Deniz kızı
Bayan Üye
“Dilimi bağlasalar, anmasam hiç adını. Gözümü dağlasalar, görmesem hiç yüzünü. Elimi bağlasalar, tutmasam ellerini, silemezler gönlümden ne aşkını, ne seni…”
Mutfakta kalan bulaşıkları yıkarken bu şarkıyı mırıldandım, gözümden usulca iki damla yaş süzüldü. Gülümsedim, gözümün yaşı da artık neye akacağını şaşırdı yahu!
Geçmişten bir anı, tarihten bir sayfa, sessiz bir damla ve aslında her şeyi bir çırpıda anlatan dört cümlelik bir name… Belki de bu yüzden şarkıcı oldum, bu yüzden kendimi en iyi sahnenin üstünde ifade ediyorum. Notaların kalbimle uyumunu seviyorum!
Uzun zamandır duymadığım sesine denk gelince telefonda, tuhaf ve aynı zamanda komik bir hüzün bastı yüreğimi. Hani bir balıkçının oltasına takılan balığın denizden çıkarken oynaşını gördüğünde için acır da, sonra ızgarada afiyetle yersin ya; onun gibi!
Geçmişle hesabımı bu telefon konuşmasından çok önce yapmıştım, o yüzden dönüp bir daha kurcalamadım. Sen bana şunu yapmıştın, bunu yapmıştın muhabbetiyle başlayacak herhangi bir diyalogun, bizi gerçeğe ve şimdideki duruşumuza ulaştırması mümkün olamazdı.
Kısa, sıradan bir telefon görüşmesiydi hepsi. Sustuğumuz, konuştuğumuzdan fazlaydı ve ikimizde sustuğumuzla anlatmıştık her şeyi…
Ne geçmişe dönmek mümkündü, ne yaşananları değiştirmek… Hepsi bir filmin kareleri gibiydi artık. Geçmişte bir sinema solunda kah gülüp, kah ağlayarak seyredilmiş bir film gibiydi.
Bu telefon konuşması ise, bu filmin sonu olmaya layık değildi, o yüzden ilişkiye dahil edilemezdi.“Nasılsın, iyi misin” dedin ya; aklıma nasılsın demeni beklediğim geceler geldi. İçimden “sana ne” demek geçti, ağzımdan “sağ ol, sen nasılsın” diye çıktı. Komik! 20 yılın ardından hala insanın içinden gençleri söyleyemiyor olması komik değil mi?
Hepsi anlamsız, tuhaf ve hiç yapılmasa da olur bir telefon konuşmasıydı. Aklıma bir daha gelmeyecek gereksiz cümlelerden geriye sadece yüreğimin titremesi kaldı ve dilimde şu şarkı:
Dilimi bağlasalar, anmasam hiç adını. Gözümü dağlarsalar, görmesem hiç yüzünü. Elimi bağlasalar, tutmasam ellerini, silemezler gönlümden ne aşkını, ne seni…
Mutfakta kalan bulaşıkları yıkarken bu şarkıyı mırıldandım, gözümden usulca iki damla yaş süzüldü. Gülümsedim, gözümün yaşı da artık neye akacağını şaşırdı yahu!
Geçmişten bir anı, tarihten bir sayfa, sessiz bir damla ve aslında her şeyi bir çırpıda anlatan dört cümlelik bir name… Belki de bu yüzden şarkıcı oldum, bu yüzden kendimi en iyi sahnenin üstünde ifade ediyorum. Notaların kalbimle uyumunu seviyorum!
Uzun zamandır duymadığım sesine denk gelince telefonda, tuhaf ve aynı zamanda komik bir hüzün bastı yüreğimi. Hani bir balıkçının oltasına takılan balığın denizden çıkarken oynaşını gördüğünde için acır da, sonra ızgarada afiyetle yersin ya; onun gibi!
Geçmişle hesabımı bu telefon konuşmasından çok önce yapmıştım, o yüzden dönüp bir daha kurcalamadım. Sen bana şunu yapmıştın, bunu yapmıştın muhabbetiyle başlayacak herhangi bir diyalogun, bizi gerçeğe ve şimdideki duruşumuza ulaştırması mümkün olamazdı.
Kısa, sıradan bir telefon görüşmesiydi hepsi. Sustuğumuz, konuştuğumuzdan fazlaydı ve ikimizde sustuğumuzla anlatmıştık her şeyi…
Ne geçmişe dönmek mümkündü, ne yaşananları değiştirmek… Hepsi bir filmin kareleri gibiydi artık. Geçmişte bir sinema solunda kah gülüp, kah ağlayarak seyredilmiş bir film gibiydi.
Bu telefon konuşması ise, bu filmin sonu olmaya layık değildi, o yüzden ilişkiye dahil edilemezdi.“Nasılsın, iyi misin” dedin ya; aklıma nasılsın demeni beklediğim geceler geldi. İçimden “sana ne” demek geçti, ağzımdan “sağ ol, sen nasılsın” diye çıktı. Komik! 20 yılın ardından hala insanın içinden gençleri söyleyemiyor olması komik değil mi?
Hepsi anlamsız, tuhaf ve hiç yapılmasa da olur bir telefon konuşmasıydı. Aklıma bir daha gelmeyecek gereksiz cümlelerden geriye sadece yüreğimin titremesi kaldı ve dilimde şu şarkı:
Dilimi bağlasalar, anmasam hiç adını. Gözümü dağlarsalar, görmesem hiç yüzünü. Elimi bağlasalar, tutmasam ellerini, silemezler gönlümden ne aşkını, ne seni…