Ağzınızdan çıkan sözcükler sandığınızdan çok daha fazlasını dile getiriyor. Seslerin ardındaki anlamın açıklığa kavuşturulması insanlığın dili neden bulduklarına da ışık tutabilir. İşte dilin kayıp halkası.
Lewis Carrollun Alis karakteri aynanın öbür yanında doğmama gününü kutlayan yumurta biçiminde dev bir yaratıkla karşılaşır ve kendisini ona tanıtmaya çalışır: Humpty Dumpty sabırsızlıkla araya girerek,Ne kadar da aptalca bir ad! Ne anlama geliyor ki? der.
Alice kuşkulu bir tavırla,Adın bir anlamı mı olması gerekir? diye sorar.
Humpty Dumpty kısa bir kahkaha atarak,Tabii ki de anlamı olmalı. Benim adım görüntümü-bayağı da yakışıklı sayılabilecek görüntümü yansıtıyor. Seninki gibi bir adla nerdeyse biçimden biçime girebilirsin, diye yanıtlar.
Bu konuşma size tümden bir düş ürünüymüş gibi gelebilir. Yaklaşık yüz yıl boyunca dilbilim araştırmalarının temelinde sözcüklerin yalnızca ses yığınlarından ibaret oldukları- gerçek anlamlarıyla pek de ilintili olmayan kararlaştırılmış birer işitsel simge oldukları- görüşü yatmıştır. Türkçe bilmeyen birinin gül sözcüğünün güzel kokulu bir çiçek anlamına geldiğini bilmesi beklenemeyeceği gibi, Humpty Dumpty gibi anlamsız bir sözcüğün de o karakterin yumurtamsı biçimini ele verecek bir unsur içermediği düşünülür.
İcgüdüsel bağlantı
Ne var ki, son dönemlerde yapılan bir yığın araştırma bu görüşe karşı çıkıyor ve görünürde kimi seslerle belirli duyusal algılar arasında içgüdüsel bir bağlantı kurduğumuza işaret ediyor.
Kimi sözcükler gerçekten de Humptynin yakışıklı yuvarlaklığını çağrıştırırken, kimileri uzun ve sivri bir görünümü, acı bir tadı, ya da hızlı bir devinimi çağrıştırabiliyor. Tam olarak nereye bakmanız gerektiğini bildiğinizde, bu kalıplar şaşırtıcı bir sıklıkla ortaya çıkıyor ve salt anadilini konuşan insanların bir başka dili sanıldığından çok daha iyi anlamasını sağlıyor. Bu karşılıklı duyusal bağlantılar atalarımızın ağzından çıkan ilk sözcüklere ışık tutup, insanın ilk dili ve bunun nasıl ortaya çıktığı konusunda da bir fikir verebilir.
Carrollun sözcüklerin içkin anlamları olabileceğini öne sürmesinden 2000 yıl önce Platon, Sokratesin iki arkadaşı-Kratylos ile Hermogenes- arasında geçen bir konuşmayı kayda geçirir. Hermogenes dilin keyfi bir unsur olduğunu ve insanların kullandıkları sözcüklerin salt uylaşımsal bir yapıya sahip olduklarını öne sürer. Kratylos ise, tıpkı Humpty Dumpty gibi, sözcüklerin doğal olarak anlamlarını yansıttıklarına inanır. Aristo da kafayı sözcüklere takan Kratylosun sonunda konuşmaktan tümden vazgeçtiğini dile getirir.
Yunanlı düşün insanları bu konuya asla bir çözüm getiremediler. Ancak iki binyıl sonra İsviçreli dilbilimci Ferdinand de Saussure görünürde bunu başardı. 1910larda, kısmen farklı dillerin kıyaslandığı bir yaklaşımdan yararlanarak, dilin keyfiliğiyle ilgili güçlü bir sav ortaya attı.
Söz gelimi, her ikisi de sığır anlamına gelen Fransızca boeuf ve İngilizce ox sözcüklerini ele alalım. İkisi arasında çok az benzerlik olması, Saussure için sözcüklerin doğal olarak anlamlarını yansıtmadıklarının açık bir göstergesiydi.
Dilbilim dünyası genelde bunu inandırıcı bulurken, Alman ruhbilimci Wolfgang Kohler araştırmasında biri uzun ve sivri, öteki eğri olan iki anlamsız biçimin çizimlerini gösterdiği deneklerden her bir biçime takete ya da baluba adlarından birini vermelerini istedi. Kohler deneklerin büyük bir bölümünün uzun sivri biçim için takete eğri olanı için de baluba sözcüğünü yeğlediklerine tanık oldu. Gözlenen durum kimi sözcüklerin gerçekten de betimledikleri nesnelere ötekilerden daha uygun düştüklerini ortaya koymaktaydı. Ancak Kohlerin 1929 yılında yayımlanan araştırması pek bir yankı uyandırmadı.
2001 yılında, Kaliforniya Üniversitesinden Vilayanur S. Ramachandran ile Edward Hubbard birleşik duyu, ya da sinestezi olarak bilinen, insanların birtakım sesler ve imgeler dahil, duyusal deneyimleri görünürde karıştırdıkları bir durumla ilgili araştırmayı yayımladıklarında bir dönüm noktası yaşandı. Ramachandran 20 kişiden birinde görülen bu çapraz duyu bağlantılarının gerçekte insan beyninin bir özelliği olduğunu, öyle olunca da herkesin en azından bir ölçüde bu durumu yaşadığını düşünüyordu.
Bu görüşünün doğru olup olmadığını anlamak ve birleşik duyu durumu olmayan ortalama bir insanın da iki farklı duyuyu kendiliğinden birleştirip birleştirmediğini saptamak amacıyla Hubbard ile birlikte Kohlerin deneyini yeniden ele aldı.
Kohlerin deneyindeki benzer biçimlerden yola çıkan, ancak uydurulan terimlerin adlarında ufak değişiklikler yapan araştırmacılar deneklerin %90 gibi şaşırtıcı bir çoğunluğunun uzun ve sivri nesnelere kiki eğri olanlara da bouba adını yakıştırdıklarına tanık oldular. Bunun olası bir açıklaması iki sözcüğün içindeki ünlüler söylenirken dudakların aldığı biçimlerle ilgili olabileceğiydi; bouba sözcüğünde dudaklar kiki sözcüğünde olduğundan daha çok bükülmekteydi.
Araştırma son derece etkili oldu ve başka araştırmaların da desteğiyle ses simgeciliği görüşünün eninde sonunda filizlenmesine olanak sağladı. Söz gelimi, Alberta Üniversitesi uzmanlarından Chris Westbury bağlantının ünlüler denli ünsüzlerden de kaynaklanabileceğini ortaya koydu. Bouba sözcüğündeki b sesleri sürekli olduklarından, yani sürekli bir hava akışıyla oluşturulduklarından daha akıcı bir ses yaratıyorlardı. Oysa, kiki sözcüğündeki k sesleri hava akışını kesintiye uğrattıklarından daha rahatsız edici bir ses üretiyorlardı. Bir sözcüğün yarattığı sesin doğal bir anlamla ilintili olabileceği görüşünün ortaya atılmasından sonraki adım ses simgeciliğinin bu şaşırtıcı deneyin ötesine uzanıp uzanmadığını araştırmak oldu.
Çapraz duyu bağlantıları
Edinburgh Üniversitesinden Christine Cuskley, Simon Kirby ve Julia Simner kimi sözcüklerin beynimizde çapraz duyu bağlantılarına yol açabileceği görüşünden yola çıkarak deneklerinin ağızlarına acı, tatlı, tuzlu ve ekşi pastiller verip onlardan bilgisayar sentezleyicisi aracılığıyla ağızlarındaki tada en çok uyan farklı ünsüzlerin seslerini çıkartmalarını istediler. Elde edilen sonuçlar hiç de rastlantısal değildi. Şekerli tatlar yüksek ünlülerle, ekşi tatlar alçak ya da kalın ünlülerle ilintilendirilmekteydi.
Başka araştırmacılar da günlük konuşmada ses simgeciliğinin kanıtlarını bulmaya çalıştılar. Sözcüklerin ses yansımalarından oluşturulması anlamına gelen yansıma, ya da onomatope örneklerine ender tanık olunmakla birlikte, ses simgeciliğinin çok daha incelikli örnekleri burnumuzun dibinde olabilir. İngilizcede sn harfleriyle başlayan sözcüklerin genelde koku organımızla bağlantılı sözcükler oldukları görülüyor.
Kuşkucular ses ile anlam arasındaki bu tür sistemli bağlantıların (phonaestheme) salt rastlantısal olduğunu düşünseler de, Kaliforniya Üniversitesinden Benjamin Bergenin araştırması bunun tersini gözler önüne seriyor ve beynin bu tür bağlantılı sözcüklerin anlamlarını aralarında yalnızca anlamsal bir bağlantı olan sözcüklerden çok daha hızlı algıladığını ortaya koyuyor.
Dahası, ses simgeciliğinin birçok dilde geçerli olabileceği de görülüyor. Örneğin, Japoncada doğadaki seslerden oluşturulan yansıma sözcükler büyük bir dilbilgisel grup oluşturuyor. Birmingham Üniversitesinden Sotaro Kita Japonca konuşanlara kimi sözcükler sorulduğunda bunların birtakım anlatımsal imgeler uyandırdıklarını söylediklerine dikkat çekiyor.
Ses simgeciliğinin erişkinlerin yabancı bir dili anlamalarına yardımcı olabileceğini düşünen Emory Üniversitesi uzmanlarından Lynne Nygaardın araştırması da sözcüklerin seslerinin anlamlarıyla ilgili ipuçları sunduğuna dikkat çekiyor. Elde edilen tüm bulgular biraraya getirildiğinde, ses simgeciliğinin insan dilinde önemli bir yer tuttuğu görülüyor.
Yanıt bekleyen sorular
Yine de, henüz yanıt bekleyen birtakım önemli sorular var. Çağcıl dillerde çapraz duyu bağlantıları sergileyen sözcükler ne denli yaygın?
Cornell Üniversitesinden Morten Christiansen bu tür sözcüklerin dil dağarcığında çok ufak bir yere sahip olabileceklerine dikkat çekiyor. Bir de, birtakım sesleri, biçimleri, tatları ve devinim biçimlerini neden birtakım seslerle ilintilendirdiğimiz sorusu var. İngilizcedeki sn sesindeki kokuyla ilgili doğal nitelik birtakım şeylere işaret etse de, soruya henüz kesin bir yanıt getirdiği söylenemez.
Son olarak da, ses simgeciliği evrensel, hatta belki de doğuştan kaynaklanan bir durum mudur?
Örneklerin küçük çocuklar ve farklı kültürlerden insanlar tarafından tanındıklarını ortaya koyan araştırmalar böyle bir olasılığın söz konusu olabileceğini ortaya koymakla birlikte, kesin bir yargıya varılmadan önce daha kapsamlı araştırmaların yapılması gerekiyor.
Kita ve Nygaardın araştırmaları ses simgeciliğinin en azından kimi sözcüklerin anlağımızda neden daha çok yer ettiklerine bir açıklama getiriyor. Asıl önemlisi, ses simgeciliğinin dilin kökenlerine de ışık tutabileceğine inanılıyor. Bu kavram görünürde 18. yüzyılda çok ilgi gören ve insanların ilk sözcüklerinin yansımalı sözcüklerden oluştuğunu öne süren bow-wow (köpek havlaması) kuramını yeniden gündeme getiriyor.
El kol devinimlerinden sözcüklere nasıl geçildiği tam olarak bilinmiyor. Ramachandran ve Hubbard bu süreçte ses simgeciliğinin bir sıçrama tahtası işlevi gördüğünü öne sürüyorlar, ama bu görüşü inandırıcı bulmayanlar da var.
Kita günümüz dillerinde tanık olduğumuz ses simgesel bağlantıların ilk sözcüklerin kalıntıları olabileceğine-insanoğlunun ilk dilleriyle ilgili boşluğu kapatacak bir tür Reşid Taşı işlevi görebileceğine dikkat çekiyor. Eski dillerin kronolojik tarihini belirleme çabaları İ.Ö topu topu birkaç bin yıl öncesine dek uzanabildiğinden, Kitanın bu görüşü son derece çarpıcı. Öte yandan, bu tür çapraz duyu bağlantıları on binlerce yıl öncesine bir göz atmamızı sağlıyor. Kita bunların atalarımızın dillerinin fosilleri olduklarını dile getiriyor.
Öyle ki, dili ilk kullanan insanlarla karşı karşıya gelecek olsak en azından düşüncelerimizi paylaşabileceğimiz ortak bir zeminimiz olduğunu düşünmek son derece ilginç bir serüven olabilir.