YAĞMUR VE GÖZYAŞI
Hicretin 18.yılı başında, Hicaz'da büyük bir kıtlık musibeti yaşanmıştı. Bu yıla 'kül yılı' denilmiştir. Çünkü yağmur yokluğundan çorak topraklar kül şeklini almış, rüzgar önünde toprak kül gibi savrulur olmuştu.
Çevre halkı azık için Medine'ye akın ediyor, vahşi hayvanlar da açlıktan insanlara yaklaşmaya çalışıyordu. Halife Hz. Ömer r.a. beytülmalda (hazinede) bulunan bütün gıda maddelerini halka dağıttı. Ayrıca Basra, Mısır ve Şam bölgelerinden kervanlarla gelen yardımlar çevre halkına dağıtıldı. Daha önce süte ekmek doğrayarak yemek yiyen Hz. Ömer, kıtlık döneminde sadece zeytinyağı ve ekmekten başka yemek yiyemez olmuş, bu yüzden rengi değişmiş ve vücudu iyice zayıflamıştı. Bu kıtlık afeti dokuz ay kadar sürmüş, bu arada birçok kişi de açlıktan ölmüştü.
Bu müthiş kıtlık dönemi sonlarında bir zat (Bilal b. Haris), Peygamber s.a.v.'in türbesine yaklaşıp şöyle demişti:
- Ya Rasulallah! Ümmetine yağmur vermesini Allah'tan dile! Çünkü helâk olmak üzereler.
Daha sonra o şahsın rüyasına giren Rasulullah s.a.v. şöyle demişti:
- Ömer'e git, ona selamımı söyle. Yağmur yağacağını müjdele ve benden ona de ki: Ey ömer! Sen sözünde duran bir kişisin. Aklını başına al!
Adam uyanınca, kalkıp Hz. Ömer'e gitti ve rüyasını anlattı. Bu haberden ürperen Hz. Ömer, halka haber salıp onları mescidde topladı ve onlara:
- Sizler bende hoşlanmadığınız bir şey gördünüz mü? dedi.
- Öyle bir şey görmedik. Fakat neden böyle soruyorsun? dediler.
Hz. Ömer r.a. onlara rüya haberini anlattı. Onlar da bunun yağmur duasına işaret olduğu kanaatini belirttiler. Topluca yağmur duasına çıkıldı. Hz. Ömer r.a. , Rasulullah s.a.v.'in amcası Hz. Abbas r.a.'ın elinden tuttu, 'Ya Rabbi, Rasulünün amcası vesilesiyle sana yaklaşıyor, senden mağrifet diliyor ve sana yalvarıyoruz' diyerek, yağmur dileğiyle duasını sürdürdü. Oldukça yaşlanmış olan Hz. Abbas r.a.'ın da gözyaşları göğsüne dökülüyordu. O anda yoğun bulutlar gökyüzünü kapladı. Oradakiler, başlayan şiddetli yağmurla geri döndüler.
1) Haçkalı Baba, Mustafa Özdamar, Kırk Kandil, 2003
NAMAZDA VURULMAK
Rasul-i Ekrem s.a.v.'in de hazır bulunduğu 'Zâtü'r-Rika' gazvesindeki bir çarpışmada, müslümanlardan biri müşrik bir adamın muharebe yerinde bulunan karısını öldürmüştü. Kadının kocası da misilleme olarak mutlaka bir müslüman öldürmeye yemin etmişti. Rasulullah s.a.v. ve arkadaşlarının peşinden onları izlemeye başladı. Allah Rasulü akşam üstü bir yerde konaklama hazırlığı yaptı ve yanındakilere sordu:
- Bu gece istirahatimizde bize kim bekçilik yapacak?
Muhacir ve Ensar'dan iki adam cevap verdiler:
- Ya Rasulallah, biz sizler için nöbet tutarız.
- Öyleyse şu vadinin giriş kısmında bekleyin.
Bu iki gönüllü, Ammar b. Yâsir ile Abbâd b. Bişr idiler. Gece nöbetine duracakları sırada Ensar'dan olan Abbâd, Muhâcirler'den olan Ammar'a:
- Gecenin hangi bölümünde nöbette olmamı istersin? diye sordu. O da:
- Gecenini ilk bölümünde benim yerime sen bakıver, dedi.
Bu karardan sonra Muhacir, kendi nöbeti gelinceye kadar arkadaşının yanına uzanıverdi. Nöbetteki Ensar da, vaktin değerlendirmek için gece namazına durdu.
Meğer karısı öldürülen müşrik herif de, o sırada yakınlardaydı. Namazda duran adamı farketti ve onun nöbette olduğunu anladı. Bir ok atıp sapladı ve atmaya devam etti. Nöbetçi sahabi üçüncü okla ağır yaralanmıştı. Derhal rükû ve secdeleri yapıp namazının tamamladı ve arkadaşını uyardı:
- Kalk artık kalk! Ben yaralandım arkadaş, hareketten kesildim!..
Arkadaşı yerinden fırlayınca, okçu müşrik de korkup uzaklaştı. Yaralı arkadaşının durumunu gören Muhacir hayretle sordu:
- Fesubhanallah! Sana ilk ok atılanca beni uyandırsaydın ya!
- Okumakta olduğum bir surenin ortalarında idim. Onu kesmek istemedim. Eğer Rasulullah'ın bize verdiği nöbetçiliğe zarar gelmeyecek olsaydı, canım çıkasıya okuduğum sureyi kesmezdim.
HER GÖRDÜĞÜNÜ HIZIR, HER GECEYİ KADİR BİL
Bir gün annesi tarladan kaldırdığı buğdayları, biriyle Ubeydullah-ı Ahrâr'a gönderdi. Ubeydullah-ı Ahrâr buğdayları ambara koymakla meşgûlken, buğdayları getiren kimse, boş çuvallarını alıp gitti. Nereye gittiği ve hangi yoldan gittiği belli değildi. Ubeydullah-ı Ahrâr o anda neden bu zavallı ve garib kimseden duâ almadığına üzüldü. İçine garib bir ızdırap çöktü.
Buğdayı olduğu gibi bırakıp koşarak o kimsenin peşine düştü. Yanına vararak tevâzu ile kendisine duâ etmesini istedi ve;
-Beni gönlünüze alın. Hâlime biraz inâyet nazarıyla bakın. Belki duânız ve himmetiniz bereketiyle Allahü teâlâ beni bağışlar, merhâmet eder de yolum açılır, dedi.
Onun yüzüne şaşkın ve hayret dolu ifâdelerle bakan zât;
-Zannediyorum ki Türk şeyhlerinin söyledikleri; "Her geleni Hızır bil, her geceyi Kadir bil" sözüne göre hareket ediyorsun. Fakat ben hiçbir özelliği olmayan kendi hâline yaşayan bir kimseyim. Elimi yüzümü bile lâyıkı ile yıkamayı bilmem. Senin istediğin şeyden ben haberdâr değilim. O bende yoktur." dedi.
Ubeydullah-ıAhrâr duâ etmesi için yalvarmaya devâm etti. O kimse, Ubeydullah-ı Ahrâr'ın yalvarışına dayanamayarak ellerini kaldırdı ve;
-Allahü teâlâ senin kalb gözünü açsın, diye duâ etti. Bu duâ bereketiyle Ubeydullah-ı Ahrâr'ın kalbinde açılmalar oldu.
Otuz Yillik Ekmek
Şeyh Ebu Said Ebu'l Hayr (k.s.) Hazretleri, daha henüz küçükken babası onu almış Cuma namazına götürmekte idi. Yolda zamanın manevi reisi Şeyh Ebu'l Kasım Hazretlerine rastladılar. Şeyhi, çocuğun babasına:
- Bu çocuk kimindir? diye sordu.
O da:
- Bizdendir ya Şeyh!, dedi.
Şeyhin onların yüzüne bakarak gözleri yaşardı. Sonra da babasına:
- Ya Ebu'l Hayr, bizim dünyadan gitme zamanımız gelmiştir, fakat makamı boş görerek üzülmüştüm. Fakat şimdi senin çocuktan öyle anlıyorum ki müslümanlar istifade edecek derecede mânevi kabiliyet var. Cuma namazından sonra bu çocuğu bizim eve getir, dedi.
Namazdan sonra çocuk ve babası Şeyhin evine gittiler, dergahına giridiler... Dergahta kışlık yiyeceklerin konduğu yüksekçe bir yer vardı. Şeyh oraya bir ekmek koymuştu. Çocuğun babasına:
- Oğlunu omuzuna alda, o yukarıdaki ekmeği indirsin, buyurdu.
Babası oğlunu omuzuna alıp kaldırdı. Çocuk elini uztıp 30 yıllık ekmeği aldı ve yere inip Şeyhe verdi. Ekmek sıcacıktı.
Şeyh Ebu'l Kasım Hazretleri ekmeği aldığı zaman gözlerinden yaşlar akmaya başalmıştı.Ağlayarak ekmeği ikiye böldü, bir parçasını çocuğa verdi., bir parçasını da kendi yedi. Babasına hiç vermedi.
Çocuğun babası:
- Ya Şeyh, bu arpa ekmeğinden bir parça da bie nasip olmayacak mı? dediğinde, Şeyh:
- Ya Ebu'l Hayr! Otuz senedir, bu ekmek orada durmakta idi. Ban bu ekmek kimin elinde yeni fırından çıktığı gibi kimin elinde sıcak olursa, onda alemin istifa edeceği vaafedildi. Bu vaadin tamamı senin oğlunda olsa gerektir. O zatın senin oğlun olması şeref olarak sana yetmez mi? buyurdu.
Şeyh Ebu'l Kasım Hazretleri, kendi yerini alacak "Büyük Veli" yi bulmuştu.
Sen mi beni sevdin, ben mi seni sevdim?
ALÂÜDDİN ATTÂR (K.S.) ANLATIYOR
Şâh-ı Nakşibend hazreteleri beni kabul edince, kendilerini o kadar sevdim ki, sohbetlerinden ayrılamayacak hâle geldim. Bu halde iken, bir gün bana dönüp;
'' Sen mi beni sevdin, ben mi seni sevdim?' buyurdu.
'İkrâm sâhibi zâtınız, âciz hizmetçisine iltifât etmelisiniz, hizmetçinizde sizi sevmelidir' diyerek cevap verdim. Bunun üzerine:
'' Bir müddet bekle, işi anlarsın' buyurdu. Bir müddet sonra, kalbimde, onlara karşı muhabbetten eser kalmadı. O zaman; 'Gördün mü; sevgi bizden midir, senden midir?' buyurdu. Beyt:
Eğer mâ'şûktan olmazsa muhabbet âşıka,
Âşığın uğraşması mâ'şûka kavuşturamaz aslâ!
EKMEK VEREN ELİ KIRAN BABA
Bağdat'ı kıtlık kırıp geçiriyordu. Herkesten önce de hamallar açlık çekiyordu. İçinde ekmek piştiği, sokağa kadar yayılan kokudan belli olan bir evin kapısından seslendi hamalın biri:
- Allah rızası için birazcık ekmek. Günlerdir lokma girmedi ağzımdan.
Tandırın başındaki kadın taze ekmekleri kızına uzattı. "Ver şu adama" dedi. Kızcağız ekmekleri güzelce katlayıp verdi aç hamala.
Hamalın sevincine sınır yoktu. Evine doğru hızlandı. Kim bilir kaç günlük açlığını giderecekti? Tam bu sırada karşıdan gelen birinin sert ikazı durdurdu onu:
- Çabuk söyle, bu ekmeği hangi evden aldın?
Geriye bakıp eliyle işaret etti:
- İşte şu evden.
Adam kızgın şekilde salladı başını:
- Yanılmamışım, böyle zamanda başka kimin evinden alınabilir ekmek? diyerek eve doğru ilerledi.
Kapıyı açar açmaz da sordu:
- Kim verdi ekmeği hamala?
Hanım korkudan kızını gösterdi. Güya kızına acır, bir şey yapmaz diye düşünmüştü. Halbuki adamın şükürsüzlük ve cimrilik içine işlemişti. Elindeki sopayı hızla havaya kaldırdı, kızının ekmek veren eline öyle bir indirdi ki bilek zedelenip burkuldu, el çarpık kaldı. Söyleniyordu kendi kendine:
- Ben herkese ekmek versem bu evde ekmek kalır mı? diye.
Halbuki nimet şükür isterdi. Şükürsüzlük nimetin gitmesine sebepti. Nitekim bu şükürsüzlüğün akibeti de öyle olacaktı. Olmaya başladı bile. Kısa zamanda işleri bozuldu, çarşının en işlek yerindeki dükkanını satması da onun bozulan işlerini. Bir ara o hale geldi ki, evine ekmek alamaz duruma bile düştü. Nitekim bir akşam eve gelmiş, kızcağızına da acı sözü söylemişti;
- Artık benden ümidinizi kesin. Çünkü bu akşam ekmek alacak kadar da olsa elime para geçmedi. Çarşıya in, ekmek parası iste.
Kızcağız çarşıya inmiş, utana sıkıla sattıkları dükkanın karşısına geçerek bir tanıdık görürüm diye beklemeye başlamıştı. Kendisini gören dükkandaki adam hemen yanına gelerek:
- Sen masum birine benziyorsun, ne bekliyorsun burada? diye sormuştu. O da anlatmıştı gerçek durumu:
- Ekmek alacak paramız kalmadı, bir tanıdıktan ekmek parası istemek üzere bekliyorum burada.
Hemen elini cebine attı adam. Hatırı sayılır bir miktar parayı uzatarak "Al" dedi. "Bununla istediğin kadar ekmek alabilirsin. Ben de nimetin şükrünü eda etmiş olurum böylece."
Kızcağız elinin birini arkasına saklamış, ötekiyle parayı alırken adamın dikkatin çekti bu saklayış;
- Elinde bir yara bere varsa tedavi ettireyim, niçin saklıyorsun? Allah bana nimet verdi, şükrünü eda etmek için iyilik yapmam gerek, dedi.
Kızcağız önce açıklamak istememişse de adamın ısrarı üzerine anlattı elinin durumunu:
- Ben bir yoksula ekmek vermiştim. Babam yolda rastlayıp sormuş, o da evi gösterip 'İşte oradan aldım' demiş, bizi haber vermiş. Babam eve gelince elindeki sopayla ekmek veren elime öylesine bir darbe indirdi ki, elim böylece çarpık kaldı. Göstermekten utanır oldum. Bu yüzden de evde kaldım.
Bu açıklamayı dinleyen adam bağırmaya başlar:
- Komşular! Çabuk buraya gelin, ben hayalimdeki altın kalpli kızı buldum, hayat arkadaşım işte karşımda, siz de şahit olun... diyerek başlar anlatmaya:
- Ekmeği isteyen fakir bendim. Ben o gün bir hamaldım. Demek ki elinin çarpık kalmasına ben sebep olmuşum. Hem sebep olayım hem de seni bu halinle baş başa bırakayım. Buna Allah razı olmaz. Seni görünce içimden bir sevgi selinin koptuğunu anladım, bana ekmek veren kıza ne kadar da benziyor diye düşünmüştüm. Yanılmamışım. Baban şükürsüzlük ettiğinden Allah onun dükkanını elinden alıp bana nasip eyledi. Şimdi ise imtihan sırası bana geldi, ben de aynı şükürsüzlüğe düşmek istemem. Haydi gel, nikahımızı yaptırıp birlikte babanı sıkıntıdan kurtaralım.
Yola koyulurlar, ekmek veren eli sakatlayan şükürsüz babaya doğru...
"Şükrederseniz çoğaltırım, etmezseniz elinizden alır şükredene veririm. Şükürsüze de azabım şiddetli olur..." (Kur'an-ı Kerim, 14/7)
Hallac_ı Mansur
Hüseyin Mansur... Bağdat... Mansur bir gün tanıdığı bir hallacın dükkanına uğrar. Mansur bir müddet sohbetten sonra, hallac arkadaşından rica da bulunur, arkadaşı kırmaz dükkanı ona emanet eder nasılsa kısa bir müddet içinde geri dönerim diye ayrılır. Ayrılır da iş pek rast gitmez, dönmek de dönemez bayağı gecikir. Darlanmasından dolayı biraz sitem ile Mansur'a:
- Hüseyin, senin işini halledeyim derken, kendi işimdende geri kaldım, müşterilere ne diyeceğim şimdi der?
Mansur, gülümser, bunlar için mi üzülüyorsun der gibi parmağını henüz atılmamış pamuklara doğru uzatınca pamuklar tel tel olup bir tarafa, süprüntüsü, işe yaramazı bir tarafa ayrılır. Arkadaş hayret içinde kalır ve bunu kısa zamanda işitmeyen kalmaz. Ve Hallaç diye anılmaya başlar.
... Ve dünyayı ayağa kaldıran malum sada:
-" Enelhak!" Hak benim!
Büyük bir sarsıntı. Hayret. Dehşet. İsyan ve itham:
- Küfür.
- Mansur, Hak O'dur de, Hak benim deme.
- Bundan böyle onunla kimse konuşmasın..
Zindanda... İdam fermanı... Halk akın akın ona koşmakta. Gene ölçüye sığmayan sözler.
Halife, iki defa iki büyük zatı gönderir:
- Sözünden dön, tövbe et, özür dile...
Hallaç.
- Sözü kim söylediyse, özürü de dilesin.
Zindan... Her yerde Mansur'u aradılar. Yok. Ertesi gece ne zindan ne Mansur. Üçüncü gece herşey yerli yerinde... Sordular ve Mansur cevapladı:
- İlk gece beni aradınız, bulamadınız, ondaydım... Ertesi gece ne ben vardım ne de zindan, O buradaydı... Ve her şeyin yeri yerinde olduğu gece, yerli yerine gelmesi gereken gece. Ta ki, O'nun kanunu korunsun, emri yerine gelsin.
Her gün bin rekat namaz... Soru:
- Hem "Hak benim" diyorsun, hem bu kadar namaz kılıyorsun, söyle namazı kimin için kılyorsun?
Cevap:
- Birbirimizin kadrini yine biz biliriz. Peki sizi zindandan kurtarayım mı?
- Nasıl olur?
Elini kaldırır, parmak uçlarıyla işaret ettiği noktalarda kapılar, kapıların açıldığı yollarda da emin gizli yollar açılır, mahpusların ayaklarındaki zinzirler çözülür.
Sorarlar:
- Ya sen kendini niçin kurtarmıyorsun?
- Biaz Allah'ın esiriyiz, kurtulmak istemeyiz.. Hakkın bize suçlaması vardır, bizi suçlandıran haktır, bize düşen cezamızı beklemektir.
Mahşeri bir gün... Herkes orada... Mansur getiriliyor ve hala aynı nida:
- " Enelhak!" Hak benim!
Bir derviş yaklşır ve sorar:
- Aşk nedir?
- Bugün ve yarın görürsün!
O gün asıldı ve bir gün sonra yakıldı.
Darağacında.... Mansura soruluyor:
- Tasavvuf nedir?
- En aşağı derecesi bende gözüken bu hal.
- Ya ileri derecesi?
- Onu görmeye yol gerek, o da sizde yok.
Taşlar... Kan... Kanlar içindeki Mansur... Ses yok.. Tebessüm... O esnada bir dost taş yerine bir gül atar. Bir inilti... Bir inilti ki; yürekler titrer ve sorarlar:
- Taş yağmuru altında inlemedin de bir güle karşı ne diye böyle inledin?
- Taş atanlar, halden anlamazlarki attıkları taşlar bizi incitsin. Ama ya halden anlayanlar, değil taş gül atsalar dahi o gül incitir, inletir.
Son sözleri:
- Allahım; bana senin için bu işkenceyi reva görenlerden rahmetini esirgeme! Senin aşkın uğruna bana bu işkenceyi yapan ve canımdan ayıran bu kullarını affet affet. Aşkın hürmetine affet...
Gece, küllerinin Dicle'ye döküldüğü günün gecesi... Bir derviş Dicle'ye ulaşmak için yürüyor...
Mansur'un vasiyeti aklında:
- Cesedimi yaktıktan sonra küllerim Dicle'ye dökülecek. Korkarım Dicle taşar, Bağdat'ı yutar. İstemem Bağdat'a bir şey olmasın... O gece hırkamı nehrin kenarına getir ve sulara at..
Derviş acele acele yürüyor. Dizle kabarıyor kabarıyor.. Sular tam Bağdatı almak üzereyken, hırka sulara kavuşuyor....
Öldürüldüğü gece talebelerinden İbrahim Hatekoğlu rüyasında Allah'a soruyor:
- Allahım, ne sırdır ki, kulun Hüseyin Mansur'u bu hale getirdin?
Cevap:
- Kendi sırrımı ona açtım, o, herkese gösterdi. Ben, ona bahşettim; o halkı kendi nefsine davet etti.
Ayağını Değil, Başını koy
Gayb güneşi Hazreti Şems'i anlayan ender yiğitlerden biri olan Sultan Veled (asıl adı Bahaüddin), Hazret'i Şems'le Hazreti Mevlana'nın şeyhliği dervişliği, bilgeliği büyüklüğü birbirlerine atmalarını şöyle anlatıyor.
Birgün bir mecliste babam Hazretleri, Hazreti Şems'i o kadar övdü ki, onun makam ve mertebelerinden, keramet ve zarafetlerinden, yüce Allah'a yakınlığı dolayısıyle hitaba kitaba, kaleme kelama sığmayan anlaşılmaz hallerinden dem vurduktan sonra:
- Ayağı ruhların üstünde olan Şems-i Tebrizi'nin bastığı yere, ayağını değil başını koy! deyince, ben, buharlaşmış bir beden gibi doğru Hazret-i Şems'in odasına giderek, o gayb sultanının ellerini ayaklarını öpmeye başladım! Hazret-i Şems gülümseyerek:
- Ne oluyor Bahaüddin? Bu ne naz, bu ne niyaz böyle? diye sordu.
- Babam Hazretlerinin hakkınızda söyledikleri deli divane etti bizi! ... Dünyanın en büyük, en galibi padişahı, senin sıradan bir kölendir. ...
...Hazret-i Şems:
- Mevlâna'nın benim için söylediği doğru değildir diyemem, fakat yüce Allah'a tekrar tekrar yemin ederim ki, yüzbinlerce benim gibi Şems-i Tebrizi, onun büyüklük güneşi karşısında bir zerreden başka bir şey değildir ...
Gayb Aleminden Hediye
Uzun kış gecelerinden birinde, bir yerde Hazreti Şems Sohbet ediyordu. Ortalık soğuktu, her taraf çatır çatır buzdu. Orada bulunan ve Hazreti Şems'e imanı olan bir aziz:
- Şimdi bir demet gül olsa da, gözümüz gönlümüz ısınsa!... diye naz ve niyaz edince, Hazreti Şems hemen anında dışarıya çıkarak, elinde görülmedik güzellikte hoş kokuşu bir demet gülle geri dönünce, herkes.
- Allah Allaaaaah! Sübhanallah!... Fetebârekâllâhu ahsenûıl halikîn ... diye ayılıp bayılınca, Hazreti Şems, şu açıklamyı yaptı:
- Bu keramet değildir! Arifler arasında zerafet derler buna! Bu dostların dileğiyle oldu. Aahsenül Halikin olan yüce Allah, samimi arzunuzu yerine getirmek için gayb âleminden bir hediye gönderdi
Hicretin 18.yılı başında, Hicaz'da büyük bir kıtlık musibeti yaşanmıştı. Bu yıla 'kül yılı' denilmiştir. Çünkü yağmur yokluğundan çorak topraklar kül şeklini almış, rüzgar önünde toprak kül gibi savrulur olmuştu.
Çevre halkı azık için Medine'ye akın ediyor, vahşi hayvanlar da açlıktan insanlara yaklaşmaya çalışıyordu. Halife Hz. Ömer r.a. beytülmalda (hazinede) bulunan bütün gıda maddelerini halka dağıttı. Ayrıca Basra, Mısır ve Şam bölgelerinden kervanlarla gelen yardımlar çevre halkına dağıtıldı. Daha önce süte ekmek doğrayarak yemek yiyen Hz. Ömer, kıtlık döneminde sadece zeytinyağı ve ekmekten başka yemek yiyemez olmuş, bu yüzden rengi değişmiş ve vücudu iyice zayıflamıştı. Bu kıtlık afeti dokuz ay kadar sürmüş, bu arada birçok kişi de açlıktan ölmüştü.
Bu müthiş kıtlık dönemi sonlarında bir zat (Bilal b. Haris), Peygamber s.a.v.'in türbesine yaklaşıp şöyle demişti:
- Ya Rasulallah! Ümmetine yağmur vermesini Allah'tan dile! Çünkü helâk olmak üzereler.
Daha sonra o şahsın rüyasına giren Rasulullah s.a.v. şöyle demişti:
- Ömer'e git, ona selamımı söyle. Yağmur yağacağını müjdele ve benden ona de ki: Ey ömer! Sen sözünde duran bir kişisin. Aklını başına al!
Adam uyanınca, kalkıp Hz. Ömer'e gitti ve rüyasını anlattı. Bu haberden ürperen Hz. Ömer, halka haber salıp onları mescidde topladı ve onlara:
- Sizler bende hoşlanmadığınız bir şey gördünüz mü? dedi.
- Öyle bir şey görmedik. Fakat neden böyle soruyorsun? dediler.
Hz. Ömer r.a. onlara rüya haberini anlattı. Onlar da bunun yağmur duasına işaret olduğu kanaatini belirttiler. Topluca yağmur duasına çıkıldı. Hz. Ömer r.a. , Rasulullah s.a.v.'in amcası Hz. Abbas r.a.'ın elinden tuttu, 'Ya Rabbi, Rasulünün amcası vesilesiyle sana yaklaşıyor, senden mağrifet diliyor ve sana yalvarıyoruz' diyerek, yağmur dileğiyle duasını sürdürdü. Oldukça yaşlanmış olan Hz. Abbas r.a.'ın da gözyaşları göğsüne dökülüyordu. O anda yoğun bulutlar gökyüzünü kapladı. Oradakiler, başlayan şiddetli yağmurla geri döndüler.
1) Haçkalı Baba, Mustafa Özdamar, Kırk Kandil, 2003
NAMAZDA VURULMAK
Rasul-i Ekrem s.a.v.'in de hazır bulunduğu 'Zâtü'r-Rika' gazvesindeki bir çarpışmada, müslümanlardan biri müşrik bir adamın muharebe yerinde bulunan karısını öldürmüştü. Kadının kocası da misilleme olarak mutlaka bir müslüman öldürmeye yemin etmişti. Rasulullah s.a.v. ve arkadaşlarının peşinden onları izlemeye başladı. Allah Rasulü akşam üstü bir yerde konaklama hazırlığı yaptı ve yanındakilere sordu:
- Bu gece istirahatimizde bize kim bekçilik yapacak?
Muhacir ve Ensar'dan iki adam cevap verdiler:
- Ya Rasulallah, biz sizler için nöbet tutarız.
- Öyleyse şu vadinin giriş kısmında bekleyin.
Bu iki gönüllü, Ammar b. Yâsir ile Abbâd b. Bişr idiler. Gece nöbetine duracakları sırada Ensar'dan olan Abbâd, Muhâcirler'den olan Ammar'a:
- Gecenin hangi bölümünde nöbette olmamı istersin? diye sordu. O da:
- Gecenini ilk bölümünde benim yerime sen bakıver, dedi.
Bu karardan sonra Muhacir, kendi nöbeti gelinceye kadar arkadaşının yanına uzanıverdi. Nöbetteki Ensar da, vaktin değerlendirmek için gece namazına durdu.
Meğer karısı öldürülen müşrik herif de, o sırada yakınlardaydı. Namazda duran adamı farketti ve onun nöbette olduğunu anladı. Bir ok atıp sapladı ve atmaya devam etti. Nöbetçi sahabi üçüncü okla ağır yaralanmıştı. Derhal rükû ve secdeleri yapıp namazının tamamladı ve arkadaşını uyardı:
- Kalk artık kalk! Ben yaralandım arkadaş, hareketten kesildim!..
Arkadaşı yerinden fırlayınca, okçu müşrik de korkup uzaklaştı. Yaralı arkadaşının durumunu gören Muhacir hayretle sordu:
- Fesubhanallah! Sana ilk ok atılanca beni uyandırsaydın ya!
- Okumakta olduğum bir surenin ortalarında idim. Onu kesmek istemedim. Eğer Rasulullah'ın bize verdiği nöbetçiliğe zarar gelmeyecek olsaydı, canım çıkasıya okuduğum sureyi kesmezdim.
HER GÖRDÜĞÜNÜ HIZIR, HER GECEYİ KADİR BİL
Bir gün annesi tarladan kaldırdığı buğdayları, biriyle Ubeydullah-ı Ahrâr'a gönderdi. Ubeydullah-ı Ahrâr buğdayları ambara koymakla meşgûlken, buğdayları getiren kimse, boş çuvallarını alıp gitti. Nereye gittiği ve hangi yoldan gittiği belli değildi. Ubeydullah-ı Ahrâr o anda neden bu zavallı ve garib kimseden duâ almadığına üzüldü. İçine garib bir ızdırap çöktü.
Buğdayı olduğu gibi bırakıp koşarak o kimsenin peşine düştü. Yanına vararak tevâzu ile kendisine duâ etmesini istedi ve;
-Beni gönlünüze alın. Hâlime biraz inâyet nazarıyla bakın. Belki duânız ve himmetiniz bereketiyle Allahü teâlâ beni bağışlar, merhâmet eder de yolum açılır, dedi.
Onun yüzüne şaşkın ve hayret dolu ifâdelerle bakan zât;
-Zannediyorum ki Türk şeyhlerinin söyledikleri; "Her geleni Hızır bil, her geceyi Kadir bil" sözüne göre hareket ediyorsun. Fakat ben hiçbir özelliği olmayan kendi hâline yaşayan bir kimseyim. Elimi yüzümü bile lâyıkı ile yıkamayı bilmem. Senin istediğin şeyden ben haberdâr değilim. O bende yoktur." dedi.
Ubeydullah-ıAhrâr duâ etmesi için yalvarmaya devâm etti. O kimse, Ubeydullah-ı Ahrâr'ın yalvarışına dayanamayarak ellerini kaldırdı ve;
-Allahü teâlâ senin kalb gözünü açsın, diye duâ etti. Bu duâ bereketiyle Ubeydullah-ı Ahrâr'ın kalbinde açılmalar oldu.
Otuz Yillik Ekmek
Şeyh Ebu Said Ebu'l Hayr (k.s.) Hazretleri, daha henüz küçükken babası onu almış Cuma namazına götürmekte idi. Yolda zamanın manevi reisi Şeyh Ebu'l Kasım Hazretlerine rastladılar. Şeyhi, çocuğun babasına:
- Bu çocuk kimindir? diye sordu.
O da:
- Bizdendir ya Şeyh!, dedi.
Şeyhin onların yüzüne bakarak gözleri yaşardı. Sonra da babasına:
- Ya Ebu'l Hayr, bizim dünyadan gitme zamanımız gelmiştir, fakat makamı boş görerek üzülmüştüm. Fakat şimdi senin çocuktan öyle anlıyorum ki müslümanlar istifade edecek derecede mânevi kabiliyet var. Cuma namazından sonra bu çocuğu bizim eve getir, dedi.
Namazdan sonra çocuk ve babası Şeyhin evine gittiler, dergahına giridiler... Dergahta kışlık yiyeceklerin konduğu yüksekçe bir yer vardı. Şeyh oraya bir ekmek koymuştu. Çocuğun babasına:
- Oğlunu omuzuna alda, o yukarıdaki ekmeği indirsin, buyurdu.
Babası oğlunu omuzuna alıp kaldırdı. Çocuk elini uztıp 30 yıllık ekmeği aldı ve yere inip Şeyhe verdi. Ekmek sıcacıktı.
Şeyh Ebu'l Kasım Hazretleri ekmeği aldığı zaman gözlerinden yaşlar akmaya başalmıştı.Ağlayarak ekmeği ikiye böldü, bir parçasını çocuğa verdi., bir parçasını da kendi yedi. Babasına hiç vermedi.
Çocuğun babası:
- Ya Şeyh, bu arpa ekmeğinden bir parça da bie nasip olmayacak mı? dediğinde, Şeyh:
- Ya Ebu'l Hayr! Otuz senedir, bu ekmek orada durmakta idi. Ban bu ekmek kimin elinde yeni fırından çıktığı gibi kimin elinde sıcak olursa, onda alemin istifa edeceği vaafedildi. Bu vaadin tamamı senin oğlunda olsa gerektir. O zatın senin oğlun olması şeref olarak sana yetmez mi? buyurdu.
Şeyh Ebu'l Kasım Hazretleri, kendi yerini alacak "Büyük Veli" yi bulmuştu.
Sen mi beni sevdin, ben mi seni sevdim?
ALÂÜDDİN ATTÂR (K.S.) ANLATIYOR
Şâh-ı Nakşibend hazreteleri beni kabul edince, kendilerini o kadar sevdim ki, sohbetlerinden ayrılamayacak hâle geldim. Bu halde iken, bir gün bana dönüp;
'' Sen mi beni sevdin, ben mi seni sevdim?' buyurdu.
'İkrâm sâhibi zâtınız, âciz hizmetçisine iltifât etmelisiniz, hizmetçinizde sizi sevmelidir' diyerek cevap verdim. Bunun üzerine:
'' Bir müddet bekle, işi anlarsın' buyurdu. Bir müddet sonra, kalbimde, onlara karşı muhabbetten eser kalmadı. O zaman; 'Gördün mü; sevgi bizden midir, senden midir?' buyurdu. Beyt:
Eğer mâ'şûktan olmazsa muhabbet âşıka,
Âşığın uğraşması mâ'şûka kavuşturamaz aslâ!
EKMEK VEREN ELİ KIRAN BABA
Bağdat'ı kıtlık kırıp geçiriyordu. Herkesten önce de hamallar açlık çekiyordu. İçinde ekmek piştiği, sokağa kadar yayılan kokudan belli olan bir evin kapısından seslendi hamalın biri:
- Allah rızası için birazcık ekmek. Günlerdir lokma girmedi ağzımdan.
Tandırın başındaki kadın taze ekmekleri kızına uzattı. "Ver şu adama" dedi. Kızcağız ekmekleri güzelce katlayıp verdi aç hamala.
Hamalın sevincine sınır yoktu. Evine doğru hızlandı. Kim bilir kaç günlük açlığını giderecekti? Tam bu sırada karşıdan gelen birinin sert ikazı durdurdu onu:
- Çabuk söyle, bu ekmeği hangi evden aldın?
Geriye bakıp eliyle işaret etti:
- İşte şu evden.
Adam kızgın şekilde salladı başını:
- Yanılmamışım, böyle zamanda başka kimin evinden alınabilir ekmek? diyerek eve doğru ilerledi.
Kapıyı açar açmaz da sordu:
- Kim verdi ekmeği hamala?
Hanım korkudan kızını gösterdi. Güya kızına acır, bir şey yapmaz diye düşünmüştü. Halbuki adamın şükürsüzlük ve cimrilik içine işlemişti. Elindeki sopayı hızla havaya kaldırdı, kızının ekmek veren eline öyle bir indirdi ki bilek zedelenip burkuldu, el çarpık kaldı. Söyleniyordu kendi kendine:
- Ben herkese ekmek versem bu evde ekmek kalır mı? diye.
Halbuki nimet şükür isterdi. Şükürsüzlük nimetin gitmesine sebepti. Nitekim bu şükürsüzlüğün akibeti de öyle olacaktı. Olmaya başladı bile. Kısa zamanda işleri bozuldu, çarşının en işlek yerindeki dükkanını satması da onun bozulan işlerini. Bir ara o hale geldi ki, evine ekmek alamaz duruma bile düştü. Nitekim bir akşam eve gelmiş, kızcağızına da acı sözü söylemişti;
- Artık benden ümidinizi kesin. Çünkü bu akşam ekmek alacak kadar da olsa elime para geçmedi. Çarşıya in, ekmek parası iste.
Kızcağız çarşıya inmiş, utana sıkıla sattıkları dükkanın karşısına geçerek bir tanıdık görürüm diye beklemeye başlamıştı. Kendisini gören dükkandaki adam hemen yanına gelerek:
- Sen masum birine benziyorsun, ne bekliyorsun burada? diye sormuştu. O da anlatmıştı gerçek durumu:
- Ekmek alacak paramız kalmadı, bir tanıdıktan ekmek parası istemek üzere bekliyorum burada.
Hemen elini cebine attı adam. Hatırı sayılır bir miktar parayı uzatarak "Al" dedi. "Bununla istediğin kadar ekmek alabilirsin. Ben de nimetin şükrünü eda etmiş olurum böylece."
Kızcağız elinin birini arkasına saklamış, ötekiyle parayı alırken adamın dikkatin çekti bu saklayış;
- Elinde bir yara bere varsa tedavi ettireyim, niçin saklıyorsun? Allah bana nimet verdi, şükrünü eda etmek için iyilik yapmam gerek, dedi.
Kızcağız önce açıklamak istememişse de adamın ısrarı üzerine anlattı elinin durumunu:
- Ben bir yoksula ekmek vermiştim. Babam yolda rastlayıp sormuş, o da evi gösterip 'İşte oradan aldım' demiş, bizi haber vermiş. Babam eve gelince elindeki sopayla ekmek veren elime öylesine bir darbe indirdi ki, elim böylece çarpık kaldı. Göstermekten utanır oldum. Bu yüzden de evde kaldım.
Bu açıklamayı dinleyen adam bağırmaya başlar:
- Komşular! Çabuk buraya gelin, ben hayalimdeki altın kalpli kızı buldum, hayat arkadaşım işte karşımda, siz de şahit olun... diyerek başlar anlatmaya:
- Ekmeği isteyen fakir bendim. Ben o gün bir hamaldım. Demek ki elinin çarpık kalmasına ben sebep olmuşum. Hem sebep olayım hem de seni bu halinle baş başa bırakayım. Buna Allah razı olmaz. Seni görünce içimden bir sevgi selinin koptuğunu anladım, bana ekmek veren kıza ne kadar da benziyor diye düşünmüştüm. Yanılmamışım. Baban şükürsüzlük ettiğinden Allah onun dükkanını elinden alıp bana nasip eyledi. Şimdi ise imtihan sırası bana geldi, ben de aynı şükürsüzlüğe düşmek istemem. Haydi gel, nikahımızı yaptırıp birlikte babanı sıkıntıdan kurtaralım.
Yola koyulurlar, ekmek veren eli sakatlayan şükürsüz babaya doğru...
"Şükrederseniz çoğaltırım, etmezseniz elinizden alır şükredene veririm. Şükürsüze de azabım şiddetli olur..." (Kur'an-ı Kerim, 14/7)
Hallac_ı Mansur
Hüseyin Mansur... Bağdat... Mansur bir gün tanıdığı bir hallacın dükkanına uğrar. Mansur bir müddet sohbetten sonra, hallac arkadaşından rica da bulunur, arkadaşı kırmaz dükkanı ona emanet eder nasılsa kısa bir müddet içinde geri dönerim diye ayrılır. Ayrılır da iş pek rast gitmez, dönmek de dönemez bayağı gecikir. Darlanmasından dolayı biraz sitem ile Mansur'a:
- Hüseyin, senin işini halledeyim derken, kendi işimdende geri kaldım, müşterilere ne diyeceğim şimdi der?
Mansur, gülümser, bunlar için mi üzülüyorsun der gibi parmağını henüz atılmamış pamuklara doğru uzatınca pamuklar tel tel olup bir tarafa, süprüntüsü, işe yaramazı bir tarafa ayrılır. Arkadaş hayret içinde kalır ve bunu kısa zamanda işitmeyen kalmaz. Ve Hallaç diye anılmaya başlar.
... Ve dünyayı ayağa kaldıran malum sada:
-" Enelhak!" Hak benim!
Büyük bir sarsıntı. Hayret. Dehşet. İsyan ve itham:
- Küfür.
- Mansur, Hak O'dur de, Hak benim deme.
- Bundan böyle onunla kimse konuşmasın..
Zindanda... İdam fermanı... Halk akın akın ona koşmakta. Gene ölçüye sığmayan sözler.
Halife, iki defa iki büyük zatı gönderir:
- Sözünden dön, tövbe et, özür dile...
Hallaç.
- Sözü kim söylediyse, özürü de dilesin.
Zindan... Her yerde Mansur'u aradılar. Yok. Ertesi gece ne zindan ne Mansur. Üçüncü gece herşey yerli yerinde... Sordular ve Mansur cevapladı:
- İlk gece beni aradınız, bulamadınız, ondaydım... Ertesi gece ne ben vardım ne de zindan, O buradaydı... Ve her şeyin yeri yerinde olduğu gece, yerli yerine gelmesi gereken gece. Ta ki, O'nun kanunu korunsun, emri yerine gelsin.
Her gün bin rekat namaz... Soru:
- Hem "Hak benim" diyorsun, hem bu kadar namaz kılıyorsun, söyle namazı kimin için kılyorsun?
Cevap:
- Birbirimizin kadrini yine biz biliriz. Peki sizi zindandan kurtarayım mı?
- Nasıl olur?
Elini kaldırır, parmak uçlarıyla işaret ettiği noktalarda kapılar, kapıların açıldığı yollarda da emin gizli yollar açılır, mahpusların ayaklarındaki zinzirler çözülür.
Sorarlar:
- Ya sen kendini niçin kurtarmıyorsun?
- Biaz Allah'ın esiriyiz, kurtulmak istemeyiz.. Hakkın bize suçlaması vardır, bizi suçlandıran haktır, bize düşen cezamızı beklemektir.
Mahşeri bir gün... Herkes orada... Mansur getiriliyor ve hala aynı nida:
- " Enelhak!" Hak benim!
Bir derviş yaklşır ve sorar:
- Aşk nedir?
- Bugün ve yarın görürsün!
O gün asıldı ve bir gün sonra yakıldı.
Darağacında.... Mansura soruluyor:
- Tasavvuf nedir?
- En aşağı derecesi bende gözüken bu hal.
- Ya ileri derecesi?
- Onu görmeye yol gerek, o da sizde yok.
Taşlar... Kan... Kanlar içindeki Mansur... Ses yok.. Tebessüm... O esnada bir dost taş yerine bir gül atar. Bir inilti... Bir inilti ki; yürekler titrer ve sorarlar:
- Taş yağmuru altında inlemedin de bir güle karşı ne diye böyle inledin?
- Taş atanlar, halden anlamazlarki attıkları taşlar bizi incitsin. Ama ya halden anlayanlar, değil taş gül atsalar dahi o gül incitir, inletir.
Son sözleri:
- Allahım; bana senin için bu işkenceyi reva görenlerden rahmetini esirgeme! Senin aşkın uğruna bana bu işkenceyi yapan ve canımdan ayıran bu kullarını affet affet. Aşkın hürmetine affet...
Gece, küllerinin Dicle'ye döküldüğü günün gecesi... Bir derviş Dicle'ye ulaşmak için yürüyor...
Mansur'un vasiyeti aklında:
- Cesedimi yaktıktan sonra küllerim Dicle'ye dökülecek. Korkarım Dicle taşar, Bağdat'ı yutar. İstemem Bağdat'a bir şey olmasın... O gece hırkamı nehrin kenarına getir ve sulara at..
Derviş acele acele yürüyor. Dizle kabarıyor kabarıyor.. Sular tam Bağdatı almak üzereyken, hırka sulara kavuşuyor....
Öldürüldüğü gece talebelerinden İbrahim Hatekoğlu rüyasında Allah'a soruyor:
- Allahım, ne sırdır ki, kulun Hüseyin Mansur'u bu hale getirdin?
Cevap:
- Kendi sırrımı ona açtım, o, herkese gösterdi. Ben, ona bahşettim; o halkı kendi nefsine davet etti.
Ayağını Değil, Başını koy
Gayb güneşi Hazreti Şems'i anlayan ender yiğitlerden biri olan Sultan Veled (asıl adı Bahaüddin), Hazret'i Şems'le Hazreti Mevlana'nın şeyhliği dervişliği, bilgeliği büyüklüğü birbirlerine atmalarını şöyle anlatıyor.
Birgün bir mecliste babam Hazretleri, Hazreti Şems'i o kadar övdü ki, onun makam ve mertebelerinden, keramet ve zarafetlerinden, yüce Allah'a yakınlığı dolayısıyle hitaba kitaba, kaleme kelama sığmayan anlaşılmaz hallerinden dem vurduktan sonra:
- Ayağı ruhların üstünde olan Şems-i Tebrizi'nin bastığı yere, ayağını değil başını koy! deyince, ben, buharlaşmış bir beden gibi doğru Hazret-i Şems'in odasına giderek, o gayb sultanının ellerini ayaklarını öpmeye başladım! Hazret-i Şems gülümseyerek:
- Ne oluyor Bahaüddin? Bu ne naz, bu ne niyaz böyle? diye sordu.
- Babam Hazretlerinin hakkınızda söyledikleri deli divane etti bizi! ... Dünyanın en büyük, en galibi padişahı, senin sıradan bir kölendir. ...
...Hazret-i Şems:
- Mevlâna'nın benim için söylediği doğru değildir diyemem, fakat yüce Allah'a tekrar tekrar yemin ederim ki, yüzbinlerce benim gibi Şems-i Tebrizi, onun büyüklük güneşi karşısında bir zerreden başka bir şey değildir ...
Gayb Aleminden Hediye
Uzun kış gecelerinden birinde, bir yerde Hazreti Şems Sohbet ediyordu. Ortalık soğuktu, her taraf çatır çatır buzdu. Orada bulunan ve Hazreti Şems'e imanı olan bir aziz:
- Şimdi bir demet gül olsa da, gözümüz gönlümüz ısınsa!... diye naz ve niyaz edince, Hazreti Şems hemen anında dışarıya çıkarak, elinde görülmedik güzellikte hoş kokuşu bir demet gülle geri dönünce, herkes.
- Allah Allaaaaah! Sübhanallah!... Fetebârekâllâhu ahsenûıl halikîn ... diye ayılıp bayılınca, Hazreti Şems, şu açıklamyı yaptı:
- Bu keramet değildir! Arifler arasında zerafet derler buna! Bu dostların dileğiyle oldu. Aahsenül Halikin olan yüce Allah, samimi arzunuzu yerine getirmek için gayb âleminden bir hediye gönderdi