ashli
Bayan Üye
ÇOK YÖNLÜ BAĞIMLILIKLAR
Çok değerli bir metafizik, sık sık yapılagelmiş olduğu gibi, herşeyi tanrıya, evrene ya da insana indirgemek isteyen bir deneme olmayacaktır. Gerçi o da, tanrı, evren ve insandan yola çıkarak işe başlar, ama bu üçünü birbirine indirgemez, bunları çok yönlü bir bağımlılık içinde ele alır. Şimdiye kadarki metafizikler, çoğu kez, ilişkilerin tek değerliliği prensibi üzerinde inşa edilmişlerdir. Bu inşa biçimi teolojik ise, tanrı ilk nedendir ve doğa ve tarihte olup bitenler ona bağımlıdır. İnşa aklı öne alan bir inanca dayânıyorsa, varlık tek yanlı olarak düşünceye bağlı kılınır ve düşünce yasalarına göre biçimlenir. Son olarak insandan hareket edilmişse, bu kez, evren ve tanrı insani yeteneklerin, tasarımların bilinçli ya da bilinçsiz bir yorumunu içerir. İlişkilerdeki bu naif tek değerlilik ya da tek konumluluk inancı, ilişkiler mantığı alanında uzun süreden beri aşılmış olduğu gibi, metafızikte de aşılmak zorundadır. Geleceğin metafizikçisi için ilişkiler mantığıyla ilgilenmek kaçınılmaz bir ön koşul olmalıdır. Örneğin öncelikle bilgi kuramının, ama aynı zamanda metafıziğin de sahip çıktığı süje-obje ilişkisi yeni bir görünüm kazanmalıdır. Örneğin, eskiden bir bire-bir ilişkisi (one-one relation) - erkek: kadın - söz konu- suydu ve ya süje objeye, ya da obje süjeye bağımlı kabul ediliyordu. Ne var ki, aynı konuda bire-çok ilişkisi (one-many relation) - bir erkek: çok kadın -, ya da bir çoğa-çok ilişkisi (many-many relation) - çok erkek: çok kadın - konumlanabilir. Örneğin atom fıziğinde, bire- bir ilişkisi formunda ifadeler yapmanın olanaksızlığı ortaya çıkmıştır. Biz bir atomdan sözedemiyoruz; tersine, sadece atomların oluşturduğu gruplardan sözedebiliyoruz (Bak.: H. Margenau, Doğa Felsefesi). Ne var ki, çok değerli metafizik fikri (ide), böyle bir metafiziğin göreciliğe sürükleyeciliğine inanılırsa, tümüyla yanlış anlaşılmış olur. Böyle bir metafizik, varlığın, anlamların ve değerlerin çok konumluluğuna işaret etmekle yetinemez. Karşı yönden o, bu çok konumlulukla birlikte giden ve çeşitli yorumlamalar içinde yer alan ve değişmez kalan sabiteleri göstermeye çalışır. Tıpkı, çeşitli birey, grup, ulus ve ırklardaki değişik görünümlerine rağmen insan bedeninin antropoloji ve tıbbın formüle etmeye çalıştığı belli bir konumsal yasaya uyması gibi. Tıpkı, felsefi antropolojinin, insanın kültürel ve tinsel alanda hiçbir zaman kapsayıcı olarak ele alınamayacak bir çokluk içinde yaşamasına rağmen, bu alanın yasalarını bulmaya çalışmasında olduğu gibi. Böyle bir konumsal yasaya örnek olarak ben, varlığın-ister real isterse ideal olsun-genel yasası olarak, Çok yönlü bağımlılck temel prensibi adını veriyorum.
GENEL VE ÖZEL
Geleneksel metafıziğin yanılgılı ve görünüşte sorunlarından bir darbe ile sıynlmış oluyoruz. artık, genel ve özeli, sadece birbirlerine yönelik anlam ve varoluş ilişkileri içinde ortaya çıkan şeyler olarak görebiliriz. Platon geneli yalıtmış. O, "biz tek bir. a~ila gösterdiğimiz nesneler çokluğu için, biricik bir ide koyma alışkanlığına sahibizdir" demişti. Örneğin biz "masa" adını masalar çokluğu için kullandığımızdan, bir "masa" idesinin olması gerekir. Böylece Platon hem tek anlamlılık, hem de yalıtma hatasına düşmüş oluyordu. Örneğin o, "adil" gibi bir deyimin de bir şeyin adı olması gerektiğine ve bu deyimin kullanıldığı her yerde mutlaka onun bir "ide"sinin ola- cağına inanıyordu.
Bir masa, masa idesinden pay aldığı için vardır ve bir insan adalet idesinden pay alındığı için adildir. Kavramların tek anlamlı olması gerektiği postulatı, hiç de böyle olmadıklarının görülmesine rağmen savunabilmelidir. Çünkü, örneğin hukuksal, sos- yal ve ahlâksal bakımdan adalet kavramının tek anlamlı olarak konumlanmasında insanı ilgilendiren bir toplumsal amaç vardır. Ama varlığa ilişkin bir ifade söz konusu olduğunda, tek bir ide, ideal bir anlam birliği söz konusu olamaz. Çünkü Platoncu anlamda "adalet" diye bir özden sözedilirse, yani özgörü (Wesenschau) ile kavranan bir "adalet" idesinin varolduğu postulatına başvurulursa, böyle bir yalıtımcılık içinde, hiçbir varlığa işaret etmeyen herhangi bir şey de tasarlanabilir. Öyle ki Platon, yanlış yoldan yaratılmış idelerden somut cisimlere geri dönme yolunu ve son ve ilksel olandan "pay alma" tarzını araştırmakla, çözülmesi olanaksız güçlüklere de yol açmış oldu.
Genelin özeli dikkate almadan bu tarzda değerlendirilmiş olması, tüm rasyonalizm tarihinde izlenen bir yol olmuştur. Bu değerlendirme tarzı sadece metafızik ve bilgi kuramında değil, hatta ahlâk alanında da ulaşılabilecek son sonuçlarına kadar götürülmüştür. Kant'ın ahlâkı, bu konudaki en çarpıcı örnektir. Onun kategorik imperatifi şöyle der: "Öyle davran ki, eyleminin dayandığı ölçüt (maxime) genel bir yasanın ilkesi olsun". Böylece de, insanın eylemde bulunduğu ve özel olarak kendisince bir seçime dayanarak karar verebileceği somut durum dışta bırakılmış olıır. Doğaldır ki, burada da genel özelden koparılmış değildir. Buna karşılık nominalist ve empiristler, sadece özel ve bireysel olanı tanımayı denerler. Onlar, "varolan herşey, ister doğal isterse tinsel olsun, tikel ve bireyseldir" derler. Onlar haklıdırlar, ama sadece başka şeylerle de bütünlenmesi gereken tikel bir doğruluğu dile getirirler.
Oysa, "kendi özellik ve bireyselliğine rağmen, ayıu zamanda bir sınıf ya da grubun üyesi olmayan hiçbir şey yoktur". Aynı zamanda bir grup, ya da sınıfa ait veya onlarca düzenlenebilir olmayan hiçbir tâş, bitki, hayvan ve bunun gibi, hiçbir renk, ton, beğeni duygusu yoktur. Empirik açıdan bakıldığında, geneli anlamakta büyük güçlük vardır; bu yüzden genel ya yadsınır, ya da doğruca adlarla ilgili genel kavramlardan (llatııs vocis) sözedilir. Rasyonalist ve empirist tutumlar arasındaki bu yapma güçlükleri aşabilmek için, genel ve özelin çok yönlü bağımlılığı prensibi bu nedenle büyük önem taşımaktadır. Bu prensip, tüm alanlar için konumlandığından ve tüm alanlar için temel sayıldığından bizzat metafizikseldir. Öyle ki, bizzat mantığın kendisi de bu ilkeden bağımsız değildir. Daima olduğu gibi, mantıkta genel ilkelere bağlı çıkarımlarla dedüktif yoldan tikel ve özele ve indüktif yolla da tikel olandan genele ulaşmak söz konusudur. Evrenin yalıtma yoluyla atomsal teklerden ve süreçlerden oluştuğu bir kez kabul edildi mi, bu kabule dayanılarak genelgeçer ilkelere nasıl ulaşılabileceğini görmek zordur. İndüksiyon sorunu çözülebilir bir sorun olmadığı gibi, bizzat dedüksiyon da kuşku götürür.
Örneğin J.S. Mill, Aristoteles'in tasımcılığını bir kısır döngü olarak niteler. "Tüm insanlar ölümlüdür" önermesinden Sokrates'in de ölümlü olduğu çıkarıldığında, bu yanlış bir çıkarım olur; çünkü büyük öncülün kendisi indüktif yolla kazanılmıştır ve bu indüksiyonda Sokrates'in durumu içerilmemiştir. Ama Mill, burada genel ve özelin çok yönlü bağımlılığının geçerli olduğunu görememiştir. Sokrates sadece bir birey değildir, o aynı zamanda ölümlülük niteliğine sahip insan sınıfının bir üyesidir. Bu nedenle çıkarım kendi somut formu içinde şunu ifade etmektedir: "Tüm insanlar ölümlü ve Sokrates bir insan ise, Sokrates ölümlüdür". Doğaldır ki, mantık öylesine soyutlaşmıştır ki, matematikte olduğu gibi sembolik mantıkta da tikel ve bireysel olan tümüyle ortadan kalkmış gibi görünüyor. Ama bu sadece, genel ve özelin çok yönlü bağımlılığının çok.çeşitli formlara uyabileceği anlamına gelmektedir. Örneğin cebirde x, y ve z ile işlem yapılır ve bu işaretlerin gösterdiği her ilişki, somut objeleri, daha işlem öncesinde dışta bırakır. Ama bu, elde edilen sonuçların gerçeklik hakkında kullanılabilir olmadığı anlamına da gelmez.
Çok değerli bir metafizik, sık sık yapılagelmiş olduğu gibi, herşeyi tanrıya, evrene ya da insana indirgemek isteyen bir deneme olmayacaktır. Gerçi o da, tanrı, evren ve insandan yola çıkarak işe başlar, ama bu üçünü birbirine indirgemez, bunları çok yönlü bir bağımlılık içinde ele alır. Şimdiye kadarki metafizikler, çoğu kez, ilişkilerin tek değerliliği prensibi üzerinde inşa edilmişlerdir. Bu inşa biçimi teolojik ise, tanrı ilk nedendir ve doğa ve tarihte olup bitenler ona bağımlıdır. İnşa aklı öne alan bir inanca dayânıyorsa, varlık tek yanlı olarak düşünceye bağlı kılınır ve düşünce yasalarına göre biçimlenir. Son olarak insandan hareket edilmişse, bu kez, evren ve tanrı insani yeteneklerin, tasarımların bilinçli ya da bilinçsiz bir yorumunu içerir. İlişkilerdeki bu naif tek değerlilik ya da tek konumluluk inancı, ilişkiler mantığı alanında uzun süreden beri aşılmış olduğu gibi, metafızikte de aşılmak zorundadır. Geleceğin metafizikçisi için ilişkiler mantığıyla ilgilenmek kaçınılmaz bir ön koşul olmalıdır. Örneğin öncelikle bilgi kuramının, ama aynı zamanda metafıziğin de sahip çıktığı süje-obje ilişkisi yeni bir görünüm kazanmalıdır. Örneğin, eskiden bir bire-bir ilişkisi (one-one relation) - erkek: kadın - söz konu- suydu ve ya süje objeye, ya da obje süjeye bağımlı kabul ediliyordu. Ne var ki, aynı konuda bire-çok ilişkisi (one-many relation) - bir erkek: çok kadın -, ya da bir çoğa-çok ilişkisi (many-many relation) - çok erkek: çok kadın - konumlanabilir. Örneğin atom fıziğinde, bire- bir ilişkisi formunda ifadeler yapmanın olanaksızlığı ortaya çıkmıştır. Biz bir atomdan sözedemiyoruz; tersine, sadece atomların oluşturduğu gruplardan sözedebiliyoruz (Bak.: H. Margenau, Doğa Felsefesi). Ne var ki, çok değerli metafizik fikri (ide), böyle bir metafiziğin göreciliğe sürükleyeciliğine inanılırsa, tümüyla yanlış anlaşılmış olur. Böyle bir metafizik, varlığın, anlamların ve değerlerin çok konumluluğuna işaret etmekle yetinemez. Karşı yönden o, bu çok konumlulukla birlikte giden ve çeşitli yorumlamalar içinde yer alan ve değişmez kalan sabiteleri göstermeye çalışır. Tıpkı, çeşitli birey, grup, ulus ve ırklardaki değişik görünümlerine rağmen insan bedeninin antropoloji ve tıbbın formüle etmeye çalıştığı belli bir konumsal yasaya uyması gibi. Tıpkı, felsefi antropolojinin, insanın kültürel ve tinsel alanda hiçbir zaman kapsayıcı olarak ele alınamayacak bir çokluk içinde yaşamasına rağmen, bu alanın yasalarını bulmaya çalışmasında olduğu gibi. Böyle bir konumsal yasaya örnek olarak ben, varlığın-ister real isterse ideal olsun-genel yasası olarak, Çok yönlü bağımlılck temel prensibi adını veriyorum.
GENEL VE ÖZEL
Geleneksel metafıziğin yanılgılı ve görünüşte sorunlarından bir darbe ile sıynlmış oluyoruz. artık, genel ve özeli, sadece birbirlerine yönelik anlam ve varoluş ilişkileri içinde ortaya çıkan şeyler olarak görebiliriz. Platon geneli yalıtmış. O, "biz tek bir. a~ila gösterdiğimiz nesneler çokluğu için, biricik bir ide koyma alışkanlığına sahibizdir" demişti. Örneğin biz "masa" adını masalar çokluğu için kullandığımızdan, bir "masa" idesinin olması gerekir. Böylece Platon hem tek anlamlılık, hem de yalıtma hatasına düşmüş oluyordu. Örneğin o, "adil" gibi bir deyimin de bir şeyin adı olması gerektiğine ve bu deyimin kullanıldığı her yerde mutlaka onun bir "ide"sinin ola- cağına inanıyordu.
Bir masa, masa idesinden pay aldığı için vardır ve bir insan adalet idesinden pay alındığı için adildir. Kavramların tek anlamlı olması gerektiği postulatı, hiç de böyle olmadıklarının görülmesine rağmen savunabilmelidir. Çünkü, örneğin hukuksal, sos- yal ve ahlâksal bakımdan adalet kavramının tek anlamlı olarak konumlanmasında insanı ilgilendiren bir toplumsal amaç vardır. Ama varlığa ilişkin bir ifade söz konusu olduğunda, tek bir ide, ideal bir anlam birliği söz konusu olamaz. Çünkü Platoncu anlamda "adalet" diye bir özden sözedilirse, yani özgörü (Wesenschau) ile kavranan bir "adalet" idesinin varolduğu postulatına başvurulursa, böyle bir yalıtımcılık içinde, hiçbir varlığa işaret etmeyen herhangi bir şey de tasarlanabilir. Öyle ki Platon, yanlış yoldan yaratılmış idelerden somut cisimlere geri dönme yolunu ve son ve ilksel olandan "pay alma" tarzını araştırmakla, çözülmesi olanaksız güçlüklere de yol açmış oldu.
Genelin özeli dikkate almadan bu tarzda değerlendirilmiş olması, tüm rasyonalizm tarihinde izlenen bir yol olmuştur. Bu değerlendirme tarzı sadece metafızik ve bilgi kuramında değil, hatta ahlâk alanında da ulaşılabilecek son sonuçlarına kadar götürülmüştür. Kant'ın ahlâkı, bu konudaki en çarpıcı örnektir. Onun kategorik imperatifi şöyle der: "Öyle davran ki, eyleminin dayandığı ölçüt (maxime) genel bir yasanın ilkesi olsun". Böylece de, insanın eylemde bulunduğu ve özel olarak kendisince bir seçime dayanarak karar verebileceği somut durum dışta bırakılmış olıır. Doğaldır ki, burada da genel özelden koparılmış değildir. Buna karşılık nominalist ve empiristler, sadece özel ve bireysel olanı tanımayı denerler. Onlar, "varolan herşey, ister doğal isterse tinsel olsun, tikel ve bireyseldir" derler. Onlar haklıdırlar, ama sadece başka şeylerle de bütünlenmesi gereken tikel bir doğruluğu dile getirirler.
Oysa, "kendi özellik ve bireyselliğine rağmen, ayıu zamanda bir sınıf ya da grubun üyesi olmayan hiçbir şey yoktur". Aynı zamanda bir grup, ya da sınıfa ait veya onlarca düzenlenebilir olmayan hiçbir tâş, bitki, hayvan ve bunun gibi, hiçbir renk, ton, beğeni duygusu yoktur. Empirik açıdan bakıldığında, geneli anlamakta büyük güçlük vardır; bu yüzden genel ya yadsınır, ya da doğruca adlarla ilgili genel kavramlardan (llatııs vocis) sözedilir. Rasyonalist ve empirist tutumlar arasındaki bu yapma güçlükleri aşabilmek için, genel ve özelin çok yönlü bağımlılığı prensibi bu nedenle büyük önem taşımaktadır. Bu prensip, tüm alanlar için konumlandığından ve tüm alanlar için temel sayıldığından bizzat metafizikseldir. Öyle ki, bizzat mantığın kendisi de bu ilkeden bağımsız değildir. Daima olduğu gibi, mantıkta genel ilkelere bağlı çıkarımlarla dedüktif yoldan tikel ve özele ve indüktif yolla da tikel olandan genele ulaşmak söz konusudur. Evrenin yalıtma yoluyla atomsal teklerden ve süreçlerden oluştuğu bir kez kabul edildi mi, bu kabule dayanılarak genelgeçer ilkelere nasıl ulaşılabileceğini görmek zordur. İndüksiyon sorunu çözülebilir bir sorun olmadığı gibi, bizzat dedüksiyon da kuşku götürür.
Örneğin J.S. Mill, Aristoteles'in tasımcılığını bir kısır döngü olarak niteler. "Tüm insanlar ölümlüdür" önermesinden Sokrates'in de ölümlü olduğu çıkarıldığında, bu yanlış bir çıkarım olur; çünkü büyük öncülün kendisi indüktif yolla kazanılmıştır ve bu indüksiyonda Sokrates'in durumu içerilmemiştir. Ama Mill, burada genel ve özelin çok yönlü bağımlılığının geçerli olduğunu görememiştir. Sokrates sadece bir birey değildir, o aynı zamanda ölümlülük niteliğine sahip insan sınıfının bir üyesidir. Bu nedenle çıkarım kendi somut formu içinde şunu ifade etmektedir: "Tüm insanlar ölümlü ve Sokrates bir insan ise, Sokrates ölümlüdür". Doğaldır ki, mantık öylesine soyutlaşmıştır ki, matematikte olduğu gibi sembolik mantıkta da tikel ve bireysel olan tümüyle ortadan kalkmış gibi görünüyor. Ama bu sadece, genel ve özelin çok yönlü bağımlılığının çok.çeşitli formlara uyabileceği anlamına gelmektedir. Örneğin cebirde x, y ve z ile işlem yapılır ve bu işaretlerin gösterdiği her ilişki, somut objeleri, daha işlem öncesinde dışta bırakır. Ama bu, elde edilen sonuçların gerçeklik hakkında kullanılabilir olmadığı anlamına da gelmez.