işlememek kalbinde meleke hâlini almalıdır. Bunu başarabilen kimseye müttekî veya sâlih denir. (Hâdimî)

MELEKÛT ÂLEMİ:Gözle görülmeyen âlem, ruh ve mânâ âlemi. Buna yalnız Melekût da denir. (Bkz. Âlem)
Eğer şeytanlar, âdem-oğlunun (insanoğlunun) kalblerinde dolaşmasaydı; onlar melekût âlemine bakarlardı. (Hadîs-i şerîf-Ahmed bin Hanbel)
Mîdesini dolduran kimse, melekût âlemine yükselemez. (Hadîs-i şerîf-İhyâu Ulûmiddîn)
Kadir gecesi, melekût âleminin esrârından (sırlarından) bâzı sırların keşf olduğu gecedir. Allahü teâlânın; "Muhakkak O'nu (Kur'ân-ı kerîmi) kadr gecesinde indirdik" buyurmaktan murâdı da budur. (İmâm-ı Gazâlî)
İlmin kaynağı ve hidâyetin (doğru yolun) ışığı olunuz. Evinizde oturun, gece ibâdetle evinizi nûrlandırın. Gönüllerinizden mâsivâyı (Allahü teâlâdan başka her şeyi) çıkarın, fazla süslenmeyin, iki eski elbise yeter. Böyle yapmakla, mülk (madde)âlemin den saklanır (gizlenir), melekût âleminde bilinmiş (tanınmış) olursunuz. (Abdullah ibni Mes'ûd)

MELİK (El-Melik):
1.Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Zâtında, sıfatlarında, hiçbir şeye muhtaç olmayan, her şey varlığında ve varlıkta kalmasında O'na muhtaç olan, her şeyin sâhibi, yaratıcısı.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
O Allahü teâlâ hak ma'bûd'dur. O'nun ortağı yoktur. O melik'tir, mülkü hiç yok olmaz... (Haşr sûresi: 23)
Her gün öğle vakti kim el-Melik ism-i şerîfini yüz kere söylerse, kalbi temizlenir ve üzüntüsü gider. (Yûsuf Nebhânî)
2. Pâdişâh, hükümdar.
Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) Habeşistan meliki Necâşi'ye gönderdiği dâvet mektubunun bir kısmı şöyledir:
"Bismillâhirrahmânirrahim!
Allahü teâlânın resûlü Muhammed (aleyhisselâm) den Habeş meliki Necâşî Eshame'ye!..
Ey melik! Ben seni, eşi ortağı olmayan Allahü teâlâya îmâna, O'na ibâdet etmeye, ve bana tâbi olmaya, Allahü teâlânın bana gönderdiklerine inanmaya dâvet ediyorum. Çünkü ben; Allahü teâlânın bunları tebliğ etmeye me'mûr resûlüyüm. Şimdi ben sana lâzım olan tebligâtı yapmış, dünyâ ve âhiret seâdetini sağlayacak nasihatı etmiş bulunuyorum. Nasihatımı kabûl ediniz. Hidâyete eren, doğru yola kavuşanlara selâm olsun. (Kastalânî, İbn-i Hişâm)

Melik-i Adûd:Hükûmeti, idâreyi kuvvet zoru ile ele geçiren kimse, sultan. Buna halîfe-i câire de denir.
Biz bu işe peygamberlikle ve Allah'ın rahmeti ile başladık. Bundan sonra hilâfet ve rahmet olur. Ondan sonra, melik-i adûd olur. Ondan sonra da, ümmetimde zulm, işkence ve fesâd olur. İpekli giymek, içki içmek ve zinâ helâl yapılır ve yardımcıları çok olur. Kıyâmete kadar böyle gider. (Hadîs-i şerîf-İzâlet-ül-Hafâ)
Hazret-i Muâviye'nin melik (sultan, devlet başkanı) olacağına hadîs-i şerîfle de işâret vardır. Bunun için hazret-i Muâviye, hazret-i Hasen hilâfeti (halîfeliği) kendisine teslim ettikten ve Eshâb-ı kirâm oy verdikten sonra, halîfe-i âdil olmuştur. B u büyük sahâbiye melik-i adûd demek ve bu kelimeye zâlim gibi ağır mânâlar vermek büyük iftirâdır. Hele melik-i adûdu azgın kral diye tercüme etmek ise, büyük bir hatâ ve yanlıştır. (Şâh Veliyyullah Dehlevî)

MEL'ÛN:Lânetlenmiş, tard olunmuş, kovulmuş. (Bkz. La'net)
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki: Ey mel'ûn! Âdem'e niçin secde etmedin? (buyurunca) İblis dedi ki: Ben ondan daha hayırlıyım. Beni ateşten onu ise topraktan yarattın. (A'râf sûresi: 12)
Dünyâ (Allahü teâlânın râzı olmadığı, âhirete zarar veren şeyler) mel'ûndur. Dünyâda, Allahü teâlâ için olanlardan başka her şey mel'ûndur. (Hadîs-i şerîf-Hadîka)
Dünyâlık (haram ve mekrûh) olan şeyler mel'ûndur. Allah için olan şeyler, Allahü teâlânın râzı olduğu şeyler, mel'ûn değildir. (Hadîs-i şerîf-Hadîka)
Ahlâkını, hareketlerini, sözlerini ve şeklini kadınlara benzeten kimseye muhannes denir. Böyle yapanlar mel'ûndur. Bunlar için hadîs-i şerîfte; "Kendilerini kadınlara benzeten erkeklere ve erkeklere benzeten kadınlara Allahü teâlâ la'net etsin." buyruldu. (Abdülhak-ı Dehlevî)

MEMLÛK:Hür olmayan insan. İslâm hukûkunda harbde esir alınıp, İslâm memleketine getirilen kimse, köle. (Bkz. Köle)

MEMNÛ':Yasak. Dînen yasak edilmiş.
Almak memnû' olan şeyi vermek dahi memnû' olur. Meselâ rüşvet almak, alan hakkında memnû' olduğu gibi, vermek dahi veren hakkında memnû'dur. (Mecelle: 34)
İşlenmesi memnû' olan şeyin istenmesi dahi memnû' olur. Yâni bir şeyin işlenmesi yasak ise, o şeyin yapılmasını başkasından istemek ve yapılmasına vâsıta ve âlet olmak dahi memnû'dur. Meselâ, bir kimsenin başkasına eziyet ve mal veya canına zarar ver mesi ve rüşvet alması ve yalan yere şâhitlik yapması memnû' işlerden olduğu gibi, bunları başkasına yaptırması veya teşvik etmesi ve zorlaması da memnû'dur. (Mecelle: 35)
Zarûretler, memnû' olan şeyleri mubâh kılar. Mâni zâil, yok oldukta memnû' avdet eder (geri gelir). Meselâ bir kimsenin avret mahalline (yerine) bakmak memnû' ise de, yara ve başka hastalık hâlinde zarûret hâli sebebiyle hekim (doktor) ve cerrâh ebe gibi kimselerin bakması mubâh olur. (Mecelle: 21)

MEN VE SELVÂ:Mûsâ aleyhisselâmın duâsı ile Allahü teâlânın İsrâiloğullarına gökten yağdırdığı kudret helvası (men) ve bıldırcın eti (selvâ).
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Biz Tîh sahrâsında sizin üzerinize bulutla gölge yaptık. Size men ve selvâ gönderdik ve dedik ki
msn_confused.gif
ize rızık olarak verdiğimiz bu helâl, güzel şeylerden yiyin (fakat sonrası için biriktirmeyin dedik. Biriktirdikleri ise kurtlandı, yiyemediler. Böyle y aparak itâatsizlikte bulunmakla) onlar bize zarar vermediler, bize zulmetmediler. Bilâkis kendi nefislerine zulmettiler. (Bekara sûresi: 57)
İsrâiloğulları Tîh sahrâsına düştüklerinde yiyecek istediler. Mûsâ aleyhisselâmın duâsı bereketiyle Allahü teâlâ onlara men indirdi. Men'in ne olduğu husûsunda değişik rivâyetler vardır. Demişlerdir ki: "Allahü teâlâ bu men'den her gece yapraklar üze rine her kişi için yetecek miktârda yağdırdı. Bunu yiyen İsrâiloğulları; "Ey Mûsâ! Tatlı yemekten usandık. Allahü teâlâya duâ et de bize yiyecek et versin" dediler. Mûsâ aleyhisselâm duâ etti. Allahü teâlâ onlara selvâ indirdi. Her kişi men ve selvâd an bir gece ve bir gün yiyeceği kadar alırdı. İsrâiloğulları bu nîmetin de kıymetini bilmediler. Men ve selvâdan bıktık; bakla, soğan, gibi şeyler isteriz dediler. Nîmete şükretmediler. Men ve selvâyı da depo edip biriktirmeye başladılar. Fakat bunlar kurtlanıp bozuldu, yiyemediler. (Sa'lebî, Kisâî, Nişancızâde)

MENÂKIB:Menkıbeler. Velîlerin, Allahü teâlânın sevgili kullarının güzel iş, hareket, söz ve kerâmetlerini konu edinen hikâye ve hâtıralar, bu hususta yazılmış kitapları. Menkabenin çokluk şeklidir. (Bkz. Menkıbe)
Menâkıb, Allahü teâlânın ordularından bir ordudur. Allahü teâlâ onunla tasavvuf yolcularının (müridlerin) kalblerini kuvvetlendirir. Bu sözümüzün delîli; "Biz sana peygamberlerin kıssalarını anlatıyoruz, bununla kalbini tesbit ve takviye ediyoruz" meâlindeki Hûd sûresi 20. âyet-i kerîmesidir. (Cüneyd-i Bağdâdî)
Evliyânın menâkıbını dinlemek, onlara olan muhabbeti, sevgiyi artırır; Eshâb-ı kirâmın (Peygamber efendimizin arkadaşlarının) menkıbeleri îmânı kuvvetlendirir. (Seyyid Sıbgatullah)

MENÂSİK:Nüsükler. Hacda belli yerlerde ve belli zamanlarda yapılan belli ibâdetler, vazifeler. Nüsük kelimesinin çoğuludur. (Bkz. Nüsük)
Haccın menâsikini benim yaptığım gibi yapın. (Hadîs-i şerîf-Müslim)
Tavâf (Kâbe etrâfında yedi kere dönmek) ve sa'y (Safâ ve Merve arasında gelip gitmek) hac ve ömrenin menâsikindendir. (M.Zihni Efendi, A.Haskefî)

Menâsik-i Hac:Haccın nüsükleri.
Âdem aleyhisselâm menâsik-i haccı yaptığında, melekler gelerek kendisini tebrik etti ve haccın mebrûr (kabûl) olsun; biz burayı senden iki bin sene evvel ziyâret ettik dediler. (İmâm-ı Gazâlî)

MENDÛB:Yapılması hâlinde sevâb, yapılmazsa günâh olmayan şeyler. Edeb ve müstehab da denir.
Namaz vakti girmeden önce abdest almak mendûbdur. (İbrâhim Halebî)
Abdest alıp namaz kıldıktan sonra bu abdest bozulmadan tekrar abdest almak mendûbdur. (Muhammed bin Kutbüddîn İznikî)
Mendûbları yapmak sevâb olur, yapmamak, suç değildir. Sevâbından mahrûm kalınır. (Alâüddîn Haskefî)

MENFEAT:Fayda, çıkar.
Bir malı, bir evi kirâya vermek; menfeatini belli bir karşılıkla satmak demektir. (Abdullah Mûsulî)
Her menfeat getiren borç ribâ (fâiz)'dir. (İbn-i Âbidîn)
Bir kimse ibâdetlerini dünyâ menfeati düşünmeden yaparsa, ihlâsla amel edenlerden olur. (Hâdimî)
Bir kimse dünyâ menfeati için sana yaklaşırsa, ondan uzak dur. Menfeatini düşünen kimseyi kendin için tehlikeli kabûl et. (Ebüssü'ûd el-Bâzinî)

MENHÎ:Nehyedilen, yasaklanan şey.
Abdest alırken bâzı menhîler vardır. Bunları yapmak haram veya mekrûhtur. Sağ el ile sümkürmek, kıbleye ve mushafa karşı ayak uzatmak mekrûhtur. Mushaf yüksekte ise, mekrûh olmaz. Tahâretlenmek için birinin yanında avret (ayıb) mahallini açmak haramd ır. (Halebî)
Dîn-i İslâm'ın temeli, îmânı, farzları ve haramları öğrenmek ve öğretmektir. Ayrıca dînimizce bildirilen bâzı menhîler vardır ki, bütün müslümanların bunları iyi öğrenmesi lâzımdır. (Yûsuf Sinânüddîn)

MENÎ:Yerinden şehvetli (lezzetli) veya şehvetsiz olarak kopup, ayrılıp, erkekten koyu beyaz, kadından akıcı sarı olarak gelen sıvı.
Erkek olsun kadın olsun menî şehvetle çıkınca veya ihtilâm ile yâni rüyâda şehvetlenip uyandığı zaman menî veya mezy akmış olduğunu gören kimse, cünüp olur yâni gusül (boy) abdesti alması lâzım gelir. (İbn-i Âbidîn)
Dayak yemek, ağır bir şey kaldırmak veya bir yerden düşmek gibi sebeplerle (şehvetsiz) menî çıkınca, Hanefî ve Mâlikî mezheblerinde gusül abdesti almak lâzım olmaz. Şâfiî mezhebinde ise, lâzım olur. Şâfiî mezhebini taklid eden Hanefî'nin, buna da dik kat etmesi lâzımdır. (İbn-i Âbidîn)
Hanefî mezhebinde menî, mezy ve idrârdan sonra çıkan vedî ismindeki beyaz, bulanık, koyu sıvı, kaba necâsettir. (İbn-i Âbidîn)

MENKIBE (Menkabe):Bir zâtın güzel iş, söz ve hallerini, hayâtını konu edinen hikâye ve hâtıralar. Çoğulu menâkıbdır. (Bkz. Menâkıb)
Ebû Bekr'in radıyallahü anh bir menkıbesinde şöyle anlatılır: Hazret-i Ebû Bekr bir defâsında şüpheli bir şey yemişti. Bunu anlayınca, hemen zorla istifrâ edip (kusup), mîdesini boşalttı ve sonra şöyle duâ etti: "Allah'ım! Bilmeden yaptım. Çıkarabild iğim kadarını çıkardım. Beni bundan ve damarlarımda kalanlardan hesâba, sorguya çekme" diye yalvardı. (A. Şa'rânî)
Osman radıyallahü anh hakkında bir menkıbe de şöyledir: Bir gün hazret-i Osman, kölesinin kulağını biraz şiddetli çekmişti. Sonra bu yaptığına pişmân oldu. Kölesine; "Ben senin kulağını nasıl çekmişsem, sen de benim kulağımı öyle çek" buyurdu. Köleni n edebinden yapmak istemediğini görünce ısrâr etti. Aynısını yaptırıp, onunla helâllaştı. (Yûsuf Nebhânî)
Hazret-i Ebû Bekr'in menkıbeleri, tevâzuu ve cömertliği dillerde destan olmuştur. 142 hadîs-i şerîf bildirmiştir. Kur'ân-ı kerîmi toplayarak İslâmiyete en büyük hizmeti yapmıştır. Ensâb ilminde çok ileri olup eşi yok idi. (M. Sıddîk Gümüş)

MENKÛL:
1.Nakledilebilen, taşınabilen.
Menkûl malların kabz edilmeden önce satılması câiz değildir. (Mecelle)
Vakıf veya mîrî yer üzerindeki ağaçlar ve binâlar menkûl kabûl edilir. (Mecelle)
2.Başkasından bildirilen, ulaşan haber, söz. (Bkz. Nakil)

MENNÂN (El-Mennân):"Çok ihsân eden" mânâsına Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden).

MENSÛH:Hükmü yürürlükten kaldırılmış. Sonraki hükümle değiştirilmiş dînî hüküm. (Bkz. Nesh)
Dört mezheb imâmının ve bunların yetiştirdiği büyük âlimlerin bir hadîs-i şerîfi görmemelerine imkân ve ihtimâl yoktur. Onlardan hiçbirinin bir hadîs-i şerîfe uymaması bu hadîsin mensûh veya tevili, îzâhı olduğuna icmâ hâsıl olur. (Senâullah Dehlevî)
Mezheb imâmının bildirdiği bir meseleye muhâlif bir hadîs-i şerîf görülürse, bunu mezheb imâmı veya talebesi olan müctehidler görmüş olup, mesûh olduğu veya delîli noksan olup, sıhhati (doğruluğu) sâbit olmadığı bilinmeli. Bu meselenin başka sahîh ha dîsten alınmış olduğu düşünülmelidir. (Dâvûd bin Süleyman)
Ehl-i sünnet âlimleri, Kur'ân-ı kerîmdeki muhkem (hüküm bildiren), müteşâbih (mânâsı kapalı), nâsih (hükmü kaldıran) ve mensûh âyet-i kerîmeleri ayırmışlardır. Mukallid olanların bu hususta müctehid imâmlara tâbi olmaları lâzımdır. (İbn-i Hümâm)

MERDÛD:
1. Reddedilen, kabûl edilmeyen.
Bir kimse, dinde olmıyan bir şey, bir yenilik meydana çıkarırsa, bu şey merdûddur. (Hadîs-i şerîf-Hadîka)
Allahü teâlânın düşmanlarını sevmek, insanı Allahü teâlâdan uzaklaştırır. Teberrî etmedikçe, tevellî olmaz; yâni düşmandan uzaklaşmadıkça, dosta dostluk olmaz. Düşmanlık, düşmanlara yapılmalıdır. Dostlara düşmanlık merdûddur. (İmâm-ı Rabbânî)
"Peygamber efendimizi rüyâda gördüm. Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk da yanında idi. Resûlullah efendimiz buyurdu ki: "Yâ Ebâ Bekr! Ahmed'in (İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin) makbûlü (Kabûl ettikleri, beğendikleri) benim makbûlümdür ve Allahü teâlânın makbûl üdür. Ahmed'in merdûdünü ben ve Allahü teâlâ sevmeyiz." (Ahmed Fârûkî)
İnsanoğlu son nefeste rûhunu teslim edeceği zaman, susayarak ve yüreği yanıp tutuşarak dört yanına bakar. İnsan bu hâldeyken, şeytan fırsat bulup, îmânını almak için, başının ucuna gelir. O merdûd, elinde bir kadeh tutar. İçinde buzlu su, hastanın ba şının ucunda o kadehi çalkalar ve; "(Hâşâ) Âlemlerin yaratıcısı yoktur dersen, bu suyu sana veririm" der. (İmâm-ı Gazâlî)
2. Allahü teâlânın huzûrundan kovulmuş, reddedilmiş mânâsına, şeytan.

MERFÛ' HADÎS:Sahâbe-i kirâmın (Resûlullah efendimizin sohbetinde yetişmiş mübârek arkadaşlarının); "Resûlullah'tan işittim, böyle buyurdu" diyerek haber verdikleri hadîs-i şerîf. Buna, hadîs-i mevsûl de denir. (Bkz. Hadîs)

MERHABA:
1."Hoş geldiniz" mânâsına iltifât tâbiri.
Fakîrler, bir adamı Resûlullah efendimize gönderdiler. Adam; "Ben, fakirlerin sana gönderdikleri bir elçiyim (görevliyim)" deyince; Peygamber efendimiz; "Sana ve seni gönderenlere merhabâ, onlar benim sevdiğim kimselerdir" buyurdu. (Hadîs-i şerîf-İhyâu Ulûmiddîn)
Buhârî ve Müslim'in rivâyet ettiği (naklettiği, bildirdiği) mîrâc (Peygamberimizin göklere çıkarıldığı, bilinmeyen yerlere götürüldüğü gece) ile ilgili hadîs-i şerîfte, Resûl aleyhisselâm, mîrâc yolculuğunda yedi semâ (gök) katında da; "Merhabâ" diye rek karşılanmıştır. (Abdülhak-ı Dehlevî)
Kelime-i şehâdet getirmenin (Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlüh demenin) yüz otuz kadar faydası vardır. Bunlardan ölürken olan faydasından birisi de; Merhabâ ey mü'min! Sen cennetliksin" denmesidir. (M. Ali Nâsıf) Merhabâ ey uşşâka sâkî merhabâ Merhabâ ey âli sultân merhabâ Merhabâ ey derde dermân merhabâ Merhabâ ey şefî'-i rûz-i cezâ Merhabâ sen rahmetenli'l-âlemîn.
(Süleymân Çelebi)
2."Râhat oturun" mânâsına bir iltifat tâbiri.

MERHALE:Menzil, konak. İki konak arası. Bir kimsenin bir günde yürüdüğü yol.
Merhale otuz dört kilometre ve beş yüz altmış beş metredir. Bir kimsenin bir günde yürüdüğü yoldur. Akşama kadar hep yürümesi şart değildir. Kısa günde sabah namazından, öğleye kadar yürümesi kâfidir. (İbn-i Âbidîn)

MERHAMET:Şefkat, acıma, bağışlama.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
... Allahü teâlâ kullarına çok merhamet edicidir. (Bekara sûresi: 207)
... Allahü teâlâ sonsuz mağfiret ve nihâyetsiz merhamet sâhibidir. (Zümer sûresi: 53)
Birbirlerine merhamet edenlere Allahü teâlâ merhamet eder. O, merhamet edicidir. Yeryüzündekilere merhamet ediniz ki, gökte olanlar da size merhamet etsin. (Hadîs-i şerîf-Mişkât)
Allahü teâlâ merhameti yüz parçaya ayırdı. Doksan dokuzunu kendi katında alıkoydu. Yeryüzüne birtek parça indirdi. Bu bir parça yüzünden mahlûkât (yaratıklar) birbirine merhamet ederler. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Mâce)
Şeytan; "Allahü teâlâ rahîmdir, affeder" diyerek insanı günâh işlemeğe sürükler. Hâlbuki kıyâmet günü düşmanlara merhamet olunmayacaktır. (İmâm-ı Rabbânî)
Ey oğlum! Merhamet eden merhamet bulur. Sükût eden selâmete erer. Hayır söyleyen kâr eder, kazanır. Kötü konuşan, günâhkâr olur. Diline hâkim olmayan pişman olur. (Lokman Hakîm)
Gençlikte Allahü teâlânın kahrından, azâbından korkmak, titremek lâzımdır. İhtiyarlıkta affına, merhametine sığınmalıdır. (Ahmed Fârûkî)

MERTEBE:Derece, makam.
Mukarreb olan büyükler nefislerine köle olmaktan kurtulmuşlardır. Allahü teâlâ için hâlis kul olmuşlardır. Bu mertebe mukarreblerin en üstün derecesidir. (İmâm-ı Rabbânî)
Vilâyet yâni evliyâlık mertebelerinin sonu, en yükseği Abdiyyet makâmıdır. Vilâyet derecelerinde, Abdiyyet makâmının üstünde hiçbir derece yoktur. (İmâm-ı Rabbânî)

Mertebe-i Vehm:Var olmadığı halde, var görünen.
Bir ipin ucuna bir taş bağlayıp, öteki ucundan tutup, ipi elimiz etrâfında çevirirsek, dönen taş, karşıdan dâire şeklinde görünür. Dönen taş, nokta-i cevâledir (dönen noktadır). Görünen dâire de vehmîdir, hayâlîdir. Aslında dâire yoktur. Yalnız bir g örünüştür. İşte Allahü teâlâ bütün mahlûkları mertebe-i vehmde yaratmıştır. Fakat görünüşlerini devâm ettirmektedir. Âlem mevhumdur sözünün mânâsı budur. (İmâm-ı Rabbânî)
Hâriçte mevcûd olan yalnız Allahü teâlâdır. Mehlûkların hepsi mertebe-i vehmde olup, O'nun kudretinin görünüşleridir. (İmâm-ı Rabbânî)
Hak teâlâ eşyâyı his ve mertebe-i vehmde yaratmıştır. Onları varlıkta durdurmaktadır. Ebedî işleri ve sonsuz azâb ve nîmetleri bunlara bağlı kılmıştır. (İmâm-ı Rabbânî)

MERVE:Kâbe-i muazzamanın yakınında bulunan ve hacda, aralarında sa'y denilen ibâdetin yapıldığı iki tepeden biri. (Bkz. Safâ ve Merve)
Son yapılan asfalt caddelere göre, Mina ile Mekke arası dört buçuk, Mina ile Müzdelife arası 3.3 ve Müzdelife ile Arafat arası 5.4 kilometre, Safâ ile Merve arası üç yüz otuz metre, Safâ tepesindeki kemer ile Kâbe arası yetmiş metre oldu. (M. Sıddîk Gümüş)

MESÂNÎD:Meşhûr ve çok kıymetli hadîs kitablarından; İmâm-ı Ahmed bin Hanbel'in "Müsned'i", Ebû Ya'lâ'nın "Müsned'i", Abdullah Dârimî'nin "Müsned'i" ve Ahmed Bezzâr'ın "Müsned'i"nin hepsine birden verilen isim. (Bkz. Müsned)

MESBÛK:Cemâatle namaz kılınırken imâma birinci rek'atte yetişemeyen yâni ilk rek'atin rükûundan sonra imâma uyan kimse.
İmâm iki tarafa selâm verdikten sonra, mesbûk ayağa kalkarak yetişemediği rek'atleri kazâ eder (kılar) ve kırâatleri (okumayı) birinci, sonra ikinci, sonra üçüncü rek'at kılıyormuş gibi okur. Oturmağı ise, dördüncü, üçüncü ve ikinci rek'at sırası ile yâni sondan başlamış olarak yapar. (Halebî)

MESCİD:Müslümanların ibâdet yaptıkları yer.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmelerde meâlen buyurdu ki:
De ki: "Rabbim adâleti emr buyurdu. Her mescidde yüzünüzü kıble tarafına çevirin ve dinde samîmi olarak O'na ibâdet edin. İlkin sizi nasıl O yarattı ise, yine O'na döneceksiniz. (A'râf sûresi: 29)
Ey âdemoğulları! Her mescid huzûrunda namaz kılacağınız zaman zînetinizi (avretinizi örten elbisenizi) giyiniz. Yiyin-için, ama isrâf etmeyin. Çünkü Allahü teâlâ isrâf edenleri sevmez. (A'râf sûresi: 31)
Mescidleri yol yapmayınız! Mescidlere zikr ve salât (namaz) için giriniz. (Hadîs-i şerîf-Künûz-ül-Hakâyık)
Her kim Allahü teâlânın rızâsını umarak küçük veya büyük bir mescid yaparsa, Allahü teâlâ da ona Cennet'te köşk yapar. (Hadîs-i şerîf-Tirmizî)
Arz kıtalarının efdali (kıymetlisi) mescidlerdir. Câmi ehlinin de en efdali, ilk girip son çıkandır. İlk cemâate gelen, ilk müslüman olan gibidir. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
Mescidler yeryüzünde Allahü teâlânın evleridir. Mescidde namaz kılanlar, Allahü teâlânın misâfirleridir. (Hazret-i Ömer-ül-Fârûk)
Mescide giren münâfıklar, kafesteki serçe kuşlarına benzer. Kafesin kapısı açılır açılmaz uçarlar, kaçarlar. (İmâm-ı Mâlik)
Mescidde oturan kimse, Allahü teâlânın huzûrunda demektir. (Hazret-i Ömer-ül-Fârûk)
Ne mutlu evlerini mescid yapanlar. Mescidler, takvâ sâhiplerinin (haramlardan ve günâhlardan sakınanların) evleridir. (Ka'b-ül-Ahbâr)

Mescid-i Aksâ:Kudüs'te Süleymân aleyhisselâm tarafından yaptırılan mescid. Beyt-i Mukaddes (Makdis).
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
(Her türlü noksanlıktan) münezzeh bulunan (Allah) , kulunu (Muhammed sallallahü aleyhi ve sellemi) geceleyin (Mekke'deki) Mescid-i Harâm'dan alıp, kendisine âyetlerimizi gösterelim diye; etrâfını mübârek kıldığımız Mescid-i Aksâ'ya götürdü. Muhakkak O Semî'dir (işitendir) ve Basîrdir (görendir). (İsrâ sûresi: 1)
Resûlullah efendimiz yatağında iken uyandırılıp, mübârek bedeni ile Mekke şehrinden Kudüs'teki Mescid-i Aksâ'ya ve oradan göklere ve yedinci gökten sonra Allahü teâlânın dilediği yerlere götürüldü. Mîrâca böyle inanmak lâzımdır. (M. Hâlid-i Bağdâdî)
Resûlullah efendimiz Mîrâc gecesi, Mescid-i Aksâ'da peygamberlere imam olup, yatsı yâhut sabah namazını kıldırdı. (M. Hâlid-i Bağdâdî)
1099 yılında haçlı ordusu Kudüs'e girdi.Şehirdeki halkın hepsini kılınçtan geçirdi. Mescid-i Aksâ'ya sığınmış olan yetmiş binden ziyâde müslüman öldürdü. Bunlar içinde âlimler, zâhidler, eli silah tutmaz ihtiyarlar çoktu. (Ahmed Cevdet Paşa)

Mescid-i Dırâr:Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz zamânında münâfıkların (inanmadıkları hâlde, müslüman görünenlerin) fitne, fesâd yuvası ve silah deposu olarak Kubâ'da yaptırdıkları mescid.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyuruyor ki:
Bir de şunlar var ki, küfür için, mü'minlerin arasına tefrika (ayrılık) sokmak için ve bundan evvel Allah ve Resûlü ile harb edeni (râhip Ebû Amr'ın gelmesini) beklemek ve gözetmek için Mescid-i Dırârı yaptılar. Bununla berâber, hüsn-i niyetten başka bir murâdımız yoktu diye yemîn de ederler. Fakat Allah şâhid ki, bunlar şeksiz şüphesiz yalancıdırlar. (Tevbe sûresi: 107)

Mescid-i Harâm:Ka'be-i muazzamanın etrâfında üstü açık olan câmi.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
(Namazda) yüzünü Mescid-i Harâm tarafına çevir. Bu emir Rabbinden gelen bir gerçektir. Allah sizin yaptıklarınızdan gâfil değildir. (Bekara sûresi: 149)
Mescid-i Harâm'da namaz kılmanın fazîleti, benim bu mescidimde (Mescid-i Nebî) yüz namaz kılmaktan daha fazîletlidir. (Hadîs-i şerîf-Müsned-i Ahmed bin Hanbel)
Kâbe ve etrâfındaki Mescid-i Harâm, müslümanların namazda kıblesidir. Buraya dönmeleri farzdır. Yeryüzünde ilk mescid, Ka'be etrâfındaki Mescid-i Harâmdır. Her tavâftan sonra Mescid-i Harâm içinde iki rek'at namaz kılmak sünnettir. (Eyyûb Sabri Azrakî, İbn-i Âbidîn)
Hazret-i Ömer zamânından önce Mescid-i Harâmın duvarları yıkıktı. Ka'be'nin etrâfında bir meydancık ve sonra evler vardı. Halîfe Ömer, Ka'be etrâfına bir metreye yakın yükseklikte duvar çevirerek Mescid-i Harâm meydana geldi. Sonra da muhtelif zamanl arda yenilendi. Bugünkü şekli on yedinci Osmanlı Pâdişâhı Dördüncü Sultan Murâd Han tarafından yapılmıştır. (Eyyûb Sabri)
Mescid-i Harâm, Arabistan'daki Mekke-i mükerreme şehrinde olup, etrâfında üç sıra kubbe vardır. Kubbeleri beş yüz adettir. Kubbelerinin altında 462 direk vardır. Mescid-i Harâm dikdörtgen gibi olup, kuzey duvarı 164, güneyi 146, doğu duvarı 106, batı sı 124 metre uzunluğundadır. Mescid-i Harâmın 19 kapısı olup, doğu duvarında dört, batıda üç, kuzeyde beş, güneyde yedidir. Yedi minâresi vardır. (M. Sıddîk Gümüş)

Mescid-i Hîf:Yetmiş peygamberin namaz kıldığı bildirilen Minâ'daki mescid.
Mescid-i Hîf'te yetmiş peygamber namaz kıldı. Onlardan birisi Mûsâ aleyhisselâmdır, sanki ben onu katvani iki aba giymiş gibi deve üzerinde ihramlı görür gibiyim. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
Eğer Mekkeli olsaydım, her Cumartesi Minâ'ya gidip, Mescid-i Hîf'te namaz kılardım. (Ebû Hüreyre)

Mescid-i Kıbleteyn:Peygamber efendimiz Medîne-i münevverede öğle veya ikindi namazında iken kıblenin Kudüs'ten Kâbe'ye döndürülmesi emrinin geldiği mescid.

Mescid-i Kubâ:Resûlullah efendimizin Mekke'den Medîne'ye hicret ederken Kubâ köyünde yaptıkları mescid.
Câmilerin efdali (en üstünü)Kâbe-i muazzama, sonra bunun etrâfındaki Mescid-i Harâm, sonra Medîne-i münevveredeki Mescid-i Nebî, sonra Kudüs'teki Mescid-i Aksâ ve sonra Medîne-i münevvere şehri yanındaki Mescid-i Kubâ'dır. (Alâlüddîn Haskefî)

Mescid-i Nebî:Peygamber efendimizin, hicretten sonra Eshâb-ı kirâm (mübârek arkadaşları) ile birlikte Medîne-i münevverede inşâ ettiği mescid, câmi. Mescid-i Resûl, Mescid-i Saâdet ve Mescid-i Şerîf de denilmektedir.
Yalnız üç mescide ziyâret için gidilir. Mescid-i Harâm, Mescid-i Nebî, Mescid-i Aksâ. (Hadîs-i şerîf-Minhat-ül-Vehbiye, Şevâhid-ül-Hak)
Sultan Abdülmecîd Han, Mescid-i Nebî'nin eski şeklini, İstanbul'da Hırka-i Şerîf Câmiinde bulundurmak için emir buyurmuş, bunun için, 1267 senesinde, mühendis mektebi hocalarından binbaşı ressam Hacı İzzet Efendi Medîne'ye gönderilmiştir. İzzet Efend i, her yeri ölçerek elli üç defâ küçültülmüş bir modelini yapıp İstanbul'a gönderdi. Sultan Abdülmecîd Han'ın yaptırdığı Hırka-i Şerîf Câmiine kondu. (Eyyûb Sabri Paşa)
Medîne'de yaşayanların, kuraklık olduğu zaman yağmur duâsı için Mescid-i Nebî'de toplanmaları daha iyi olur. Çünkü orada Resûlullah efendimizden başka bir şey vâsıtasıyla Allahü teâlâdan bir şey istenmez ve bir şeye kavuşulmaz. Resûlullah efendimizin de, Mescid-i Nebî içinde yağmur duâsı yapmış olduğu Buhârî'de ve Müslim'de yazılıdır. Duâ edilen yer, ne kadar şerefli ise, rahmet yağması o kadar çok olur. (Hasen Şernblâlî)
Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem âşıklarının temiz kalblerinden çıkan sözler, edebe, saygıya uygunsuz görünürse, bunlara bir şey dememeli, susmalıdır. Buradaki edeblerden, saygılardan biri de susmaktır. Âşıklardan biri, Kabr-i seâdetin yanın da her sabah ezân okur, namaz uykudan daha iyidir derdi. Mescid-i Nebî hizmetçilerinden birisi, Resûlullah'ın huzûrunda terbiyesizlik yapıyorsun diyerek, bunu dövdü. Bu da; "Yâ Resûlallah! Yüksek huzûrunuzda adam döğmek, söğmek, edebsizlik sayılmaz m ı?" dedi. Biraz sonra döğen kimsenin felç olduğu, eli ayağı tutmadığı görüldü. Üç gün sonra da öldü. (Hâfız Ebü'l-Kâsım, Sâbit bin Ahmed Bağdâdî)

Mescid-i Seâdet:Mescid-i Nebî.
Mescid-i Seâdeti tâmir ve tezyîn için Sultan Abdülmecîd Han kadar çok para harcayan ve gayret eden hiçbir kimse olmamıştır. Harameyni tâmir için yedi yüz bin altın sarfetmiştir. Tâmir 1277 (m. 1861)de tamam olmuştur. Her gün Resûlullah'a bir hizmette bulunmuştur. Bu yolda keşf ve kerâmetleri de görülmüştür. (Eyyûb Sabri Paşa)
Ahmed bin Muhammed Sofî (rahimehullahü teâlâ) diyor ki, Hicaz çöllerinde varlığım kalmadı. Medîne'ye Mescid-i Seâdete geldim. Hücre-i Seâdet yanında Resûlullah'a selâm verdim. Bir yana oturup uyudum. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) görünüp; "Ahmed geldin mi?Avucunu aç!" buyurdu. Avucumu altınla doldurdu. Uyandım. Ellerim altın dolu idi. (Merrâkûşî)

Mescid-i Şerîf:Mescid-i Nebî.
Medîne şehrindeki Mescid-i şerîf'i hicretin birinci senesinde Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), Eshâb-ı kirâm ile birlikte yaptılar. Hicretin ikinci senesi, Receb ayında, kıblenin Kudüs'ten Kâbe'ye dönmesi emrolununca, mescidin Mekke'ye karşı olan kapısı kapatılıp karşı tarafa, yâni Şam tarafına yeni bir kapı açıldı. Şimdi bu kapıya Bâb-üt-tevessül denmektedir. Medîne'de, Kudüs'e karşı on altı ay kadar namaz kılındı. Mekke'de iken, önce Kâbe'ye karşı namaz kılınırdı. Hicretten az bir zaman önce, Kudüs'e karşı kılınması emrolundu. Mescid-i Şerîf'in kıblesi değiştirilirken, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Kâbe'yi mübârek gözleri ile görerek, kıblenin cihetini tâyin eyledi. Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) namaz kıldığı yer, minber ile Hücre-i Seâdet arasında olup, minbere daha yakındır. Haccâc'ın Medîne-i münevvereye gönderdiği mıshaf, büyük bir sandık içinde olduğundan, bu sandık, bu yerin önündeki direğin sağ tarafına konulmuştu. Buraya ilk mihrâbı Ömer bin Abdülazîz koymuştur. (Eyyûb Sabri Paşa)
Fıkıh âlimlerimiz (rahimehümullahü teâlâ) hac vazifesini yaptıktan sonra, Medîne-i münevvereye gelerek Mescid-i Şerîf'te namaz kılarlardı. Sonra Ravda-i Mutahhera ile minber-i münîri ve Arş-ı a'lâdan efdal olan Kabr-i şerîfi, sonra oturdukları, yürüd ükleri, dayandıkları yerleri, vahy geldiği zaman dayandıkları direği ve mescid yapılırken ve tâmir edilirken çalışan ve para vermekle şereflenen Eshâb-ı kirâmın ve Tâbiînin (radıyallahü teâlâ anhüm ecmâîn) geçtikleri yerleri ziyâret ederler, görmekle bereketlenirlerdi. Onlardan sonra gelen âlimler, sâlihler de, hacdan sonra Medîne'ye gelirler, fıkıh âlimlerimiz gibi yaparlardı. Bugüne kadar hacılar da, bunun için Medîne-i münevverede ziyâret yapmaktadırlar. (M. Sıddîk Gümüş)

MES'ELEDE MÜCTEHİD:Mezheb reîsinin bildirmediği mes'eleler için, mezhebin usûl ve kâidelerine bağlı kalarak, dînî delillerden hüküm çıkaran âlimler.
Tahâvî, Hassâf, Kerhî, Şems-ül-eimme Halvânî,Şems-ül-eimme Serahsî, Fahr-ül-islâm Pezdevî, Kâdıhân ve benzerleri mes'elede müctehid âlimlerdir. (İbn-i Kemâl Paşa)

MESH:
1.Mest denilen ayakkabıyı abdestle giydikten sonra, abdest bozulup, yeniden alırken, ayakları yıkamayıp elleri ıslatarak, sağ elin yaş beş parmağını sağ mest, sol elinkini de sol mest üzerine boylu boyunca yapıştırıp ayak parmakları ucundan bacağa do ğru çekme.
Resûlullah efendimiz abdest almak istediklerinde ben su döktüm. Abdest aldılar ve mestleri üzerine meshettiler. (Mugîre bin Şu'be)
Mest üzerine mesh müddeti mukîm (yolcu olmayan) için yirmi dört saat, misâfir için üç gün üç gece yâni yetmiş iki saattir. Bu müddet, mesti giydiği zaman değil, mest giydikten sonra abdesti bozulduğu zaman başlar. (İbn-i Âbidîn)
Mest üzerine mesh etmeyi Eshâb-ı kirâmdan yetmişin üzerinde sahâbî bildirmiştir. Bunlardan biri de hazret-i Ali'dir. (Abdullah-ı Süveydî)
Gusül (boy) abdesti alırken veya teyemmüm ederken mest üzerine mesh edilmez. (Halebî)
2.Bir uzva veya sargıya ıslak eli sürme.
İmâme, yâni sarık ve kalensüve, yâni takke ve her başlık ve bürka' yâni peçe ve maske üstüne ve eldiven üstüne mesh etmek câiz değildir. (İbn-i Âbidîn)
Cebîre yâni kırık kemiğin iki yanına bağlanan tahtalar üzerine mesh câizdir. (Halebî)
 
---> Dini Sözlük

M - 4

MESÎH:
1. Îsâ aleyhisselâmın isimlerinden.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmelerde meâlen buyuruyor ki:
Meryem oğlu Mesîh bir peygamberden başka bir şey değildir. Ondan evvel de peygamberler gelip geçmiştir. Anası çok sâdıka (doğru) bir kadındı... (Mâide sûresi: 75)
Meryem oğlu Mesîh, Allah'ın kendisidir diyenler, şüphesiz kâfir olmuşlardır. Hâlbuki (Bizzât) Mesîh şöyle demişti: "Ey İsrâiloğulları! Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin. Zîrâ kim Allah'a ortak (eş) koşarsa, (hiç şüphesiz) Allah, ona Cennet'i haram kılar. Onun varacağı yer ateş (Cehennem) dir. Zâlimlerin hiçbir yardımcısı yoktur. (Mâide sûresi: 72)
Ve: "Biz, Allah'ın peygamberi Meryem oğlu Mesîh Îsâ'yı öldürdük" demeleri sebebiyle (dir ki, kendilerini rahmetimizden) kovduk. Hâlbuki onlar onu öldürmediler, onu asmadılar da. Fakat (öldürülen ve asılan adam) kendilerine (Îsâ) gibi gösterildi. Esâsen, Îsâ'nın katli (öldürülmesi) husûsunda ihtilâfa düştüler. (Bu konuda) kesin bir şek (şüphe) içindedirler. Onların buna (onun öldürülmesine) âit hiçbir bilgileri yoktur. Ancak kuru bir zan peşindedirler. Onu gerçekten öldürmemişlerdir. (Nisâ sûresi: 157)
Azîz ve celîl olan Allahü teâlâ, diğer peygamberlerden mîsâklarını (sözleşmelerini) aldığı gibi, benden de mîsâk aldı. Meryem oğlu Mesîh Îsâ, beni müjdeledi ve Peygamberinizin annesi, rüyâsında, iki ayağının arasından bir nûr çıktığını ve o nûr ile Şam'ın köşklerinin aydınlandığını gördü. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
Îsâ aleyhisselâma niçin Mesîh dendiği husûsunda tefsîr âlimlerinden çeşitli rivâyetler (nakiller) gelmiş olup, bâzıları şunlardır:
a) Her türlü pisliklerden uzak, günâhlardan temizlenmiş olduğu için bu isim verilmiştir. b) Hangi hastaya dokunsa, Allahü teâlânın izni ile hasta iyi olurdu. Bunun için mesîh denilmiştir. c)Îsâ aleyhisselâmın yeryüzünde çok seyâhat etmesi sebebiyle b u isim verilmiştir. d)Mesîh, İbrânî dilinde mübârek mânâsındadır. Hazret-i Îsâ'nın şeref ve fazîletinin üstünlüğünü bildirmek için bu mânâya işâretle Mesîh denilmiştir. (Fahreddîn-i Râzî)
2. Kıyâmete yakın yeryüzünde çıkacağı bildirilen, son derece kıvırcık saçlı, gözü dışarı fırlamış kâfir bir genç olan Deccâl'e verilen isim.
Dikkat ediniz! Deccâl Mesîh'in sağ gözü şaşıdır. Onun gözü sanki salkımındaki emsâlinden dışarı çıkmış, iri bir üzüm tânesi gibidir. (Hadîs-i şerîf-Buhârî)
Deccâle de Mesîh denir ki, onun hâşâ fazîletlerle (güzelliklerle, iyiliklerle) hiçbir ilgisi yoktur. Ona Mesîh denmesinin sebebi, gözünün birinin silik olup, tek gözlü olduğu veya kendisinden hayır silindiği, yâhut ortaya çıktığında, yeryüzünü kısa z amanda dolaşacağı içindir. (Ahmed Nâim Efendi)

MESKÛKÂT:Belli ağırlıkta basılmış olan altın ve gümüş paralar.
Meskûkâttan altın paralara (dînâr); gümüş paralara (dirhem) denir. (Eyyûb Sabri Paşa)

MESNEVÎ:
1.Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin (kuddise sirruh) yirmi altı bin beytten meydana gelen ve altı defter olan meşhûr eseri.
Mesnevî'deki hadîs-i şerîfte, Peygamber efendimiz şöyle buyurdu: "İçinizde gizli olan düşmanı anlatsam, yiğitlerin ödü patlar, akıllıların aklı mahv olurdu. Ne gönlünüzde duâ edip yalvarmaya, ne oruç tutmaya ve ne de namaz kılmaya kuvvet bulabilirdiniz."
Bir tasavvuf âliminin huzûrunda, senelerce dirsek çürütüp, emek verip pişmeden, olgunlaşmadan Mesnevî okutmak, tasavvuf kitablarını yalnız kendi bilgisine göre açıklamaya kalkışmak zararlı olur. (Abdülhakîm Arvâsî)
İslâm dînine inanmayanlar, vaktiyle Allahü teâlânın Tevrât ve İncîl kitaplarını değiştirdikleri gibi, zaman zaman din büyüklerinin kitablarına da el uzattılar. Kitaplara bâzı şeyler karıştırdılarsa da az zamanda meydana çıkarıldı. Celâleddîn-i Rûmî h azretleri bu sebepten dolayı Mesnevî'sini nazm şeklinde yazarak, düşmanlarının değiştirmesine imkân bırakmamıştır. (M. Sıddîk bin Saîd)
2. Edebiyâtta bir nazım şekli olup, iki mısrânın bir biri ile kâfiyeli hâli. Bu sebeple her beyti kâfiyeli olan eserlere mesnevî denir.

MEST:Abdest alırken ayağın yıkanması farz olan yerini yâni topuklarla birlikte ayakları örten deriden yapılmış su geçirmez ayakkabı.
Hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Ömer'i sevip üstün tutmak, hazret-i Osman ve Ali'yi sevmek ve mest üzerine mesh etmek; Ehl-i sünnet (Peygamber efendimiz ve arkadaşlarının yolunda olanların) alâmetlerindendir. (Muhammed Rebhâmî)
Mestin, bir saat yol yürüyünce, ayaktan çıkmayacak şekilde sağlam ve ayağa uygun olması lâzımdır. Ağaçtan, camdan, mâdenden mest olmaz. (İbn-i Âbidîn)
Mestli kimsenin, abdesti bozulunca, bu abdestsizlik, abdest uzuvlarına yayılırken ayaklara değil, mestlere yayılır. Mestlerin hadesten (mânevî kirlilikten) temizlenmesi de mesh etmekle olur. (Halebî)
Hanefî mezhebinde ayağın üç parmağı sığacak kadar yırtığı bulunan bir mest üzerine mesh etmek câiz değildir. (İbn-i Âbidîn)

MESTÛRE:Örtünmüş, örtülü.
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem zamânında, hür kadınlar mestûre idiler. Bir kadının, hizmetçi olmayıp, hür hanım olduğu mestûre olmasından belli olurdu. (Abdülhakîm Arvâsî)
Kadınlar, cihâda mestûre olarak zevci veya mahremi (nikah düşmeyen akrabâsı) ile gider. (İbn-i Âbidîn)
Mestûre hanımlar sokak başlarında birbirleriyle mecburiyet olmadıkça konuşmamalı, harama düşmemeye çok dikkat etmelidir. (Senâullah Dehlevî)

MEŞAKKAT:Zorluk, güçlük, zahmet.
Babanın evlâdı üzerinde hakkı, baba kızdığı zaman ondan korktuğunu gösterip ona boyun eğmek, açlık ve meşakkat esnâsında önce babasını düşünüp onu kurtarmaktır. Çünkü iyiliğe karşı iyilikle karşılık veren, akrabâlık hakkını yerine getirmiş değildir. Belki akrabâları sıla-i rahmi (ilgiyi) kestiği zaman onları arayıp soran kimse akrabâlık hakkını îfâ etmiş (yerine getirmiş) olur. (Hadîs-i şerîf-Edeb-üd-Dünyâ ve'd-Dîn)
Bir işte meşakkat görülünce ruhsat (izin) ve vüs'at (genişlik kolaylık) gösterilir. Meselâ meşakkat sebebiyle borcunun tamâmını birden ödemek imkânı bulunmayan borçluya, borcunu taksitle ödemesi için müsâade edilir. (Mecelle, Ali Haydar Efendi)

MEŞ'AR-ÜL-HARÂM:Mekke-i mükerremede, Arafât ile Minâ arasında bulunan Müzdelife'nin sonunda Cebel-i kuzah yakınında bir yer. Meş'ar, şiâr (alâmet) yeri demektir. Meş'ar denmesi; ibâdet yeri olması; haram diye vasıflandırılması ise, hürmeti ve kıymeti sebebiyledir.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
(Hac mevsiminde ticâretle) Rabbinizden rızık istemenizde bir günâh yoktur. Arafât'tan (orada vakfeden sonra seller gibi) boşanıp (hep birlikte) aktığınız zaman Meş'ar-ül-harâmın yanında Allah'ı zikr edin. O size nasıl hidâyet ettiyse siz de O'nu öyle anın..." (Bekara sûresi: 198)
Haccın sünnetlerinden biri; Müzdelife'de vakfeye fecr (tan yeri) ağardıktan sonra durmaktır. Gece Müzdelife'de yatıp, fecr açılırken sabah namazını hemen kılıp Meş'ar-ül-harâm denilen yerde ortalık aydınlanıncaya kadar vakfeye durulur. Güneş doğmadan önce Minâ'ya hareket edilir. (Alâüddîn Haskefî)

MEŞÂYIH:Şeyhler, velîler, evliyâ. Şeyh kelimesinin çoğuludur.
Bir kimse, meşâyıhın ervâhı (ruhları) hep hâzırdır, bilirler dese, îmânı gider. Allahü teâlânın izni ile hâzır olurlar dese küfr olmaz. (Muhammed bin Kutbüddîn İznikî ve İmâm-ı Birgivî)
Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem; "Hesâba çekilmeden evvel, hesâbınızı görünüz" emirleri sebebi ile bâzı meşâyıh her gün ve her gece yaptıkları işlerden kendilerini hesâba çekerdi. (Muhyiddîn-i Arabî)

Meşâyıh-ı Kirâm:Büyük velîler, büyük zâtlar.
Meşâyıh-ı kirâmın büyüklerinden biri diyor ki: Diri iken tasarruf (himmet, yardım) yaptıkları gibi, öldükten sonra da tasarruf, yardım yapan dört büyük velî gördüm. Bunlardan ikisi, Ma'rûf-i Kerhî ile Abdülkâdir-i Geylânî hazretleridir. (Ahmed Hamevî)

Meşâyıh-ı Müstakîm-ül-Ahvâl:Hâlleri İslâmiyet'in emirlerine uygun olan zâtlar.
Evliyâya hâsıl olan hâller, keşfler, eğer Peygamberimize sallallahü aleyhi ve sellem tâbi olmakla berâber ise, nûr üstüne nûr olur ve şerîatin (İslâmiyet'in) incelikleri onda hâsıl olmağa başlar.Sahâbe-i kirâmın (Peygamber efendimizin arkadaşları) he psi ve Selef-i sâlihin (ilk asrın müslümanları) ve Meşâyıh-ı müstakîm-ül-ahvâl böyle idi. (İmâm-ı Rabbânî)

MEŞHÛR HADÎS:İslâm'ın ilk asrında bir kişi bildirmişken, ikinci asırda şöhret bulan, yâni bir kimsenin Resûl-i ekremden, o kimseden de, çok kimselerin ve bunlardan dahî, başka kimselerin işittiği hadîs-i şerîfler. (Bkz. Hadîs)
Meşhûr hadîse inanmayanın îmânı kalmaz, müslümanlıktan çıkar. (İbn-i Âbidîn)

MEŞÎHAT-I İSLÂMİYYE:Bâb-ı fetvâ (fetvâ kapısı). Şeyhülislâmın bulunduğu yer.
İlmiye teşkilâtının en yüksek makâmı meşîhat-ı İslâmiyye idi. Meşîhat dâiresinin en büyük vazifelisi şeyhülislâm idi. (Ahmed Cevdet Paşa)
Ulemâdan Ahmed ibni Kemâl Paşa, Kânûnî Sultan Süleymân Han zamânında 1526'dan, 1534 senesine kadar meşîhat-ı İslâmiyye makâmında idi. Cinnîlere de fetvâ verirdi. Bunun için Müftî-yüs sakaleyn (insan ve cinlere fetvâ veren müftî) adı ile meşhûr oldu. (Mecdî Efendi)

MEŞİYYET:İrâde, dileme, isteme. (Bkz. İrâde)

MEŞREB:Yaratılış, tabiat, huy.
İnsanların akılları değişik, anlama kâbiliyetleri farklı olduğundan, herkes yaratıcıyı aradığında O'nu kendi tabîatına, meşrebine, ilim ve idrâkine (anlayışına) uygun bir tarzda tasavvur etmiştir. Çünkü insan, aklının aczi ve noksanlığı sebebi ile an lamadığını, bilmediğini bildikleri gibi sanmıştır. Hakîkati bulduk dedikleri çoğu zaman, mecûsîlik, putperestlik gibi şerrin, bâtıl (asılsız) şeylerin tam içine dalmış, bu sebeple şirk (ortak koşma) ve dalâlete düşmüşlerdir. İnsan kendi başına yaratıcıyı lâyıkiyle anlayamayacağından; merhâmetlilerin en merhâmetlisi olan Allahü teâlâ her asırda, her kavme peygamberler göndermiştir. Böylece işin hakîkatini, doğrusunu insanlara öğretmiştir. (Harputlu İshâk Efendi)
Muhammed Ma'sûm Fârûkî hazretlerinin keşfleri çok doğru ve çok kuvvetli olup, uzak memleketlerdeki talebesinin evliyâlığın hangi mertebesinde olduğunu, meşrebinin nasıl olduğunu haber verirdi. (Bedreddîn Serhendî)

MEŞRÛ':Şerîate (İslâmiyet'e) uygun şey.
Tevekkül, sebeblere yapışmayıp, tembel oturmak değildir. Çünkü böyle olmak Allahü teâlâya karşı edepsizlik olur. Müslümanın meşrû bir sebebe yapışması lâzımdır. Sebebe yapışıp çalışmaya başladıktan sonra tevekkül edilir. (Muhammed Bâkî-Billah)
Ana-babanın meşrû emirlerine âsî olanlar mel'ûndur. (Süleymân bin Cezâ)
Bedendeki bütün âzâlar birer emânettir. Bu nîmetleri meşrû şekilde ve meşrû yerlerde kullanırsan, emin kimselerden olur, cenâb-ı Hakk'a karşı tam şükretmiş olursun. Bu emânetleri gayri meşrû yerlerde kullanan insan, Allahü teâlâya isyân ve hıyânet et miş olur. (Süleymân bin Cezâ)
Humûd huylu olan kimse, helâl olan zevkleri, meşrû olan arzulara terk eder. Ya kendi helâk olur, yâhut nesli kesilir. (Ali bin Emrullah)

MEŞVERET:Aklı, fikri kuvvetli, ileriyi gören kimse ile bir konu üzerinde fikir alış-verişinde bulunma; danışma. (Bkz. Müşâvere)
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Onlar ki, Rableri için dâvete icâbet etmekte namazı dosdoğru kılmaktadırlar. Ve işlerinde meşveret eder, kendilerine verdiğimiz rızıktan (hak yolunda) sarfederler. (Şûrâ sûresi: 38)
Eğer ben bir kimseyi meşveret etmeksizin âmir tâyin edecek olsa idim, elbette İbn-i Mes'ûd'u tâyin ederdim. (Hadîs-i şerîf-Müsned-i Ahmed)
Meşveret etmek, insanı pişman olmaktan koruyan bir kal'a gibidir. (Muhammed Hâdimî)
Meşveret olunan kimsenin, bilmediğini veya bildiğinin aksini söylemesi günâhtır. (Sâdî-i Şîrâzî)
Herhangi bir işini bahîl yâni hasîs kimselere danışma. Çünkü, seni sonra insanlar arasında rezîl ve rüsvâ eyler. Sâlih kimseler ile meşveret et. (Süleymân bin Cezâ)
Meşveret etmek sünnettir. Zîrâ danışarak iş yapan zarar etmez. Peygamber efendimiz eshâbı ile çok meşveret ederdi. Bir iş için akıl, takvâ (haramlardan sakınma), hikmet (ilim ve fen) ve tecrübe sâhibi on kişiye danışırdı. (Muhammed bin Ebû Bekr)

METÂ':Faydalanılan şey.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Dünyâ hayâtı ancak insanları aldatıcı metâ'dır. (Âl-i İmrân sûresi: 185)
Kadın erkek, hiçbir çekinme ve kaçınma olmaksızın berâber oturmak, konuşmak ve görüşmek sûretiyle kadınlara hürmet ediyoruz ve haklarını yerine getiriyoruz diyenler; hakîkatte kadınları tahkîr etmekte, aşağılamakta ve ticâret metâı olarak kullanmakta dırlar. (Harputlu İshak Efendi)

METAFİZİK:Fizik ve akıl ötesi. Beş duyu organıyla ve tecrübeyle anlaşılamayan şeyler. Fizik ötesini araştıran ilim, ilâhiyyât.
Metafizik bilgilerden çürük bozuk olanları dîne uymaz. Bu ilimler öğrenilince, din bilgilerinin aklî ilimlere uyan ve aklî bilgilerle çözülmeyen yerleri ve sebebleri meydana çıkar. Akla uygun sanılmayan, aklın erişemediği mes'elelerin inkâr edilemeye ceği anlaşılır. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Bütün nutuklarımda, atomdaki enerjiden nasıl istifâde edilebileceğini anlattım. Şimdi aklımıza haklı olarak şu suâl gelmektedir. Bu muzzam kudreti küçücük yere kim ve nasıl koydu?Buna ancak metafizik cevap verecektir. Ben ve arkadaşım atom bilgini Ha hn bu cevâbı İslâm dîninin verdiği fikrindeyiz. (W. Heisenberg)

METÂNET:Sağlamlık, dayanıklı olma.
Türklerde önce, itâat (söz dinlenme, emre uyma) duygusunu kırmak ve mânevî râbıtalarını (bağlarını) parçalamak, dînî metânetlerini zayıflatmak îcâb eder. Bunun da en kısa yolu, an'anât-ı milliyye (millî geleneklerine) ve mâneviyyelerine (mânevî değer lerine) uymayan hâricî (dış) fikirler (düşünceler) ve hareketlere alıştırmaktır. (Patrik Gregoryus)
Kadınların hayâsı, erkeklerden daha çok sabırlı ve metânetli olmalarını sağlar. Onların birçok ağır işlere atılmalarını da önler. (M. Sabri Efendi)

METBÛ':Kendisine tâbî olunan, uyulan.
Peygamber efendimize uymanın en yüksek derecesi; insan vücûdunun her zerresinin tâbi olmasıdır. Tâbi, metbû'a o kadar benzer ki, tâbi olmaklık aradan kalkar. Bunlar da, sanki Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem gibi, aynı kaynaktan her şeyi alır. (İmâm-ı Rabbânî)
İlim amelden (işten) şu husûslarda efdâldir (üstündür). Zîrâ ilim metbûdur, amel ise ona tâbîdir. İlim lâzımdır (gereklidir), amel ise, melzûmdur (ilme bağlı olarak meydana gelir). İlim yalnız olduğu hâlde nef' (menfeat, fayda) verebilir; amel ise, i limsiz fayda veremez. (Kudbüddîn İznikî)

METÎN (El-Metîn):
1.Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Kudretli, kâmil (kusursuz, noksansız) olan, hiçbir sûrette za'fiyet, âcizlik, güçsüzlük meydana gelmeyen.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Mahlûkâtına (yarattıklarına) rızık verici yalnız Allahü teâlâdır.
msn_clock.gif
, kuvvet sâhibidir, metîndir. (Zâriyât sûresi: 58)
2. Hadîs-i şerîfi rivâyet eden (nakleden) râvîlerin (zâtların) sıra ile isimleri demek olan sened kısmından sonra gelen hadîs-i şerîfin bizzat kendisi, lafızları, sözleri.
Hadîs-i şerîfin sâdece metin kısmı, hadîs âlimlerinin incelemesine pek nâdir hâllerde mevzû (konu) olur. Hadîs-i şerîflerin sahîh, zayıf veya ikisi arasında bir derece ile vasıflandırılması, senette yer alan râvîlerinin, gerekli şartları taşıyıp taşı mamaları, râvi sayısının çokluğu veya azlığı veya senedin muttasıl (kesintisiz) ve munkatı (kesintili) olması v.s. gibi durumlardan dolayı olmaktadır. İşte hadîs-i şerîf seneddeki bu durumlara göre; sahîh, hasen, zayıf, mütevâtir, meşhûr ve âhad vb. çeşitlerine ayrılır. (Seyyid Şerîf Cürcânî)

METRÛKÂT:
1. Özürsüz, tembellikle kılınmayan, terk edilen namazlar.
Farz namazları özür ile kaçırmak günah olmaz ise de, hemen kazâ edilmesi lâzımdır. Özür ile kaçırılan namaza fâite denir. Özürsüz, bir namazın vaktini geçirmek büyük günâh olup, kazâ etmekle ortadan kalkmaz; ayrıca tövbe de etmelidir. Fıkıh kitapları nda, müslümana hüsnü zân (iyi zan) edilerek kazâya kalan namazların hepsine fâite denmiş, metrûkât denmemiştir. Çünkü müslüman, tembellik ederek namazı terk etmez. (Alâüddîn Haskefî-İbn-i Âbidîn)
2. Vefât eden kimsenin geriye bıraktığı şeyler. Mîrâslar, terikeler. (Bkz. Terîke ve Mîrâs)

ME'VÂ CENNETİ:Sekiz Cennet'ten üçüncüsü.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Îmân edip de sâlih amel işleyenler için, yapmış oldukları iyi amellere karşılık konak olmak üzere Me'vâ Cennetleri vardır. (Secde sûresi: 18)

MEVÂCİD:Kalbe gelen zevkler, vecdler (mânevî coşkunluk halleri). (Bkz. Vecd)
Tasavvuf yolcularının, bu yolculukta gördükleri ahvâl (hâller), mevâcid, ulûm (ilimler) ve mârifetler; imrenilecek, istenilecek şeyler değildir. Hepsi evhâm (vehimler) ve hayâlât (hayaller) gibi geçici şeylerdir. Bunlar o yolcuları ilerletmek için vâ sıtadan başka bir şey değillerdir. (İmâm-ı Rabbânî)
İhlâs (herşeyi Allahü teâlânın rızâsı için yapma) makâmına ve (tasavvufun en yüksek derecelerinden) rızâ mertebesine kavuşmak için ahvâl ve mevâcidden vaz geçmek, ilim ve mârifetler edinmek lâzımdır. Bunlar gâyeye götüren yoldur. Maksadın başlangıcıd ır. (Muhammed Bâkî-billah)
Ahvâl (hâller) ve mevâcid; matlûbun yâni ele geçirilmek istenilenlerin başlangıçlarıdır. Maksad (gâye) değildir. (İmâm-ı Rabbânî)
İslâmiyet'ten kıl ucu kadar bile ayrılan bir kimsede ahvâl (hâller) ve mevâcid hâsıl olursa, bunlara istidrâc (fâsıklarda ortaya çıkan hârikulâde haller) denir ki onu dünyâda ve âhirette rezil olmaya sürükler. (İmâm-ı Rabbânî)
Bütün ahvâl (kalbde meydana gelen güzel değişiklikler) ve mevâcidi bize verseler, fakat Ehl-i sünnet vel-cemâat îtikâdını içimize yerleştirmeseler, kendimi mahvolmuş bilirim. Eğer Ehl-i sünnet (Peygamber efendimiz ve arkadaşlarının yolunda olanların) îtikâdını verseler, ahvâl ve mevâcid hiç vermeseler, hiç üzülmem. (Ubeydullah-ı Ahrâr)

MEVÂT ARÂZİ:Ölü arâzi (Bkz. Arâzi). Bir kimsenin mülkünde bulunmayan, mer'a, baltalık ve harman yeri olarak kimseye verilmemiş olan ve gür sesli bir kimsenin köy ve kasaba evlerinin son bulduğu yerden bağırıp sesi duyulmayacak derecede köy ve kasabadan uzak yâni tahmînen yarım saatlik uzaklıkta olan dağlık, taşlık, kıraç, otlak ve boş yerler.
Kim bir mevât arâziyi ihyâ ederse (ekilebilir hâle getirirse) o, onun (mülkü) olur. (Hadîs-i şerîf-Kitâb-ül-Harâc)

MEVCÛDÂT:Var olan şeyler, mahlûklar, yaratıklar.
Bütün mevcûdât; cansızlar, nebâtât (bitkiler) ve hayvânât olmak üzere üç cinse ayrılır. Bütün bunları yaratan Allahü teâlâdır. Hayvan cinsinin en kıymetlisi, en şereflisi insandır. Her cinsin nev'ileri (türleri, çeşitleri) arasında üstünlük sırası va rdır. Meselâ nebâtâttan hurma ağacı, hayvan gibi his ve hareket eder. Hurma ağaçlarından bir kısmı erkek, bir kısmı dişidir. Erkek ağaç, dişi tarafına eğilmektedir. Erkek ağaçtan, bir madde dişiye gelmeyince, dişide meyve hâsıl olmaz. Gerçi bütün nebâtâtlarda (bitkilerde) bu iki organ vardır. Fakat hurma ağacında, hayvanlar gibi görünmektedir. Hattâ hurma ağacının başında beyaz bir şey vardır. Hayvanların yüreği gibi iş görür. Bu şey yaralanırsa veya suda kalırsa, ağaç kurur. (Ali bin Emrullah)

MEVDÛ
HADÎS:Bir hadîs imâmının (üç yüz binden daha çok hadîs-i şerîfi, râvîleri ve senedleri ile birlikte ezbere bilen âlimin) şartlarına uymayan hadîs-i şerîfler. (Bkz. Hadîs)
Mevdû hadîs, uydurma hadîs demek değildir. (Abdülhakîm-i Arvâsî)
İbn-i Teymiyye aşırı giderek tasavvuf büyüklerine, Sadreddîn Konevî'ye Muhyiddîn ibni Arabî'ye İbn-i Fârıd'a insafsızca saldırmıştır. İmâm-ı Gazâlî'nin kitablarında mevdû hadîs doludur derdi. Onun bu tür iftirâlarına zamânındaki âlimler gerekli cevâb ı vermişlerdir. (Abdülhakîm Arvâsî)
İslâmiyet'in temel kitablarında hiçbir mevdû hadîs ve düşmanların, câhillerin dîne soktukları bozuk inanışlar ve yanlış işler yoktur. (M. Sıddîk bin Saîd)
Ehl-i sünnet âlimleri hadîs-i şerîfleri incelerken kılı kırk yarmışlar, mevdû hadîslerin hepsini elemişlerdir. Farzları helâl ve harâmları yalnız sahîh ve meşhûr hadîslerden çıkarmışlardır. (Dâvûd-i Karsî)

MEVHİBE:İhsân, bağış, Allahü teâlânın kuluna ihsânı.
İlim iki çeşittir. Biri verâset, biri de ledün ilmidir. Verâset ilmi çalışarak elde edilir. İlm-i ledün ise, Allahü teâlânın ihsânıdır. Çalışmadan elde edilir. İlâhî bir mevhibedir. Kullarından dilediğine verir. (Ubeydullah-ı Ahrâr)

MEVHÛM:Vehmolunmuş, aslı esâsı yokken zihinde kurulmuş olan, kuruntuya dayanan. Hayâlî. (Bkz. Vehm)
Dışarıda bir şeyi görmek tatlı geldiği gibi, onun aynadaki hayâlini görmek de tatlı gelmekte, sevilmektedir. Hâlbuki, o şeyin kendisi dışarda vardır. Aynada görmek ise, hayâl ve vehim olup, kendisi değildir. Fakat tesirleri ve işleri birbirlerine ben zemektedir. Allahü teâlâ, lutf ve ihsân ederek, mevhûm olan şeylerin tesirlerini, mevcûd (var olan) şeylerin tesirlerine, işlerine benzettiği için, mevhûm olanlarda, mevcûda ihsân edilen (verilen) nîmetlerden pay almak ümidi meydana geldi. (Ahmed Fârûkî)

MEVKÎ':Yer, mahâl, makam.
Suyun bakliyâtı yetiştirmesi gibi, mal ve mevkî sevgisi de, kalbde nifâkı münâfıklığı yâni için dışa uymamasını) yetiştirir. (Hadîs-i şerîf-İhyâu Ulûmiddîn)
İki aç kurdun saldırdıkları zaman, koyun sürüsüne verdikleri zarar, mal ve mevkî sevgisinin, müslümanın dînine verdiği zarardan daha çok değildir. (Hadîs-i şerîf-İhyâu Ulûmiddîn)
İnsanın izzeti (şerefi), îmân ve mârifet (Allahü teâlâyı bilmesi) iledir. Mal ve mevkî ile değildir. (Muhammed Ma'sûm)
Mevkî ve şöhret sâhibi olmak arzûsu, insanlarda üç şeyden meydana gelir: Birinci sebeb; nefsin arzûlarına kavuşmaktır. Nefis, arzûlarının haram yollardan elde edilmesini ister. İkincisi; kendinin ve başkalarının haklarını zâlimlerden kurtarmak ve müs tehâb olan meselâ, sadaka vermek için ve hayrât (hayır, iyilikler) yapmak için, yâhut mübâh olan işler yapmak için, meselâ, iyi yimek, iyi giyinmek, iyi evlerde oturmak ve çoluk-çocuk sâhibi olup, râhat ve mes'ûd (huzurlu) yaşamak için veya zâlimleri mazlûmlardan kurtarmak için veya İslâm dînine ve müslümanlara hizmet için mevkî sâhibi olmak istenir. Bu niyet ile mevkiye kavuşurken, İslâmiyet'in yasak ettiği şeyleri yapmaz ve vâcibleri, sünnetleri terk etmezse, bunun mevkî sâhibi olması câizdir. Üçüncü sebeb; nefsini eğlendirmektir. Nefis, maldan olduğu gibi, mevki'den de lezzet almaktadır... (Muhammed Hâdimî)

MEVKIF:Durak, durulacak yer; kıyâmette ölülerin diriltildikten sonra toplanacakları yer; Arasât meydanı, mahşer yeri. (Bkz. Mahşer)
Âhirette, peygamberlerin, kendilerine inen kitâblarını okumaları tamâm olduktan sonra, bir nidâ (ses) gelir ki: "Ey mücrimler (kâfirler) ayrılınız!" (Yâsîn sûresi: 59) denir. Bu nidâ üzerine, mevkıf yâni Arasât meydanı harekete geçer. O zaman, herkes i büyük bir korku alır. Birbirine girift olurlar (karışırlar). Melekler cinler ile ve cinler insanlar ile karışır. (İmâm-ı Gazâlî)

MEVKÛF SATIŞ:Sözleşme, alıcı ve verici açısından İslâmiyet'e uygun olduğu hâlde; başkasının hakkı karışmış olan alış-veriş.
Mevkûf satış, bâyiden başka bir kimsenin hakkı da bulunan bir malın satılması, o kimsenin izin vermesine mevkûftur. İzin vermezse müşteri o mala mâlik, sâhib olamaz. (İbn-i Âbidîn)

MEVLÂ:
1.Yardımcı ve koruyucu olan Allahü teâlâ.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
... Biliniz ki Allah sizin mevlânızdır. O, ne güzel mevlâ, ne güzel yardımcıdır. (Enfâl sûresi: 40)
De ki: Allah'ın bizim için yazdığından başkası bize aslâ erişmez. O, bizim mevlâmızdır. Onun için mü'minler yalnız Allah'a güvenip, dayanmalıdır. (Tevbe sûresi: 51)
Dünyâyı anlayan onun sıkıntısından üzülmez. Dünyâyı anlayan ondan sakınır. Ondan sakınan nefsini tanır. Nefsini tanıyan Rabbini bulur. Mevlâsına hizmet edene, dünyâ hizmetçi olur. (İbrâhim Hakkı Erzurumî) Hak şerleri hayr eyler Zannetme ki gayr eyler Mevlâ görelim neyler Neylerse güzel eyler
(İbrâhim Hakkı Erzurumî)
2. Sevgili, sevilen.
Ben kimin mevlâsı isem Ali de onun mevlâsıdır. (Hadîs-i şerîf-Kurret-ül-Ayneyn)
3. Âzâd edilmemiş, serbest bırakılmamış köle ve câriyenin sâhibi, efendisi.
4. Âzâd edilmiş köle.
5. Kölesini âzâd etmiş olan kimse.
Bir köle âzâd edildikten yâni serbest bırakıldıktan sonra sâhibi ile arasında velâ (yakınlık) ve yardımlaşma devâm eder. Bu bakımdan her ikisine de mevlâ denmiştir. (İbn-i Âbidîn)

MEVLÂNÂ:
1. "Efendimiz" mânâsına bir büyüğe karşı söylenen hürmet ve saygı ifâdesi.
Tahrîmen yâni harama yakın mekrûh olan şeyi terk etmek vâcibdir. Mevlânâ Bahr-ul-ulûm, Erkân-ül-erbea kitabında diyor ki: "Tahrîmen mekrûh olan şeyi terk etmek vâcibdir. Bu mekrûhu yapmak, bu vâcibi terk etmek olur. (Abdülhay Lûknevî)
Sözü başka tarafa çevirelim. Duâlarımı bildiren mektubumu size getiren Mevlânâ Muhammed Hâfız, ilim sâhibi olup, çoluk çocuğu fazladır. Geçim darlığından askere geldi. Eğer yardım elinizi uzatır, emîr nakîb Seyyid Şeyh Ciyû'ya maaş alması veya yardım etmesi için söylerseniz kerem etmiş olursunuz. (İmâm-ı Rabbânî)
2. Evliyânın büyüklerinden Celâleddîn Rûmî'nin ve Hâlid-i Bağdâdî'nin ve bâzı büyüklerin lakabı.

MEVLEL-MUVÂLÂT:Bir zımmînin yâni gayr-i müslim (müslüman olmayan vatandaşın) veya harbî yâni vatandaş olmayan pasaportlu bir kâfirin bir müslümanın yardımı ile îmâna gelerek, bu müslümanı velî kabûl edip ona; "Sen benim mevlâmsın (velîmsin), şâyet ben bir cinâyet ( suç)işlersem diyetini (borcunu) sen ver, ben ölünce de sen malıma vâris ol" diyerek bir mukâvele (sözleşme) teklifinde bulunması.
Velâ yâni başkasının yakınlığı ve velîliği altında bulunan kimse, hiçbir yakını bulunmaksızın ölse, mîrâsının tamâmı mevlel-muvâlâta kalır. Velâ altında bulunan vefât ettiğinde yalnız zevcesini (hanımını) veya ölen kadın olup da yalnız zevcini (kocas ını) geride bırakırsa, bunlar muayyen (belirli) hisselerini aldıktan sonra geri kalan mal mevlel-muvâlâta âid olur. Beyt-ül-mâle kalmaz. (Sirâciyye)
Meyyitin (ölünün) bıraktığı maldan ferâiz ilmindeki sıra tâkib edilerek Zevilerhâmdan kimse yoksa mevlel-muvâlât denilen kişiye verilir. (M. Mevkûfâtî)

MEVLEVİYYE:Evliyânın büyüklerinden Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerinin tasavvuftaki yolu.
Mevleviyye yolunun büyüğü Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, ney ve başka hiçbir çalgı çalmadı. Mûsikî dinlemedi ve raks yâni dans etmedi. Mevlânâ Câmî; Mesnevî'nin birinci beytinde bahs edilen ney'in, İslâm dîninde yetişen kâmil (olgun) yüksek insan olduğun u bildirmiştir. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'den sonra Mevlevî şeyhlikleri câhillerin eline düştüğünden, ney'i çalgı sanarak; ney, dümbelek gibi şeyler çalmağa, dans etmeğe başlamışlar, ibâdete haram karıştırmışlardır. İslâmiyet'in ve Celâleddîn-i Rûmî' nin beğenmediği bu oyun âletleri, o tasavvuf üstâdının türbesine konunca, türbeyi ziyâret edenlerden bir kısmı bunları onun kullandığını zannederek aldanmaktadır. Osmanlılar zamânında gelişen ve yayılan, çok büyük hizmetlere vesîle olan Mevlevîlik, câhil ve ehliyetsiz kimselerin eline düştü. İbâdete haramlar karıştırıldı. Sultan İkinci Mustafa Han'ın hocası olan Vânî Muhammed Efendi, Mevlevîlerin simâlarını (âletsiz, çalgısız olan ses) ve Halvetîlerin rakslarını (dans) yasak ettirdi. (M. Sıddîk Gümüş)
Mevleviyye şeyhleri de âlim ve sâlih kimseler idi. Bunlardan Osman Efendi, Tezkiye-i Ehl-i Beyt kitabında râfizîlerin iftirâlarına vesikalarla cevab vererek İslâmiyet'e büyük hizmet etmiştir. (Abdülhakîm Arvâsî)

MEVLİD:Dünyâya gelme; doğum yeri ve zamânı. Peygamber efendimizin dünyâya gelişini, mi'râcını ve mübârek hayâtını anlatan eser.
Mevlid okumak, Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem dünyâya gelişini, mi'râcını ve hayâtını anlatmak; O'nu hatırlamak, O'nu övmektir. (İbn-i Hacer-i Heytemî)
Resûlullah efendimizin mevlidine dâir yazılanların okunması için bir dirhem harcayan, Cennet'te bana arkadaş olur. (Hazret-i Ebû Bekr)
Resûlullah efendimizin mevlidine kıymet veren, İslâma kıymet vermiştir. (Hazret-i Ömer)
Resûlullah efendimizin mevlidine kıymet verip mevlid-i şerîf okunmasına sebeb olan dünyâdan îmânla gitmesi umulur. (Hazret-i Ali)
Mevlid okunan yerden belâlar sıkıntılar gider. (Mevlânâ Celâleddîn Rûmî)
Hâfızlar, Kur'ân-ı kerîm ve mevlid okumakla geçinmemeli, bunları para düşünmeden Allah rızâsı için okumalıdır. (Muhammed Hâdimî)
Süleymân Çelebi'nin Mevlid'inden bir beyt şöyledir: Âmine Hâtun Muhammed Ânesi, Ol sadeften doğdu ol dür dânesi

Mevlid Gecesi:Peygamberimiz Muhammed Mustafâ sallallahü aleyhi ve sellemin doğduğu Rebî'ul-evvel ayının on birinci ve on ikinci günleri arasındaki gece.
Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) mevlîd gecelerinde Eshâbına ziyâfet verir, dünyâyı teşrif ettiği ve çocukluğu zamânında olan şeyleri anlatırdı. Müslümanlar bu geceye çok önem vermiştir. Bu geceyi bütün mahlûklar, melekler, cinler, hayvanlar ve cansız maddeler, birbirlerine müjdelemekte, Peygamber efendimiz dünyâya geldi diye sevinmektedirler. (İbn-i Hacer-i Heytemî)
Mevlîd günü ve gecesinin şerefi, kıymeti çoktur. Resûlullah'ın varlığı, vefâtından sonra O'na tâbi olanlar için, kurtuluş vesîlesidir. O'nun doğumu için sevinmek Cehennem azâbının azalmasına sebeb olur. Bu geceye hürmet etmek, sevinmek, bütün senenin bereketli olmasına sebeb olur. Mevlid gününün fazîleti, Cumâ günü gibidir. Cumâ günü, Cehennem azâbının durdurulduğu, hadîs-i şerîfte bildirildi. Bunun gibi, mevlîd gününde de azâb yapılmaz. Mevlid geceleri, sevindiğini göstermeli, çok sadaka, hediy e vermeli, dâvet olunan ziyâfetlere gitmelidir. (İmâm-ı Celâlüddîn Abdurrahmân bin Abdil-Melîk Kettânî)
Mevlid gecesinde sadaka vermek, müslümanları toplayıp câiz olan şeyleri yedirmek ve câiz olan şeyleri okutup dinlemek, sâlih kimseleri giydirmek bu geceye hürmet etmek olur. Bunları Allah rızâsı için yapmak câizdir ve çok sevâb olur. Bunları yalnız f akirler için yapmak şart değildir. Ancak muhtaç olanları sevindirmek daha sevâb olur. (İbn-i Battâl)
Mevlid gecesi Kadr gecesinden sonra en kıymetli gecedir. Bu gece Peygamber efendimiz doğduğu için sevinenler affolur. (Muhammed Rebhâmî)
Her sene mevlid gecesinde müslümanlar sadaka veriyorlar, seviniyorlar, hayr ve hasenât yapıyorlar. Toplanıp Mevlid kasîdesi okutup dinliyorlar. (Şemseddîn Sehâvî)

MEVT:Ölüm; rûhun bedenden ayrılması. (Bkz. Ölüm)

MEVZÛN:Ölçülü, tartılı, ağırlıkla ölçülen, tartılan mal.
Birkaç kimse arasında müşterek (ortak) olan mekîl (ölçek ile ölçülen) veya mevzûn olan bir malı ölçmeden paylaşmak fâiz olur. (Ömer Nesefî)
 
---> Dini Sözlük

M - 5

MEYL-İ TABÎ'Î:
İç güdü. İnsanın irâdesi dışında, yaratılıştan olan meyl, bedenin istemesi.
Allahü teâlâdan başka bir şeyi sevmek iki türlü olur: Birincisi; bir mahlûku, varlığı kalb ile ve beden ile birlikte sevmek, ona kavuşmak istemektir. Câhillerin sevmeleri böyledir. Tasavvuf yolunda çalışmak, kalbi bu sevgiden kurtarmak içindir. Böyle kalbde yalnız Allahü teâlânın sevgisi kalır, kalb O'ndan başkasına tutulmaktan, gönül bağlamaktan kurtulur. İkincisi; meyl-i tabiî olup, bedendeki maddelerin ve enerjinin özelliklerinden, ihtiyâçlarından ileri gelen bir istektir. Tasavvufun en son mertebesine kavuşan ve Allahü teâlânın sevdiği kulları olan evliyâda, mahlûklara (yaratılmışlara) karşı bu sevgi bulunabilir. Hattâ hepsinde vardır. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem serin ve tatlı içmeği severdi. Nefs itminâna kavuşup, artık kötülükleri istemez hâle gelince, yalnız bedendeki maddelerin ısı ve hareket enerjisinin kötü isteklerine karşı cihâd edilir, savaşılır. (Muhammed Ma'sûm)
Meyl-i tabî'î olan istekler, nefsin istekleri değildir.Nefsle ilgileri yoktur. Tabîat kânunlarından hâsıl olan istekler yasak edilmemiştir. Bunları istemek nefse uymak olmaz. Bu istekleri yapmak mübâhtır. Nefs ya mübâhların fazlasını veya şüpheli ve haram şeyleri ister. (İmâm-ı Rabbânî)

MEYTE:
Ölmüş veya besmelesiz kesilen yâhut kesilmeyip başka sûretle öldürülen hayvan. (Bkz. Leş, Murdar)

MEYYİT:
Vefât etmiş, ölü.
Bir kimse mü'min kardeşinin kabrini ziyâret eder ve kabir yanında oturursa ve selâm verirse, meyyit onu tanır ve selâmına cevab verir. (Hadîs-i şerîf-Kitâbü Şerh-us-Südûr)
Meyyitin mezardaki hâli, imdâd diye bağıran denize düşmüş kimseye benzer. Boğulmak üzere olan kimse kendisini kurtaracak birini beklediği gibi, meyyit de babasından, anasından, kardeşinden, arkadaşından gelecek bir duâyı gözler. Kendisine bir duâ gelince, dünyânın hepsi kendisine verilmiş gibi sevinmekten daha çok sevinir... (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Rabbânî)
Meyyit, ehlinin, evlâdının ağlamalarından azâb duyar. (Hadîs-i şerîf-Minhet-ül-Vehbiyye)
Âdet olarak, riyâ, gösteriş olarak değil de, Allah rızâsı için, fakirlere yemek, sadaka verip, sevâblarını meyyitin rûhuna göndermek iyi olur ve büyük ibâdet olur. (Muhammed Ma'sûm)
Meyyit için duâ, Fâtiha, sadaka ve istiğfâr ile imdad ve yardım lâzımdır. (Abdülhakîm-i Arvâsî)

MEZÂR:
Kabir, ölünün gömüldüğü yer.
Türbelere bez, iplik bağlamak, mezârlara mum yakmak dînimizde yoktur. Bunları hıristiyanlar yapar. Mezâra mum yakılmaz. Türbeye hizmet eden, orada ibâdet eden fakirlere mum götürülürse, sadaka sevâbı olur. Bu sevab ölüye bağışlanır. Mezârın yanında a dak hayvanı da kesilmez. (İbn-i Âbidîn)

MEZHEB:
Gitmek, tâkib etmek, gidilen yol. Mutlak müctehîd denilen dinde söz sâhibi âlimlerin, müslümanların yapmaları gereken hususlarla ilgili olarak dînî delîllerden (Kur'ân-ı kerîm, hadîs-i şerîfler ve İcmâ'dan) hüküm çıkarma usûlleri ve çıkarıp bildirdik leri hükümlerin hepsi.
Ehl-i sünnetin (Peygamber efendimiz ve Eshâbının yolu) yüzlerce mezhebinden bugün dört tânesi kitâblara geçmiş olup, diğerleri kısmen unutulmuştur. Bu dört mezheb; Hanefî, Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelî mezhebleridir. Müctehîd olmayanların bütün hareketler inde ve ibâdetlerinde bir müctehîde tâbi olması yâni bu dört mezhebden birinde bulunması lâzımdır. (Tahtâvî, Hamdullah Decvî, Muhammed Bâvâ Viltorî)
Eshâb-ı kirâmın (Peygamberimizi gören müslümanların) hepsi derin âlim, birer müctehîd idiler. Din bilgilerinde, siyâsette, idârecilikte, zamanlarının fen bilgilerinde ve tasavvufta (ahlâk ilminde) birer deryâ idiler. Bu bilgilerinin hepsini, Resûlull ah'ın sallallahü aleyhi ve sellem mübârek yüzünü görmekle ve kalblere işleyen, rûhları çeken sözlerini işitmekle az zamanda edindiler. Müctehîde kendi ictihâdı ile amel etmek lâzım geleceğinden her birinin mezhebi vardı.Mezhebleri az veya çok farklı idi. Tâbiîn (Eshâb-ı kirâmı görenler) ve Tebe-i tâbiîn (Tâbiîn'i görenler) arasında da müctehidler vardı. Bu müctehidlerin mezheblerinden yalnız dördü kitaplara geçip dünyânın her yerine yayıldı. Diğerlerinin mezhebleri unutuldu. (Seyyid Abdülhakîm, Hamdullah Decvî)
Her müslümanın; bir ibâdet, bir iş yaparken dört mezhebden birine uyması lâzımdır. Dört mezhebden başka bir mezhebe uymak câiz değildir. Dört mezhebden birine tâbi olmak için bu mezhebin fıkıh bilgilerini iyi öğrenmek lâzımdır. Bu da o mezhebde yazıl mış fıkıh ve ilmihâl kitâblarından öğrenilir. (Muhammed Abdurrahmân Silhetî)
Dört mezhebin îtikâdları yâni îmânları birdir, ayrılıkları yoktur. Dördü de Ehl-i sünnet îtikâdında (inanışında)dır. Ehl-i sünnet îtikâdında olmayanlara bid'at ehli denir. (Şehristânî, Tahtâvî)
Dört mezhebden birine uymak Kur'ân-ı kerîme ve Resûlullah sallallahü aleyhi ve selleme uymaktır. Çünkü, mezheb imâmları Kur'ân-ı kerîmde açıkça bildirilen hükümleri, Peygamber efendimizin Kur'ân-ı kerîm ile ilgili açıklamalarını bildirdikleri gibi, K ur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerinde açıkça bildirilmeyen hususların hükümlerini yine Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerin ışığı altında ortaya koymuşlardır. (Abdülganî Nablûsî)

Mezheb İmâmı:
Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmiş olan din bilgilerini, Eshâb-ı kirâmdan işiterek veya nakl ile toplayan, açıkça bildirilmemiş olanları da, kendi koydukları usûllere (metod) göre açıkça bildirilmiş olanlara benzeterek çıkaran derin âlim, mutlak müctehîd. (Bkz. Müctehid)
Bilinen dört mezheb imâmından başka mezheb imâmları da vardı. Fakat bunların mezheblerinde olanlar azala azala bugün hiç kalmadı. Eshâb-ı kirâmın hepsi derin âlim ve müctehid idi. Her biri kendi mezhebinde idi. Hepsi de mezheb imâmlarımızdan daha üst ün idi. Fakat bunların kitabları olmadığı için mezhebleri unutuldu. (Şa'rânî)

Mezheb Taklidi:
1. Amelde yapılacak işlerde bir müctehidin ictihâdlarına, fetvâlarına tâbi olma. Mevcût dört hak mezhebden birini öğrenip, kabûllenip, onunla amel etme.
Her müslüman vücud yapısına, yaşadığı iklim şartlarına, iş hayâtına göre kendisine daha kolay gelen ve meşhûr olan dört mezhebden birini seçer. Yâni bu mezhebin ilmihâl kitâbını okuyup, öğrenir, ibâdetlerini ve bütün işlerini bu mezhebi taklîd ederek yapar. Böylece bu mezhebe girmiş olur. Dört mezhebden birini taklîd etmeyen kimse, Ehl-i sünnetten (Peygamber efendimiz ve Eshâb-ı kirâmın yolunda olanlardan) ayrılmış olur. (Şernblâli)
Mezheb taklîdi demek; kitâb (Kur'ân-ı kerîm) ve sünnetten ayrılmış olmak değildir. Bilakis mezheb imâmının kitâb ve sünnetten bildirdiklerine uymak, yâni kitâb ve sünnete uymak demektir. (Abdurrahmân Silhetî, Nablüsî)
Bugün din bilgilerini bu dört mezhebden birinin ilmihâl kitablarından öğrenmekten başka çâre yoktur. Herkes kendine kolay gelen mezhebi seçer. Onun kitablarını okur, öğrenir. Her işini bu mezhebe uygun yapar. O mezhebi taklîd etmiş olur. (Yûsuf Nebhânî)
2.Dört mezhebden birine uyan kimsenin bir işi yapmada ihtiyâç veya zarûret (başka hiçbir çâre bulunmama) veya meşakkat (güçlük) bulunduğunda, diğer mezheblerden birinin bu mes'eleyle ilgili şartlarına uyarak faydalanma.
Bir kimse bağlı olduğu mezhebde, kendi anlayışına göre değil, dinde bildirilen ölçüler çerçevesinde bir hususta mecbur kalınca, diğer üç mezhebden birini taklîd edebilir. Fakat o mezhebin o hususla ilgili bildirdiği şartların hepsini de yapması lâzım dır. Meselâ Hanefî mezhebinde olan bir kimsenin Şâfiî mezhebini taklîd ederek necâset (pislik) bulaşmış kulleteyn (küçük havuz) miktârı sudan abdest alırsa, yüzü yıkarken niyet etmesi ve tertibe riâyet etmesi ve imâm arkasında Fâtihâ okuması ve namazda tâdil-i erkânı muhakkak yapması lâzımdır. Bunları yapmazsa namazın bozulacağı söz birliği ile bildirilmiştir. (Abdurrahmân İmâdî, Abdülganî Nablüsî)
Bir kimse bir mezhebe tâbi olunca, ihtiyâc olmadıkça başka mezhebi taklîd etmez. Fakat bir işi yapmakta kendi mezhebine uymak güç olursa, o işi başka mezhebi taklîd ederek yapması câiz olur. (Muhammed Hâdimî)

MEZHEBDE MÜCTEHİD:
Mezheb imâmının koyduğu usûl ve kâidelere uyarak, dînî delîllerden (kaynaklardan) yeni hükümler çıkarabilen İslâm âlimi. Buna müctehid-i mukayyed ve müctehid-i müntesib de denir. (Bkz. Müctehid)
İmâm-ı Muhammed Şeybânî, fıkıh âlimlerinin ikinci tabakasından olup, mezhebde müctehiddir. Hanefî mezhebini, yüzlerce kitab yazarak nakleden ve yayan odur. Güzel ahlâkı ve üstün hâlleri ile meşhûr idi. (İbn-i Âbidîn)

MEZHEBSİZ:
Müctehid (dînî delîllerden hüküm çıkarabilen büyük âlim) olmadığı hâlde, dört hak mezhebden birine tâbi olmayan, mezhebleri kabûl etmeyen ve dînî delillerden kendi anlayışına göre hüküm çıkarıp, buna göre amel eden veya böyle birine uyan kimse.
İbâdetlerin doğru olarak yapılmasını bildiren dört mezheb vardır. Bunlardan dördü de haktır, doğrudur. Bu dört mezheb; Hanefî, Şâfiî, Mâlikî, Hanbelî mezhebidir. Her müslümanın bu dört mezhebden birinin fıkıh kitâbını okuyup ibâdetlerini bu kitâba uy gun yapması lâzımdır. Böylece bu mezhebe girmiş olur. Mezhebsiz olan, Ehl-i sünnet (Peygamber efendimizin ve Eshâb-ı kirâmın yolunda bulunanlardan) değildir. (Tahtâvî, Hamdullah Decvî)
Hak olan, doğru olan dört mezhebin îtikâdları yâni îmânları aynıdır. Îmânda ayrılıkları yoktur. Dördü de Ehl-i sünnet îtikâdındadır. Ehl-i sünnet îtikâdında olmayan ve dört hak mezhebden birine uymayan, bid'at (sapıklık) ehli veya mezhebsizdir.Bunlar kendilerine beşinci mezheb diyorlar. Beşinci mezheb diye bir şey yoktur. (Şehristânî ve Yûsuf Nebhânî)
Mezhebsizler, mezheb imâmı olan büyük âlimlerin üstünlüklerini kabûl etmezler. Kendilerinin de Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden hüküm çıkarabileceklerini söylerler. Mezheblerden birisine tâbi olan kimseleri câhillikle ithâm ederler. Bin sened en beri gelmiş hâlis müslümanları ve mezheb imâmlarına uyan âlimleri küçük görerek kendilerini gerçek müslüman ve asrın ihtiyâçlarını kavramış geniş kültür sâhibi bir İslâm âlimi olarak tanıtırlar. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Mezhebsizlik, dinsizliğe giden bir köprüdür. (Zâhid-ül-Kevserî)
Mezhebsiz; eğer Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilen bir şeye inanmamış veya şüphe etmiş ise, kâfir (îmânsız) olur. Açık olarak bildirilmemiş şüpheli olan delîlleri te'vîl ederek (kendine göre yorum yaparak) yanlış mânâ vermiş ise , ehl-i bid'at (sapık) olur. (Hamdullah Decvî)

MEZMÛM:
Yerilen, kötülenen, beğenilmemiş, çirkin.
Kâfirlerin yaptıkları ve kullandıkları şeyler iki kısımdır: Birisi âdet olarak yâni her kavmin her memleketin âdet olarak yaptıkları şeylerdir. Bunlardan haram olmayıp, insanlara faydalı olanları yapmak ve kâfirlere benzemeği düşünmeyerek kullanmak g ünâh değildir. Pantolon, fes ve çeşitli ayakkabı, çatal, kaşık kullanmak, yemeği masada yemek ve herkesin önüne tabaklar içinde koymak ve ekmeği bıçaklarla dilimlere ayırmak ve çeşitli eşyâ ve âletleri kullanmak, hep âdete bağlı şeyler olup, mübâhtır, serbesttir. Bunları kullanmak, bid'at olmaz, günah olmaz. Bunlardan faydalı olmayanları, mezmûn olanları kullanmak ve yapmak harâm olur. Kâfirlerin kullandıkları şeylerin ikinci kısmı, onların ibâdet olarak yaptıkları, kâfirlik alâmeti olan şeylerd ir ki, bunları yapmak ve kullanmak küfr (îmânsızlık) olur, haramdır. (İbn-i Âbidîn, İmâm-ı Birgivî)

MEZY (Mezî):
Dokunma, bakma ve düşünme gibi sebeplerle erkekten gelen beyaz şeffâf sıvı.
Hanefîde ve Şâfiî'de bir kimseden vedî (idrardan sonra gelen beyaz bulanık koyu sıvı) ve mezî çıkınca cünüp olmaz yâni boy abdesti alması gerekmez. Fakat abdest bozulur. (M. Mevkûfâtî)
Mezî ve vedî, Hanefî ve Mâlikî mezhebinde kaba necâsettirler. (İbn-i Âbidîn)
Vedî, mezî çıkınca dört mezhebde de abdest bozulur. Hanbelî'de gusl (boy abdesti) de lâzım olur. (Ekmelüddîn Bâbertî)
 
---> Dini Sözlük

M - 6

MIRDAR:
Leş. (Bkz. Leş)

MISHAF:
Kur'ân-ı kerîmin tamâmının yazılı olduğu mübârek kitab. (Bkz. Mushaf)

MISKA:
Şifâ âyet-i kerîme ve duâlarının yazılı olduğu kâğıt, muska. (Bkz. Rukye)
Kur'ân-ı kerîm ile ve duâ ile olan mıskaları yapmak ve kullanmak câizdir ve insanı korurlar. Kur'ân-ı kerîm maddî ve mânevî her derde şifâdır ve her harfi mübârektir, muhteremdir. (İbn-i Âbidîn)

MİHRÂB:
Mescid, câmi vb. ibâdet yerlerinin kıble tarafında imâmın namaz kıldığı yer.
İmâmın mihrâb içinde durması mekrûhtur. Ayakları, mihrâbın dışında olunca, mihrâb içine secde etmesi mekrûh olmaz. (Halebî)
Mihrâbı bulunmayan, hesab, yıldız gibi şeylerle de anlaşılmayan yerlerde, kıbleyi bilen, sâlih müslümanlara sormak lâzımdır. Kâfire, fâsıka (açıkça günah işleyene) ve çocuklara sorulmaz. (Dâmâd, İbn-i Âbidîn)

MİHRİCÂN GÜNÜ:
Eylül ayının yirmi üçüncü gününe rastlayan mecûsî bayramı.
Nevruz (Mart'ın yirmi birinci) ve mihricân günlerinde, bunların isimlerini söyleyerek hediye vermek haramdır. Bu günleri bayram bilerek hediye vermek, îmânı götürür. Bu günlerde hürmet için kâfire yumurta bile verenin îmânı gider. (Alâüddîn Haskefî)

MÎKÂİL ALEYHİSSELÂM:
Dört büyük melekten biri. Ucuzluk, pahalılık, kıtlık, bolluk yapmak, ferah ve huzûr getirmek ve her maddeyi hareket ettirmekle görevli melek.
Resûlullah efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem Cebrâil'e; "Ey Cebrâil! Mîkâil'in güldüğünü hiç görmedim, bunun sebebi nedir?" diye sorduğunda, Cebrâil (aleyhisselâm; "Cehennem ateşinin tutuşturulduğu günden bugüne dek Mîkâil gülmemiştir" diye cevap verdi. (Muînüddîn Hirevî)
Allahü teâlâ, Muhammed aleyhisselâma gökte iki ve yerde iki yardımcı yaratmıştır. Bunlar gökte Cebrâil ve Mikâil, yerde hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Ömer'dir. (Nişancızâde)

MÎKÂT:
Hac ve umre için gelenlerin ihrâma girdikleri mevki, yer.
Mîkâtlar şunlardır:
Zülhuleyfe, Zât-i irk, Cuhfe, Karn (Karen) ve Yelemlem. Medîneliler, Zülhuleyfe'den; Bağdâd-Basra ahâlisi Zât-ı irk'ten, Şam ahâlisi Cuhfe'den ve Necid halkı Karen'den ve Yemen ahâlisi, Yelemlem'de ihrâma girerler. (M. Zihni Efendi)
Bir kimse ihrâmsız olarak mîkâtı geçtikten sonra ihrâma girerse, yasak olan şeyi işlediği için bir kurban lâzım olur. (M. Mevkûfâtî) Olunca vâsıl-ı haddî mîkât İki ihrâmdan aç; iki kanat.
(Nâbî)
(Mîkât'a gelince iki kanadını açarak, uçan bir kuş misâli iki parçadan ibâret olan ihrâmını giy.)

MİL:
Bin dokuz yüz yirmi metre olan bir uzunluk ölçüsü.
Abdest ve gusül (boy abdesti) almak için su bulamayan ve sudan bir mil uzak olan kimse, niyyet etmek şartıyla teyemmüm eder. (Molla Hüsrev)

MÎLÂD:
Doğum günü, Îsâ aleyhisselâmın doğum günü olduğu iddiâ edilen noel gecesi. (Bkz. Noel Gecesi)
Noel gecesi doğru olarak Mîlâd'ın, Aralık'ın 25'i veya Ocak'ın altıncı günü veya başka gün olduğu sanıldığı gibi, bugünkü Mîlâdî senenin bir veya dört sene az olduğu çeşitli dillerdeki kitablarda yazılıdır. (Hasib Bey)
Sorbon üniversitesi profesörlerinden Gungvebert, hazret-i Îsâ'nın mîlâdî târihinden on beş sene önce veya sonra doğduğu isbat edilemez diyor. Doğum senesi tahmin edilemeyince doğduğu gün elbette hesaplanamaz. (Yeni Rehber Ansiklopedisi)

MÎLÂDÎ YIL:
Hazret-i Îsâ'nın doğduğu iddiâ edilen yılı başlangıç kabûl eden ve 365,242 günlük güneş yılını esas alan takvim senesi.
Hicrî kamerî yılbaşı, hicrî şemsî ve mîlâdî yılbaşılarından on gün önce gelmektedir. Bundan dolayı müslümanların mübârek günleri veya geceleri, şemsî senelere nazaran her yıl on gün önce gelmektedir. Çünkü müslümanların mübârek günleri, güneş ayların a göre değil, hicrî kamerî aylara göre yapılır. Dînimiz böyle emretmektedir. (M. Sıddîk Gümüş)
Mîlâdî yıl altıncı yüzyıla kadar hiç kullanılmadı. İlk olarak Danyı adında bir râhip altıncı yüzyılın başlarında mîlâdî târih kullandı. (Yeni Rehber Ansiklopedisi)
Mîlâdî yıl kat'î olmayıp, günü de, senesi de şüpheli ve yanlıştır. Büyük âlim, İmâm-ı Rabbânî ve Burhân-ı Kâtı'ın yazarı mütercim Âsım Efendi'nin bildirdiklerine göre, Îsâ aleyhisselâm ile Peygamberimiz arasındaki zaman, bin seneden az değildir. (M. Sıddîk Gümüş)

MİLHAFE:
Kadının sokağa çıkarken giydiği manto ve ferâce gibi uzun geniş örtü.
Senede, biri yazlık biri kışlık olmak üzere iki milhafe alması, erkeğin zevcesine (hanımına) olan nafakasındandır. (İbn-i Nüceym)

MİLLET:
1. Din, dil ve târih berâberliği bulunan insan cemâati, topluluğu, kavim.
Bugün dünyâdaki kâfirler iki türlüdür. Birincisi kitâblı kâfirler yâni hıristiyan ve yahûdîler olup, öldükten sonra dirilmeğe, âhiretteki sonsuz hayâta inanıyorlar. Avrupa ve Amerika milletleri kitablıdır. İkincisi kitabsız kâfirler yâni müşrikler ol up, her şeyi yapan bir Allah'ın bulunduğuna inanmazlar. (M. Sıddîk Gümüş)
2. Din; kullarının dünyâda ve âhirette râhat ve huzûra kavuşmaları için Allahü teâlânın peygamberleri vâsıtasıyla gösterdiği yol.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Kendini bilmeyenden başka İbrâhim'in (aleyhisselâm) milletinden kim yüz çevirir. Gerçekten biz onu dünyâda seçtik. O, âhirette dahi gerçek sâlihlerdendir. (Bekara sûresi: 130)
(Ehl-i kitâb); bir de "Yahûdî veya hıristiyan olun ki, hidâyet bulasınız" derler. Sen de, deki: "Hayır biz hak yol üzere bulunan İbrâhim (aleyhisselâm) milletiyiz. O, hiçbir zaman müşriklerden (puta tapanlardan) olmadı. (Bekara sûresi: 135)
(Yûsuf aleyhisselâm dedi ki
msn_happy.gif
Atalarım İbrâhim, İshâk ve Yâkub'un milletine uydum. Bizim, Allah'a ortak koşmamız olacak şey değildir. Bu bize ve insanlara Allah'ın bir lütfudur. Lâkin insanların çoğu şükretmezler. (Yûsuf sûresi: 38)
Milletim, millet-i İslâm'dır. Îtikâdda Ehl-i sünnet ve cemâat, amelde Hanefî mezhebindenim. Âdem aleyhisselâmın zürriyetindenim. (Muhammed bin Kudbüddîn İznikî)

MİLLİYETÇİLİK (Milliyet):
Aynı vatanda aynı toprakta doğup yetişenlerin din, örf-âdet ve menfeat birliği.
İslâmiyet "posa ırkçılığını" ve ırk ve kavim üstünlüğü iddiâlarını câhiliyye devri âdetleri olarak reddetmekle birlikte, aslâ, müslümanları, soyunu, kavmini ve ırkını red ve inkâr etmeye dâvet etmemektedir. Aksine böyle bir fiili harâm saymaktadır. K aldı ki; "Vatan sevgisi îmândandır", "Kişi kavmini sevmekle suçlanamaz" ve "Kavminin efendisi, kavmine hizmet edendir" diye buyuran Resûlullah efendimizin dînini; kavimlerin, milletlerin ve milliyetçiliğin aleyhine kullanmak mümkün değildir. İslâmiye t bunları yok etmez, kardeş olmaya dâvet eder. (S. Ahmed Arvâsî)

MİNÂ:
Mekke-i mükerremenin doğusundaki dağların eteğinden Arafât'a giden yol üzerinde bulunan yer. Hac ibâdeti esnâsında kurban kesmek ve cemre (şeytan) taşlamak için buraya gidilir. İbrâhim aleyhisselâm, kurban etmek için, oğlu İsmâil'i buraya götürmüştü.
Minâ Mekke'nin, Müzdelife Minâ'nın, Arafât da Müzdelife'nin kuzeyindedir. Son yapılan asfalt caddelere göre Minâ ile Mekke arası 4,5, Minâ ile Müzdelife arası 3,3 ve Müzdelife ile Arafât arası 5,4 kilometredir. (M. Sıddîk Gümüş)
Haccın sünnetleri on birdir. Bunlardan biri de imâmın üç yerde hutbe okumasıdır. Birisi Zilhicce ayının yedinci günü Mekke'de, ikincisi, dokuzuncu günü öğle namazı, öğle ve ikindi namazlarından önce Arafât'ta, üçüncüsü, on birinci (kurban bayramının ikinci) günü Minâ'da okunur. (İbn-i Nüceym)
Kurban bayramının birinci günü güneş doğmadan önce Meş'aril-haram denilen yerden Minâ'ya hareket edilir.Minâ'ya gelince, Mescid-i Hîf'e en uzak olan Cemre-i akabe denilen yerde sağ elin baş ve şehâdet parmaklarıyla iki buçuk metreden veya daha uzakta n Cemre yerini gösteren duvarın dibine nohut kadar yedi taş atılır. Sonra hiç durmadan buradan gidilip kurban kesilir. Bayramın birinci günü Minâ'da olanlar ve bütün hacılar bayram namazı kılmaz. (İbn-i Âbidîn)
Mekke-i mükerremede Minâ pazarında, genç bir tâcir aşağı yukarı elli bin altın değerinde alış veriş yapıyordu. O esnâda, kalbi, Allahü teâlâyı bir an unutmuyordu. (Hâce Behâeddîn-i Buhârî)

MİNÂRE:
Câmilerde, müezzinlerin çıkıp ezân okuduğu yüksek yer.
Minâre ilk defâ Mısır vâlisi Mesleme bin Mahled tarafından hazret-i Muâviye'nin emri ile yaptırılmıştır. (İbn-i Âbidîn)
Minâre yapmak, müstehâbdır. Çünkü müezzinin, ezânı yükseğe çıkıp okuması sünnettir.Minâre, bu sünnete yardım etmektedir. (Abdülganî Nablüsî)
Mezar üzerine mum yakmak, minârede kandil yakmak ve câmilerde şarkı ve oyun havaları şeklinde mevlîd okutmak gibi adaklar adak olmaz. (İbn-i Âbidîn)

MİNBER:
Câmilerde hatiplerin hutbe okumaları için yapılmış merdivenli yüksek yer.
Kabrim ile minberim arası Cennet bahçelerinden bir bahçedir. (Hadîs-i şerîf-Minhet-ül-Vehbiyye)
İmâm hutbe okumak için minbere çıkınca, cemâatin namaz kılması ve konuşması haram olur. (Kâşânî)

Minber-i Nebevî:
Resûlullah efendimizin hutbe okudukları minber.

MİNNET:
1. Yapılan bir iyiliği, verilen bir şeyi başa kakma. Minnetin bu kısmı İslâmiyet'te yasaklanmıştır.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle buyruldu:
Sadakalarınızın sevâbını minnet ve ezâ ile heder etmeyin, boşa çıkarmayın. (Bekara sûresi: 264)
Minnet edenin sadakasını Allahü teâlâ kabûl etmez. (Hadîs-i şerîf-İhyâ)
Minnet akıl ve iz'andan soyunmuş özü-vicdânı çürük kişilere yaraşır. Böyleleri bir kimseye bir iyilik ettikleri zaman onu ya söz veya davranışlarla açıklamaya kalkışarak zavallıyı mahcub eder ve gönlüne ızdırap yüklerler. (Ahmed Rıfat)
2. Görülen iyiliğe karşı teşekkür etme.
Gaflet ve şaşkınlığa kapılarak, ana-babanın kalbini kırarsan derhal onların rızâsını almaya çalış, yalvar, minnet eyle ve her ne sûretle olursa olsun, onların gönlünü al. Ana-babanın evlâdı üzerinde hakları çok büyüktür. (Süleymân bin Cezâ)
Allahü teâlâya hamdü senâlar olsun ki, üç seneden beri müslümanım.Mes'ûd bir hayâta kavuştum. Bana İslâmiyet'i anlatıp müslüman olmama vesîle olanlara minnet borcum çoktur. (Ömer Mita-Japon)
3. Allahü teâlâya hamd ve senâ etmek, şükretmek.
Allahü teâlâya hamd ve minnet ederiz ve O'nun Peygamberine sonsuz salât ve selâm ederiz. Selâmette ve âfiyette olmanız ve doğru yolda bulunmanız ve ilerlemeniz için Allahü teâlâya duâ ederiz. Kıymetli ve merhametli efendim! Kazanç zamânı geçip gidiyo r. Her geçen an, ömrümüzü azaltmakta, ecel zamânı yaklaşmaktadır. Bugün aklımızı başımıza toplamazsak, yarın âh etmekten ve pişmanlıktan başka elimize bir şey geçmez. Bu birkaç günlük sağlık zamânında dînin emirlerine uygun yaşamaya çalışmalıyız! Anc ak böylece kurtulmamız umulur. (İmâm-ı Rabbânî)
Minnet Allahü teâlâya ki, O'na tâatte bulunmak, beğendiği işleri yapmak, O'na yakınlaştırır. O'na şükretmekle nîmet artar. Alınan her nefes, hayâtın devâmını sağlar. Verilen nefes, insanı rahatlatır. O halde, her nefeste iki nîmet vardır. Her nîmete bir şükür lâzımdır. (Sâdî-i Şîrâzî)
Hayat yolunda bizim taşıyabileceğimiz ve öteki dünyâya da götürebileceğimiz biricik servet; Allahü teâlâya hamd ve senâ etmek (O'na minnet bildirmek) ve O yüce kudret sâhibine sevgi ile bağlanmak, O'na ibâdet etmektir. (William Pickhard-İngiliz)
4. Nîmete kendi eliyle, kendi çalışmasiyle kavuşmadığını, Allahü teâlânın lütfu ve ihsânı olduğunu düşünmek. Ucbun (kendini ve işlerini beğenme hâlinin) zıddı.

MİNNETDÂR:
Birinden gördüğü iyileğe karşı mahcup ve müteşekkir kalan.
Kur'ân-ı kerîmi toplayan, Şeyhayn'dır (hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Ömer'dir). Bugün bilinen İslâm ilimlerinin hepsini, Şeyhayn ortaya koydu. Arabı, Acemi hidâyete getiren, Şeyhayn'dır. Şeyhayn'a bütün insanlar minnetdârdır. Bunu anlayamamak, güneşi görmemeye benzer. (Veliyyullah-ı Dehlevî)
Din bilgilerinde ve dünyâ işlerinde kendisine minnetdâr olduğum bir kişi vardır. O da İmâm-ı Muhammed'dir. (İmâm-ı Şâfiî)
 
---> Dini Sözlük

M - 7

Mİ'RÂC:
1. Merdiven.
Resûlullah efendimiz, Mekke şehrinden, Kudüs'teki Mescid-i Aksâ'ya geldikleri zaman, peygamberlerin rûhları, insan şekillerinde orada hazır bulundu. Bir anda Kudüs'ten yedinci göke kadar, bilinmeyen bir mîrâc ile çıkarıldı. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
2.Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem elli iki yaşında uyanık iken, beden ile, hicretten altı ay önce Receb ayının yirmi yedinci gecesi, Mekke-i mükerremede Mescid-i Harâm'dan Kudüs'e ve oradan göklere ve bilinmeyen yerlere götürülüp, g etirilmesi.
Mi'râc gecesi bir cemâate uğradım. Önlerine nefis yemekler koymuşlar. Bir yanda da leş duruyor. O nefis yemekleri bırakmış, leş yiyorlardı. "Bunlar kimlerdir?" dedim. Cebrâil aleyhisselâm; "Bunlar, helâli terk edip, harama meyl eden erkek ve kadınlardır. Helâl malları varken, haram yiyen kimselerdir" dedi. (Hadîs-i şerîf-Meâric-ün-Nübüvve)
Mi'râca götürüldüğüm gece, Cennet'te bir seviyeden yüksek yapılmış köşkler gördüm. Dedim ki: "Yâ Cebrâil! Bunlar kimin içindir?" Buyurdu ki: "Öfkesini yutanlar ve insanları affedenler içindir. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
Mi'râc gecesi, çok fecî ve elîm bir şekilde kendi kendilerine azâb eden bir takım insanlar gördüm. Cebrâil aleyhisselâma sordum ki: "Yâ Cebrâil! Bunların günâhı nedir? Niçin böyle kendi kendilerine azâb ederler?" Cebrâil aleyhisselâm dedi ki: "Bunlar, başkalarının ayblarını (kusûrlarını) açığa çıkaranlardır. (Hadîs-i şerîf-Meâric-ün-Nübüvve)
Allahü teâlânın Muhammed aleyhisselâma olan ihsânlarının en şereflilerinden biri de, O'na mi'râc mûcizesini vermesidir. Bu mûcizeyi O'ndan başka hiçbir peygambere vermemiştir. Resûlullah'ın Mekke'den Mescid-i Aksâ'ya götürüldüğü, Kur'ân-ı kerîmde İsr â sûresinin birinci âyet-i kerîmesinde açıkça bildiriliyor (mi'râcın bu kısmına isrâ' denir). Buna inanmıyan kâfir olur. Mescid-i Aksâ'dan göğe çıkarıldığını meşhûr hadîsler haber veriyor. Buna inanmıyan ise, bid'at ehli, sapık ve fâsık (günahkar) olur. Mîrâcın uyanık iken ve cesed ile olduğunu, Eshâb-ı kirâmın ve Tâbiînin ve hadîs âlimlerinin ve fıkıh âlimlerinin ve kelâm âlimlerinin çoğunluğu haber vermişlerdir. Böyle olduğunu sahîh hadîsler bildirmektedir. Mi'râc çok defâ olmuştu. Bunlardan biri uyanık iken ve cesed ile idi. Ötekiler yalnız rûh ile idi. Âişe (r.anhâ) rüyâda rûh ile olan mi'râclardan birini haber vermektedir. Onun bu haberi, uyanık iken cesed ile olan mi'râcın yok olduğunu göstermez. (Abdülhak Dehlevî, İsmâil Hakkı Bursevî, Muhammed Behâüddîn)
Beş vakit namaz mi'râc gecesi farz oldu. Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem, mi'râcda cennetleri ve cehennemleri ve Allahü teâlâyı gördü. Yalnız bu görmesi, dünyâ görmesi ile değil, âhiret görmesi ile oldu. Çünkü o gece zaman ve mekân çe vresinden dışarı çıktı. Bu görmeğe dünyâda gördü demek, mecâz olarak denilmiştir. Dünyâdan gidip gördüğü ve yine bu dünyâya geldiği için böyle denilmiştir. (İmâm-ı Rabbânî)

MÎRÂS:Vefât eden kimsenin, geride kalan akrabâlarına bıraktığı mal ve haklar.
Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
(Ey Resûlüm!) babası ve çocuğu olmıyanın mîrâsı hakkında senden dînin hükmünü istiyorlar. De ki, Allah, babası ve çocuğu olmayan için şöyle beyân eder: Eğer bir kimse ölür de çocuğu bulunmazsa ve geride ana-baba bir veya baba bir olan tek bir kız kardeşi olursa, terikenin yarısı bunundur. Eğer ölen bir kadının geride çocuğu kalmaz da erkek kardeşi bulunursa, o, terikenin tamâmına vâris olur. Ölenin iki veya daha çok kız kardeşi varsa, bunlara terikenin üçte ikisi vardır. Eğer kardeşler erkek ve kadın olurlarsa erkek için iki kadın payı vardır. Şaşırırsınız diye Allah size dîninizin hükümlerini açıklıyor. Allah her şeyi hakkıyla bilendir. (Nisâ sûresi: 176)
Küçük çocukları olan veya mîrâsa muhtaç bâliğ (ergen) ve sâlih çocukları bulunan hastanın, malından nâfile hayrât ve hasenâtı (iyilik yapılmasını) vasiyyet etmeyip çocuklarına bırakması daha iyidir. (İbn-i Âbidîn)
Malını, hayrâta (iyi yerlere) sarf edip, fâsık (haram ve günah işleyen) çocuğuna mîrâs bırakmamalıdır. Çünkü günâha yardım etmek olur. (Kerderî)

MÎRÎ TOPRAK:Beytülmâle yâni devlete âit toprak. (Bkz. Arâzi)

MÎSÂK:Söz verme, sözleşme, andlaşma.
1. Allahü teâlânın, Âdem aleyhisselâma ve bütün zürriyetine (ondan gelecek insanlara); "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diye hitâb buyurması, onların da; "Evet, sen Rabbimizsin" diye cevab vermeleri. (Bkz. Ahd)
Hadîs-i şerîfte buyruldu ki: "Kur'ân-ı kerîm hüzün ile inmiştir. Onu okurken kusurlarınıza ve ilerdeki tehlikelere karşı üzüntünüzü gösteriniz." Üzüntüsünü açıklamanın yolu, oradaki korkutucu, azâb verici, mîsâk ve muâhede âyetlerini düşünmekle, sonr a da nehy (yasaklarına) ve emirlerine karşı kusurlarını hatırlamakla olur. Şüphesiz bunları gereği gibi düşünen insan hem mahzûn olur, hem de ağlar. Şâyet ağlıyamıyorsa, ağlıyamadığına üzülmelidir. Çünkü Kur'ân'ın bu gibi âyetlerinden üzüntü duymamak büyük musîbettir. (İmâm-ı Gazâlî)
2.Yemîn ile kuvvetlendirilen söz verme.
Allahü teâlâ için yemîn ediyorum demek, yemîn olur. Allah'a ahd ediyorum (söz veriyorum), Allah'a mîsâk ediyorum demek, yemîn olur... (Alâüddîn-i Haskefî, Halebî)

MİSKAL:Bir çeşit ağırlık ölçü birimi.
Bir miskal; Hanefî mezhebinde 4,8 gram, Şâfiî mezhebinde ise 3,45 gramdır. (Süleymân bin Cezâ)
Üzerine bulaşan necâset, bir miskalden az ise yıkamak sünnettir. Bir miskal bulaşmış ise yıkamak vâcib, fazlasını yıkamak farzdır. (Kutbüddîn İznikî)
Altının, zekât verilmesi farz olan miktârı yirmi miskaldir. (Kâşânî)

MİSKÎN:
1. Bir günlük nafakasından (yiyeceğinden, giyeceğinden) fazla bir şeyi olmayan müslüman.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmelerde meâlen buyurdu ki:
... Fazla ihtiyarlık ve devamlı hastalık gibi sebeblerle oruç tutmaya güç yetiremeyenler üzerine, bir miskîn doyuracak kadar fidye vermek lâzımdır... (Bekara sûresi: 184)
Akrabâya, miskîne ve yolda kalmışa hakkını ver. Bununla berâber (malını) büsbütün saçıp savurma! (İsrâ sûresi: 26)
Her şeyin bir anahtarı vardır. Cennet'in anahtarı da, fakîr ve miskînleri sevmektir. Fakîr ve meskînler, sabırları sebebiyle kıyâmet günü Allahü teâlâya yakın bulunacaklardır. (Hadîs-i şerîf-Dâre Kutnî)
Bir kimse, kalbinde katılık bulunduğundan şikâyet edince, Resûlullah efendimiz ona; "Yetimin başını okşa ve miskîni doyur!" buyurdular. (Hadîs-i şerîf-Dimyâtî)
Zekât verilecek yedi sınıf kimseden birisi de miskîndir. (İbn-i Âbidîn)
2. Dervîş. Miskîn Yûnus var yârına, Koma bugünü yârına, Yârın Hakk'ın dîvânına, Varam Allah deyü deyü!..
(Yûnus Emre)

MİSLÎ:Çarşıda, pazarda aynı evsâfta, özellikte benzeri bulunan, fiyatları farklı olmayan mal.
Ağırlıkla, hacim ve uzunlukla ölçülenlerden fabrikada, tezgâhta yapılan şeyler ve sayı ile ölçülenlerden, aynı büyüklükte olanlar ve aynı büyüklükteki yumurta ve karpuz mislî maldır. (İbn-i Âbidîn)
Mislî malı telef eden, benzerini, mislî olmıyan malı telef eden, kıymetini öder. (İbn-i Âbidîn)

MİSVÂK:Bir karış büyüklüğünde kesilmiş, dişleri temizlemek için kullanılan ve Erak denilen ağaçtan veya zeytin dalından yapılan ağaç fırça.
Misvâk; ağzı temizlemeye, cenâb-ı Hakk'ın rızâsına kavuşmaya vesîledir. (Hadîs-i şerîf-Beyhekî)
Misvâk kullanarak kılınan namaz, misvâk kullanmadan kılınan namazdan yetmiş kat üstündür. (Hadîs-i şerîf-Reddülmuhtâr)
Abdest alırken misvâk kullanmak sünnet-i müekkededir (kuvvetli sünnettir). Misvâk, düz ve ikinci küçük parmak kalınlığında, bir karış boyunda olmalıdır. Misvâk, Arabistan'da yetişen Erak ağacının dalıdır. (Düzgün ucundan iki santimetre kadar, kabuğu soyulup, burası birkaç saat suda tutulur. Sonra ezilince, fırça gibi açılır). Erak ağacı bulunmazsa, zeytin dalından yapılır. Nar ağacından yapılmamalıdır. (İbn-i Âbidîn)
Misvâk kullanmanın on beş faydası vardır. Bunlar; sekerât-ı mevtte (son nefeste) Kelime-i şehâdeti söylemeye sebeb olur, dişlerin etlerini pekiştirir, safrayı keser, balgamı ve ağız kokusunu giderir, Allahü teâlâ ondan râzı olur, baş damarlarını kuvv etlendirir, gözleri nûrlanır, hayrı ve hasenâtı (iyilikleri) çok olur, sünnet ile amel etmiş olur, ağzı temiz olur, fasîh-ul-lisân yâni güzel konuşmaya vesîle olur, şeytan gamlanır, misvâklı olarak kılınan iki rek'at namazın sevâbı, misvâksız olarak kılınan yetmiş rek'at namazın sevâbından daha çok olur. (Muhammed bin Kutbüddîn İznikî)
Hazret-i Ömer zamânında Şam civârında bir kal'a muhâsara edildi. Öğleye kadar kal'a feth edilemedi. Hazret-i Ömer gadaba geldi. İslâm askerlerini huzûruna çağırdı. "Kal'a feth edilemedi. Kâfirler İslâm askeri karşısında bu kadar dayanamazdı. Aramızda birisi bir kusur işlemiş olmasın" buyurdu. Askerler hayret edip, tövbe ve istiğfâr etmeye başladılar. O sırada bir kişi ağlayarak hazret-i Ömer'in huzûruna geldi. "Ey mü'minlerin emîri! Bu gece teheccüde kalktığım zaman karanlık olduğu için misvâkımı aradım, fakat bulamadım. Bu sebeble misvâksız namaz kıldım. Sizin aradığınız kusuru ben işledim" dedi. Hazret-i Ömer ona; "Tövbe ve istiğfâr etmeye devâm et" buyurdu. O da tövbe ve istiğfar okumaya başladı. Bir saat sonra kal'a fetholundu. (Evliyâlar Ansiklopedisi)

MİSYONERLİK:Propaganda yaparak belirli bir fikir ve inancı yayma işi. Dar anlamda, henüz hıristiyanlığı kabûl etmemiş ülkelerde veya hıristiyan ülkelerde çeşitli isimler altında hıristiyanlığı yayma ve hıristiyanlık propagandası yapma faâliyeti. Bu çalışmaları y ürüten râhib, papaz ve din adamlarına misyoner, bu çalışmaları yapan teşkîlâta da Misyonerlik teşkîlâtı adı verilir.
Avrupalılar, hıristiyanlık inancını yaymak ve milletleri hıristiyanlaştırmak için misyoner teşkîlâtını kurdular. İktisâdî (ekonomik) bakımdan dünyânın en kuvvetli teşkîlâtı hâline gelen kilise ve misyoner teşkîlâtları akıl almaz bir çalışmanın içine girdiler. Hıristiyanlığı İslâm memleketlerinde yayabilmek için korkunç bir İslâm düşmanlığı başlattılar. İslâm memleketlerinin her yerine hıristiyanlığı öven binlerce kitap, mecmûa ve broşür gönderdiler. Bugün de güzel memleketimizde durmadan hıristiyanlığı anlatan kitap, mecmûa (dergi) ve broşürler, misyonerlik teşkîlâtı tarafından dağıtılmakta, posta ile yurt dışından adreslere gönderilmektedir. (Muhammed Sıddîk bin Saîd)
Târih göstermiştir ki, misyonerler gâyelerine erişmek için her türlü vâsıtayı mübâh (sakıncasız) gören bir zihniyete sâhib olmuşlardır. Asya ve Afrika milletlerini, asırlar boyu sömüren devletlerin en büyük yardımcıları misyonerler ve misyonerlik teş kîlâtları olmuştur. Misyonerler, girdikleri memlekette sâdece kendi dinlerini yaymakla meşgûl olmazlar. O memleketteki milleti meydana getiren maddî ve mânevî değerleri tahrib ederler. Tahrîb ettikleri millî duyguların enkazı üzerine kendi inançlarını binâ etmeye çalışırlar. Ellerinde bulunan bütün imkânlarını bu yolda kullanırlar. (Yeni Rehber Ansiklopedisi)

MİŞNÂ:Yahûdîlerin Tevrât'tan sonra mukaddes kabûl ettikleri Talmûd kitâbının iki kısmından biri.
Mişnâ, İbrânice "tekrar" demektir. Sözlü emirlerin kânun hâline getirilmiş ilk hâlidir. Yahûdî îtikâdına göre, Allahü teâlâ Mûsâ aleyhisselâma, Tûr dağında Tevrat kitabını (Yazılı emirleri) verdiği gibi, bâzı ilimleri yâni (sözlü emirleri) de söyledi . Mûsâ aleyhisselâm bu ilimleri Hârûn, Yûşâ ve Elîazar'a aleyhimüsselâm bildirdi. Bunlar da kendilerinden sonra gelen peygamberlere bildirdiler. Elîazar, Şuayb aleyhisselâmın oğludur. Bu bilgiler hahamlardan hahamlara rivâyet edildi. Mîlâddan önce 538 ve mîlâddan sonra 70 senelerinde çeşidli Mişnâlar yazıldı. Bunlara Yahûdîlerin âdetleri, kânun müesseseleri, hahamların bir mevzudaki tartışmaları ve şahsî görüşleri de karıştırıldı. Böylece Mişnâlar, hahamların indî görüş ve münâkaşalarını ifâde eden kitablar hâline geldi. Diğer Mişnâları içinde toplayan en son ve en meşhur Mişnâ, mîlâdın ikinci asrında yahûdî hahamlarından Yehûda tarafından yazıldı. Yehûda'dan sonra gelen hahamlar, Mişnâ'ya ilâveler ve şerhler yapmışlardır. Mişnâ'nın lisanı, kendisinde Yunanca ve Latincenin tesiri görülen Yeni İbrânicedir. Mişnâ'nın yazılmasından maksat, yazılı emr kabûl edilen Tevrat'ı tamamlayıcı olan sözlü emirleri tanıtmaktır. Mişnâlar, Tevratlardan daha basît olup, kelime ve cümle şekilleri onlarda n çok farklıdır. Emirler, umûmî kâideler şeklinde bildirilmiştir.Dikkat çekici misâller verilmiştir. Vâki' olmuş hâdiselere bâzan rastlanır. Emirler beyan edilirken kaynak olarak Tevratların âyetleri verilir. Mişnâ altı kısımdan meydana gelir: 1)Zerâim (tohumlar), 2)Moed (Mübârek günler. Bayram ve oruç günleri gibi), 3) Nâşim (Kadınlar), 4)Nezikin (Zararlar), 5)Kedaşim (Mukaddes şeyler), 6)Tehera (Tahâret, temizlik). Bunlar altmış üç risâleye, risâleler de cümlelere ayrılmıştır. (Harputlu İshâk Efendi)

Mİ'YÂR:
1-Ölçü âleti.
Akıl; his kuvveti ile anlaşılabilen veya hissedilenlere benzeyen ve onlara bağlılıkları bulunan şeyleri birbirleri ile ölçerek, iyilerini kötülerinden ayırmaya yarayan bir mi'yârdır. O hâlde, peygamberlerin bildirdikleri şeylere, akla danışmaksızın i nanmaktan başka çâre yoktur. Peygamberlere tâbi olmak, aklın gösterdiği bir lüzûmdur ve aklın istediği, beğendiği bir yoldur. (İmâm-ı Gazâlî)
2.Kendisinde yalnız bir vâcibin (farzın) edâ edildiği, başka bir vâcibin edâ edilemediği vakit.
Ramazan ayı bu aydaki farz orucun mi'yârıdır. Bu ayda Ramazân orucundan başka bir oruç tutulamaz. Bunun içindir ki, Hanefîlere göre bir kimse Ramazân-ı şerîfte nâfile oruca niyet etse, o yine Ramazan orucundan sayılır. (Serahsî)

MİZÂC:Huy, tabîat, bir kimsenin yaratılıştan gelen özelliklerinin hepsi. (Bkz. Huy)
Gadaba gelen (kızan, öfkelenen) insan, aklın kontrolünden çıkmış olduğundan; bu kimsede basîret (kalb gözü, derin ve ince anlayış), düşünce, irâde (kendine hâkim olma) ve fikir diye bir şey kalmaz. Nice insanlar var ki, yaratılış îtibâriyle çabuk kız arlar. Hattâ, yüzünden gadab (kızgınlık) akar. Kalbin harâret mizâcı da buna yardımcı olur. Zîrâ gadab, ateştendir. Nitekim, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: "Mizâcın burûdeti (soğukluğu); gadabı (kızgınlığı) söndürür ve şehveti kırar. (İmâm-ı Gazâlî)

MİZÂH:Latîfe, şaka.
Ben mizâh konuşurum, fakat doğru konuşurum. (Hadîs-i şerîf-İhyâu Ulûmiddîn)
Alay, şaka ve mizâhtan kaçınınız. Zîrâ insanın şerefini kırar, vekarını (ağırbaşlılığı) azaltır. (Hazret-i Ömer)
Az olmak şartı ile arada bir mizâh mübâhtır (serbesttir). Ancak mizâhı âdet ve meslek hâline getirmemeli ve doğru söylemelidir. Çünkü fazla şaka, mizâh vakti öldürür ve çok güldürür. Çok gülmek ise, kalbi karartır. Heybet ve vekarı giderir. (İmâm-ı Gazâlî)
Mizâhın azı kötü değildir. Çünkü mizâh, gönül açıcı ve kalb temizleyicidir. Mizâhta aşırılığa kaçmamalı ve devamlı olmamalıdır.Mizâhta aşırılığa kaçılırsa, çok gülmeğe sebeb olur. Çok gülmek ise kalbi karartır. (Muhammed Hasan Can)

MÎZÂN:
1.Terâzi, ölçü âleti.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
... (Şuayb aleyhisselâm), Kavmine şöyle dedi: Rabbiniz tarafından size açık mûcize geldi. Artık kileyi, mîzânı tam tutun. İnsanların haklarını yerine getirmekte noksanlık yapmayın. (Peygamberler ve onlara tâbi olanların vâsıtasıyla) ıslâh olan yeryüzünü (küfür ve hîlelerinizle) fesâda vermeyin. Eğer benim sözümü tasdîk ederseniz, (bu söylediklerim) sizin için hayırlıdır." (A'râf sûresi: 85)
Şuayb aleyhisselâm Eyke halkını; ölçüyü ve mîzânı tam yapmaya, insanların hukûkuna riâyet etmeye, yeryüzünde fesâd çıkarmamaya, Allahü teâlâdan korkmaya ve takvâ üzere olmaya dâvet etti. (Fahrüddîn-i Râzî)
2. Kıyâmet günü insanların günâh ve sevâbını tartan ve nasıl olduğu bilinmeyen terâzi.
Alahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Biz kıyâmet gününe mahsûs adâlet mîzânları kurarız. Artık hiç kimse hiçbir şeyle haksızlığa uğratılmayacaktır. (Yapılan amel) hardal tânesi kadar bile olsa, onu getiririz (mîzâna koyarız) . Hesâb gören olarak biz (herkese) yeteriz. (Enbiyâ sûresi: 47)
Artık kimin (sevâb) mîzânı ağır gelirse onlar korktuklarından emîn, umduklarına kavuşanların tâ kendileridir. Kimin de mîzânı hafif gelirse, onlar kendilerine yazık edenlerdir. (Onlar) Cehennem'de ebedî kalıcıdırlar. (Mü'minûn sûresi: 102, 103)
Mîzânda güzel ahlâktan daha ağır gelecek hiçbir şey yoktur. (Hadîs-i şerîf-Edeb-ül-Müfred)
Bir kimse kıyâmette mîzâna getirilir. Sonra her birinin büyüklüğü, gözün görebileceği uzunlukta olan doksan dokuz amel defteri getirilir. Bu defterlerde o kimsenin iyilik ve kötülükleri yazılıdır. Günâhı sevâbından çok gelip, Cehennem'e gönderilir. Cehennem'e giderken, Allahü teâlâ katından bir ses duyulur; "Acele etmeyiniz. Onun tartılmayan bir şeyi vardır" der. Baş parmağı ucu kadar bir şey getirilir. Üzerinde Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah yazılı olur. Sevâb kefesine konur. Böylece sevâbı, günâhından ağır gelir ve Cennet'e gitmesi emrolunur. (Hadîs-i şerîf-Ahlâk-ül-Ulemâ)
İyi ameller güzel sûretlerle, kötü ameller de çirkin kıyâfetlerle gelecek, mîzâna konacaktır. (İbn-i Abbâs) Ömür tamam olup defter dürülür Sırat Köprüsü ve mîzân kurulur Hakk'ın dergâhında elbet durulur Buyruğu tutulur ferman eğlenmez. (Aziz Mahmûd Hüdâyî)

MİZMÂR:
1. Her türlü çalgı âleti, ney türünden, biri kamış, diğeri ağaçtan olmak üzere iki parçadan meydana gelmiş olan âlet, düdük, kaval, fülüt.
Bir zaman gelir ki, müslümanlar birbirlerinden ayrılır, parçalanırlar. İslâmiyet'i bırakıp kendi düşüncelerine, görüşlerine uyarlar. Kur'ân-ı kerîmi mizmârlardan yâni çalgılardan şarkı gibi okurlar. Allah için değil, keyf için okurlar. Böyle okuyanlara ve dinleyenlere hiç sevâb verilmez. Allahü teâlâ bunlara lânet eder, azâb verir. (Hadîs-i şerîf-Müsâmere)
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem kıyâmet alâmetlerini sayarken buyurdu ki: "Hâkimler rüşvet alarak haksız karar verir. Adam öldürmek çoğalır. Gençler ana-babalarını, hısım-akrabâsını aramaz, saymaz olur. Kur'ân-ı kerîm mizmârdan, yâni çalgı âletlerinden okunur. Tecvîd ile güzel okuyanları, İslâmiyet'e uyan hâfızları dinlemeyip, mûsikî ile şarkı gibi okuyanları dinlerler." (Hadîs-i şerîf-Tergîb-üs-Salât)
Keyf ve eğlence için her mizmârı çalmak ve dinlemek haramdır. Çalgı, içki içenlerin âdetidir. İçki ise, nefsin arzûlarını yâni şehveti harekete getirir. Yalnız muhârebede (savaşta) askerin moralini kuvvetlendirmek için bando, mızıka çalmak ve bunlara sulh zamânında da hazırlanmak ve düğünlerde davul def çalmak, her müslümana câizdir. (İmâm-ı Gazâlî)
2. Güzel ses.
Bir gün Resûlullah efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem Ebû Mûse'l-Eş'arî'nin Kur'ân-ı kerîm okumasını dinledi ve buyurdu ki: "Ebû Mûsâ'ya Âl-i Dâvûd'un mizmârlarından verilmiştir. (Hadîs-i şerîf-İhyâu Ulûmiddîn)
Kur'ân-ı kerîmi mizmâr ve tecvîd ile okumalıdır. Tegannî ile yâni kelimeleri değiştirip nağmeye uydurarak okumak haramdır. (Abdullah-ı Dehlevî)

MU'ACCEL:Peşin olarak verilen. Acele ödenen şey. (Bkz. Mehr)
Nikâh akd edilirken (yapılırken) tek mehr söylenip, ne kadar mu'accel olduğu bildirilmedi ise, âdete ve zevcinin emsâline (akranlarına) göre söylenilenin bir miktârı mu'accel olur. Mehrin hepsi mu'accel denildi ise mu'accel olur. (Fetavâ-yı Hindiyye)

MUÂHEDE:Andlaşma. (Bkz. Ahd)
İslâm halîfeliğinin bir an evvel kaldırılması İngilizlerin birinci düşünceleridir. Kırım muhârebelerine sebeb olmaları ve burada Türklere yardım etmeleri hilâfeti mahv etmek için bir hîle idi. Pâris muâhedesi bu hîleyi açıkça ortaya koymaktadır. (Abdürreşîd İbrâhim Efendi)

MUÂHEZE:Azarlama, darılma, paylama, cezâlandırma.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmelerde meâlen buyurdu ki:
Allahü teâlâ sizi yemîn-i lağv (geçmiş bir şey için zan ile yanlış yemin etmek) ile muâheze etmez. Fakat (kasıdla, bilerek) akd ettiğiniz yeminlerde (geçmişte bir şey için yalan söyleyerek veya ilerde yapacağım yâhut yapmayacağım diye yalan yere yemi n etmekte) muâheze eder. Onun keffâreti, çoluk-çocuğunuza yedirdiğinizin orta hâli ile on fakiri doyurmaktır. Veya çoluk-çocuğunuza giydirdiğinizin orta hâliyle birer elbiseyi on fakire giydirmektir veya bir köle âzâd etmektir. Bu üçünden birini yapmaya gücü yetmiyenin üç gün müteâkiben (peşpeşe) oruç tutmasıdır. İşte bunlar sizlerin yeminlerinize keffârettir. Lisânlarınızı yemininizi bozmaktan hıfz ediniz (koruyunuz) . (Mâide sûresi: 89)
Allah hiç kimseye gücü yetmeyeceği bir şeyi teklif etmez. Herkesin kazandığı kendi lehine, yüklendiği vebâl de aleyhinedir. "Ey Rabbimiz! Eğer unuttuk veya hatâ ettikse, bizi muâheze etme. Ey Rabbimiz! Bize, bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme! Ey Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmiyeceği şeyleri de yükleme. Günâhlarımızı affet. Bizi bağışla. Bize merhâmet eyle. Sen bizim mevlâmızsın. Artık kâfirler gürûhu (topluluğu) üzerine bize yardım et (dediler) " (Bekara sûresi: 286)
Bir ümmet içerisinde, her gün yirmi beş kişi; Allahü teâlâya yirmi beş defâ istiğfâr ederse (günahlarının bağışlanmalarını dilerse) Allahü teâlâ o ümmeti umûmî azâbla muâheze etmez. (Mekhûl eş-Şâmî)

MUAHHİR (El-Muahhir):Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Peygamberlerini, evliyâsını, sevdiklerini kendine yaklaştırıp, kâfirleri (inanmayanları), fâcirleri, düşmanlarını, sevmediklerini kendisinden uzaklaştıran, hor ve hakîr edip alçaltan.
El-Muahhir ism-i şerîfini söyleyenin tövbe etmesi kolay olur. (Yûsuf Nebhânî)

MU'ÂMELÂT:İnsanların birbirleri arasında olan işler. Alış-veriş, kirâ, şirketler, fâiz, mîrâs gibi insanlar arasında meydana gelen işler. Fıkıh ilminin dört kısmından biri.
Mu'âmelâtta bir fâsıkın (açıkça günâh işleyenin) veyâ müslüman olmıyanın sözü de kabûl edilir. Akıllı olan çocuk ve kadın da mu'âmelâtta erkek gibidir. (Alâüddîn-i Haskefî)

MU'AMMÂ:1.Gizli, örtülü, anlaşılmaz veya anlaşılması güç şey.
Allahü teâlâyı mü'minler Cennet'te görecektir. Fakat, nasıl olduğu bilinmeyen bir görmekle göreceklerdir.Nasıl olduğu bilinmeyeni, anlaşılmayanı görmek de, nasıl olduğu anlaşılmayan bir görmek olur. Belki gören de, nasıl olduğu bilinmeyen bir hâl alı r ve öyle görür. Bu, bir muammâ, bir bilmecedir ki, bu dünyâda evliyânın büyüklerinden seçilmişlere bildirilmiştir. (İmâm-ı Gazâlî)
2. Edebiyâtta bir ad sorulacak şekilde düzenlenmiş manzûm bilmece.
On altıncı asrın büyük muammâ şâirlerinden biri de Emrî'dir. (Yeni Rehber Ansiklopedisi)

MU'ÂNAKA:İki kişinin birbirinin boynuna sarılması.
Âdem aleyhisselâmdan İbrâhim aleyhisselâma kadar, selâmlaşma, birbirine secde etmekle olurdu. Sonra bunun yerine mu'ânaka ile oldu. Muhammed aleyhisselâm zamânında el ile müsâfeha sünnet oldu. (Muhammed Rebhâmî)
Âlimler buyurdular ki: Mu'ânaka edenlerin üzerinde bir gömlek veya cübbe gibi bir şey varsa, mu'ânaka câizdir. (Burhâneddîn Mergînânî)
Mu'ânakanın mekruh olanı (dînen iyi görülmeyeni) şehvetli olanıdır. (Şeyh Ebû Mansûr)

MU'ÂŞERET:İnsanların birbirleriyle görüşmelerinde ve işlerinde karşılıklı uymaları gereken usûller, kurallar. (Bkz. Edeb)

MU'ÂTEBE:İtâb etme, kızma, azarlama. (Bkz. İtâb)

MU'ATTALA:Allahü teâlânın sıfatlarını inkâr eden bozuk bir fırka, topluluk.
Nikâh ile alması haram olan yirmi beş kadından birisi de veseniyye yâni puta tapan kadınlardır. Güneşe, yıldızlara, resimlere ve heykellere tapınanlar ve Mu'attala ve Bâtıniyye ve İbâhiyyeden olanlar ve zındıklar yâni koyu müslüman görünüp küfre sebe b olan şeylere îmânın şartı diyenler, hep puta tapanlardandır. (Mehmed Zihni Efendi)

MU'ÂVVİZETEYN:Felak ve Nâs sûrelerinin ikisine berâber verilen isim.
Cumâ namazından sonra, yedi defâ ihlâs ve mu'âvvizeteyn okuyanı, Allahü teâlâ, bir hafta, kazâdan, belâdan ve kötü işlerden korur. (Hadîs-i şerîf-Fevâid-i Osmâniyye)
Dertlerden, belâlardan kurtulmak; şeytanın, cinlerin şerrinden korunmak için, Mu'âvvizeteyn'i çok okumak faydalıdır. (Seyyid Abdülhakîm)

MU'ÂYEDE:Bayramlaşma. Birbirinin bayramını kutlama.
Selçuklular ve Osmanlılarda muâyede merâsimleri pek muhteşem olurdu. Sultanlar bayram namazı kılmak için büyük bir alayla (toplulukla) selâtin yâni sultanlar tarafından yaptırılan câmilerden birine giderlerdi. Bayram namazı kılındıktan sonra sultan, sarayda devlet erkânıyla bayramlaşırdı. (İslâm Târihi Ansiklopedisi)
Osmanlılarda pâdişâhın bayramı tebrik merâsimi, İstanbul'un fethinden on dokuzuncu yüzyıl ortalarına kadar Topkapı Sarayı'nda yapıldı. Daha sonraki devirlerde Dolmabahçe Sarayı'nın orta kısmındaki büyük muâyede salonunda yapılmaya başlandı. (Osmanlı Târihi Ansiklopedisi)
Bayram günlerinde herkes temiz ve iyi giyinir, çocuklara yeni elbiseler alınır, fakir, yetim ve öksüzler sevindirilirdi. Kabirler ziyâret edilerek vefât eden akrabâ, diğer müslümanlar ve din büyüklerinin rûhu için Kur'ân-ı kerîm okunur, duâlar edilir ve daha sonra muâyede için âile büyükleri, dost, akabâ ve tanıdıklar ziyâret edilirdi. (Hızır İlyâs Ağa)

MUBÂH:Dînimizde yapılması emr olunmayan ve yasak da edilmeyen şeyler.
Mubahlar, iyi niyetle yapılınca tâat (Allahü teâlânın beğendiği şey) olur. Kötü niyetle yapılınca, günâh olur. İnsan, mubâh bir işe başlarken niyyetine dikkat etmelidir. Niyyeti iyi ise, o işi yapmalıdır. Niyyeti, yalnız Allahü teâlâ için olmazsa, ya pmamalıdır. (Seyyid Abdülhakîm Efendi)
Allahü teâlânın mubah ettiği yâni izin verdiği şeyler pek çoktur.Haram ettiği, yasakladığı şeyler ise, pek azdır.Mubahlarda bulunan lezzet, harâmda bulunanlardan kat kat fazladır. Mubâh işleyenleri Allahü teâlâ sever. Haram işleyenleri sevmez. Aklı o lan, doğru düşünebilen bir kimse, geçici bir zevk için, Allahü teâlânın râzı olmadığı, beğenmediği bir şeyi yapmaz. Zâten Allahü teâlâ, zararlı olan bir lezzeti haram edince, bu lezzette olan zararsız birçok başka şeyleri mubâh eylemiştir. (İmâm-ı Rabbânî)
Allahü teâlâ lutf ederek, kerem ederek, acıyarak, kullarına çok şeyleri mubâh etmiş, izin vermiştir. Rûhu hasta, kalbi bozuk olduğu için, mubâhlarla doymayıp, bitmez tükenmez mubahları bırakarak, İslâmiyet'in hududundan dışarı taşanlar, şüpheli ve ha ramlara uzananlar ne kadar bedbaht ve zavallıdır. (İmâm-ı Rabbânî)
Mubâhları, lâzım olduğu kadar kullanmalıdır. Bir insan, mubâh yâni İslâmiyet'in izin verdiği şeylerden, her istediğini yapar, taşkınca mubâh işlerse, şübheli şeyleri yapmaya başlar. Şüpheliler ise, haram olanlara yakındır. (İmâm-ı Rabbânî)

MÛCİD (El-Mûcid):Îcâd eden, yoktan vâr eden, yaratan mânâsına Allahü teâlânın isimlerinden.
"Ben civaya bakınca, bunu yaratanın büyüklüğüne hayran oluyorum. Buna ne türlü hassalar vermiş! Bunları düşündükçe, aklım başımdan gidiyor.Benim buluşlarım esâsen dünyâda bulunan, fakat o zamâna kadar insanların göremedikleri büyük hârikaların ancak, ufacık bir kısmını meydana çıkarmaktan ibârettir... Ben mûcidim ha...! Hayır, asıl mûcid, asıl yaratıcı işte O'dur, Allah'tır..." (Edison)

MU'CİZÂT (Mûcizât):Mûcizeler. Allahü teâlânın peygamberlerine, peygamberliklerini isbât etmeleri için ihsân etmiş olduğu hârikulâde yâni âdet dışı (olağan üstü) hâller. Mûcize kelimesinin çokluk şeklidir. (Bkz. Mûcize)

MU'CİZE (Mûcize):Peygamberlerden aleyhimüsselâm peygamberliklerine delil olarak Allahü teâlânın izniyle meydana gelen hârikulâde (olağanüstü) haller.
Bir şeyin mûcize olabilmesi için şu şartlar lâzımdır: Allahü teâlâ o şeyi mûtâd (alışılmış) sebepler dışında yaratmış olmalıdır. Hârikulâde (olağanüstü) olmalıdır. Peygamber olan zâtın istediğine uygun olmalıdır. İsteyip de hâsıl olan mûcize kendisin i yalanlamamalıdır. Mûcize, peygamber olduğunu söylemeden önce hâsıl olmamalıdır. Bir peygamberin ümmetinden meydana gelen hârikulâde hâller, kerâmetler o peygamberin mûcizesidir. (İmâm-ı Rabbânî)
Peygamberler şerîatin emirlerini ve yasaklarını bildirirlerdi. Ümmetleri mûcize isteyince; "Mûcizeleri Allahü teâlâ yaratır. Bizim vazifemiz O'nun emirlerini bildirmektir" buyururlardı. Allahü teâlâ dilerse ümmetlere merhamet ederek, inanmaları, seâd ete kavuşmaları için o anda mûcize yaratırdı. (İmâm-ı Rabbânî)
Allahü teâlâ her peygambere zamanlarında önemli kabûl edilen hususlarla ilgili mûcize ihsân etmiştir. Mûsâ aleyhisselâm zamânında sihirbâzlık yaygın idi. Allahü teâlâ Mûsâ aleyhisselâma asâ mûcizesini ihsân etti. Mûsâ aleyhisselâmın asâsı büyük yılan olup sihirbâzların sihir âletlerini yuttu. Böylece sihirbâzlar, bunun insan gücünün üstünde olduğunu anlayarak Mûsâ aleyhisselâma îmân ettiler. Îsâ aleyhisselâmın zamânında tıb ileri gitmişti. Tabipler başarılarıyla öğünürlerdi. Allahü teâlâ Îsâ aleyhisselâma ölüleri diriltme ve anadan kör doğanların gözlerinin açılması mûcizesini ihsân etti. Tabipler âciz kaldılar. Muhammed aleyhisselâm zamânında ise, Arabistan yarımadasında şâirlik ve belâgat san'atı en yüksek dereceye ulaşmıştı. Yazdıkları v e okudukları şiirlerle birbirlerine öğünürlerdi. Allahü teâlâ Peygamber efendimize en büyük mûcize olarak Kur'ân-ı kerîmi gönderdi. Kur'ân-ı kerîmin îcâzı, eşsizliği karşısında şâirler âciz kaldılar. Bir kısmı Allah kelâmı olduğunu inkâr edip kâfir o larak öldüler. Bir kısmı ise, Allah kelâmı olduğunu anlayarak müslüman oldular. (Ahmed Fârûkî)
Allahü teâlânın âdetinin ve kânunlarının dışında yarattığı mûcizelerin meydana gelmesi için, peygamberlerin aleyhimüsselâm diri olması şart değildir. Öldükten sonra da Allahü teâlâ onlara mûcize ihsân eder. (Abdülganî Nablüsî)
Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem mûcizeleri binden fazla olup bâzıları şunlardır:Mîrâc mûcizesi, şakk-ı kamer mûcizesi (ayın ikiye bölünmesi), mübârek parmaklarından su fışkırma mûcizesi, Kâbe-i muazzama içindeki putların mübârek parmağının işâreti ile yüz üstü düşmesi mûcizesi, ölülerin diriltilmesi mûcizesi, yaralılara ve hastalara şifâ verme mûcizesi. (Harputlu İshâk Efendi)

MUDÂREBE ŞİRKETİ:Ortaklardan bir kısmının sermâye vermesi, bir kısmının da iş yapmayı üzerine alması üzerine anlaşma yapılarak kurulan şirket, ortaklık.
Mudârebe şirketinde sermâyenin; altın, gümüş veya başka geçer para olması lâzımdır. Kâr önceden sözleşilen oranda paylaşılır. Sermâye, iş yapanlara emânettir.Telef olursa ödemezler. (İbn-i Âbidîn)

MUDILL (El-Mudıll):Dalâlete düşüren, doğru yoldan çıkarıp, eğri yola saptıran mânâsına, Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından, güzel isimlerinden.
Allahü teâlânın isimleri aynı zamanda sıfatlarıdır. Allahü teâlânın Hâdî (hidâyete kavuşturucu) Mudıll sıfatları vardır. İnsanlardan bâzılarına Hâdî, bâzılarına Mudıll sıfatı ile tecellî eder. Niye böyle olduğunu biz bilemeyiz. (İmâm-ı Rabbânî)

MUFÂVADA ŞİRKETİ:Sermâyedeki hisseleri, kâr ve kullanma hakkı, ortaklar arasında eşit olan ve ortakların müslüman olması ve herbirinin sermâyesinden başka parası bulunmaması şartlarıyla kurulan bir şirket. Müsâvat şirketi.
Mufâvada şirketinde ortaklardan herbiri, diğer ortakların kefîli ve vekîlidir. Ortaklar, şirketin borçlarından ve teahhüdlerinden (sözleşmelerinden) zincirleme olarak ve bütün malları ile sorumludurlar. (Mecelle)
Mufâvada şirketinde malın herhangi bir parçası satılınca, parası ve kârı bütün ortaklar arasında müşterek (ortak) olur. (Avrupalılar Müfâvada şirketini müslümanlardan alıp, Kollektif şirket demişlerdir.) (İbn-i Âbidîn)

MUGÂLATA:Hatâlı ve yanlış söz, karşısındakini yanıltmak için söz söylemek veya bu sûretle söylenen söz.
Safsata ve mugâlataya dayanan sophisme'i (insanı her şeyin ölçüsü kabûl eden felsefî düşünce sistemini) kelâm âlimleri şiddetle reddetmişlerdir. (Seyyid Şerîf Cürcânî)

MUĞNÎ (El-Muğnî):Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Hikmeti îcâbı, her şeyin ihtiyâcını giderici, tamamlayıcı ve lütfuyla doyurucu.
MUHABBET:Sevgi. Aşırı düşkünlük.
Allahü teâlâ buyurdu ki: Benim için birbirini sevenlere, benim için biraraya gelip oturanlara, benim için birbirini ziyâret edenlere, benim için birbirine verenlere muhabbetim vâcibdir. (Hadîs-i kudsî-Senâullah-i Pânî Pûtî)
Benim muhabbetim; benim yolumda birbirine muhabbet edenler, hâlis sevgi gösterenler ve benim sevgim uğrunda harcıyanlar için hak oldu. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
Benim muhabbetim bir kulun kalbine girerse, azîz ve celîl olan Allahü teâlâ, onun cesedini ateşe haram kılar. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
Muhabbete, muhabbet denmesi; kalbde Allahü teâlânın rızâsından başka her şeyi mahv (yok)etmesindendir. (Ebû Saîd Eşec)
Eshâb-ı kirâm (Peygamberimizin arkadaşları), Resûlullah efendimizin muhabbeti uğruna mallarını ve canlarını sarf eylediler (harcadılar). Makâm ve mevkilerini terk eylediler. (İmâm-ı Rabbânî)
Muhabbet rızâya (Allah'tan gelen her şeyi beğenmeye), rızâ da muhabbete dâhildir. Rızâsız muhabbet, muhabbetsiz rızâ olmaz. Çünkü insan, ancak sevdiğine râzı olur ve râzı olduğunu sever. (Amr bin Osman Mekkî)
Kul, muhabbet makâmına; Allahü teâlânın sevdiklerini sevmek ve Allahü teâlâya düşman olanlara düşmanlık etmekle kavuşur. (Abdullah bin Muhammed Mürteiş)
Şu üç muhabbet çok mühimdir:Birincisi, Allahü teâlâyı sevmektir. Bunun alâmeti, ibâdeti günaha tercih etmektir. İkincisi, kuvvetli bir îmân ile Resûlullah efendimizi sevmektir. Bunun alâmeti, Resûlullah'ın sünnetine yapışmaktır. Üçüncüsü ise Allah iç in mü'minleri sevmektir.Bunun alâmeti, mü'minlere eziyet etmemek ve onlara faydalı olmaktır. (Hâris el-Muhâsibî)
Bütün kazançlarıma, mürşidlerime (hocalarıma) çok muhabbet etmekle kavuştum. Seâdetin (mutluluğun, kurtuluşun)anahtarı, Allahü teâlânın sevdiklerini sevmektir. (Mazhar-ı Cân-ı Cânân)
Muhabbet edene muhabbet edilir. Seven sevilir, unutmayan unutulmaz. (Ali Hâfız Efendi) Muhabbetten Muhammed oldu hâsıl, Muhammedsiz muhabbetten ne hâsıl (Bezm-i Âlem Vâlide Sultan)

Muhabbet-i Resûlillâh:Peygamber efendimizin sevgisi.
Hazret-i Ali, muhabbet-i Resûlillah makâmının en son derecesine ulaşmış; cânını ve malını, O'nun yoluna fedâ etmiştir. (Ahmed Fârûkî)
Müslüman kimse, Eshâb-ı kirâmın (Resûlullah efendimizi görüp, sohbetinde yetişen mübârek insanların) hepsini sevmeli ve iyi bilmelidir. Onları sevmenin, muhabbet-i Resûlillah demek olduğunu bilmelidir. Çünkü, Peygamber efendimiz; "Onları seven, beni sevdiği için sever" buyurdu. Bir müslüman için, kurtuluş yolu ancak budur. (Abdullah Süveydî)

Muhabbet-i Zâtiyye:Allahü teâlânın zâtına olan sevgi.
Muhabbet-i zâtiyye denilen sevgi hâsıl olunca, sevgilinin nîmetleri ve elemleri (iyilik ve ızdırabları), sevenin yanında eşit olur. Bu zaman, ihlâs (her şeyi Allah için yapma) hâsıl olur. Rabbine ancak, O'nun için ibâdet eder; kendi nefsi için değil. İbâdeti, nîmetlere kavuşmak için olmaz. Çünkü ona göre, nîmetlerle azâblar arasında başkalık (ayrılık, fark) yoktur. (İmâm-ı Rabbânî)

MUHABBETULLAH:Allahü teâlânın sevgisi.
Kim muhabbetullahı, kendi muhabbetine tercih eder, üstün tutarsa, Allahü teâlâ, halktan gelen meşakkat ve sıkıntılar husûsunda ona kâfi gelir. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
İslâm dîninde, en mühim maksâd, muhabbetullah olduğundan, Allahü teâlâ, her gün beş vakitte nice kerreler zikr edilerek (hâtırlanarak), kalb kuvvetlendirilmektedir. Kalbin ve rûhun kuvvetlenmesi, sevgiliye (Allahü teâlâya) kavuşmaya sebeb olur.Namaz kılarken okunan âyetler, tesbihler ve duâlar, Allahü teâlânın büyüklüğünü bildirir. Allahü teâlâ, bunları okuyanları severim ve onlara çok sevâb veririm buyuruyor. Muhabbetullaha kavuşmak için ve sevâb kazanmak için okunan ve yapılan şeyler güç olsal ar da, îmânlı kimselere kolay ve tatlı gelir. (İmâm-ı Gazâlî)

MUHÂCİR:1. İslâmiyet'in başlangıcında, sırf müslüman oldukları için Mekkeli müşriklerin zulüm ve işkencelerine mâruz kalıp, dinlerini, îmânlarını korumak için, evlerini, mallarını ve mülklerini bırakarak Resûlullah efendimizin izni ile önce Habeşistan'a, son ra Medîne-i münevvereye hicret eden Mekkeli müslümanlar. Muhâcirin çoğulu muhâcirîn'dir.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Önce müslüman olanlardan, Muhâcirlerin ve Ensârın önde gelenlerinden ve bunların yolunda gidenlerden Allahü teâlâ râzıdır ve bunlar da Allahü teâlâdan râzıdırlar. Allahü teâlâ bunlar için, Cennetler hazırladı. Bu Cennetlerin altından nehirler akmaktadır. Bunlar Cennet'te sonsuz kalacaklardır. (Tevbe sûresi: 100)
Duâ ordusunun askerleri, gazâ ordusu askerlerinin rûhu gibidir. Gazâ ordusunun askerleri, onların kalıpları, bedenleridir. O hâlde, gazâ ordusunun askeri, duâ ordusu olmadıkça, iş başaramaz. Çünkü, rûhsuz bedene hiçbir yardımın ve kuvvetin faydası ol maz. Bunun içindir ki, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem gazâlarında ve sıkıntılı zamanlarında, muhâcirlerin fakirleri hürmetine Allahü teâlâdan yardım dilerdi. Askeri, ordusu olduğu hâlde, muhâcirlerin fakîrlerini vesîle ederek duâ ederdi. (İmâm-ı Rabbânî)
2. Vatanından ayrılmış, terk etmiş kimse. Göç eden.

MUHADDİS:Hadîs âlimi. Çok sayıda hadîs toplayıp, senet ve metinleriyle ezberleyen, râvilerin cerh ve ta'dîl (güvenilir olup olmadıkları) noktasından durumlarını bilen, bu ilimde ihtisas kazanıp kitaplar yazmış olan âlim. Muhaddisin çoğulu muhaddisîn'dir.
Büyük muhaddislerden İmâm-ı Buhârî hazretlerinin rivâyet ettiği (naklettiği) hadîs-i şerîflerden birkaçı şöyledir:
Hayâ (utanma) îmândandır. Îmânı olan Cennet'tedir. Fuhuş kötülüktür. Kötüler Cehennem'dedir.
Benden sonra, müşrik olmanızdan (Allah'a ortak, eş koşmanızdan) korkmuyorum. Dünyâya düşkün olarak, birbirinizi öldürmenizden, böylece geçmiş kavimler gibi helâk olmanızdan korkuyorum.
Yine büyük muhaddislerden İmâm-ı Müslim hazretlerinin rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden bâzısı şöyledir:
Allahü teâlâ, birinizin tövbesine, birinizin kayıp hayvanını bulduğu vakit sevinmesinden daha çok sevinir.
Kıyâmet gününde müslümanlardan bir kısmı, dağlar gibi günâhlarla gelirler de, Allahü teâlâ, onların o kadar günâhını af ve mağfiret eder.

MUHÂL:İmkansız, mümkün olmayan.
Muhammed aleyhisselâma tam ve kusûrsuz tâbi olabilmek için, O'nu tam ve kusûrsuz sevmek lâzımdır.Tam ve olgun sevginin alâmeti de, O'nun düşmanlarını düşman bilmektir. O'nu beğenmeyenleri sevmemektir. Muhabbete (sevgiye) müdâhene yâni gevşeklik sığma z. Âşıklar, sevgililerinin dîvânesi olup, onlara aykırı bir şey yapamaz. Aykırı gidenlerle uyuşamaz. Cem-i zıddeyn muhâldir. İki zıd şeyin muhabbeti bir kalbde, bir arada bulunamaz. İki zıddan birini sevmek, diğerine düşmanlığı îcâb ettirir. (İmâm-ı Rabbânî)

MUHÂLAA:Kadının mal karşılığı kocasına kendini boşattırması. (Bkz. Hul')

MUHÂLEFET:Karşı gelme itâat etmeme, uymamak.
İrâde; nefsin arzularına muhâlefet edip, onu Allahü teâlânın emirlerine yöneltmek ve kendisi için Allahü teâlânın takdîr ettiğine râzı olmaktır. (Abdullah bin Muhammed Mürteiş)
Her ayrılışın başlangıcı muhâlefettir. Hocasına muhâlefet eden bir kimse, artık onun yolu üzerinde devâm edemez; aradaki ilgi ve berâberlik kesilir. Kalbi ile hocasına îtirâz eden (karşı gelen) kimse, sohbetinden ve ilminden istifâde edemez (faydalan amaz). O kimseye tövbe etmesi lâzım olur. (Ebû Ali Dekkâk)
Bir kimsenin münâzara ve muhâlefet yaptığını, sâdece kendi görüşünü beğendiğini, ısrarlı bir tutum içerisinde olduğunu görürsen, onun hüsrânının tamam olduğunu bil. (Bilâl bin Sa'd)

MUHÂLEFETÜN-LİL-HAVÂDİS:Allahü teâlânın, zâtında, sıfatlarında ve fiillerinde (işlerinde) yarattıklarına, hiçbir bakımdan benzememesi.
Âkil ve bâliğ (akıllı ve ergenlik çağına gelmiş) olan kadın ve erkek her müslümanın, Allahü teâlânın zâtî ve subûtî sıfatlarını doğru bilmesi ve inanması lâzımdır. Herkese ilk farz olan şey budur. Bilmemek özür olmaz, büyük günahtır. Allahü teâlânın zâtî sıfatları yâni zâtına âit olan sıfatları altıdır. Bunlar; 1)Vücûd; var olmaktır. 2)Kıdem; varlığının öncesi, başlangıcı olmamaktır. 3)Bekâ; varlığı sonsuz olmaktır, hiç yok olmamaktır. 4)Vahdâniyyet; zâtında, sıfatlarında, işlerinde ortağı benzeri olmamaktır. 5) Muhâlefetün- lil-havâdîs. 6)Kıyam bi-nefsihî; varlığı kendinden olup, hep var olması için, hiçbir şeye muhtâç olmamaktır.Bu altı sıfatın hiçbiri, mahlûkların (yaratılmışların) hiçbirinde yoktur. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
 
---> Dini Sözlük

M - 8

Muhammed-ül-Emîn:"Doğru sözlü ve güvenilir" mânâsına Peygamber efendimizin lakabı.
Muhammed aleyhisselâmın peygamber olduğu kendisine bildirilmeden önce ve sonra hiç yalan söylemediği, bunun için de düşmanları arasında bile Muhammed-ül-emîn adıyla meşhûr olduğu güneş gibi meydandadır. İslâm düşmanlarının taşkınlıkları gözlerini kör etmiş ve o kadar karartmıştır ki, bu açık hakîkati saklayacak kadar alçalmışlardır. (İmâm-ı Gazâlî)
Mükemmel bir insan olduğunu bütün dünyânın tasdîk ettiği Muhammed aleyhisselâma son derece dürüstlüğü ve sadâkati (doğruluğu) sebebi ile en büyük düşmanları dahi Muhammed-ül-emîn derlerdi. (Kürschner)
Resûlullah efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem otuz beş yaşındayken yağan yağmur ve seller Kâbe'nin duvarlarını yıpratmıştı. Mekkeliler, binâyı yeniden inşâ etmeye başladılar. Hacer-ül-esved taşını yerine koyma sırası gelince; her kabîle onu koyma şerefine kendisi kavuşmak istediğinden aralarında tartışmalar büyüdü. Dört beş gün süren bu anlaşmazlık sebebiyle neredeyse kan dökülecekti. Sonunda orada bulunanlar, Benî Şeybe kapısı tarafından ilk gelen kimsenin hakemliğini kabûl etmeye karar verd iler. O kapıdan girecek kimseyi beklemeye başladılar. O sırada Muhammed-ül-emîn lakabıyla bilinen ve hep kendisine güvenilir dedikleri Muhammed aleyhisselâm kapıdan girdi. İşte Muhammed-ül-emîn O'nun hükmüne râzıyız dediler. Peygamber efendimiz bir örtü üzerine Hacer-ül-esvedi koyup her kabîleden bir kişiye tutturarak taşı yerine yerleştirdi. Böylece büyük bir anlaşmazlık Muhammed-ül-emînin hakemliğiyle son buldu. (Molla Miskîn, İbn-i Hişâm, Abdülhak Dehlevî)

MUHANNES:İşlerini, sözlerini, hareketlerini ve şeklini kadınlara benzeten erkek.
Muhanneslik yapanlar mel'ûndur. Bunlar için, hadîs-i şerîfte; "Kendilerini kadınlara benzeten erkeklere ve erkeklere benzeten kadınlara, Allah lânet eylesin!" buyruldu. (Abdülhak-ı Dehlevî)
İslâm hukûkuna göre bir erkeğe hakâret etmek kastıyla; "Ey Muhannes!" diyen, ta'zîr olunur (cezâlandırılır). (İbn-i Âbidîn)

MUHARREF:Tahrif edilmiş, değiştirilmiş, bozulmuş.
Allahü teâlâ peygamberleri aracılığıyla insanlara yüz adedi suhuf (forma), dördü büyük kitâb olmak üzere yüz dört kitâb gönderdi. Bu kitabların bir kısmının mevcûdu kalmadı, bir kısmı ise tahrîf edildi. Mevcûdu bulunan kitablardan Tevrât ve İncîl muh arreftirler. Papazlar tarafından değiştirilmiştir. Muharref olmayan tek ilâhî kitab Kur'ân-ı kerîmdir. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
Mûsâ ve Yûşâ aleyhimesselâmdan sonra, Buhtunnasar Bâbil'den gelip Kudüs'ü aldı. Süleymân aleyhisselâmın yapmış olduğu Mescid-i Aksâ'yı yıktı. Tevrâtları yaktı, iki yüz bin kişiyi öldürdü, yetmiş bin din adamını esir alarak Bâbil'e götürdü. Daha sonra serbest bırakılan İsrâiloğulları, Üzeyr aleyhisselâmdan sonra bozuldular. Tevrât'ı değiştirerek muharref hâle getirdiler. İncîl de ilk şeklinde olduğu gibi saklanamadı; hıristiyan din adamları tarafından değiştirildi. (Harputlu İshâk Efendi)
Allahü teâlâ tarafından bildirilen ilâhî dinler, muharref dinler ve muharref olmayan dinler diye kısımlara ayrılır. Yahûdîlik ve hıristiyanlık muharref dinlerdir. Muharref olmayan tek din ise İslâmiyet'tir. (Harputlu İshâk Efendi)

MUHARREM AYI:Hicrî kamerî yılın ilk ayı.
Ramazan'dan sonra oruçların en fazîletlisi, Muharrem ayında tutulan oruçtur. Farzlardan sonra en fazîletli namaz da gece namazıdır. (Hadîs-i şerîf-Et-Tergîb vet-Terhîb)
Kim arefe günü oruç tutarsa, iki senelik günâhına keffâret olur ve kim de, Muharrem ayında bir gün oruç tutarsa, her bir günü için otuz gün sevâbı yazılır. (Hadîs-i şerîf-Taberânî)
Muharrem ayı, Kur'ân-ı kerîmde kıymet verilen dört aydan biridir. Aşûre, bu ayın en kıymetli gecesidir. Allahü teâlâ, birçok duâları Aşûre günü kabûl buyurmuştur. (Bkz. Aşûre Günü). (Muhammed Rebhâmî)
İslâmiyet'in ilk zamanlarında ve İslâmiyet'ten evvel, Receb, Zilka'de, Zilhicce ve Muharrem aylarında harb etmek haram idi. İslâmiyet'ten evvel Arablar, Receb veya Muharrem aylarında harb edebilmek için, ayların yerini değiştirir, ileri veya geri alı rlardı. Resûlullah efendimiz, hicretin onuncu senesinde, doksan bin müslüman ile vedâ haccı yaptığı zaman; "Ey Eshâbım! Haccı tam zamânında yapıyoruz. Ayların sırası, Allahü teâlânın yarattığı zamandaki gibidir" buyurdu. (Ali Cürcânî)

MUHARREM GECESİ:Muharrem ayının birinci gecesi, müslümanların hicrî-kamerî yılbaşı gecesi.
Muharrem ayı, hicrî kamerî senenin birinci ayıdır. Muharrem ayının birinci günü müslümanların kamerî senesinin, birinci günüdür. Müslümanlar, kendi sene başı gecelerinde ve günlerinde müsâfeha ederek, mektuplaşarak tebrikleşir. Birbirlerini ziyâret e der ve hediyeleşirler. Sene başını mecmûa ve gazetelerde kutlarlar. Yeni senenin, birbirlerine ve bütün müslümanlara hayırlı ve bereketli olması için duâ ederler. Büyükleri, akrabâyı, âlimleri evinde ziyâret edip, duâlarını alırlar. O gün, bayram gib i temiz giyinirler. Fakirlere sadaka verirler. (M. Sıddîk Gümüş)

MUHARREMÂT:
1.Yapılması dînen yasaklanmış, haram olan işler, haramlar.
Muharremâttan bâzıları şunlardır:İnanmamak (küfür), kalp kırmak, büyüklenmek (kibir), yalan söylemek ve yalancı şâhidlik etmek, ayıplanmaktan korkmak, insanları çekiştirmek (gıybet), kıskançlık (haset), koğuculuk (nemmâmlık), söz taşımak, gösteriş, a lay etmek, kızmak, münâkaşa etmek, isrâf etmek, müstehcenlik ve fuhuş. (Hâdimî)
2.Nikâhlanılması (evlenilmesi) dînen haram kimseler. Nikâh düşmeyenler.
Yirmi beş kadın muharremâttan olup, bunlardan on sekizi ebedî mahremdir. Yâni ölünceye kadar kendileriyle evlenilmez. (Saidüddîn Fergânî)
Erkeğin ve kadının nikâhlanıp hiç evlenemeyeceği muharremâttan olan kimselerin yedisi nesepten (soydan), yedisi sütten, dördü de sıhriyyet (evlilik) ile olan akrabâlarıdır. (M. Mevkûfâtî, M. Zihnî Efendi)

MUHÂSEBE:Hesâblaşma, insanın nefsini hesâba çekmesi.
Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem; "Hesâba çekilmeden evvel hesâbınızı görünüz" emirleri ile, bâzı insanlar, her gün ve her gece yaptıkları işlerden kendilerini muhâsebe ediyor. Ben, hesâbda onları geçtim ve işlediklerimle berâber, dü şündüklerimde de kendimi hesâba çekiyorum. (Muhyiddîn-i Arabî)
Amellerden sonra muhâsebe yapmalıdır. Her gün yatarken, o gün yaptığı işler için nefsi hesâba çekmeli, sermâyeyi, kârdan ve zarardan ayırmalıdır. Sermâye farzlardır. Kâr da, sünnetler ve nâfilelerdir. Ziyân ise, günâhlardır. (İmâm-ı Gazâlî)
Yetmiş iki kadar güzel huydan biri de, insanın kendini her zaman muhâsebe etmesidir. (Kudbüddîn İznikî)
Allah'a ve âhiret gününe îmânı olan herkesin, nefis muhâsebesinde bulunması, nefsini bir an ihmâl etmemesi ve bütün işlerinde onu sıkıştırıp göz altında bulundurması lâzımdır. Çünkü, ömürden geçen her nefes, bahâ biçilmeyen bir cevherdir. (İmâm-ı Gazâlî)
Ey insanoğlu! Aza kanâat et; malını hayırlı yerlere harca, yoksulluktan korkma, rızkına Allahü teâlâ kefildir. Doğruluktan kalbini ayırma, nefsini Allah için muhâsebe et; çünkü nefis, kendi arzûlarını, sana faydalı ve iyi gösterir. Hâlbuki onlar aslı nda günâhtır. İşlerini Allah'ın rızâsına uydur. Âhiret gününün sıkıntılarından kurtulmak için, kalbini Allahü teâlâya bağla. (İmâm-ı Gazâlî)

MUHASSER VÂDİSİ:Hicaz'da, Minâ ile Müzdelife'yi birbirinden ayıran ve hacıların Minâ'ya giderken durmamaları gereken yer.
Hacılar, Muhasser vâdisinin başına ulaşınca, bir taş atımı yeri hızla geçer. Çünkü burası Kâbe-i muazzamayı yıkmak için gelen Ebrehe'nin ordusunun durak yeridir. Meşhûr târihçi Ezrâkî, Muhasser vâdisinin beş yüz kırk beş arşın olduğunu söylemiştir. (İbn-i Âbidîn)

MUHAYYERLİK:Satan ve satın alanın alış-verişten vaz geçebilme hakkı.
Müşteri iki veya üç maldan birini seçmek için üç günden fazla muhayyer olabilir. Üç maldan fazlasını seçmek için ise üç günden fazla muhayyer olamaz. (Dâmâd)
Bir kimse satın aldığı bir malda kusur bulsa, tam fiyatı ile almakta veya red etmekte muhayyerdir.Satan râzı olursa fiyatını düşürerek satın alabilir. (Dâmâd)

MUHAYYİRE (Dâlle):Âdet zamânını unutan kadın. (Bkz. Dâlle)

MUHÂZÂT:Kadının aynı imâma uymuş olan erkeğin önünde veya hizâsında bulunması.
Muhâzât hâlinde erkeğin namazı bozulur. (Tahtâvî)

MUHBİR-İ SÂDIK:Hep doğru söyleyici, doğru haber verici mânâsına Muhammed aleyhisselâm.
Muhbir-i sâdık aleyhi minessalevâti etemmühâ buyurdu ki: "Kıyâmet günü, şehîdlerin kanını, âlimlerin mürekkebi ile tartarlar. Mürekkeb ağır gelir." (İmâm-ı Nevevî)
Muhbir-i sâdık ne bildirdi ise ve Ehl-i sünnet âlimleri rahmetullahi teâlâ aleyhim ecmâ'în kitablarında ne yazdı ise onları yapmağa canla-başla çalışmalıdır. (İmâm-ı Rabbânî)
Muhbir-i sâdık Muhammed aleyhisselâm; "Helekel müsevvifûn." buyurdu. Yâni; "Sonra yaparım diyenler helâk oldular." (İmâm-ı Rabbânî)

MUHDİS:Namaz abdesti olmayan kimse.
Muhdisin Kur'ân-ı kerîmi tutması haramdır. Ezberden okuması câizdir, olur. Yatağa abdestli girmek sünnettir. (İbn-i Âbidîn)
Muhdisin Kur'ân-ı kerîmi yatakta, yatarak ezberden okuması câizdir ve sevâbdır. Fakat başını yorgandan dışarı çıkarmalı ve bacakları bitiştirmelidir. (Seyyid Alizâde)
Cünüb ve hayızlının câmiye girmesi harâmdır. Muhdisin girmesi mekrûhtur. (Molla Hüsrev)

MUHÎT (El-Muhît):Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). İhâta eden, çeviren, ilmi her şeyi kuşatan.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. Allahü teâlânın ilmi ve kudreti her şeyi muhîttir. (Nisâ sûresi: 126)
Allahü teâlâ muhîttir, her şeyi ihâta etmiştir. Fakat bu ihâta, çevirmek, bizim anladığımız gibi değildir. (İmâm-ı Rabbânî)

MUHKEM:Sağlam kılınmış, tahkîm edilmiş. İçinde hüküm bulunan, mânâsı açık olan âyet. Çoğulu muhkemâttır. (Bkz. Muhkemât)

MUHKEMÂT:Kur'ân-ı kerîmdeki mânâsı açık, meydanda olan, anlaşılabilen âyet-i kerîmeler. Muhkemin çoğulu. (Bkz. Âyet)
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
(Ey Habîbim!) Sana Kur'ân'ı, Allahü teâlâ inzâl etti (indirdi). Onun bir kısmı muhkemât olup, bunlar Kur'ân'ın esâsıdır. Bir kısmı da müteşâbihtir (mânâsı açıkça belli değildir) . Fakat kalblerinde eğrilik bulunanlar (muhkem âyetleri bırakırlar da) fitne aramak (hakkı karıştırmak, halkı şüpheye düşürüp doğru yoldan saptırmak kastıyla) ve isteklerine göre te'vil etmek (asıl mânâsından başka mânâ vermek) için müteşâbih olan âyetlerine tâbi olurlar. Halbuki onun te'vilini Allahü teâlâdan başka kimse bilmez. İlimde rüsûh sâhibi (derin) âlimler: "Biz ona inandık, muhkemi, müteşâbihi her biri Rabbimiz Allahü teâlâ tarafındandır, hepsi haktır (doğrudur) " derler. Bunları kâmil (olgun) akıl sâhiplerinden başkası düşünemez. Yâhut bunlardan yalnız kâmil akıl sâhipleri öğüt kabûl eder. (Âl-i İmrân sûresi: 7)
Muhkemât; İslâm bilgilerinin ve ahkâmının (hükümlerinin) kaynağıdır. (Ahmed Fârûkî)
Kur'ân-ı kerîmdeki, helâl, haram, namaz, oruç, zekât ve hac gibi hükümlere âit kısımlar muhkemâttandır (İmâm-ı Süyûtî)
Muhkemâtı öğrenmeden ve muhkemâtın emirlerini yapıp yasaklarından kaçmadan, müteşâbihâta mânâ vermeye kalkışan câhildir. Hem de kendi cehlini anlamayan kara câhildir. (Ahmed Fârûkî)

MUHLAS:Devamlı ihlâs sâhibi olan. Her şeyi Allahü teâlânın rızâsıyla yapan. (Bkz. İhlâs)
Âyet-i kerîmede meâlen buyruldu ki:
İblis; "Senin mutlak kudretine and olsun ki, onlardan (Allahü teâlânın kullarından) muhlas olanlar hâriç, hepsini mutlaka azdıracağım" dedi. (Sâd sûresi: 82, 83)
Uğraşmadan, zorlamadan, külfetsiz ele giren ihlâs, devamlıdır ve Hakk-ul-yakîn mertebesinde ele geçer. Devamlı ihlâs sâhibi muhlastır. Muhlas olana, ibâdet yapmak, tatlı ve kolay olur. Çünkü bunlarda, nefislerinin arzusu ve şeytanın vesvesesi kalmamı ştır. Böyle ihlâs, insanın kalbine ancak bir velînin kalbinden gelir. Muhlaslar ile ihlâsı çalışarak elde eden muhlisler arasında çok fark vardır. Tasavvuf yolunda ilerleyenlerin, ilimde ve amelde öğrenmekle, anlamakla, hâsıl olan bilgiler, bunlara k eşf yolu ile hâsıl olur. Ameller, ibâdetler kolayca, seve seve yapılıp, nefisten ve şeytandan hâsıl olan tembellik ve gevşeklik kalmaz. Günahlar, haram olan şeyler çirkin, iğrenç görünür. (İmâm-ı Rabbânî)

MUHLİS:İhlâs sâhibi. Niyetini ve ihlâsını düzeltmeye uğraşan kimse. (Bkz. İhlâs)
Bütün mü'minler, ibâdet yaparken, Allahü teâlâ emrettiği ve beğendiği için yapmağa niyet ediyorlar. Böylece ihlâs ile yapıyorlar. Fakat bütün işlerin, iyiliklerin hep ihlâs ile yapılması ve bu ihlâsın kalbden gelmesi lâzımdır. İbâdetlere başlarken ya pılan niyet, ihlâs; zahmet çekerek, kendini zorlayarak hâsıl oluyor ve kısa bir zaman devâm ediyor.Sonra kalbe nefsin arzûları geliyor. Muhlis, niyetini ve ihlâsını devamlı düzeltmeğe çalışır. (İmâm-ı Rabbânî)

MUHSAN:Evli veya dul olan iffetli müslüman erkek. Evli olan iffetli kadına muhsana denir.
Âyet-i kerîmede meâlen buyruldu ki:
Bugün size temiz ve iyi şeyler helâl kılınmıştır. Kendilerine kitap verilenin (yahûdî, hıristiyan vb.) yiyeceği size helâldir, sizin yiyeceğiniz de onlara helâldir. Mü'min kadınlardan muhsan olanlar ile daha önce kendilerine kitap verilenlerden muhsan kadınlar da, nâmuslu olmak, zinâ etmemek ve gizli dost tutmamak üzere mehirlerini vermeniz şartıyla size helâldir... (Mâide sûresi: 5)
Zinâ haddi iki çeşittir. Birisi muhsan olan kişi içindir. Haddi (cezâsı) bir meydanda ölünceye kadar taşlanmaktır. İkincisi muhsan olmayan kimse içindir. Haddi (cezâsı) yüz sopadır. (Molla Hüsrev, Alâüddîn-i Haskefî)
Dünyâda yapılan işin karşılığının nasıl olacağını, Allahü teâlâdan başka kimse bilmez. İnsan bilgisi bunu anlıyamaz. Meselâ muhsan olan bir kimseyi kazf edene (zinâ lafı atana) seksen sopa vurulmasını emreylemiştir. (Ahmed Fârûkî)
İslâmiyet'te muhsan olan erkek veya kadına zinâ lafı atmak büyük günahtır. (Alâüddîn-i Haskefî)
MUHSÎ (El-Muhsî): Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Bütün mahlûkâtın sayısını, miktârını bilen ve kendisine hiçbir şey gizli olmayan.
Muhsî ism-i şerîfini söyliyen kimse, Allahü teâlânın izniyle başkalarını cezbeder, itâati altına alır. (Yûsuf Nebhânî)

MUHSİN:İyilik ve ihsân eden.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
(O takvâ sâhipleri ki); bollukta ve darlıkta harcayıp yedirenler, öfkelerini yenenler, insanların kusurlarını bağışlayanlardır. Allah muhsinleri sever. (Âl-i İmrân sûresi: 134)
Sana nasîhat şudur ki, dört huy ile huylan böylece muhsinler zümresinden (kısmından) olursun.
1) Genişlikte (zenginlikte) zekât, darlıkta sadaka ver.
2) Gazâb (öfke) zamânında gazâbını ve hırsını yen.
3) Başkasının aybını görünce, onu açmayıp, kapatmaya çalış.
4) Hizmetçiye, ehline (hanımına) evlâd ve akrabâya ihsân ederek onları hoş tut. (İmâm-ı Gazâlî)

MUHTÂC:İhtiyâc sâhibi. Akşam evinde yiyecek bulamayacak derecede fakîr kimse.
Her kim ihtiyâcından fazla bir suyu, muhtac olanlardan esirgerse, kıyâmet gününde Allahü teâlânın kerem ve ihsânına kavuşamaz. (Hadîs-i şerîf-Nasb-ür-Râye)
Ey falan! Dünyâdaki nasîbin ne ise ve nerede olursa gelip seni bulacaktır. Sen ise, dünyâdaki nasîbinden daha çok âhirettekine muhtâcsın. Âhiret nasîbini, dünyâ nasîbine tercih et! Dünyâ nîmetleri geçicidir. Âhiret için elde ettiklerin ise, nerede ol ursa olsun senindir. (Mu'âz bin Cebel)

MUHTÂR:Serbest. Söz ve fiillerinde serbest olup, istediği gibi davranan ve dilediğini yapan.
Kullar istekli hareketlerini yapıp yapmamakta muhtardırlar. Kul bir işi önce ihtiyâr eder (ister) diler, Allahü teâlâ o işi yaratır. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
Allahü teâlâ adle yâni adâlet yapmağa mecbûr değildir. Mecbûr olsaydı, işlerinde muhtâr olmazdı. İrâdesi isteği bulunmazdı. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

Muhtâr Kavl:Bir mes'elede, bir mezhebin âlimlerinin çoğu tarafından mezhebin içinde mevcûd ictihâdlardan (büyük âlimlerin kitâb ve sünnetten çıkardıkları hükümlerden) seçilen ve bu seçime göre üstün tutulan ve fetvâya esâs alınan kavl, söz.
Kitaba ve sünnete yâni Kur'ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere uygun îtikâd (îmân etmek) lâzım olduğu gibi, müctehidlerin (büyük din âlimlerinin) kitâb ve sünnetten çıkardıkları hükümlere uygun işleri yapmak da lâzımdır. Mukallidlerin (müctehid olmayanı n), bir müctehide uyması yâni bir mezhebe bağlı olması lâzımdır. Bulunduğu mezhebin muhtâr olan kavline uymalıdır. (İmâm-ı Rabbânî)

MUHTÂRİYYE:Şia fırkasının kollarından biri. Bu fırkaya Keysâniyye ve Bedâiyye de denir. Kurucusu Muhtâr bin Ebî Ubeyd es-Sakafî'dir. (Bkz. Şia, Keysâniyye)
Muhtâriyye fırkası, İmâm-ı Zeynelâbidîn'e inanmadı. İmâmiyye fırkası Zeyd-i Şehîd'e, İsmâiliyye fırkası da Mûsâ Kâzım'a inanmadı. (İmâm-ı Rabbânî)

MUHTEKİR:İnsan ve hayvan yiyecek maddelerini piyasadan toplayıp pahalanınca satan kimse. Karaborsacılık yapan. (Bkz. İhtikâr)
Muhtekir ne fenâ bir kuldur. Allahü teâlâ fiyatları ucuzlatırsa adamın keyfi kaçar, yükseltirse o zaman ferahlar. (Hadîs-i şerîf-Taberânî)
Muhtekir mel'ûndur. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Mâce)
Hazret-i Ali radıyallahü anh, bir muhtekirin sakladığı malların hepsini yaktırdı. (İmâm-ı Gazâlî)

MUHTESİB:Eskiden İslâm devletlerinde iyiliği emredip, kötülüğü yasaklayan, engel olan ve cemiyette güzel ahlâk ve fazîletlerin korunmasına ve dînî hükümlerin uygulanmasına, çarşı ve pazarların düzenine bakmakla vazîfeli, ilim, fazîlet ve kuvvet sâhibi kimse. (Bkz. Hisbet)
Hisbet; iyilikler yapılmaz olduğunda iyiliklerin yapılmasını emretmek, kötülükler yapılır olduğunda yapılmasını önlemek, nehyetmektir. Âyet-i kerîmede de meâlen; "Sizden, insanları iyiliğe çağıran bir cemâat olsun ki, ma'rûfu (yâni kitab ve sünnete uymayı) emreder ve münkeri (kötülükleri) yasak eder hâlde bulunsunlar" (Âl-i İmrân sûresi: 104) buyrulmuştur. Bu farz olan işleri yaptırmak muhtesibin görevidir. (İmâm-ı Mâverdî)
Hadîs-i şerîfte; "Günâh işleyeni gören, eli ile mâni olsun. Buna gücü yetmezse, dili ile mâni olsun" buyruldu. Emr-i ma'rûf ve nehy-i münkeri el ile yapmak hükûmet adamlarına yâni muhtesib ve kâdılara, dil ile yapmak, din adamlarına, kalb ile yapmak da her müslümana farzdır. (Abdülganî Nablüsî)

MUHYÎ (El-Muhyî):Allahü teâlânın ism-i şerîflerinden. Yaratıcı, hayat verici, diriltici.
El-Muhyî ismi şerîfini söyleyen kimsenin korktuğu kimselerle arasında ülfet meydana gelir. (Yûsuf Nebhânî)

MU'ÎD (El-Muîd):Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (ism-i şerîflerinden). Mahlûkâtı (yaratılmışları) dünyâdaki hayatlarından sonra öldürüp, ölümden sonra onları tekrar dirilten, hayât veren.

MU'ÎN (El-Muîn):Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (ism-i şerîflerinden). Yardım eden, yardımcı.
Âişe'den (r.anhâ) şöyle dediğini rivâyet ettik: "Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem bir savaşta idi. Dönüp eve girdiği zaman onu karşıladım ve elinden tutarak: "Sana muîn olan ve sana ikrâm eden Allahü teâlâya hamd olsun" dedim." (İbn-i Sünnî)
Allahü teâlâ sıhhat ve âfiyet versin. Nefsin esiri olmaktan muhâfaza buyursun. Elinizden geldiği kadar Allahü teâlânın emir ve yasaklarına sarılınız. Haram işlemekten, kötü arkadaştan çok sakınınız. Allahü teâlâ muîniniz olsun. (İmâm-ı Rabbânî)

MU'ÎZZ (El-Muizz):Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (ism-i şerîflerinden). Kullarından bâzılarını, maddî ve mânevî mülk ve saltanat vermek sûretiyle, azîz (üstün) kılan.
El-Muizz ismi şerîfini akşam namazından sonra veya cumâ gecesi kırk defâ söyliyen, başkalarına heybetli görünür. (Yûsuf Nebhânî)

MUKÂBELE:Ramazân-ı şerîf ayında câmide her gün Kur'ân-ı kerîmden bir cüz (yirmi sayfa) olacak şekilde cemâatin huzûrunda Kur'ân-ı kerîm okumak.
Ramazan ayında mukâbele sûretiyle Kur'ân-ı kerîm okumak, orucun sünnetlerindendir. (İmâm-ı Gazâlî)

MUKADDERÂT:Allahü teâlânın olacak şeyleri ezelde (sonsuz öncelerde) bilip takdîr ettiği şeyler, kader, alın yazısı (Bkz. Kazâ ve Kader)
Kul yetmiş sene Cennetliğin ameli gibi amel eder. Hattâ herkes onun Cennetlik olduğunu söyler. Öyle ki aralarında (yâni Cennet ile o kimse arasında) mânevî yönden bir karış fark kalmaz. Sonra mukadderâtı galebe çalar da Cehennem ehlinin işini yapar ve Cehennem'e gider. (Hadîs-i şerîf-İhyâu Ulûmiddîn)
Sâlihlerden birisi yere yıkılmış bir sarhoşun yanından geçerken kendi hâlini düşünerek böbürlendi. Sarhoşa göz ucuyla bile bakmağa tenezzül etmedi. Sarhoş başını kaldırarak âlime dedi ki: "Ey iyi zât! Kavuştuğun bu nîmete şükret. Sakın büyüklenme. Zî râ kibirden (büyüklenmeden) mahrûmiyet hâsıl olur. Birini zincire vurulmuş görürsen gülme. Senin de başına gelebilir. Mukadderâtın belli olmaz. Belki bir gün sen de sarhoş olup yerlerde sürünebilirsin." (Sâdî-i Şîrâzî)

MUKADDES:Mübârek, kutsal. Ayb, çirkin ve kötü şeylerden uzak; temiz.
Ey ihlâsla Allahü teâlânın yolunda bulunmak arzûsunda olan sâdık talebe! Zâhir ve bâtınını (dışını ve içini) temizle. Bu temizlik olmadıkça mukaddes ve ulvî yüksekliklere ulaşılamaz. (Necmeddîn-i Kübrâ)
Mukaddes dînimizi, şanlı ve şerefli ecdâdımızın mübârek elleri ile yazdıkları hâlis ve afif (temiz) kitaplarından okuyup öğrenmelidir. (M. Sıddîk Gümüş)

Mukaddes Âlem:Görülemeyen ve hissedilemeyen mânâ âlemi.
Müslümanın birinci vazifesi îtikâdı düzeltmektir. Ehl-i sünnet vel-cemâat âlimlerinin bildirdiklerine uygun olarak inanmaktır. İkinci olarak lâzım olan şey fıkıh bilgilerini öğrenmek ve her şeyi bu bilgiye göre yapmaktır. İki kanat gibi olan bu îtikâ d ve amel elde edildikten sonra mukaddes âleme uçmalıdır. (İmâm-ı Rabbânî)

Mukaddes Kitablar:Allahü teâlânın Cebrâil aleyhisselâm vâsıtasıyla peygamberlerine gönderdiği kitâblar (Bkz. Semâvî Kitablar).
Allahü teâlâ tarafından nesh edilmiş (hükmü kaldırılmış) ve kullar tarafından değiştirilmiş mukaddes kitablara hakâret etmek, alay etmek ve bunları okumak, dinlemek câiz değildir. (Muhammed Hâdimî)

MUKADDESÂT:Ta'zîm ve hürmet edilmesi lâzım olan şeyler, kıymetler.
Îmânıma ve mukaddesâtıma saldıranları görünce söğüt yaprağı gibi titriyorum. (İmâm-ı Rabbânî)

MUKADDİM (El-Mukaddim):Allahü teâlânın ism-i şerîflerinden: Mahlûklardan (yaratılmışlardan) bâzısını bâzısından önce var ve yok eden; dilediğini kendine yakınlaştıran, dilediğini uzaklaştıran, kendisine yakın kıldığı meleklerini, peygamberlerini aleyhimüsselâm ve âlimlerin i üstün kılan.
Muhârebe ânında bir kimse el-Mukaddim ism-i şerîfini söylediğinde kuvvet ve zafer bulur. (Yûsuf Nebhânî)

MUKALLİD:
1.Amelde, yapılacak işlerle ilgili konularda müctehid denilen derin âlime tâbi olan, uyan kimse.
Mukallid olanların, müctehidin (Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden hüküm çıkaran âlimlerin) sözüne göre hareket etmesi vâcibdir, gereklidir. (İbn-i Âbidîn)
Bir mukallid ne kadar âlim olursa olsun, önce gelmiş müctehidlerin bildirdiklerinin dışında ayrı bir ictihadda bulunamaz, yâni hüküm veremez. (İbn-i Melek)
Mukallidler için delîl, sened; fıkıh âlimlerinin yâni müctehidlerin sözleridir. (Muhammed Hâdimî)
2. İnanılacak şeylerin delillerini araştırmadan, anlamadan, sâdece anasından babasından duyarak îmân eden.
Mukallidin îmânı sahîhtir (doğrudur). Bunlar, farzı, vâcibi, sünneti, müstehâbı bilmez. Anasından, babasından gördüğü gibi inanır ve ibâdet eder. Bu gibilerin îmânından korkulur. (Kutbüddîn-i İznikî)
3. Fıkıh âlimlerinin yedinci derecesinde bulunan âlim.
Mukallid olan fıkıh âlimleri, mezheb imâmlarını taklid eder. Bu demektir ki, kendiliğinden söz söylemez. Onun sözü mezheb imâmının söylediği sözdür. (M. Sıddîk bin Saîd, İbn-i Âbidîn)

MUKARREB:Yakınlaştırılmış.
1. Cennette dereceleri en yüksek olan.
Îmânları ileride olanlar, Allahü teâlâya yaklaşmakta ileride olanlardır. Bunların hepsi mukarreblerdir. (Vâkıa sûresi: 10)
Üç çeşit fakir vardır.Birincisi, istemezler verince de almazlar. Bunlar İlliyyînde meleklerledir. İkincisi istemez, verilince alırlar. Bunlar Cennet'te mukarreblerledir. Üçüncüsü de ihtiyâcı olunca isterler. Bunlar sâdıklar olup, Eshâb-ı yemîn iledir ler. (Bişr-i Hâfî)
2. Tasavvufta, nefslerinin sevgisinden kurtulmuş, kalbinde Allahü teâlâdan başka hiçbir şeyin sevgisi kalmayan, yalnız Allahü teâlâyı isteyen.
Ebrârın iyilik olarak yaptıkları, mukarrebler yanında günâh olur. (Hadîs-i şerîf-El-Hâmilü fil-Fülk)
Mukarrebler, Allahü teâlâ için olmayan her şeyden, yemekten, içmekten, yatmaktan, söylemekten sakınırlar. Bunlar, din için niyyet etmedikçe hareket etmezler. İbâdete kuvvet kazanmak niyyeti ile yerler. Her sözleri Allah içindir. (İmâm-ı Gazâlî)

Mukarreb Melek:Allahü teâlânın huzûrunda bulunan melekler.
Allahü teâlâ ile öyle vakitlerim oluyor ki, o zamanlarda, aramıza hiçbir mukarreb melek ve peygamber giremez. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Rabbânî)
Muhammed aleyhisselâma verilmiş olan din, geçmiş dinlerin hepsinin süzülmüş kaymağı gibidir. Hak olan, doğru olan bu dînin bildirdiği her iş, geçmiş dinlerde bildirilen amellerden, işlerden seçilmiş alınmıştır. Ayrıca meleklerin işlerinden de seçilmi ş alınmış bulunmaktadır. Meselâ, meleklerden bir kısmına rükû etmek emrolunmuştur. Birçoklarına secde etmek, başka meleklere de kıyâm, yâni ayakta ibâdet etmeleri emredilmiştir. Bunun gibi, geçmiş ümmetlerden bâzısına yalnız sabah namazı emredilmişti . Başkalarına başka vakitlerin namazı emredilmişti. Geçmiş ümmetlerin ve mukarreb meleklerin ibâdetlerinden, amellerinden süzülenleri, seçilenleri bu dinde emredildi. Bunun için, bu dîni tasdîk etmek, inanmak ve bu dînin emirlerine uymak, geçmiş bütün dinleri tasdîk etmek ve hepsine uymak olur. (İmâm-ı Rabbânî)

MUKÂVELE:Sözleşme, yazılı sözleşme.
Kirâcı, kirâ ile tuttuğu yerin ücretini ödemezse, mal sâhibi mukâveleyi fesh edebilir (bozabilir). (Fetâvâ-i Hindiyye)
Mal sâhibi daha fazla kirâ veren birini bulunca mukâveleyi bozamaz. (Hayrullah Efendi)

MUKÂYADA SATIŞI:Altın ve gümüşten başka, ayn (belli) olan bir malı yine ayn olan mal karşılığında satmak.
İki kile buğdayı, yüz yumurta karşılığında satmak mukâyada satışıdır. Böyle satışta, birbirine karşılıklı satılan malları söz kesilirken tâyin etmek (belli etmek) şart olup, kabz etmek (ele geçirmek) şart değildir. (İbn-i Âbidîn)
Mukâyada satışında, satın alınan mala bedel olarak verilecek belli malı aynen vermek lâzımdır. Meselâ bir gümüş kaşığı gösterip, şu kaşık ile bu horozu satın aldım dese kaşığı vermesi lâzım olup, aynı ağırlıkta ve şekilde ve aynı kıymette başka gümüş kaşık veremez. (Ali Haydar Efendi)

MUKAYYED:Kayıtlanmış, bağlanmış; mutlak olmayan, bir sıfat, hâl, gâye veya şarta bağlı olan lafız (söz).
Nisâ sûresinin doksan ikinci âyet-i kerîmesinde bir mü'mini hatâ ile öldürenin, keffâret (cezâ) olarak mü'min bir köle âzâd etmesi, buna gücü yetmezse, iki ay aralıksız oruç tutması lâzım geldiği bildirilmiştir. Âyet-i kerîmede köle kelimesi mukayyed dir. Çünkü, mü'min sıfatıyla kayıtlanmıştır. (Serahsî)
Mâide sûresinin seksen dokuzuncu âyet-i kerîmesinde yemin keffâreti için bir köle âzâd etmek, yâhut on fakiri doyurmak, yâhut onları giydirmek olduğu, bu üçünden birini yapamayanın üç gün ardarda oruç tutması îcâbettiği bildirilmiş, böylece; "Üç gün oruç tutma" işi ondan önceki üç şeyden birine gücü yetmeme şartı ile mukayyeddir. (Serahsî)

Mukayyed Müctehid:Mezheb imâmının koyduğu usûl ve kâidelere uyarak, dînî delillerden (kaynaklardan) yeni hüküm çıkaran İslâm âlimi. Müctehid fil mezheb de denir. (Bkz. Müctehid)

Mukayyed Su:Cinsi ve sıfatı birlikte söylenen ve herhangi bir şeyle kayıtlanmış sular. (Bkz. Mâ-i Mukayyed)
Mukayyed sular iki türlü olup, biri kavun, karpuz suları gibidir. Bunlar hilkaten (yaratılış îcâbı) böyledirler. Diğeri ise; mutlak su iken, daha sonra bir şeyle karışma netîcesi mukayyed olmuşlardır. Et suyu, sabun suyu, safranlı sulardır. Mukayyed su ile abdest ve gusül abdesti alınmaz. (İbn-i Âbidîn)
Suyun ismi değişmediği zaman, su koyu olursa, akıcılığı kalmazsa, mukayyed su olur. Akıcılığı kalırsa, üç özelliği değişse bile temiz kalır. Fasülye, nohut, yaprak, meyve ve otların soğuk suda kalarak, rengi veya kokusu, tadı değişen su böyledir. (Alâüddîn Haskefî)

MUKÎM:Doğduğu veya evlendiği veya hep kalmak niyyeti ile yerleştiği yerde oturan veya 104 km ve daha uzak bir yerde giriş çıkış günlerinden başka on beş gün veya daha fazla kalmaya niyet eden kimse. Mâlikî ve Şâfiî mezheblerinde dört gün kalmaya niyet eden ve kendi memleketine giren mukîm olur.
Seferî olan kimsenin dört rek'at olan farz namazları iki rek'at kılması Hanefî'de vâcib, Mâlikî'de sünnet-i müekkede, Şâfiî'de efdâl (iyi)dir. Seferî olanın mukîm olan imâma uyması, Hanefî'de, vaktin farzını edâ ederken câiz, Şâfiî'de hem edâ hem kaz â ederken câiz, Mâlikî'de ikisinde de mekrûhtur. (Abdurrahmân Cezîrî)

MUKÎT (El-Mukît):Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (ism-i şerîflerinden). Beden için görünen kuvvet, rûh için mânevî kuvvet yaratan, her şeye kuvvet veren.

MUKSİT (El-Muksit):Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (ism-i şerîflerinden). Adâlet sâhibi, zâlimden mazlûmun hakkını alan.
El-Muksit ismi şerîfine devâm eden, ibâdette vesveseden kurtulur. (Yûsuf Nebhânî)

MUKTEDÎ:İktidâ eden, uyan; namazda, iftitâh (başlama) tekbîrine yetişemeyen.
İmâma uyanlar dört çeşittir. Bunlar; müdrik (iftitâh tekbîrini imâm ile birlikte alan), muktedî, mesbûk (imâm, rek'atlerin birini veya ikisini kıldıktan sonra uymuş olan) ve lâhık (iftitâh tekbîrini imâm ile berâber almış, fakat sonra abdesti bozuldu ğundan, abdest alıp, tekrar imâma uyan)dır. (Kutbüddîn İznikî)
Namazda; imâm olsun, muktedî olsun ve yalnız olsun, sübhâneke okumak, sünnettir. (Kutbüddîn İznikî)

MUKTEDİR (El-Muktedir):Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (ism-i şerîflerinden). Kudret sâhibi, her şeye gücü yeten.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyuruyor ki:
Allahü teâlâ, her şeye muktedirdir. (Kehf sûresi: 45)
Allahü teâlâ kıyâmeti şimdi koparmaya, muktedirdir. İsterse şu anda bütün mevcûdâtı (varlıkları) yok etmeye gücü yettiği gibi bütün varlıkların nihâyete ermeyen bir sayıda benzerlerini yaratmaya da kâdirdir, gücü yeter. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

MULTEKİT:Bir çocuğu atılmış olduğu yerden alıp kaldıran. (Bkz. Lakît)

MURÂBAHA:Satın alınan bir malı, alış fiyatını söyleyerek ve üzerine kâr koyarak başkasına rızâsı ile satmak.
Murâbaha satışında eklenecek kârın belli olması şarttır. (İbn-i Âbidîn)

MURÂD:
1. İstenilen; arzû edilen şey.
Sizden biriniz sefere çıkmak murâd ettiğinde kardeşlerine (vedâ edip) selâm versin. Zîrâ Allah onların duâları sebebi ile o kimsenin hayrını artırır. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Mâce)
Allah, bir kula zilleti murâd ettiğinde, ona malını, binâda, suda ve çamurda harcatır. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
İlim öğrenmeli ve faydalı işler yapmalıdır. Ahlâkı bozan kitapları okumamalı, zararlı yayınlardan uzak durmalıdır. İyi huyların faydaları ve haramların zararları ve Cehennem'deki azâbları hep hatırlanmalıdır. Mâl, mevki arkasında koşanlardan hiçbiri murâdına kavuşamamıştır. Malı, mevkiyi hayr için arayan ve hayır işlerinde kullanan rahata huzûra kavuşmuştur. (Hâdimî)
2. Tasavvuf yolunda bulunanlardan çalışmadan Allahü teâlânın yardım ve dilemesi ile yüksek makâmlara kavuşanlar. İctibâ (çekilenler, istenenler) yolunun sâlikleri, yolcuları.
Murâd olunanların başı ve sevilenlerin önderi Muhammed aleyhisselâmdır. (İmâm-ı Rabbânî)
Tasavvuf yolunda bulunanlar ya mürîd olurlar, ya murâd olurlar. Mürîdler; Allahü teâlâya yakınlık derecelerine ulaşmak için riyâzetler ve mücâhedeler çekerler (nefsin isteklerinden kaçınıp istemediklerini yapmaya çalışırlar). Murâdları ise, nazlı naz lı okşıyarak götürürler ve sıkıntı çektirmeden yakınlık derecelerine ulaştırırlar. (Şihâbüddîn Sühreverdî)
Murâd olanlar sevilirler, dâvetlidirler, çekilirler ve yükseltilirler. Onun için murâdlar çok kıymetlidirler. Murâd olanların başı ve sevilenlerin önderi Muhammed aleyhisselâmdır. (Ali Sincârî)

Murâd-ı İlâhî:Allahü teâlânın murâdı; irâde buyurduğu, emrettiği.
Bütün insanlara önce lâzım olan şey, Ehl-i sünnet (Resûlullah ve Eshâbının yolunda olan) âlimlerinin kitablarında bildirdikleri gibi bir îmân ve îtikâd edinmektir. Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın yolunu bildiren, Kur'ân-ı kerîmden murâd-ı ilâhî yi anlayan bu büyük âlimlerdir. Kıyâmette kurtuluş yolu bunların gösterdiği yoldur. (İmâm-ı Rabbânî)

MURÂKABE:
1. Kontrol etmek, inceleyip vaziyeti anlamak.
Ölmek üzere olanı üç şeyde murâkabe edin: Alnı terlediği, gözleri yaşardığı ve dudakları kuruduğu vakit. Bu kendisine inen Allahü teâlânın bir rahmetidir. Boğazı sıkılmış gibi horlarlar, yüzü kızarır, dudakları kurur ve yağlanırsa, bu da Allahü teâlâdan kendisine inen bir azâbtır. (Hadîs-i şerîf-İhyâu Ulûmiddîn)
2.Kulun, bütün hâllerinde Allahü teâlânın kendini gördüğünü bilmesi ve O'nu unutmaması.
Murâkabenin başlangıcı, Allahü teâlânın insanlara olan yakınlığını kalbin bilmesidir. (Hâris-i Muhâsibî)
İbn-i Mübârek hazretleri adamın birisine "Allah'ı murâkabe et!" dedi. Adam bu nasıl olur deyince; İbn-i Mübârek; "Dâimâ Allah'ı görür gibi ol!" buyurdu. (İmâm-ı Gazâlî)
3.Nefsi kontrol etmek, ondan gâfil olmamaktır.
Nefsin her an gözetilmesi, kontrol edilmesi lâzımdır. Ondan gâfil olursan, nefs, şehvet ve tembelliği istemekle eski hâline döner. Murâkabenin esâsı, her yaptığımızı, her düşündüğümüzü Allahü teâlânın bildiğini unutmamamızdır. İnsanlar birbirinin dış ını görür. Allahü teâlâ ise, hem dışını, hem içini görür. Bunu bilen kimsenin işleri ve düşünceleri edebli olur. (İmâm-ı Gazâlî)

MURDÂR:Kendiliğinden ölmüş veya kasten besmelesiz kesilmiş olan hayvan, leş ve domuz eti gibi kendileri kat'î yâni kesin ve açık delîl ile haram olan şey (Bkz. Lâşe).
Haram olduğu açıkça bildirilmiş bir şeye helâl diyen kâfir olur. Şerâb içmek, domuz eti yemek ve murdâr olan şeylere helâl demek böyledir. (İbn-i Âbidîn)
Hanefî mezhebinde, bile bile Besmelesiz kesilen hayvan murdâr olur. Murdâr olan hayvanı yemek haramdır. (Kâşânî)

MÛRİS:Mîrâs bırakan.
Verâsetin olabilmesi için mûrisin vefâtı, mûrisin vefâtı zamânında vârisin hayatta olması, verâset sebebinin bilinmesi şarttır. (Abdürreşîd Secâvendî)
Mûrisi öldüren ona vâris olamaz. (Molla Hüsrev)

MUSALLÂ:Namaz kılınan yer. Namazgâh.
Eğer imâm, insanlar ile berâber bayram namazını musallâda kılsa, her ne kadar safların arasında açık veya genişçe yer olsa da, hepsinin namazları câiz olur denilmiştir. Çünkü musallâ, insanlar için namazın edâsı (yerine getirilmesi) hakkında mescid ( namaz kılınacak yer, küçük câmi) hükmündedir. (Kâdihân)
Pâdişâh olsan da derler "er kişi niyyetine". Var, musallâda yatan mevtâya bak da ibret al! (İslâm Ahlâkı)

Musallâ Taşı:Namazının kılınması için, cenâzelerin üzerine konduğu taş.
Cenâze musallâ taşına konduğunda, imâm efendi; sultan da olsa, bey de olsa, paşa da olsa er kişi niyetine diye namaz kıldırır. (M. Sıddîk Gümüş)

MUSALLÎ:Namaz kılan, beş vakit namazına devâm eden.
Musallînin yukarısında veya karşısında veya sağ ve sol ve arka tarafları hizâsında hayvan, insan resmi bulunması, üstünde veya elbisesinde insan veya hayvan resmi bulundurması mekruhtur. (İbn-i Âbidîn)
Musallîye bir kimse selâm verdikte musallînin eliyle veya başıyla selâma cevap vermesi mekruhtur. (İbn-i Âbidîn)
Musallî mü'min vefâtında güleryüzlü, nûrlu ve parlak yüzlü olur. (Abdülhakîm-i Arvâsî)

MUSAVVİR (El-Musavvir):Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (ism-i şerîflerinden). En güzel sûrette şekil veren.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
O Allahü teâlâ hâlıktır (varlıkları yaratandır) , bârîdir (var edendir) , musavvirdir. En güzel isimler O'nundur. Göklerde ve yerde olanlar O'nun şânını yüceltmektedirler. O, azîzdir, hakîmdir yâni gâlib olan O'dur, her şeyi hikmeti üzere yapandır) . (Haşr sûresi: 24)

MÛSEVÎ:Mûsâ aleyhisselâmın bildirdiği hak dîne inanan ve bu dîne tâbi olan kimse. (Bkz.Mûsevîlik)
Allahü teâlâ, Mûsevîlik dînini İsrâiloğullarına ve Mısır'ın yerli halkı olan kıbtîlere gönderdi. Kıbtîler, Mûsevîlik dînini kabûl etmedikleri gibi kabûl eden İsrâiloğullarına da zulm ve işkence yaptılar. Mûsâ aleyhisselâm Mûsevîleri alarak Mısır'dan çıkardı. Böylece Fir'avn'ın ve kıbtîlerin zulmünden kurtardı. Mûsâ aleyhisselâmdan ve diğer İsrâil peygamberlerinden sonra Mûsevîlik dîni değiştirildi. Kısmen bozulmuş olan Mûsevîlik zamanla asıl hüviyetini tamâmen kaybetti. Hattâ bugün dünyâda yahûdî olarak kalmış olan on beş milyon kadar insandan hakîki Mûsevîlik dînine ve onun kitâbı olan hakîki Tevrât'a inanan kimsenin kalmadığını ilmî kaynaklar bildirmektedir. (M. Sıddîk Gümüş)

MÛSEVÎLİK:Allahü teâlânın Mûsâ aleyhisselâm vâsıtasıyla İsrâiloğullarına gönderdiği din. Mukaddes (ilâhî) kitabı Tevrâttır. Îsâ aleyhisselâma kadar olan peygamberler bu dîni insanlara tebliğ ettiler. Îsâ aleyhisselâmın gelmesiyle Mûsevîlik dîninin hükmü kaldır ıldı.
Mûsâ ve Hârûn aleyhimesselâmdan sonra gelen Dâvûd, Süleymân, Zekeriyyâ ve Yahyâ aleyhimüsselâm da yine İsrâiloğullarına peygamber olarak gönderildiler ve insanları Mûsevîlik dînine dâvet ettiler. Dâvûd aleyhisselâma gönderilen Zebûr kitabı Mûsevîlik dîninin hükmünü kaldırmadı. Hattâ onu kuvvetlendirdi. Mûsevîlik dîni Îsâ aleyhisselâm zamânına kadar devâm etti. Îsâ aleyhisselâmın dîni, Mûsevîliği nesh etti yâni hükmünü kaldırdı. Bundan sonra Mûsevîlik dînine uymak câiz olmayıp, Muhammed aleyhisse lâmın dîni olan İslâmiyet gelinceye kadar Îsâ aleyhisselâmın dînine uymak lâzım oldu. Fakat İsrâiloğullarının çoğu, Îsâ aleyhisselâma îmân etmeyip, Mûsevîliğin bozulmuş şekli olan yahûdîliğe uymakta inat ve ısrâr ettiler. Muhammed aleyhisselâmın getirdiği İslâm dîni de, Îsâ aleyhisselâma bildirilen Îsevîlik dîninin ve İbrâhim aleyhisselâma bildirilen Hanîf dîninin hükümlerini kaldırdı. Bugün Allahü teâlânın rızâsına kavuşabilmek için bütün insanların İslâm dînine uymaları gerekmektedir. İslâm dîninin hükmü kıyâmete kadar sürecektir. (M. Sıddîk bin Saîd)
Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâma kadar gelen üç büyük din yâni Mûsevîlik, Îsevîlik ve İslâm dinleri, hep Allahü teâlânın bir olduğunu ve Allahü teâlânın peygamberlerinin bizim gibi bir insan olduğunu bildirmiştir. (Harputlu İshâk Efendi)

MUSHAF:Kur'ân-ı kerîmin tamâmının yazılı olduğu kitap. Mıshaf da denir.
Ümmetimin yaptığı ibâdetlerin en kıymetlisi Kur'ân-ı kerîmi mushafa bakarak okumaktır. (Hadîs-i şerîf-Şir'at-ül-İslâm)
Üç şey var ki, onlar dünyâda bir yabancı gibidir. Zâlimin yanında Kur'ân-ı kerîm, kötü insanlar arasında iyi bir kimse, bir evde durup okunmayan mushaf. (Hadîs-i şerîf-Hilyet-ül-Evliyâ)
Muhammed aleyhisselâm, âhireti teşrîf ettiği sene, halîfe hazret-i Ebû Bekr ezber bilenleri toplayıp ve yazılı olanları getirtip bir hey'ete bütün Kur'ân-ı kerîmi kâğıd üzerine yazdırdı. Böylece mushaf meydana geldi. Otuz üç bin Sahâbî, bu mushafın h er harfinin, tam yerinde olduğuna söz birliği ile karar verdi. (İbn-i Hacer)
Mushafı hiç okumayıp, hayır ve bereket için evde saklamak câizdir. (Fetâvâ-yı Hindiyye)
Mushaf yazmak ve hediyye etmek çok sevâbdır. (Seyyid Abdülhakîm)

MUSÎBET:Âfet, belâ, sıkıntı.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmelerde meâlen buyurdu ki:
Ey insan! Sana gelen her iyilik, Allahü teâlânın ihsânı olarak, nîmeti olarak gelmektedir. Her dert ve musîbet de kötülüklerine karşılık gelmektedir. Hepsini yaratan, gönderen Allahü teâlâdır. (Nisâ sûresi: 79)
Size gelen belâlar, musîbetler, kabahatlerinizin, günâhlarınızın cezâsıdır. Bununla berâber, Allahü teâlâ bir çoğunu da affederek musîbete mârûz (karşı) bırakmaz. (Şûrâ sûresi: 30)
Kullarımdan herhangi birine; bedeninde, malında veya evlâdında bir musîbet verdiğim zaman bu musîbeti sabr-ı cemîl (güzelce sabrederek) karşılarsa, kıyâmet günü onun için mîzân kurmak ve defter açmaktan (hesaptan) hayâ ederim. (Hadîs-i kudsî-İhyâ)
Bir kimseye musîbet erişince; "İnnâ lillâh ve innâ ileyhi râciûn" desin. Allahü teâlâ o kulun duâsını kabûl eder. (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet)
Mü'minin ahlâkı; zenginlikte iktisad, genişlikte şükür, belâ ve musîbet zamânında sabırdır. Musîbete sabreden, ecir (mükâfât) ve sevâba kavuşur. (Sehl bin Abdullah)
Musîbet birdir. Musîbetin geldiği kişi feryâd eder, ağlayıp sızlarsa, musîbet iki olur.Biri musîbet, diğeri sevâbın gitmesi. Bu musîbet öncekinden daha büyüktür. (Abdullah bin Mübârek)
Musîbete feryâd eden, Allahü teâlâya karşı gelmiş olur. Feryâd etmek, ağlayıp sızlamak belâ ve musîbeti geri çevirmez. (Şakîk-i Belhî)
Gördüğünüz her musîbet ve felâket, kızgınlığın, zulüm ve haksızlık etmenin cezâsıdır. (Abdülhakîm Arvâsî)

MUSKA:Şifâ âyet ve duâlarının yazılı olduğu, dürülüp bağlanmış rukye. (Bkz. Rukye ve Mıska)

MUSTAFA:Seçilmiş mânâsına, Resûlullah efendimizin mübârek isimlerinden biri. Mü'min olanların çoktur cefâsı, Âhirette vardır zevk ü sefâsı, On sekiz bin âlemin Mustafâsı, Adı güzel kendi güzel Muhammed.
(Yûnus Emre) Ümmetim dedi sana çün Mustafâ, Ver salevât sen de âna bul safâ.
(Süleymân Çelebi)
 
bayigram takipçi satın al instagram beğeni satın al instagram takipçi satın al tiktok takipçi satın al Buy Followers bugün haber
bypuff
Geri
Üst