Efsunkar
Bayan Üye
Haçlı seferlerinin başlamasıyla birlikte Avrupada bir yara açılır. Uzun bir süre, yaklaşık 6-7 yüzyıl (XI-XVIII. Yüzyıllar arasında) kapatılamayan, iyileştirilemeyen, sarılamayan bu yaranın adına cüzzam derler.
1635 yılında Reimsde bu bela sona çattı diye büyük bir şenlik düzenlenmişti. Şenliklerin tamamlanmasından bir hafta geçmeden şehir kıyılarında lanet yuvaları olarak anılan miskinhanelerin çoğu ateşe verilmiş, bütün ortaçağ boyu vebalı, cüzzamlı oldukları için yakılan bedenlerin bu defa barınakları kırmızı alevler eşliğinde yokluğa uğurlanmıştı. Bir süre sonra Paris, Madrid, Orleans şehirlerinde ve Normandiya, İngiltere ve İskoçya kentlerinin girişlerinde hektarlarca siyah alanlar şehrin alnına vurulmuş günah damgası gibi gözükmeğe başladı. Leipzig, Münih ve Hamburgda ise aynı barınaklar kıtaya gelen bir başka konuğa evsahipliği yapacaktır: delilere.
Nasıl türediği hakkında sayısız kehanet, iddia, açıklama ve vaazlar vardır. Oysa, dert, Ortaçağ Avrupasında kimileri için kurtuluş kaynağı, Hıristiyanlığın koca kıtada tam zeferi, kehanet ve sihirin barınağı, kapitalizmin yaratıcısı ve modern insanın doğduğu iltihap tutmuş rahim olmuştur.
Papalık vaazlarının çoğunda günahın kaynağı Doğuda aranılır. Sözde Moğollar getirmişlerdir. Ama Moğol esamesinin okunmadığı bir dönemde 1078 yılında Chathamda Saint-Barthelemy adına bir cüzzam hastanesi açılmıştı. 1200 yılında tüm Batı Avrupa genelinde bunların sayısı 19.000-i buluyordu. Moğol burnunu henüz Moğolistandan çıkarmamıştı bile.
Yaratış nedenini haçlıların Müslümanlara saldırmasının bir cezası olarak da iddia edemem. Vikinglerin eseri olduğunu da sanmıyorum. Evet Avrupa genelinde türettikleri dehşet pek geçiştirilecek gibi değilse de; başlatıcı etken de değillerdi.
Bence cüzzam çağını doğuran etken bağıntısızlıktır. Eski Batı kültürü ile Hıristiyan kültürü arasında yaşamın her alanında beliren uçurum, kıta insanlarını dev bir insani, ahlaki, maddi ve kültürel boşluğun içine sürüklemiştir. Daha güçlü olan kültür eskisini yerken, son darbeyi engizisyonlarla vurarak boşluğu kapatmıştır. Yani boşluk hastalık yaratmıştır.
Cüzzam tek başına dert değildi. Onun peşini, çoğu zaman sağını ve solunu veba ve diğer hastalıklar da kollamıştır. Avrupa ülkelerine köklerini saldıktan bir süre sonra cüzzam bir statüye dönüştü. Bu illete yakalananların dokunulmazlığı ilahi bir mite dönüştükçe, sağlıklı insanlar sağlıklarını korumak için kendilerini şehirlere, kasabalara ve köylere kapatmak zorunda kaldılar. Sonraki yüzyıllarda bu kapatma sistemi tam tersine dönecektir.
Normal bir insanın yüzyüze geldiğinde belleğini kaybedeceği kötü hayat tarzı hastalığın hızını tam sürete çevirmişti. Koşulların zorluğu dışında sıradan ve basit hijyenik kurallar dahi önemsenmiyordu veya bilinmiyordu. Eskiçağ Yunan, Roma ve Bizans kültüründe göz dolduran hamam ve tuvalet kültürü ortaçağ insanına sanki süs mabedleri gibi gözüküyordu. İngiltere'de sıradan bir insanın yılda birkaç kez gerçekleştirdiği yıkanma işlemi bir kuralmış gibi yılın özel bir gününe tahsis edilmişti. Suya karşı ortaçağ Avrupa insanında pekişen tiksinti ruhsaldan öte dinsel bir içerik almıştı. Kir insanı sarıp sarmalayan ikinci bir deri işlevi görüyordu. Bazen insan ömrüne düşen yaşlar gibi katlanarak tümden derini gözükmez yapıyordu. Cinsel yaşam onarılmaz hastalıkları bedenlerin kendi doğallığına dönüştürüyor, gençliğini henüz yeni tamamlamış birisi yaşamının finaline yuvarlandığına inanıyordu.
İlk haçlı insanı ki büyük oranda Avrupalı fakirlerden oluşuyordu İznik sınırlarında Müslüman türdeşleri ile karşılaştığında doğal olarak onları insandışı varlıklar sanmışlardı. Zira yüzü, yanakları, eti parlayan karşılaştıkları bu canlılar onların kendi insan tanımlarının çok uzağındaydı. Manzara Endülüs'ün kıyılarında da aynıydı. Kilise iletişimi büyük oranda yasakladığından sanki iki komşu iki farklı dünyada yaşamlarını sürdürüyorlardı. Bu kesintiyi bozan az sayıda okur-yazarın çevresini etikilemek gücü o denli sınırlıydı ki aşıladığı fikirler en katı cezalara dönüşerek kendisini çarpıyordu.
Cüzzam kendi reelliğini insanların doğrularına dayattığında büyük panik ve korkuyu hortlattı. Bu boşlukta kaosa dönüşen inançlar tutunabildiği mekanda kendi otoritesini oluşturuyordu. Büyü, sihir, kehanet, fal, cin dönemin Avrupa sanatının dahi en reel motiflerine dönüşmüştü. Erkek nüfusunun haçlı savaşlarında kıyımıyla birlikte karşıtlarına göre 5-6 defa fazla olan kadınlar arasında ilhamı kuvvetli bir cadının denetiminde cemaatleşmeler oluşmağa başladı. Ortaçağ kilisesi neredeyse tüm gücünü bu cemaatlerle savaşta kaybedecekti. Cadılık bir tür öğretiye, daha da önemlisi inanca dönüşmüştü. Renn nehri boyunca uzanan verimli topraklarda her topluluk kendi cadısıyla tanınıyordu. Dini, mezhebi, etnik ve dil sınırlarının değerlerini kaybettiği bu devasa mekanda barınan insanları düşünce kuraklığından ancak onların safsataları, korkunç görünümleri, insanın içine nüfuz eden bakışları ve gerçekleştirdikleri ritüeller sırasında dudaklarından çıkan bozuk sözcükleri kurtarıyordu. Gürleyen, kükreyen, esen, ama bir türlü yağmayan bu bulut kervanları insanları öyle kendisine cezbetmişti ki cadının kendini doğrulamadığı anlarda dahi insanlar korkunç kehaneti kendi elleriyle tamamına vardırıyorlardı. Her geçen gün yeni bir söylem daha bu kervana katılarak işlevlik kazanıyordu. Bunların en korkuncu çocuk sevmeleri idi. Boğazı kargıyla delinen çocuğun maruz kaldığı işkence eğlence eşliğinde özel bir kurala bağlanmış gibi hayata geçriiliyordu. 1021 yılında Canterbury piskoposu kendi muhafızları tarafından hayvan kemikleriyle dövüldükten sonra parçalanarak yenilmişti. Çocuk seven adam diye ün yapmış bir İzlandalının hikayesi epey ünlenmiş ve zamanla bir kuzey efsanesine dönüşmüştü.
Hayatın dibinde gezinen bu topluluğu cüzzam belki de arındırıyordu. Fransız kralı VIII. Louisin ünlü miskinhaneler fermanı 1266 tarihlidir. Memurları bu türden cüzzam evlerinin Fransada 2000 olduğunu belirlemişlerdi. Her cüzzam evinde en düşük hesabla 100 hasta barınıyordu. Bunların sadece 43-ü Paris sınırları içinde bulunuyordu. Bourgla-Reine, Corbeil, Saint-Valere, uğursuzluğuyla ün yapmış Champ-Pourri ve Charenton miskinhaneleri salgın yuvalarını andırıyorlardı. Parisin ünlü Saint-Germain ve Saint-Lazare miskinhaneleri devasa bir kampı gibiydi. Şiddetini azaltmasına rağmen 1695 yılında Fransada hâlâ 1200 miskinhanenin varlığı söz konusudur.
İngiltere ve İskoçyada bunların sayısı XII. Yüzyıl rakamlarına göre 220-i aşıyordu. O yüzyıl için iki ülkenin toplam nüfusu ise 1,5 milyon hesap ediliyordu. Durum Almanyada da korkunçtur. Cüzzam evlerinin sayısı dikkate alındığında ülke nüfusunun yarısının hasta olduğu gerçeği ortaya çıkmaktadır. Ama durum tam öyle de değildir.
Cüzzam kendisiyle yeni bir dünya da getirmişti. Kilise çıkarları açısından bu kadar insanın bir araya toplanması verimli de olabilirdi. Bu, cüzzamla mücadele adı altında bir sıra kaynakların söz konusu evlere akıtılması demekti. Akıtılan bu kaynaklarda kilise vakıflarının elinden geçerek, sonunda bir lokma ekmek kadar küçülerek hastaların midesine düşüyordu. Cüzzam evlerine doğru uzanan yolda gelirin şişkinliğini kilse kesip alıyordu. Bununla da kalmıyordu, takdir ve destek de topluyordu. Hastaları düşünen onlara yardım yapan bir kurum kimliği kilseye büyük kitleleri kazandırıyordu. Cadılarla savaş bu kitleyi kazanarak gerçekleşmişti.
Yolsuzluğun yüze çıktığı anlar da oluyordu. III. Richart 1342 yılında Ripon miskinhanesini denetlerken içeride hiç cüzzamlı bulamamıştı. Duruma köpüren kral vakfın mallarını yoksullara devretmişti.
İlletin etkisini azalttığı dönemlerde cüzzam tutkusu burukluğa dönüşmüştü. Zira yüzyıllar boyunca öyle bir içselleştirildiki düşüşe geçtiğinde yerlerini ve ayinlerini boş bırakarak işsizliğe dahi neden oldu. Cüzzamlı insanlara bağlanmış değerler ve simgeler toplum belleğinden koptukça insanların yaşamında açılan yeni gelişmeler belli bir zamana kadar kendilerini toparlayamadılar. Toparlandıkça da bir Reformasyon etkisi oluşturuyorlardı. Hastalıktan arındıkça iyileşmenin değeri fark ediliyor ve eski dünyanın korkunçluğu bir dehşete dönüşerek insanları Ortaçağdan hızla kaçmağa zorluyordu.
Ama kurtuluş ve kaçış bu kadar kolay olmayacaktı. Teşhis alan değiştiriyordu. Hastalık tüm bedene musallat olmaktan çıkarak onun ayrı ayrı uzuvlarına kanca takarak oltalama işlevi görüyordu. Ama parodoksun açısı da değişiyordu. Hastalık bedende küçük alan kaplarken, içeriye doğru genişlemekte insanın tüm psikolojik varlığını sarmalamaktaydı. İşte cinsellik cüzzamın kaldığı yerden bayrağı eline geçirdi, Avrupada.
Cüzzam çağının zirvesine çıktığı dönemde bu alanda büyük bir açıklık vardı. Kilise uzun süre Eski Yunan, Roma ve Germen dünyasının sürmekte olan cinsi yaşamına müdahale etmedi, edemedi. Yaşantı olarak açık-seçik olmakla birlikte kültürlerarası çatışma sürecinde iyice yozlaştı. Aldatma sınırlandırılmış bir yaşam iken, hudutlarını aştı, çoğul bir zevke dönüşerek basitleşti, adileşti, normaleşti. Müslüman seyyah İbn Fadlan, slav tüccarının dükkanına girerken yüzü kızararak bir süre onun kendi cariyesi ile içgüdüsel oyununun bitmesini beklemek zorunda kalmış ve bu süre zarfında tüccar onun varlığını önemsememişti bile. Tutkuların kapalı alanlardan uluorta mekanlara taşınması kapalı bir dünyanın esiri olan hıristiyan öğreticileri rahatsız etmediği düşünülemezdi. Don Kişot, ortaçağ etiğinde söz konusu bu manzarada belki de en basit tiplemeydi. Aldatı duygularının ancak haz salgılamak için çalıştığı beyni ile o, fantastik bir dünyanın değil, gerçek bir yaşamın büyük ölçüde sansürlenmiş kahramanıydı.
Cinselliğin bir mektebe dönüşümü yolunda aşılması gereken ciddi bir engel bulunuyordu. Bu aniden olmasa da, hızla beliren delilikti. Cüzzam toprakta gelişmişti, ama delilik Avrupaya suyla geldi. Tedavisi de suda aranılacaktı.
NADİR MARMARA
1635 yılında Reimsde bu bela sona çattı diye büyük bir şenlik düzenlenmişti. Şenliklerin tamamlanmasından bir hafta geçmeden şehir kıyılarında lanet yuvaları olarak anılan miskinhanelerin çoğu ateşe verilmiş, bütün ortaçağ boyu vebalı, cüzzamlı oldukları için yakılan bedenlerin bu defa barınakları kırmızı alevler eşliğinde yokluğa uğurlanmıştı. Bir süre sonra Paris, Madrid, Orleans şehirlerinde ve Normandiya, İngiltere ve İskoçya kentlerinin girişlerinde hektarlarca siyah alanlar şehrin alnına vurulmuş günah damgası gibi gözükmeğe başladı. Leipzig, Münih ve Hamburgda ise aynı barınaklar kıtaya gelen bir başka konuğa evsahipliği yapacaktır: delilere.
Nasıl türediği hakkında sayısız kehanet, iddia, açıklama ve vaazlar vardır. Oysa, dert, Ortaçağ Avrupasında kimileri için kurtuluş kaynağı, Hıristiyanlığın koca kıtada tam zeferi, kehanet ve sihirin barınağı, kapitalizmin yaratıcısı ve modern insanın doğduğu iltihap tutmuş rahim olmuştur.
Papalık vaazlarının çoğunda günahın kaynağı Doğuda aranılır. Sözde Moğollar getirmişlerdir. Ama Moğol esamesinin okunmadığı bir dönemde 1078 yılında Chathamda Saint-Barthelemy adına bir cüzzam hastanesi açılmıştı. 1200 yılında tüm Batı Avrupa genelinde bunların sayısı 19.000-i buluyordu. Moğol burnunu henüz Moğolistandan çıkarmamıştı bile.
Yaratış nedenini haçlıların Müslümanlara saldırmasının bir cezası olarak da iddia edemem. Vikinglerin eseri olduğunu da sanmıyorum. Evet Avrupa genelinde türettikleri dehşet pek geçiştirilecek gibi değilse de; başlatıcı etken de değillerdi.
Bence cüzzam çağını doğuran etken bağıntısızlıktır. Eski Batı kültürü ile Hıristiyan kültürü arasında yaşamın her alanında beliren uçurum, kıta insanlarını dev bir insani, ahlaki, maddi ve kültürel boşluğun içine sürüklemiştir. Daha güçlü olan kültür eskisini yerken, son darbeyi engizisyonlarla vurarak boşluğu kapatmıştır. Yani boşluk hastalık yaratmıştır.
Cüzzam tek başına dert değildi. Onun peşini, çoğu zaman sağını ve solunu veba ve diğer hastalıklar da kollamıştır. Avrupa ülkelerine köklerini saldıktan bir süre sonra cüzzam bir statüye dönüştü. Bu illete yakalananların dokunulmazlığı ilahi bir mite dönüştükçe, sağlıklı insanlar sağlıklarını korumak için kendilerini şehirlere, kasabalara ve köylere kapatmak zorunda kaldılar. Sonraki yüzyıllarda bu kapatma sistemi tam tersine dönecektir.
Normal bir insanın yüzyüze geldiğinde belleğini kaybedeceği kötü hayat tarzı hastalığın hızını tam sürete çevirmişti. Koşulların zorluğu dışında sıradan ve basit hijyenik kurallar dahi önemsenmiyordu veya bilinmiyordu. Eskiçağ Yunan, Roma ve Bizans kültüründe göz dolduran hamam ve tuvalet kültürü ortaçağ insanına sanki süs mabedleri gibi gözüküyordu. İngiltere'de sıradan bir insanın yılda birkaç kez gerçekleştirdiği yıkanma işlemi bir kuralmış gibi yılın özel bir gününe tahsis edilmişti. Suya karşı ortaçağ Avrupa insanında pekişen tiksinti ruhsaldan öte dinsel bir içerik almıştı. Kir insanı sarıp sarmalayan ikinci bir deri işlevi görüyordu. Bazen insan ömrüne düşen yaşlar gibi katlanarak tümden derini gözükmez yapıyordu. Cinsel yaşam onarılmaz hastalıkları bedenlerin kendi doğallığına dönüştürüyor, gençliğini henüz yeni tamamlamış birisi yaşamının finaline yuvarlandığına inanıyordu.
İlk haçlı insanı ki büyük oranda Avrupalı fakirlerden oluşuyordu İznik sınırlarında Müslüman türdeşleri ile karşılaştığında doğal olarak onları insandışı varlıklar sanmışlardı. Zira yüzü, yanakları, eti parlayan karşılaştıkları bu canlılar onların kendi insan tanımlarının çok uzağındaydı. Manzara Endülüs'ün kıyılarında da aynıydı. Kilise iletişimi büyük oranda yasakladığından sanki iki komşu iki farklı dünyada yaşamlarını sürdürüyorlardı. Bu kesintiyi bozan az sayıda okur-yazarın çevresini etikilemek gücü o denli sınırlıydı ki aşıladığı fikirler en katı cezalara dönüşerek kendisini çarpıyordu.
Cüzzam kendi reelliğini insanların doğrularına dayattığında büyük panik ve korkuyu hortlattı. Bu boşlukta kaosa dönüşen inançlar tutunabildiği mekanda kendi otoritesini oluşturuyordu. Büyü, sihir, kehanet, fal, cin dönemin Avrupa sanatının dahi en reel motiflerine dönüşmüştü. Erkek nüfusunun haçlı savaşlarında kıyımıyla birlikte karşıtlarına göre 5-6 defa fazla olan kadınlar arasında ilhamı kuvvetli bir cadının denetiminde cemaatleşmeler oluşmağa başladı. Ortaçağ kilisesi neredeyse tüm gücünü bu cemaatlerle savaşta kaybedecekti. Cadılık bir tür öğretiye, daha da önemlisi inanca dönüşmüştü. Renn nehri boyunca uzanan verimli topraklarda her topluluk kendi cadısıyla tanınıyordu. Dini, mezhebi, etnik ve dil sınırlarının değerlerini kaybettiği bu devasa mekanda barınan insanları düşünce kuraklığından ancak onların safsataları, korkunç görünümleri, insanın içine nüfuz eden bakışları ve gerçekleştirdikleri ritüeller sırasında dudaklarından çıkan bozuk sözcükleri kurtarıyordu. Gürleyen, kükreyen, esen, ama bir türlü yağmayan bu bulut kervanları insanları öyle kendisine cezbetmişti ki cadının kendini doğrulamadığı anlarda dahi insanlar korkunç kehaneti kendi elleriyle tamamına vardırıyorlardı. Her geçen gün yeni bir söylem daha bu kervana katılarak işlevlik kazanıyordu. Bunların en korkuncu çocuk sevmeleri idi. Boğazı kargıyla delinen çocuğun maruz kaldığı işkence eğlence eşliğinde özel bir kurala bağlanmış gibi hayata geçriiliyordu. 1021 yılında Canterbury piskoposu kendi muhafızları tarafından hayvan kemikleriyle dövüldükten sonra parçalanarak yenilmişti. Çocuk seven adam diye ün yapmış bir İzlandalının hikayesi epey ünlenmiş ve zamanla bir kuzey efsanesine dönüşmüştü.
Hayatın dibinde gezinen bu topluluğu cüzzam belki de arındırıyordu. Fransız kralı VIII. Louisin ünlü miskinhaneler fermanı 1266 tarihlidir. Memurları bu türden cüzzam evlerinin Fransada 2000 olduğunu belirlemişlerdi. Her cüzzam evinde en düşük hesabla 100 hasta barınıyordu. Bunların sadece 43-ü Paris sınırları içinde bulunuyordu. Bourgla-Reine, Corbeil, Saint-Valere, uğursuzluğuyla ün yapmış Champ-Pourri ve Charenton miskinhaneleri salgın yuvalarını andırıyorlardı. Parisin ünlü Saint-Germain ve Saint-Lazare miskinhaneleri devasa bir kampı gibiydi. Şiddetini azaltmasına rağmen 1695 yılında Fransada hâlâ 1200 miskinhanenin varlığı söz konusudur.
İngiltere ve İskoçyada bunların sayısı XII. Yüzyıl rakamlarına göre 220-i aşıyordu. O yüzyıl için iki ülkenin toplam nüfusu ise 1,5 milyon hesap ediliyordu. Durum Almanyada da korkunçtur. Cüzzam evlerinin sayısı dikkate alındığında ülke nüfusunun yarısının hasta olduğu gerçeği ortaya çıkmaktadır. Ama durum tam öyle de değildir.
Cüzzam kendisiyle yeni bir dünya da getirmişti. Kilise çıkarları açısından bu kadar insanın bir araya toplanması verimli de olabilirdi. Bu, cüzzamla mücadele adı altında bir sıra kaynakların söz konusu evlere akıtılması demekti. Akıtılan bu kaynaklarda kilise vakıflarının elinden geçerek, sonunda bir lokma ekmek kadar küçülerek hastaların midesine düşüyordu. Cüzzam evlerine doğru uzanan yolda gelirin şişkinliğini kilse kesip alıyordu. Bununla da kalmıyordu, takdir ve destek de topluyordu. Hastaları düşünen onlara yardım yapan bir kurum kimliği kilseye büyük kitleleri kazandırıyordu. Cadılarla savaş bu kitleyi kazanarak gerçekleşmişti.
Yolsuzluğun yüze çıktığı anlar da oluyordu. III. Richart 1342 yılında Ripon miskinhanesini denetlerken içeride hiç cüzzamlı bulamamıştı. Duruma köpüren kral vakfın mallarını yoksullara devretmişti.
İlletin etkisini azalttığı dönemlerde cüzzam tutkusu burukluğa dönüşmüştü. Zira yüzyıllar boyunca öyle bir içselleştirildiki düşüşe geçtiğinde yerlerini ve ayinlerini boş bırakarak işsizliğe dahi neden oldu. Cüzzamlı insanlara bağlanmış değerler ve simgeler toplum belleğinden koptukça insanların yaşamında açılan yeni gelişmeler belli bir zamana kadar kendilerini toparlayamadılar. Toparlandıkça da bir Reformasyon etkisi oluşturuyorlardı. Hastalıktan arındıkça iyileşmenin değeri fark ediliyor ve eski dünyanın korkunçluğu bir dehşete dönüşerek insanları Ortaçağdan hızla kaçmağa zorluyordu.
Ama kurtuluş ve kaçış bu kadar kolay olmayacaktı. Teşhis alan değiştiriyordu. Hastalık tüm bedene musallat olmaktan çıkarak onun ayrı ayrı uzuvlarına kanca takarak oltalama işlevi görüyordu. Ama parodoksun açısı da değişiyordu. Hastalık bedende küçük alan kaplarken, içeriye doğru genişlemekte insanın tüm psikolojik varlığını sarmalamaktaydı. İşte cinsellik cüzzamın kaldığı yerden bayrağı eline geçirdi, Avrupada.
Cüzzam çağının zirvesine çıktığı dönemde bu alanda büyük bir açıklık vardı. Kilise uzun süre Eski Yunan, Roma ve Germen dünyasının sürmekte olan cinsi yaşamına müdahale etmedi, edemedi. Yaşantı olarak açık-seçik olmakla birlikte kültürlerarası çatışma sürecinde iyice yozlaştı. Aldatma sınırlandırılmış bir yaşam iken, hudutlarını aştı, çoğul bir zevke dönüşerek basitleşti, adileşti, normaleşti. Müslüman seyyah İbn Fadlan, slav tüccarının dükkanına girerken yüzü kızararak bir süre onun kendi cariyesi ile içgüdüsel oyununun bitmesini beklemek zorunda kalmış ve bu süre zarfında tüccar onun varlığını önemsememişti bile. Tutkuların kapalı alanlardan uluorta mekanlara taşınması kapalı bir dünyanın esiri olan hıristiyan öğreticileri rahatsız etmediği düşünülemezdi. Don Kişot, ortaçağ etiğinde söz konusu bu manzarada belki de en basit tiplemeydi. Aldatı duygularının ancak haz salgılamak için çalıştığı beyni ile o, fantastik bir dünyanın değil, gerçek bir yaşamın büyük ölçüde sansürlenmiş kahramanıydı.
Cinselliğin bir mektebe dönüşümü yolunda aşılması gereken ciddi bir engel bulunuyordu. Bu aniden olmasa da, hızla beliren delilikti. Cüzzam toprakta gelişmişti, ama delilik Avrupaya suyla geldi. Tedavisi de suda aranılacaktı.
NADİR MARMARA