Baski34
Kayıtlı Üye
İnsanoğlu , en ilkelinden en gelişmişine kadar tüm toplumlarda, farklı biçimlerde de olsa, karşısına çıkan din olgusu üzerinde her zaman düşünmüş, dini çeşitli tartışmalara ve araştırmalara konu yapmıştır. Ancak din konusunda sürdürülen tartışma ve araştırmaların çoğu felsefenin ilgi alanına girmez. Din felsefesi yalnızca dinin kendisini konu alır, dinin kendisi ve temel savları üzerinde akılcı, nesnel ve tutarlı görüşler üretir.
Kavram olarak ilk kez Hegelin Din Felsefesi Üstüne Konferanslar isimli eserinde dile getirdiği Din Felsefesi, din üzerinde felsefe yapmak, yani dini felsefenin konusu olarak ele alıp, dinin hükümleri üzerinde akılcı, nesnel ve tutarlı görüşler üretmek demektir. Bunun için, hem dinin, hem de felsefenin belirli bir olgunluk düzeyine ulaşması gerekir. Örneğin, Antik Yunanda felsefenin belirli bir düzeye ve olgunluğa ulaşmasına karşın, dinle ilgili felsefi düşüncenin aynı düzeye ulaşamadığı da ortadadır. Çünkü, Antik Yunanda henüz üzerinde felsefe tartışma yapılabilecek olgunlukta bir din anlayışı oluşmuş değildir. Daha Hristiyanlık doğmamıştır. Sitede insanlar gibi düşünen, dövüşen, seven, kıskançlık yapan tanrılara inanma söz konusudur ve bu tanrılar daha felsefenin değil, mitolojinin ve söylencelerin konusudur.
Bununla birlikte, Platon Tanrısızlığı bir ruh hastalığı olarak nitelemekte ve aklın temel görevinin Tanrıyı bilmek olduğunu savunmaktadır. zaten, onun Îdealar Öğretisi , tanrıbilimine kaynaklık etmek üzere oluşturulmuş gibidir. Maddesel ve tinsel olan her şeyin temel gerçekliği olan idealar, insanı tanrı fikrine götüren mantıksal bir kuram haline gelir. Gerçekten, Platon idealar ile Tanrıyı birbirinden ayırmaz. Zaten her şeyde akla uygun bir erek gören Platon, evreni, varlığı ve onların ereklerini önceden çizmiş olan akıllı bir istencin, tanrısal iradenin eseri saymaktadır. Platon, evrenin oluşumunu , tüm evreni kendi modeline göre daha çok benzesin diye tek âlem olarak yaratan tanrısal kurucuya (Demiurgos) bağlamakta ve bu dünyada yaptıklarından ötürü cezalandırılacakları bir gerçek dünyadan söz etmektedir.
Aristo da Tanrının madde gibi başlangıçsız ve bitimsiz olduğunu savunmakta ve Tanrıyı En Yüksek Akıl/Nous olarak nitelemektedir. Ancak, gerek Platonun, gerekse Aristonun bu görüşleri Antik Yunan düşünce çağında gerçek anlamda bir din felsefesinin doğmuş olduğunu göstermez. Din felsefesinin doğuşu, tek tanrılı dinlerin doğumunu bekleyecektir.
Din felsefesi ile ilgilenenler çeşitli sorunlarla karşılaşır. Öncelikle her filozof kendi bağlı olduğu dinin değerlerini yüceltme tehlikesi ile karşı karşıyadır. Filozof bu tehlikeyi aşıp, din konusu üzerinde tamamen yansız davranmalıdır. Tanrının varlığı, ya da yokluğu, vahyin imkânı, evrenin yaradılışı, insanın evrendeki yeri, ölümden sonra bir yaşamın var olup olmadığı ve ruhun ölümsüzlüğü gibi metafafizik ve kozmolojik sorunların aşılması ancak böyle bir tarafsızlıkla mümkündür.
Din felsefesiyle ilgilenenlerin karşılaştığı bir başka sorun, dilsel ve mantıksal sorundur. Dine ilişkin dil yapısın irdelenmesiyle, dinin kendisine özgü dili ve kavramları açıklanmış ve böylece dili mantıksal çözümlemesi yapılmış olacaktır.
Öte yandan, din felsefesinin bir başka ilgi alanı da Tanrının var olup olmadığı sorusunu yanıtlamaktır. Kuşkusuz bu soru filozoflar tarafından çok farklı biçimlerde yanıtlanır. Örneğin, Tanrıyı başlangıçsız ve bitimsiz bir yaratıcı ve yönetici sayan görüşler Teizm/Tanrıcılık başlığı altında toplanır. Bu anlayışa göre, zaman ve mekandan arınmış olarak var olan Tanrı var olmak için kendisinden başka hiçbir nedene gereksinim duymaz.
Dinin akla uygun olduğu ilkesinden yola çıkarak, aynı zamanda, akla ve bilime de güven duyarak, yalnızca evreni yaratan, fakat işleyişine karışmayan bir Tanrı anlayışı da Deizm/Akılcı Tanrıcılık olarak anılır. Bu anlayışa göre, evreni yaratan Tanrı, daha sonra evreni kendi doğal yasalarına göre işlemek üzere kendi başına bırakmıştır. Buna göre, deizm, vahyin yerine aklı koyar ve bilime uygun doğal bir din anlayışı önerir.
Doğa ile Tanrıyı aynı şey sayan, Tanrıyı evrenin yaratıcısı değil, doğrudan evrenin kendisi gören anlayış Panteizm/ Tüm Tanrıcılık olarak adlandırılır. İslâm düşüncesinde bu anlayış Tasavvuf biçiminde karşımıza çıkacak ve tüm varlıkların kaynağında Tanrı olduğu düşüncesi doğacaktır.
Tanrının varlığı ve yokluğu ile ilgili görüşlerden biri de Tanrının varlığını yadsıyan Ateizm ile, Tanrının bilinemezliğini öne süren Agnostisizm dir. Ateizm, önce dinin kaynağını, doğuşunu ve toplumsal işlevini saptamaya çalışarak, din duygusunun kaynağının ilahi değil, toplumsal olduğunu savunur. Daha sonra, evrenin bilimsel olarak açıklanmasına olanak sağlamak üzere dinin kesin buyruklarını ve açıklamalarını eleştirir. Maddeci felsefeyi de kendisine temel alarak Tanrıyı yok sayan bir sistem yaratır. Örneğin, materyalist felsefenin en güçlü temsilcisi Marx, dini sınıfsal bir temele bağlayarak, burjuva sınıfının halkı uyutmak için din duygusunu yarattığını savunur. Marxa göre din, halkın afyonudur ve insanları sömürüye boyun eğip, toplumsal bir ayaklanmaya kalkışmaması için ahret umuduyla uyutup durur.
Evrenin ve nesnelerin hiçbir zaman bilinemeyeceğini savunan Agnostisizm/ Bilinmezcilik ise, Tanrının da ne varlığının, ne de yokluğunun bilinebileceğini ileri sürer. David Hume Doğal Din Üzerine Söyleşiler isimli eserinde, insan, yetilerini aşan konuları bilemeyeceğini ve insan aklının pek çok konuda yetersiz kalarak çelişkiye düştüğünü söyler. Durum böyleyken, bizim aklımızdan ve gözlem alanımızdan çok uzak olan bir Tanrı konusunda görüş bildirmenin olanağı yoktur.
Sonuç olarak söylemek gerekirse, dini felsefenin konusu haline getirmek, dinin temel kavram ve sorunlarını sistemli bir düşünce ve akıl yürütme ile açıklamak ve aklın eleştiri süzgecinden geçirmek demektir. Böylece din, hem akılcı ve hem de bilimsel bir temel kazanmak üzere ele alınmış olmaktadır.
Kavram olarak ilk kez Hegelin Din Felsefesi Üstüne Konferanslar isimli eserinde dile getirdiği Din Felsefesi, din üzerinde felsefe yapmak, yani dini felsefenin konusu olarak ele alıp, dinin hükümleri üzerinde akılcı, nesnel ve tutarlı görüşler üretmek demektir. Bunun için, hem dinin, hem de felsefenin belirli bir olgunluk düzeyine ulaşması gerekir. Örneğin, Antik Yunanda felsefenin belirli bir düzeye ve olgunluğa ulaşmasına karşın, dinle ilgili felsefi düşüncenin aynı düzeye ulaşamadığı da ortadadır. Çünkü, Antik Yunanda henüz üzerinde felsefe tartışma yapılabilecek olgunlukta bir din anlayışı oluşmuş değildir. Daha Hristiyanlık doğmamıştır. Sitede insanlar gibi düşünen, dövüşen, seven, kıskançlık yapan tanrılara inanma söz konusudur ve bu tanrılar daha felsefenin değil, mitolojinin ve söylencelerin konusudur.
Bununla birlikte, Platon Tanrısızlığı bir ruh hastalığı olarak nitelemekte ve aklın temel görevinin Tanrıyı bilmek olduğunu savunmaktadır. zaten, onun Îdealar Öğretisi , tanrıbilimine kaynaklık etmek üzere oluşturulmuş gibidir. Maddesel ve tinsel olan her şeyin temel gerçekliği olan idealar, insanı tanrı fikrine götüren mantıksal bir kuram haline gelir. Gerçekten, Platon idealar ile Tanrıyı birbirinden ayırmaz. Zaten her şeyde akla uygun bir erek gören Platon, evreni, varlığı ve onların ereklerini önceden çizmiş olan akıllı bir istencin, tanrısal iradenin eseri saymaktadır. Platon, evrenin oluşumunu , tüm evreni kendi modeline göre daha çok benzesin diye tek âlem olarak yaratan tanrısal kurucuya (Demiurgos) bağlamakta ve bu dünyada yaptıklarından ötürü cezalandırılacakları bir gerçek dünyadan söz etmektedir.
Aristo da Tanrının madde gibi başlangıçsız ve bitimsiz olduğunu savunmakta ve Tanrıyı En Yüksek Akıl/Nous olarak nitelemektedir. Ancak, gerek Platonun, gerekse Aristonun bu görüşleri Antik Yunan düşünce çağında gerçek anlamda bir din felsefesinin doğmuş olduğunu göstermez. Din felsefesinin doğuşu, tek tanrılı dinlerin doğumunu bekleyecektir.
Din felsefesi ile ilgilenenler çeşitli sorunlarla karşılaşır. Öncelikle her filozof kendi bağlı olduğu dinin değerlerini yüceltme tehlikesi ile karşı karşıyadır. Filozof bu tehlikeyi aşıp, din konusu üzerinde tamamen yansız davranmalıdır. Tanrının varlığı, ya da yokluğu, vahyin imkânı, evrenin yaradılışı, insanın evrendeki yeri, ölümden sonra bir yaşamın var olup olmadığı ve ruhun ölümsüzlüğü gibi metafafizik ve kozmolojik sorunların aşılması ancak böyle bir tarafsızlıkla mümkündür.
Din felsefesiyle ilgilenenlerin karşılaştığı bir başka sorun, dilsel ve mantıksal sorundur. Dine ilişkin dil yapısın irdelenmesiyle, dinin kendisine özgü dili ve kavramları açıklanmış ve böylece dili mantıksal çözümlemesi yapılmış olacaktır.
Öte yandan, din felsefesinin bir başka ilgi alanı da Tanrının var olup olmadığı sorusunu yanıtlamaktır. Kuşkusuz bu soru filozoflar tarafından çok farklı biçimlerde yanıtlanır. Örneğin, Tanrıyı başlangıçsız ve bitimsiz bir yaratıcı ve yönetici sayan görüşler Teizm/Tanrıcılık başlığı altında toplanır. Bu anlayışa göre, zaman ve mekandan arınmış olarak var olan Tanrı var olmak için kendisinden başka hiçbir nedene gereksinim duymaz.
Dinin akla uygun olduğu ilkesinden yola çıkarak, aynı zamanda, akla ve bilime de güven duyarak, yalnızca evreni yaratan, fakat işleyişine karışmayan bir Tanrı anlayışı da Deizm/Akılcı Tanrıcılık olarak anılır. Bu anlayışa göre, evreni yaratan Tanrı, daha sonra evreni kendi doğal yasalarına göre işlemek üzere kendi başına bırakmıştır. Buna göre, deizm, vahyin yerine aklı koyar ve bilime uygun doğal bir din anlayışı önerir.
Doğa ile Tanrıyı aynı şey sayan, Tanrıyı evrenin yaratıcısı değil, doğrudan evrenin kendisi gören anlayış Panteizm/ Tüm Tanrıcılık olarak adlandırılır. İslâm düşüncesinde bu anlayış Tasavvuf biçiminde karşımıza çıkacak ve tüm varlıkların kaynağında Tanrı olduğu düşüncesi doğacaktır.
Tanrının varlığı ve yokluğu ile ilgili görüşlerden biri de Tanrının varlığını yadsıyan Ateizm ile, Tanrının bilinemezliğini öne süren Agnostisizm dir. Ateizm, önce dinin kaynağını, doğuşunu ve toplumsal işlevini saptamaya çalışarak, din duygusunun kaynağının ilahi değil, toplumsal olduğunu savunur. Daha sonra, evrenin bilimsel olarak açıklanmasına olanak sağlamak üzere dinin kesin buyruklarını ve açıklamalarını eleştirir. Maddeci felsefeyi de kendisine temel alarak Tanrıyı yok sayan bir sistem yaratır. Örneğin, materyalist felsefenin en güçlü temsilcisi Marx, dini sınıfsal bir temele bağlayarak, burjuva sınıfının halkı uyutmak için din duygusunu yarattığını savunur. Marxa göre din, halkın afyonudur ve insanları sömürüye boyun eğip, toplumsal bir ayaklanmaya kalkışmaması için ahret umuduyla uyutup durur.
Evrenin ve nesnelerin hiçbir zaman bilinemeyeceğini savunan Agnostisizm/ Bilinmezcilik ise, Tanrının da ne varlığının, ne de yokluğunun bilinebileceğini ileri sürer. David Hume Doğal Din Üzerine Söyleşiler isimli eserinde, insan, yetilerini aşan konuları bilemeyeceğini ve insan aklının pek çok konuda yetersiz kalarak çelişkiye düştüğünü söyler. Durum böyleyken, bizim aklımızdan ve gözlem alanımızdan çok uzak olan bir Tanrı konusunda görüş bildirmenin olanağı yoktur.
Sonuç olarak söylemek gerekirse, dini felsefenin konusu haline getirmek, dinin temel kavram ve sorunlarını sistemli bir düşünce ve akıl yürütme ile açıklamak ve aklın eleştiri süzgecinden geçirmek demektir. Böylece din, hem akılcı ve hem de bilimsel bir temel kazanmak üzere ele alınmış olmaktadır.